Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı A.
melik Fırat'ın 14.12.2002 Tarihinde, Kopenhag'da
Düzenlenen Türkiye ve AB Üyeliği İle İlgili Panele
Sunduğu Konuşma Metni
AB ÜYELİĞİNİN TÜRKİYE VAZGEÇİLMEZLİĞİ
TAAHHÜTLERİNİN YERİNE GETİRİLMESİ VE AVRUPA BİRLİĞİNİN
FELSEFE, İLKELERİNİ BENİMSEMEKLE OLANAKLI OLACAKTIR
Genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ana doğrultusu,
Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki eğilimin de bir
devamı olarak modern demokratik Avrupa dünyası olmuştur.
Türkiye’nin AET’deki müracaatıyla bu eğilim, kurumsal
bir sürece girmiştir. Bu kurumsal yolculuk, Avrupa
Gümrük Birliği ve Helsinki Konferansı’nda Türkiye’nin
AB aday üyeliğinin benimsenmesiyle yeni bir aşamaya
gelmiştir.
Bundan sonra Türkiye’ye düşen, üyesi olacağı Avrupa
Kulübünün yönetmenliğine, hukukuna ve felsefesine
göre kendisini değiştirmesi ve yapılandırmasıdır.
Bunun için Türkiye’nin önüne konulan yol haritası,
“AB Katılım Ortaklığı Belgesi”dir. Türkiye’de buna
karşılık, “Ulusal Program” sundu. Türkiye’nin sunduğu
“Ulusal Program”ın ihtiyaca yanıt olmadığı, AB Kulübünün
felsefesini tam anlamıyla ifade etmediği, uygun
düşmediği ve uyumlu olmadığı AB ilgililerinin saptaması
oldu. Özellikle “Ulusal Program”ın, Kopenhag Siyasi
Kriterlerini yansıtmaması, ifade etmemesi, o kriterlerin
yapısallaşması için gerekli yapısal hukuksal, siyasal,
ekonomik değişiklikleri öngörmemesi anlamında, ciddi
bir zaaf ve eksiklik taşıdığı görüldü.
Bütün
bunlar, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin, zorlu
ve sancılı bir şekilde devam ettiğinin verileridir.
Bu sürecin en önemli dönüm aşamalarından biri, “AB
Uyum Yasaları”nda gündeme getirilen sınırlı reformların,
3-4 Ağustos 2002 günü belirli bir sosyal eliti ve
etnik/ulusal kesimi temsil eden TBMM’ce kabul edilmesidir.
Bu yasa ile, 39 yıl sonra, 1963 yılında, Türkiye’nin,
adı Avrupa Birliği (AB)’ne dönüşen, Avrupa Ekonomik
Topluluğu(AET) ile imzaladığı sözleşme sonucu başlayan
üyelik süreci: Kopenhag Siyasi Kriterlerinin gerçek
muhtevasından uzak, AB’ye giriş için engelleri teknik
olarak aşma mantığıyla hazırlandığını ortaya koymaktadır.
“AB Uyum Yasaları’yla ortaya çıkan umutlar, hayal
kırıklığına dönüşmüştür. Aradan geçen 39 yıllık
zaman, çok açıktır ki Türkiye için büyük bir zaman
kaybıdır. Ayrıca, vazgeçilmeyen otoriter/totaliter,
“sorun çözen değil sorun üreten” mantığın devam
ettirilmesinde dolayı, daha çok zamanın kaybedileceğinin
güçlü mesajlarını, “AB Uyum Yasaları” vermeye başlamıştır.
Partimiz de, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda
çabaların, tartışma ve önerilerin yoğunlaştığı bir
ortamda, kuruluşunu tamamladı. Partimiz, Türkiye’nin
AB üyesi olması için gerekli yapısal değişiklikleri,
yeni bir siyasi sistem yapılanmasını programlaştırdı.
Bu düşüncesinin sonucu olarak, “Yol Haritası”
niteliğinde olan “Katılım Ortaklığı Belgesi”ne karşı
hazırlanan “Ulusal Programın”, AB felsefesine, ölçülerine
ve mantığına aykırı olduğunu ısrarla dile getirdi.
Bu programın, Türkiye’nin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi
AB normlarında yapılandırmasına yetmeyeceğini savundu.
Aynı şekilde, “AB Uyum Yasaları”nın tartışıldığı
ve TBMM’de onaylandığı dönemde eksik ve yanlışlara
ısrarla dikkat çekti. Ama ne yazık ki, otoriter
/totaliter zihniyet yine sürece egemen hale gelerek,
sorunlarımızı çözemeyen, demokratikleşme ihtiyacına
cevap vermeyen ve tersine sorun üreten bir çerçevede
“AB Uyum Yasaları”nı kabul etti.
