|
Haftada yarım saat televizyon
Üç kurs!..
Kemal Burkay
Türkiye´de bugünlerde belli çevrelerde yine bir bayram havası var. Resmi
ve özel televizyonlar programlar düzenleyip Türk ve Kürt
siyasi ve entellektüel zevatın görüşlerine boşvuruyorlar.
Bir davul-zurna çalınıp, havai fişek atılmadığı
kaldı! Belli çevreler ise yasta…
Birincilere göre, efendim, Kürt sorununda önemli reformlardan biri daha gerçekleşmiş,
anadilde televizyon yayını başlatılmış...
Çarşamba günü erkenden, herkesin ya uykuda, ya da
işinde gücünde olduğu bir saatte Kurmanci lehçesiyle,
cuma güne de Zaza lehçesiyle. Her biri yarım saat,
alt yazılı ve de o biçim! Polis eliyle, polis
diliyle ve polisin gönlüne göre…
Daha önce de malum, anadilde böylesi bir „eğitim“ başlamıştı...
Birkaç İskandinav ülkesi büyüklüğündeki koca
Kürdistan´da, efendilerimizin deyişiyle, „Doğu
ve Güneydoğu“da, müşterileri bir miktar polis
ve jandarma çavuşu olan, halkın ise gitmeye
korktuğu, gidenlerin başına türlü belaların
geldiği, binbir kayda ve şarta bağlanmış
iki-üç kurs açılmış ve böylece, Kuzey Kürdistan´da
ve Türkiye´nin öteki bölgelerinde yaşayan 20 milyon
dolayındaki Kürt anadilde eğitim alanında
ihya olmuşlardı!
Tam da televizyonda Kürtçe yayının başladığı gün,
yani 9 Haziranda, on yıldan beri zindanda tutulan
dört Kürt parlamenter, Leyla Zana, Orhan Doğan, Selim
Sadak ve Hatip Dicle, cezalarının bitmesine
zaten bir kaç ay kala serbest bırakıldılar...
Böylece iç barış için ortam mükemmel! Kürtler için çifte bayram, zil
takıp oynamaları lazım. Türk canibindeki
kimi liberal ve de demokrat dostlarımız böyle
söylüyor. Kürt canibinde de buna baş sallayıp
kendilerini bayram havasına, davul zurnanın
oynak ritmine kaptıranlar az değil. Üstelik
bunlar, genellikle, daha düne kadar „bağımsız
ve birleşik Kürdistan“dan aşağı düşmeyenler...
Buna karşılık, Türkiye´de diğer bazı malum çevreler
de yasta; onlar da Türkçe dışındaki söz
konusu dil ve lehçelerde „yayın ve eğitimin“
başlamasıyla , hatta dört Kürt parlamenterin
serbest bırakılmasıyla Türkiye´nin ulusal
birliğinin ve üniter yapısının bozulduğu,
seksen yıllık sistemin büyük bir yara aldığı
kanısındadırlar!
Oysa, şu komik televizyon yayını ile ilgili olarak ortada ne
bayram yapacak, ne de yas tutacak bir durum var.
İkincileri anlıyoruz. Yıllar yılı Kürt düşmanlığına
koşullanan, halkımızın dilini, kültürünü
yok etmek için çırpınan, bunun için akla hayale
gelmez yasaklara ve zorbalıklara başvuran bu
adamlar için, bırakın Kürtçe kursu ve haftada
yarım saatlik radyo veya TV yayını, Kürt
adını duymak bile bir işkence. Onlar onulmaz
bir paranoyanın tutsağıdırlar. Onların
kutsal sisteminde gerçekten de bir delik açıldı
ve oradan ışık sızabilir.. Ne kadar
ağıt yaksalar yeridir.
Birincilere gelince, onların da estirdikleri bayram havası için akla
yatkın hiçbir neden yok. Yapılanlar göstermeliktir.
