SÖMÜRGE KÜRDİSTAN’DA TARİHİ
YENİDEN HATIRLAMAK
19. yüzyıldan 21. yüzyıla devredilen
Kürt Meselesi
Ali Haydar Koç-Araştırmacı yazar
Kürt ulusu ve Kürdistan’nın 19. yüzyılın
başından günümüze kadar süresiz bir şekilde
devam eden savaşların, seferlerin, kargaşaların,
katliamların ve iki yüzyıldır süresiz
bir şekilde Ortadoğu’da huzursuz bir ulus
ve coğrafya olmalarının temel nedenlerinden
biri ve en önemlisi Kürtlerin üzerinde yaşadıkları
coğrafyada kendi siyasi iradelerine dayalı,
milli bir devlet kuramamalarından ve milli
iradeleriyle birlikte coğrafyalarını
işgal edip sömürgeleştiren ülkelerle yaşadıkları
çatışmalı durumdan kurtulamamalarından
ileri gelmektedir.
Osmanlı devletinin 16. yüzyıldan beri
yarı bağımsız bir şekilde
kendi bölgelerinde hüküm süren ve Osmanlı Padişahını
da kabul eden Kürt Emirlikleri ve beylikleri bu
siyasi nüfuzlarını 19. yüzyılın
başına kadar sürdürdüler. Yerel Kürt hükümetleri
kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun
ortağı olarak görüyordular. Ancak Sultan
II. Mahmut tarafından 1826 yıllarından
sonra yerel hükümetlere tanınan siyasi hakların
ortadan kaldırılmak istenmesiyle, yani
yerel Kürt hükümetlerinin merkezi hükümete (Osmanlı
merkez yönetimi) bağlanmasıyla ilgili
alınan kararlar ve yayınlanan padişah
fermanları, Kürt toplumunun sahip olduğu
yerel hakların ortadan kaldırılması
ile birlikte Kürdistan, 19. yüzyılın
başından itibaren ilk defa günümüze kadar
sürecek olan felaketlerin, katliamların, huzursuzluğun,
hakaretin, yoketmenin ve mecburi iskanların
yaşandığı bölge oluyordu. Kürdistan’da
içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın
başına dek süren savaşlara dayalı
iç ve dış siyasi huzursuzluğun kökeni
19. yüzyılın ilk başlarına kadar
uzanmaktadır.
Kürt sorunu 19. yüzyılın ilk başlarında,
Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839), Kürt Emirleriyle
Osmanlı devleti arasında daha önce 1514
yılında yapılan antlaşmanın
Osmanlı Hanedanı tarafından tek taraflı
olarak bozulmasıyla ve Kürdistan’da yarı
bağımsız bir şekilde hükümetler
kurarak yaşayan Kürt emirliklerinin 19. yüzyılın
başından itibaren osmanlı merkezi
yönetmine bağlanması kararı, doğuda
yüzyıllarca sürecek olan Kürt meselesini doğurdu.
Kürdistan’da Osmanlı devletinin merkezi yönetimine
karşı ortaya çıkan siyasi talepler
ve tepkiler zamanla hem siyasi ve hem de askeri
olarak boyutlanarak, daha sonra gelişecek olan
Kürt milli düşüncesinin oluşmasının
temeli de bu siyasi zemine dayanmaktadır. 1826‘lardan
itibaren açık bir şekilde başlayan
Kürt meselesi 20. yüzyılın başında
daha farklı boyutlar kazanarak, M.Kemal Atatürk’ün
Osmanlı İttihat ve Terraki komitesinin
kadrolarının gücünü arkasına alarak
ve onların siyasal, düşünsel ve askeri
desteğiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin
büyük katliamlarına uğramış
ve bu durum değişmeyerek günümüze kadar
daha da boyutlanarak sorun halinde devam etmektedir.
19. asrın en önemli Kürt İsyanı,
Şeyh Ubeydullah İsyanıdır. 1880
yılından sonra isyan eden Şeyh Ubeydullah
ilk defa Kürdistan’ın bağımsız
olma taleplerini dile getirmiş, Fars ve Osmanlı
devletlerine karşı aynı anda savaş
açmış ve bu iki devlete karşı
Kürt ulusal devletini kurma düşüncesini savunarak
savaşmıştır. Diğer taraftan
Şeyh Ubeydullah Kürtleri birleştirmek
içinde büyük çabalar sarfederek, bu amaçla bir çok
Kürt aşiret reisi ve ileri geleni ile geniş
katılımlı bir toplantı yaparak
ilk defa „Kürt ligasını“ ilan etmiştir.