Türkiye’nin demokratikleşme konusunda adım atmamasının
ciddi nedenleri var...
Türkiye’de demokratikleşme ve çağdaşlaşma yolunda
atılması gereken adımların gecikmesinin nedenleri
çok. Ancak en önemli birkaç neden üzerinde durmakta
yarar var.
Resmi ideoloji etrafında örülen otoriter /totaliter
ve devletin bütün hayatı düzenleme zihniyetinin
yapısallaşması; her on yılda bir yapılan askeri
müdahaleler, bu nedenlerden biridir. Her askeri
müdahale Türkiye’yi en az yirmi yıl geriletmiş,
toplumsal gelişme/büyüme dumura uğratılmıştır. Dar
alanda varolan toplumsal barış bile bozulmuş, özellikle
Kürt sorununun çözümü konusunda daha sıkı davranılmış,
etnik/ulusal ayrımcı politika derinleştirilmiş,
Kürtlerin yabancılık duygusu daha da güçlendirilmiştir.
Türkiye’de hem toplumsal ve hem de yasal değişiklikler
olsun, iç dinamiklerle olmamıştır, hep dış dinamiklerin
zorlaması ile olmuştur. Bundan dolayı, her ne kadar
“demokratikleşmeye en fazla halkımız layıktır” denilmesine
rağmen, AB’ye üyelik için, AB kuralları ve kurumlarının
dayatması olmadan sınırlı değişikliklere bile gidilmemiştir.
Yapılan sınırlı değişiklikler ve demokratik açılımlar
da, en başta devlet kurumları ve yetkilileri katında
yer etmemiş, sadece biçimde kalmıştır. Toplumda
bunu bildiği için, “devlet verdiğini geri alır”
ümitsizliğiyle bir edilgenliğe sürüklenmiştir.
AB’nin, Kopenhag Zirvesinde Türkiye’nin istediği
Müzakere tarihini vermemesinden dolayı AB Uyum Paketlerinden
birini geri çekmesi, düzenlemelerin halklar için
olmadığının bir göstergesidir.
Demokrasi gerçek anlamda işlemediği için, Türkiye’de
değişimler, katılımcı zihniyetle olmamıştır. Sivil
toplum kuruluşları, farklı etnik ve ulusal gruplar,
farklı kültür ve dil, din ve mezhep toplulukları
ve değişik renklerdeki toplum kesimleri, “değişimlerde”
referans alınmamıştır: Temsilci kurumların görüşlerine
baş vurulmamıştır.
Bu nedenle, değişim ve demokratikleşme adına yapılanların,
toplumun ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olması
olanaklı değildir. Açık olan bir şey var ki, Türkiye’de
katılımcı olmayan değişimlerde genelde jakobence
bir anlayış hakimdir.
AB Uyum Yasaları da, bu anlayışla çıkarılmış,
vatandaşlardan bunların kabulü istenmiştir. Türkiye’nin
temel bir sorunu olan ve bu uyum yasalarında çözümü
sabırsızlıkla beklenen Kürt sorunu ile ilgili, Kürtlerin
temsili kurumlarına baş vurmamışlardır: Onlar görmezlikten
gelinmiştir. Böyle bir anlayış ve çözümün, bir dayatma
olduğu ortadadır. Demokrasilerde bu tür dayatmalar
da kabul görmedikleri gibi, yeni sorunları üretmeye
de mahkumdur. En önemlisi de, değişiklik adına yapılanlar,
ihtiyaçlara cevap verir nitelikte olmadıkları için,
işlerlikleri de söz konusu değildir.
Biz HAK-PAR olarak Türkiye’de Kürt sorununun,
demokratik, barışçı, eşitlikçi, adil ve uzlaşmacı
bir yöntemle çözümünden yanayız: Bunun da olanaklı
olduğunu, dünyanın ve Türkiye’nin bugünkü koşullarında
açıkça görüyoruz. Kürt sorununa barışçı, eşitlikçi,
demokratik ve adil bir çözüm bulunmaksızın Türkiye’de
gerçek demokrasinin yerleşemeyeceğini söylemekle
kalmıyoruz, tarihsel tecrübenin bunu ortaya çıkardığını
da gösteriyoruz.
“HAK-PAR, Türkiye hükümetlerinin, Kıbrıs, Bulgaristan,
Yunanistan, Kosova ve benzeri ülkelerde bulunan
azınlıklar/topluluklar için savunduğu tezleri, Türkiye’de
yaşayan Kürtler için de istemesi durumunda, sorunun
çözüm yoluna gireceği inancındadır”.