Yapılanların Kürt sorununun kapsamıyla,
boyutlarıyla ilgisi yoktur. Yapılanlar bir kez
daha Kürt halkını oyalamaya, Avrupa Birliği´nin
gözünü boyamaya yöneliktir.
Bu sözde „reform ve demokratikleşme“ oyunu, 12 Eylül faşist cuntasının
yerine seçimler yoluyla ilk sözde sivil hükümet kurulduğu
günden bu yana sürüp gelmekte. Önce Özal hükümetiyle güya
sivilleştik! Sonra hükümetler birbirini izledi. Reform
ve demokratikleşme çabaları, hatta Kürt sorununun
çözümüne yönelik yalancıktan hamleler de! 1990‘lı
yılların başında, Kürdistan´da, özellikle
Newroz döneminde yığınsal gösteriler başlayınca
Demirel can havliyle „Kürtler vardır“ demiş
oldu. Ama o kadar. Ardından, Kürtler vardır,
ama yapacak bir şey yoktur, dendi. Barışçı
Newroz gösterileri ise, Öcalan´ın kitleleri ayaklanmaya
çağıran provokatif „Nisan Tezleri“nin yardımıyla
kanlı şekilde bastırıldı.
Bay Erdal İnönü de SHP´nin başındayken sözde Kürt sorununun çözümü
için bir propram yapacaktı.. Ama programı da,
kendisi gibi tez sahneden silindi.
Kürt sorunundan ciddi olarak ilk söz eden Özal´dı, „federasyonu bile tartışmalıyız“
dedi. Tam da bu yüzden, Türkmenistan dönüşü, süratle
icabına bakıldı. Zehirlenerek öldürüldüğü
bugün artık bir sır değil.
Mesut Yılmaz, kendi partisinin lideri Özal´ı, Kürt sorununun çözümünden
söz ettiği için ihanetle suçlamıştı.
Sonradan kendisi de hidayete erdi, „Kürt sorunu salt bir
terör sorunu değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel
yönleri olan bir sorundur“ ve de „AB´nin yolu Diyarbakır´dan
geçer“ dedi. Ama sözlerini çabuk unuttu.
Bütün bunlar olurken, Demirel „Kürtler var“ derken, Erdal İnönü program
yaparken, Özal Kürtlerle ilgili olumlu sözler ederken,
Bay Yılmaz AB yolunun Diyarbakır´dan geçtiğini
söylerken, Türk cenahındaki liberal aydın ve
demokrat dostlarımız hep bir bayram havası
estirdiler, ortalığı bir alkış
gümbürtüsüne boğdular ve sorunların çözülme
yoluna girdiğini söyleyerek bizim de bu alkışlara
katılmamazı istediler.
Ama yıllar geçti ve ortaya bir şey çıkmadı. Kirli savaş
ve Kürdistan‘ın boşaltılması, yargısız
infazlar, faili meçhuller ve işkence çarkı ise
tüm hızıyla sürüp gitti. Generallerin borusu
ve sopası yasama, yürütme ve yargının,
ve de dördüncü kuvvet basının, yani tüm güçlerin
ve güçten sayılmayan ünversitelerin hep üzerinde
oldu!
Derken AB´nin Türkiye´yi 1999 Aralığında aday üye yapması
ve önüne Kopenhag Kriterleri´ni koymasıyla Türk basınında
yeni bir hava oluştu, Türkiye demokratikleşecek,
Kürt sorunu da çözülecek dendi. Türkiye önce demokrasi
ve Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmamakta
ayak diredi. Yumurta kapıya dayandığı
zamanlarda ise içi boş reform paketleriyle ortaya
çıktı. İktidarsız hükümetler ve boş
paketler birbirini izledi. Her keresinde de Türk basını,
siyasi çevreleri, liberal aydınları bir iyimserlik
havası yayıp, bu göstermelik reformları
allayıp pullayıp biz Kürtleri de bu havaya çekmek
için ne lazımsa yaptılar. Bugün de aynı
durum devam ediyor.