İlk defa bir Kürt hareketi milliyetçilik anlamında
dışilişkileri geliştirmeye çalışarak,
Kürdistan’ın bağımsızlığı
diplomasi yolu ile de uluslararası kamuoyu
ve devletlere tanıtılmaya çalışılmıştır.
19. yy’da bağımsız Kürt devleti düşüncesi
bu isyan ile dile getirilmiştir. Dış
boyutu ile Şeyh Ubeydullah İsyanı
aynı zamanda ilk defa Kürdistan’ın ortak
sömürge edilmesinin temelini de oluşturuyor.
Çünkü isyan İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa,
Osmanlı İmparatorluğu ve Fars devletinin
ortak birliği ile bastırılıyor
ve uluslararası sömürge Kürdistan’ın temelleri
de bu devletlerin kendi aralarında yaptıkları
antlaşmalarla atılmış oluyordu.
20. yüzyıla girildiğinde Kürt aristokrat,
bürokrat, subay, asker ve öğrencileri tarafından
‚Kürt meselesi‘ daha çok yazılı
basında işlenerek dile getirilerek ve
aynı zamanda bu dönemde kurulan çeşitli
Kürt cemiyetleride meseleyi siyasal zemine taşımayı
amaçlıyordu. Kürt cemiyetleri ve bunlara bağlı
Kürt yazılı basını amaçlarına
ulaşmadan çok erken bir dönemde I. Dünya Savaşı’yla
kesintiye uğradı.
‚Kürt meselesi‘ 20. yüzyıla
soykırımla giriş yaptı. 20 yüzyılın
ilk çeğreğinde başlayan I,Dünya Savaşı
Osmanlı Devleti’nin, doğu sınırlarında
yaşayan iki ulusun, yani Ermenilerin ve Kürtlerin
katliamına yol açmıştı. Kürdistan
ve Ermenistan’da 1915-17 arasındaki büyük katliamları
İttihat ve Terraki Komitesinin üyeleri Almanya’dan
da destek alarak gerçekleştirdi. Talat Paşa,
Enver Paşa, Cemal Paşa, Dr. Çerkez Mehmet
Reşit, Dr. Nazım, Dr.Bahaeddin Şakir,
Dr.Tevfik Rüştü gibi kadrolar Kürt ve Ermeni
soykırımlarını organize ettiler.
Yaklaşık 1.5 milyon Ermeni yerinden ve
yurdundan edilerek katliama uğradı. 1916
yılında İTT komitesi binlerce kürdü
tutuklayarak, Sivas, Urfa, Diyarbakır ve Adıyaman
bölgesinde olusturduğu kamplara toplamıştı
ve bu kamplarda toplanan kürdlerin yemek ve içeceklerine
ölümcül ve bulaşıcı hastalıkların
oluşması için zehirli maddeler katarak
katletmiş ve cesetelerinide daha sonra yakmışlardı.
Aynı zamanda kış aylarında Erzurum
ve Bitlis’ten 300 bin Kürdün sürgüne tabi tutulduğu
ve bunların bir kısmının Irak’a
ve bir kısmının ise Urfa üzerinden
Konya’ya mecburi iskana tabi tutulara ve bunların
yarısından fazlası yerlerine ulaşmadan
öldürülmüştü/ölmüştü.
Aynı zamanda, yüzbinlerce Kürt Kürdistan‘dan
zorla göçettirilerek batı Anadolu, Ege sahilleri,
iç Anadolu ve Akdeniz bölgelerine zorunlu göçe tabi
tutulmuştu. Sürgün edilen Kürtlerin sayısı
yaklaşık olarak 700 bin cıvarındadır.
Bunların yarısından fazlası
açlık, soğuk, hastalık, barınaksızlık,
yiyeceksizlik ve giyeceksizlikten öldü.
1916 yılında İngiltere ve Fransa
Kürt topraklarını Syket Picot gizli antlaşması
ile paylaştılar. Bu antlaşmaya daha
sonra Rusya’da katıldı. İtalya sadece
desteklediğini açıkladı. Fakat 1917
yılında ekim devrimi ile bütün bu hesaplar
altüst oldu ve antlaşma Ruslar tarafından
tanınmayarak uluslararası kamuoyuna açıklandı.