Türkiye’yi
yönetenler, öncelikle Kürtleri inkar politikasından
vazgeçmelidirler. Kürt halkının varlığını, Kürtlerin,
Türkiye toplumunda ana bileşenlerden/faktörlerden
biri olduğunu kabul etmeleri ve bu gerçeği hukuksal/anayasal
bir konsept haline getirmeleri gerekir. İnsanların
bireysel ve kolektif haklarına saygılı olmak, hukukun
üstünlüğünü kabullenmek, bu çerçevede Kürtlerin
ulusal demokratik haklarını kabul etmek, kurumsallaştırmak
ve hukuksallaştırmak insanca yaşamın, barışın, ilerlemenin,
ekonomik büyümenin, kıymet sahibi olmanın ve demokrasinin
olmazsa olmaz şartları olduğunu görmeleri gerekir.
Bunun da yeni demokratik, çoğulcu, katılımcı temsili
kurumları sistemleştirmekle olanaklı olacağı öngörülmek
zorundadır. Bu öngörü de, Türkiye’nin bileşenlerinin,
unsurlarının, etnik/ulusal, dinsel/mezhepsel, düşünsel
coğrafyasının yeniden belirlenmesi ve tanımlamasıyla
olanaklı olacaktır. Gerçekçi olmak bir zorunluluktur.
Kürtlerin varlığı gibi diğer hayati unsurlar da
olduğu gibi kabul edilmeli ve çözümlerde, yapılanmada
hesaba katılmalıdır.
Türkiye’yi yönetenler, Kürtlerin siyasi çözümler
üretme istemlerini “bölücü” olarak görmekten vazgeçmeli,
Kürtlerin de Türklerle eşitçe, onlar kadar haklara
sahip olmakla, birlikte yaşamak istediklerini ve
bunda samimi olduklarını anlamaya çalışmalıdırlar.
Yunanistan ve Bulgaristan’da Türk azınlıkların bugünkü
konumlarının bu ülkeleri bölmekten çok bütünleştirici
olduğunu görmeleri gerekir. Türkiye’de esas bölücü
faktörlerin, etnik/ulusal guruplara, dinsel/mezhepsel
ve toplumsal kesimlere eşitçe hak ve özgürlüklerini
tanımamak; ekonomik ve toplumsal geri kalmışlık;
yoksulluğun, işsizliğin ve eğitimsizliğin olduğunu
görmeleri gerekir. En can alıcı sorunda, Kürt sorununun
inkarının, çözüm üretmek isteyen tarafların militarist
bir anlayışla bastırılmasının, yasaklanmasının toplumsal
yaşamı olumsuz etkilediğini anlamaları gerekir.
“Kürtler sindirilecek, yıldırılacak ve ulusal
istemlerinden vazgeçecek” diye düşünenler yanıldıklarını
kabul etmelidirler. Kürtlerin ulusal demokratik,
bireysel ve kolektif haklarını elde edinceye kadar
demokratik mücadelelerini sürdüreceklerini ve bunda
kararlı olduklarını anlamalıdırlar.
Kürtlerin ulusal demokratik haklarını tanımayan,
örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğünü gerçek
demokrasinin temel öğelerinden biri olarak görmek
istemeyen, sorunların çözümünde diyalog ve uzlaşma
yerine toplumsal gerilimi tercih eden anlayış, Türkiye
Cumhuriyeti devletini çağdışı olmaya mahkum etmiştir.
AB
Uyum Yasaları Avrupa’da haksız bir intiba yarattı.
Bu uyum yasalarına göre sözüm ona Kürtçe eğitim
ve öğretim yasallaşmış, Kürtçe radyo-tv yayınları
serbest bırakılmış!!! Hayır; Türkiye’de halen Kürtçe
dil olarak, Kürt ulusunun varlığı resmen kabul edilmemektedir.
Sadece yabancı dilde öğrenim hakkı tanınmıştır.
O da bin bir zorluklarla dolu yönetmenliklerle sınırlandırılmıştır.
Örneğin; okul zamanı dışında özel kurslara gidecek
çocuklar için özel sınırlamalar getirilmektedir.
Hafta içinde kurslar yasaktır. Ancak yedinci sınıftan
sonra yani 14 yaşından sonra kurslara devam edilebilecek
ve 18 yaşını bitirmemiş olanların kurslara devam
edebilmesi için velilerinin izni gerekli olacaktır.
Kıyafet sınırlamaları getirilmiştir. Bu kurslarda
Kürtleri hatırlatacak özel renkler kullanma yasağı
vardır. Kürtçe ders verecek öğretmenlerde de özel
kriterler aranmaktadır ve bu da öğretmen sıkıntısı
yaratmaktadır.
Televizyon ve radyo programları da yabancı dillerde
yapılacak yayınlarda her dil için 10-15 dakikalık
bir program söz konusudur. Bu da Türkçe altyazı
ile, haftanın iki gününde olacak!!!
Bu nedenle AB üyesi devlet yetkililerinin ve AB
kurumlarının, Kürtlerin sindirilmiş, taleplerinin
bastırılmış olması atmosferine kanmamalıdırlar.