Biz bu mide bulandırıcı oyunu onlarca kez seyretmekten bıktık,
Türk hükümeti ve basını onu tekrar tekrar sahnelemekten
bıkmadı.
Ve her keresinde, doğal olarak ortada ne demokrasiye benzer bir durum vardı
ne de Kürt sorununun çözümü yönünde ciddi bir adım.
Baskı ve yasak çarkı eskisi gibi sürüp gitmekteydi.
Çünkü söz konusu paketlerin tümü dostlar alışverişte
görsün türündendi, göstermelikti ve hala da öyledir.
Bunun nedeni açık: Türkiye´de bir kesim, sistemde en ufak bir yumuşamaya
karşı. İdeolojisi ırkçı, şoven
temeller üzerinde şekillenmiş Kemalizm. Yönetici
gücü Kemalist bürokrasi, vurucu gücü ordu ve polis, sözcüsü
Kemalist aydınlar. Bu bürokrasi ve bu anlayıştaki
aydınlar yönetim mekanizmasında, yargıda,
üniversiteler dahil tüm eğitim kurumlarında
egemen. Sermaye ise son yıllara kadar aynı safta
idi.
Şimdi durum biraz değişik. Türkiye´de son yıllarda, giderek
zayıflayan ve epeyce tutuculaşan sola karşılık
(elbet solun tümünü kast etmiyorum, biz de soldayız),
başka türden değişimci güçler ortaya çıktı.
Büyük sermaye de bunlar arasında. Bu güçler, Türkiye´nin
ekonomik alanda sorunlarını çözmesi, önünün
açılması için AB ile bütünleşmesini gerekli
görüyorlar. İşsizlikten, yoksulluktan bunalan
emekçi halk çoğunluğu da iş bulma ve daha
iyi bir yaşam umuduyla AB´ye katılmaktan yana.
40-50 yıl öncesinden Avrupa´ya ihraç edilen, bugün
sayıları 4 milyona ulaşan göçmen işçilerin
yaşam düzeyi de bunu kışkırtıyor.
İşvereni ve işçisiyle bu kitlenin derdi
ne demokrasidir, ne de insan hakları. Ama Avrupa´nın
da hem ekonomik, hem de insan hakları alanında
kuralları ve standartları var; AB´ye kapağı
atmak için, metazori de olsa bir şeyler yapmak gerekiyor...
İşte Türkiye´de şu dönemdeki çekişme bu iki kesim arasında:
AB´ye girmek isteyenlerle, karşı olanlar...
AB karşıtları hem kendi kutsal Kemalist
ideolojilerinin AB birliği içinde demode olacağını,
hem de –asıl önemlisi- şimdi süngü zoruyla,
halkı susta durdurarak kurdukları etki, sömürü
ve rant çarklarının bozulacağını
biliyorlar. Bu nedenle hemen her konuda, özellikle de
Kıbrıs, demokratikleşme ve Kürt sorununa
ilişkin olanlarda değişime, statükonun
bozulmasına karşılar. Sivil hükümetler,
Kopenhag Kriterleri´ne uyum sağlamak için, istemeyerek
de olsa bazı adımlar attıklarında,
Ordu başta olmak üzere tutucular çephesi hemen önüne
dikiliyor.
Değişim yönünde köklü, ciddi adımlar atılamamasının
bir nedeni bu. Ama tek nedeni değil. Bir bütün olarak
Türkiye´de siviller de, sermaye kesiminin yanı sıra
emekçiler de, demokrasinin önem ve gereğinin pek
bilincinde değiller. Hatta aydın geçinenlerin
çoğu bile. Toplumda demokrasi yönünde güçlü, kitlesel
bir hareket yok. Kürt sorunu konusunda ise tüm bu kesimler,
dünyada bir eşi daha bulunmaz derecede olumsuzlar.