Böylece Kürdistan üzerine yapılan gizli hesaplar
açığa çıkıyordu. Bu antlaşmalarla,
Kürt meselesinin çözümünden çok, mesele daha
çok çözümsüzlüğe doğru itilerek, Kürdistan
ve Kürt ulusu tarihin öznesi değil, malzemesi
olarak ele alınıyordu. Bundan da anlaşılıyor
ki, Paris Konferansı ve Sevr Antlaşması’nda
Kürt meselesinin öznel olarak değil, bir araç
olarak ele alındığı ortaya çıkıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere
başta olmak üzere, Lozan Antlaşması
masasına otururken, daha önce yaptıkları
Paris Konferansı (1919) ve Sevr Antlaşmasını
(1920) yok sayarak giriş yapmışlardı.
Yani Kürdistan konusunda fiili paylaşımda
anlaşarak 1923‘e gelmişlerdi. Fransız
ve İtalyan’lar Misak-i Milliyi 1921‘de ve İngilizler
ise Mart 1922‘de kabul etmişlerdi. Sovyetler
Birliği ise, 1919‘dan itibaren Türk Milliyetçilerini
hem maddi ve hem de manevi olarak desteklemiştir.
20 Eylül 1919 yılından itibaren M.Kemal
ve Kazım Karabekir Amerikan, İngiliz,
Rus ve Fransız temsilcileriyle çesitli diplomatik
görüşmeler yaparak verecekleri mücadelede
bu ülkelerden destek sözleri alıyordular.
Mustafa Kemal ve İttihatci kadrolar dışarıdan
İngiliz, Fransız ve Rusya’nın desteğini
alarak 1923‘de yapılan Lozan Antlaşması’na
gelmişlerdi. Kürtler ise bu süreçte çift taraflı
oyalandılar, bir yandan dışarıdaki
siyasi manevraya dayanan diplomatik (22 Mart 1919
Paris Konferansi, Sevr Antlasması 1920) müdahaleler
ve diğer taraftan M.Kemal ve İttihatçılar
Kürtlere karşı Müslüman unsurunu kullanarak
(7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi, 8 Eylül 1919
Sivas Kongresi, 22 Ekim 1919 Amasya Görüşmesi,
Misak-ı Milli (milli and) Beyannamesi 17
Şubat 1920) verdikleri oyalayıcı
sözler. Lozan Antlaşması’nın sürdüğü
dönemde M.Kemal en büyük desteği Kürtlerden
alarak, Kürdistan’ın en büyük parçasına
sahip olmuş ve Türkiye’nin sömürgesi yapmıştır.
Paris Konferansı ve Sevr Antlaşması’nın
Kürtleri oyalamak için yapıldıklarını
Lozan Antlaşması’nda Kürtlerin aleyhinde
alınan kararlardan öğreniyoruz. 1918-23
yılları arasında İngiltere,
Fransa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri nasıl
ve hangi diplomatik yollarla oyaladıklarının
sonucuna varıyoruz. Lozan Antlaşması,
Sevr Antlaşması’nın yerine geçirilerek,
Kürdistan’ı aralarında paylaşarak
bölüşmüşlerdi. Lozan Antlaşması
Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunu meşrulaştırırken,
Kürt ulusunun bütün haklarını yok saymıştır.
Lozan Antlaşması’nın yapıldığı
sıralarda Ankara Meclisinde bulunan ve bulunmayan
çoğu Kürt ileri geleni Lozan’a telgraflar çekerek
Türklerden ayrılmak istemiyoruz diyerek, Kürt
ve Kürdistan haklarını savunmayarak, Kürt
ulusunun inkarı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetini,
Türk demokrasisi adı altında meşrulaştırmışlardı.
Ankara Meclisinde esir bulunan Kürt Mebusları
Lozan’a telgraflar çekerek, Türklerden ayrılmıyoruz,
beraber yaşamak istiyoruz demiştir. Tabi
ki, aynı durumu başka bir çok Kürt ilerigeleni
ve aşiret reisleride yapmıştır.
Yine Lozan’da Kürtlerden yana bir sorun çıkmasın
diye Türk delegasyonunda iki tanede Kürt Mebusu
beraber götürülmüştü. Prinçzade Fevzi Bey ve
Zülfüzade Zülfü. Bu Kürt ismi geçen Kürt mebusları
Lozan Konferansı’nın azınlıklar
bölümüne alınarak „biz Türklerden ayrılmak
istemiyoruz“ deyip konferans salonunu terketmişlerdi.