AB yetkilileri, Türkiye’nin AB üyelik sürecinde
çözmesi gerekli olan en önemli ve temel sorunlarından
birinin Kürt sorunu olduğu bilinci ile hareket ederek
Türkiye’nin değişmesini ve uyum projelerini ona
göre gerçekleştirmesini istemelidirler. Eğer Türkiye’nin
AB üyesi olması aşamasında Kürt sorunu çözülmeyen
bir sorun halinde olursa, Kürt sorunu AB’nin demokratik
sisteminin bir sorunu haline gelecek ve bir handikapa
dönüşecektir.
Bunun yanında bu aşamadan sonra bütün Kürt siyasi,
sivil ve kültürel kurumlarının da bu sorumlulukla
hareket edeceklerini ve parti olarak üzerimize düşenleri
tüm Kürt yurtsever çevrelerinin desteği ile yerine
getireceğimizi de taahhüt etmeyi bir görev kabul
ediyorum.
3 ağustos 2002 tarihli AB Uyum Yasalarından sonra
parlamentoda 3/2 milletvekili çoğunluğunu elinde
bulunduran AK PARTİ hükümetinin de hazırladığı ek
uyum yasaları paketlerinde Kürt sorunun çözümü için
hiçbir ibare bulunmamaktadır. AKP Genel Başkanı
Recep Tayip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi Kürt
sorunu bireysel özgürlükler bazında çözülmek isteniyor
ki bu da sorunun çözümünden oldukça uzaktır. Çünkü
Kürt Sorunu, kapsamlı kollektif hakların kurumlaşması
sorunudur.
3 Kasım Erken Genel Seçimlerinde iktidar partilerinin
başını yiyen ve onları parlamento dışında bırakan
sorunlardan biri Kürt sorunuydu. AK PARTİ hükümeti
ve CHP ana muhalefeti de Kürt sorunu ile ilgili
çözüm projelerini üretmez, bu konuda sorumlu davranmazlarsa
onlarında geleceği dünün iktidar partilerinin akıbeti
olacaktır.
Türkiye, bu uygulamalarla, partimizin hedeflediği
çağdaşlaşma seviyesini yakalayamayacak, gerçek demokrasinin
yaşama sokulmasında başarılı olamayacak. Partimiz,
hem AB üyeliğinde hem de demokratikleşmede çok büyük
sıkıntılar yaşayacak.
Bu arada dikkatleri AB üyesi ülkelerin Türkiye
için düşünülen müzakere tarihi konusunda Kürt sorununu
dile getirmemelerine çekmek istiyorum. İsveç dışında
hiçbir AB üyesi ülkesi müzakereler konusunda Kürt
sorununa değinmedi. Biz bu davranışı çifte standart
olarak görüyoruz.
HAK-PAR, siyasi programını, AB demokrasi prensiplerine
ve uluslararası hukuk kurallarına göre hazırladı.
Buradan hareketle Türkiye’de çoğulcu demokratik
devleti, çoğulcu demokratik idari sistemi programına
koydu. Yine buradan hareketle partimiz; Türkiye’nin,
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne,
Avrupa Birliği Ulusal Azınlıklar Sözleşmesine, Katılım
Ortaklık Belgesine ve kendisinin de taraf olduğu
diğer uluslar arası sözleşme ve antlaşmalara uyması
için gerekli düzenlemeleri yapacak. Ancak böyle
olursa, Türkiye’de Kürt sorunu ve diğer temel sorunlar
çözüm yoluna girer, çoğulcu, katılımcı gerçek demokrasinin
gelişmesinin önü açılır.
Hak ve Özgürlükler Partisi, Türkiye’nin yeniden
yapılandırılması için uluslar arası hukuk normlarına
uygun; çoğulcu, katılımcı, insan haklarını ve hukukun
üstünlüğünü esas alan bir anayasayı toplumsal uzlaşma
ve referandumla yaratmak istiyor. Bu anayasada Türkiye
Cumhuriyeti devleti ademi merkeziyetçi bir idari
yapılanmaya kavuşturulacak. Kürt sorununun çözümünde
önemli bir yeri olan yerel yönetimler ve bölge meclisleri
yaşama sokulacak.
Hak ve Özgürlükler Partisinin önerdiği yerel yönetimler
ve bölge meclisleri; dışişleri, savunma ve makro-ekonomi
dışında tüm hizmetlerden sorumlu özerk yapıda olacak.
Bu, Kürtlerin yoğunluklu olduğu bölgelerde Kürtlerin
kendi kendini yönetimi; eğitim, kültür, güvenlik,
sağlık ve benzeri sosyal hizmetlerle donatılacak.
Kopenhag, 14.12.2002
Abdulmelik FIRAT
HAK-PAR Genel Başkan
|