Çünkü yıllarca yalan üzerine kurulu ırkçı,
şoven bir propaganda ile koşullanmışlar.
Kürt hareketi tehlikeli, bölücü bir öcü olarak gösterilmiş.
Bu korku yüreklerinin derinine, iliklerine, genlerine
işlemiş.
Bu yüzdendir ki, yalnız toplumu tek renge boyamak, tek kalıba dökmek
isteyen Kemalistler değil, dinciler, hatta liberal
geçinenler ve öteki toplum kesimleri de Kürt haklarının
tanınmasına, eşitlikçi temelde bir düzenlemeye,
bir köklü değişime açık değiller.
Bir başka deyişle, Türk tarafında, sayıları
iki elin on parmağını geçmeyen, çağdaş,
aydın demeye layık bir grup insanı çıkarın,
gerisi Kürt haklarını tanımaya kapalı.
Bu nedenle, dünyanın başka ülkelerindeki, örneğin İsviçre,
Belçika, Kanada, İspanya, Rusya Federasyonu vb. türden
bir çözüm, yani Kürtlerin, çoğunluk oluşturdukları
kendi ülkelerinde kendilerini yönetebileceği, bir
yerel parlamentonun, hükümetin olabileceği federal
veya otonom bir biçim şurda kalsın, ilkokuldan
üniversiteye kadar Kürt okulları, Kürt dilinde tam
gün yayın yapabilen radyo ve televizyonlar, özgürce
çalışan Küt parti ve dernekleri vb. akıllarına
bile gelmiyor, bundan ödleri kopuyor.
Böyle bir toplumun Kürt sorununu çözmek için ciddi reformlar yapması mümkün
mü? Bu yüzdendir ki yapılanlar iğreti, göstermelik.
Yıllardır, demokratik reform diye, Kürt sorununa
çözüm diye gele gele geldiğimiz yer ortada. Nice
ayak sürüdükten sonra, sonuçta 20 milyonluk Kürt kitlesi
için haftada yarım saatlik bir televizyon yayını
ve tüm ülkede birkaç kurs... O da her biri binbir engele,
şarta bağlanmış, polis baskısı,
hatta yönlendirmesi altında...
Bu Türkler bakımından ayıp, Kürtler bakımından da onur
kırıcı değil mi? Böyle bir şeye
sevinmek, onu alkışlamak bizden nasıl istenebilir?
Madem öyle, neden Türk tarafı Kıbrıs´ta
da, nüfusun ancak beşte biri olan ve topu topu 150
bin kişilik Türk için böylesine bir yarım saatlik
televizyon yayını ve birkaç dil kursuyla yetinip
bu sorunu hemencecik çözmüyor? Ama Kürtlere bunu reva
gören söz konusu çevreler, Kuzey Kıbrıs´ta hükümeti,
parlamentosu, resmi dili ve tüm kurumlarıyla federal
bir Türk cumhuriyetini; bunun yanı sıra, nerdeyse
eşit sayıda bakan ve dönüşümlü cumhurbaşkanı
ile merkezi hükümetteki temsili, tüm bunları yeterli
bulmuyor, daha fazlasını istiyorlar.
Kürtler konusundaki bu çifte standart Kürt halkını hor görmektir,
„bu kadarcığı onlara pekala yeter“ demektir.
Bu tutum çirkin değil mi? Irkçılığın,
şovenizmin dikalası değil mi?
Hiçbir onurlu Kürt bu aşağılayıcı durumu kabul etmez.
Kimileri, bu işin sembolik öneminden, 40 yıllık tabuların
kırılışından söz ediyorlar. Bunun
sembolik önemi elbet var, tabuların da bir ölçüde
darbe yediğinden söz edebiliriz; ama onlar hala yıkılmış
değil. Demokratik, çağdaş bir anayasa yapılıp
Kürt kimliği orada tanınmadıkça, Kürtlerin
siyasal, kültürel tüm temel hakları tanınmadıkça,
tabuların kırıldığından
ve bir barış ortamının doğduğundan
söz edilemez.