Lozan Antlaşması’nın sonucunda hiçbir
şekilde Kürt ve Kürdistan kavramlarına
yer verilmemişti. Lozan Antlaşması’na
katılan bütün ülkelerin temsilcileri çıkarları
gereği Kürt meselesinden uzak durmayI tercih
etmiştiler.
1923‘ten sonra Kürdistan’ı aralarında
paylaşan İngiltere, Fransa, Fars devleti
ve Türkiye artık Kürt olgusunu ve Kürt meselesini
unutmaya ve unutturmaya başladılar. Sahip
oldukları Kürt bölgelerinin sınırlarını
aralarında yaptıkları ek antlaşmalarla
sağamlaştırarak kendi topraklarına
katarak sömürgeleştirmişlerdi ve güvenliği
sağlama adı altında Kürdistan’da
ulusal yok etme politikasını çok sert
önlemlerle uygulamışlardı. Kürt ailelerin
çoğu bu yapay sınırladan dolayı
bölünmüş ve parçalanmışlardı.
Birbirini ziyaret etmek çoğu zaman ölümle sonuçlanıyordu.
Binlerce kürdün bu şekilde katledildiği,
sakat kaldığı ve sınır
ihlalinden dolayı cezalara tabi tutulduklarını
Kürt tarihinin acı ile dolu önemlı bir
sayfası olarak kabul etmemiz gerekiyor.
M.Kemal ve İttıhatçı kadrolar Lozan
Antlaşması’ndan sonra kendi öz ırkçı
kimlikleriyle, kendilerini göstermeye başladılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen bütün üst kadroları
1915-1917 yılları arasında Ermeni
ve Kürt katliamlarını gerçekleştirenlerden
oluşuyordu. İlk yaptıkları iş
Kürt ulusunu inkar etmek ve yok saymaktı. Artık
Kürtler diye bir ulusun olmadığını,
tarihte böyle bir halkın yaşamadığı,
bu isimle bilinen halkın Türk olduğu,
Türk oldukları içinde mutlu oldukları,
her Türkün mutlu yaşamaya hakkı olduğu,
Kürtçe diye bilinen dilin bulunmadığı,
bu dilin Türkçe’nin bir şivesi olduğunu
açıklıyordular. Artık her Kürt zorlada
olsa, “dağ Türkü” olmak zorunda idi. O dönemde
Erzurum’da yayınlanan Varlık Dergisi Eylül
1923‘de şunları yazıyordu: Türkiye
içinde yaşayan herkes görüş farkı
gözetilmeksizin Türktür... tarihin verilerine rağmen,
bizim Türk kardeşlerimize Kürt diyen şahıslar
da vardir. ...1924 yıllında ilk Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası Türk milliyetçiliğinin
esasları temel alınarak TBMM’de kabul
edilmişti ...Türk’ün dışında
kimse parlamentoya giremez, temsil hakkı bulamaz.
Dönemin, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt;
meclis kürsüsünde şunlari söylüyordu: „ bu
Türk ülkesinde Türk olmayanların bir tek hakları
var, Türk milletine köle olma hakkı, asil Türk
milletine uşaklık etme hakkı“..
M.Kemal kendi düşüncelerini meclis kürsüsünde
dillendiren müritlerinin konuşmalarını
alkışlarla karşılıyordu.
Yine Rüstü bey şunları söylüyordu.“ modern
Türkiyenin yüzbinlerce ölü üzerine kurulduğunu,
Rumlardan, Ermenilerden kurtulduğunu ve buna
göre acımasız zorunda olacağını,
Kürtlerin gerici olduklarını ve varlık
kavgasında Türklere karşı
yok olacaklarını söylüyordu“. Bu söylem
Kemalistlerin ve kurdukları Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kürdistan’a yapacakları soykırım
seferlerinin yakında olacağının
işareti idi. Lozan Antlaşması sırasında
Türkiye’nin Kürtlerden ve Türklerden oluştuğunu
sık sık dile getiren ve Lozan Antlaşması’ndan
sonra dil değiştiren, Arnavut Rıza
Nur’a göre „vatanımızda başka
ırkta, başka dilde, başka dinde adam
bırakmamak lazım ve en acil en hayati
görevdir.“ Rıza Nur, 1912 yıllarında
Arnavut ulusal hareketi içinde bulunmuş ve
daha sonra ihanetle suçlanmış, İTT
Komitesine girmiş burada da tutunamamış
ve daha sonra çareyi Türkçülüğü savunmada bulmuş,
ama burada da işi bittikten sonra, 1924 yıllında
daha önce yaptıkları ona M.Kemal tarafından
hatırlatılmış ve her an ihanet
yapabileceği düşüncesi ile Kemalist rejim
tarafından kovulmuş ve korkudan yurtdışına
kaçmıştır. Artık Ermeni ve Rum
soykırımlarını geride bırakan
Türkçüler, sıranın Kürtlere geldiğini
ve Ermeni-Rum soykırımından dersler
çıkartılarak, Kürdistan seferini uzun
bir zamana yayacak şekilde planlıyordular.