Kürtler bir azınlık değil, bu ülkede Türklerle birlikte iki ana
ulustan biridir. Bu gerçek kabul edilmedikçe ve buna uygun,
eşitlik temelinde federatif bir çözüm olmadıkça
gerisi boş laftır.
Kürt dili resmi dil haline gelmedikçe, ilkokuldan üniversiteye kadar okulları
açılmadıkça, Kürt basın-yayını
için tümüyle özgür bir ortam yaratılmadıkça,
kültürel hakların tanındığını
söylemek de boş laftır.
İşin garibi, sözde Kürtçe yayına karşı olmayan bazıları
da TRT´de yayına karşı. Baykal bunlardan
biri. „Devlet ancak ortak dille yayın yapar, halkın
parasını ne diye bu işte harcayalım.
Kim istiyorsa kendisi yapsın“ diyor.
Bay Baykal, anlaşılan 20 milyonluk Kürt halkını „halktan“,
yurttaştan saymıyor, yabancı görüyor..
Sanki Kürtler bu ülkeye vergi vermiyorlar, askerlik yapmıyorlar..
Peki Kürtlerin parasıyla Türkçe yayın yapmaya
ne denir?..
Bundan daha saçma, bundan daha hukuk dışı bir iddia olamaz. Kürtçe
özel kanallar da elbet, „ulusal-yerel“ ayrımı
ve zaman kısıtlaması olmaksızın
serbest olmalı. Ama bu, devletin 20 milyon Kürt vatandaşına
karşı görevini yerine getirme yükümlülüğünü
ortadan kaldırmaz. Bu çerçevede devlet kanalları
da elbet Kürt halkının dilinde yayın yapmalı,
hem de haftada yarım saat değil, her gün ve
tam gün. Neden devletin beş kanalından biri
Kürtlere ayrılmasın? Neden Kürtçe eğitim
de, aynen Türkçe eğitim gibi, ilkokuldan üniversiteye
kadar devlet eliyle finanse edilen okullarda yapılmasın?.
Bu devlet, onun kurucularından İsmet Paşa´nın Lozan‘daki
deyişiyle, eğer yalnız Türklerin değil,
aynı zamanda Kürtlerinse, o zaman böyle olmalı.
Kardeşlik, özgürlük ve eşitlik budur. Bu olmayacaksa
neden ve niçin bir arada yaşıyoruz?
Türk basınında ve siyasi çevrelerinde bu yazımı okuyacak
çok kişinin dudak bükeceğini, bıyık
altından gülümseyeceğini ve „buna gücünüz yetmez!“
diyeceğini biliyorum. Doğrudur, şimdilik
gücümüz yetmiyor; ama bir gün yetebilir.. Ayrıca
bunu, gücümüz yettiği için değil, hakkımız
olduğu için istiyoruz. Gücü yetmemek başka,
boyun eğmek daha başka.
Kürt halkı bugüne kadar eşitsizliğe evet demedi, zulme boyun
eğmedi; bundan sonra da eğmez.
Bu sorunun adalet çerçevesinde ve eşitlik temelinde çözülmemesinin bedelini
ise yalnız biz ödemiyoruz, bize özgürlüğümüzü
çok görenler de dahil olmak üzere, herkes ödüyor.
Bu ülkede yirmi milyon „yurttaş“, yurttaşlık haklarına sahip
olmadıkça, böylesine ilkel, çağdışı
bir ayrımcılığa hedef oldukça, onların
kırgınlığı, öfkesi var oldukça,
bu ülke sağlıklı olabilir mi?
Ortadoğu´da 40 milyonluk Kürt ulusunu zincire vuranlar, bilmem farkındalar
mı, kendilerini de zincire vurdular. Kendi zincirlerini
çözmek, bizimkileri çözmeye bağlıdır.
|