1925‘ten itibaren Kürdistan’ın her tarafında
Türkiye Cumhuriyetinin katliamları, zulümleri,
soykırımları, bitmeyen tehcir ve
sikiyönetimi vardı. Kürt kültürüne 1923‘den
itibaren büyük baskı ve yok etme politikası
uygulandı. Kürt meselesinin ilk çıktığı
19. yüzyıl’da başlayan „Kürdistan Seferleri“
olarak adlandırılan askeri seferler 1830
yıllarında başladı. Ancak yüz
sene sonra 1938 Dersim seferi ile yapılan bir
soykırımla sona erdiriliyordu. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde başlayan
„Kürdistan Seferleri“ Türkiye Cumhuriyeti’nin ırkçı
rejimi tarafından devralınarak yüzyıl
sonra 1938 Dersim Katliamıyla kanlı bir
şekilde yüzyıllık seferlere son verilerek,
Kürdistan’da soykırımla sonuçlandırılıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti rejiminin 1925-38 yılları
arasında Kürdistan’da gerçekleştirdiği
seferlerde daha önce gerçekleştirdikleri Ermeni
ve Rum Soykırımından büyük dersler
çıkarılarak Kürt ulusuna planlı ve
programlı yönelmiştir. Çünkü Ermeni ve
Rum katliamları kısa süre içinde yapıldıkları
için hemen uluslararası kamuoyundan tepki almışlar
ve uluslararası diplomatik ilişkilerde
zorluklara yolaçmıştı. Ama Kürtlere
karşı yapacakları soykırımı
uzun bir zamana yayarak yapılması yollunu
seçmişlerdi. Ayrıca Kürtler toplu bir
şekilde güçlenmesin ve birleşmesin diye
Kürt isyanlarını ve milli gruplarını
birbirlerinden lokalize ederek istediklerini rahat
gerçekleştirme olanağı yakalmışlardı.
1925-38 yılları arasında Kürdistan’da
yaklaşık 800 bin ile bir milyon insanın
katledildiği ve bir miliyon cıvarındaki
kürd’ün ülkesinden sürgün edildiğini değişik
kaynaklardan öğreniyoruz. Kürt halkının
mallarına zorla el konularak talan edilmiş
ve Kürt toplumuna hesapsız maddi zararlar verilmiştir.
Kürdistan’da halkın değer verdiği
manevi yerler yıkılarak yokedilmiştir.
Ayrıca kuzey Kürdistan’nın hemen hemen
her yerinde binlerce Kürt toplu mezarlara gömülüyordu.
1925-38 yılları arasında asılan
ve öldürülen Kürt siyasi ve askeri liderlerinin
cesetleri ve mezarları konusunda hiç bir bilgi
verilmemektedir. Bununla Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da
gerçekleştirdiği soykırımı
gizlemekte ve soykırım delillerini yoketmeyi
amaclamaktadır. Bu durum günümüzde de daha
da devam etmektedir. 1925-1938 yılları
arasında Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan’da 1915-1917
yılları arasındaki Ermeni ve Kürt
kaliamını gerçekleştiren katil kadrolarla
Planlı, Programlı ve sistematik bir şekilde
soykırım gerçekleştirmiştir.
1938 yılından sonra Kürtlerin kültürel
ve manevi değerlerini yok etmek için büyük
çabalar sarfedilmiş, Türkleştirme adı
altında zorla asimilasyona tabi tutulmuş
ve Kürdistan’a bu tarihlerden itibaren askeri seferlerin
yanında Kültür ve Edebiyat seferlerinide yapmaya
başlamıştır. Edebiyat, kültür
ve egitim adı altında yapılan seferler
hala devam etmektedir. Bu seferlerin yanında
Türkiye Cumhuriyeti sömürge Kürdistan’da hiç bir
zaman askeri ve güvenlik önlemlerinden vazgeçmemiştir.
1960‘tan sonra Kürt meselesinin yeniden büyük
aşama kaydettiğini gören Türkiye cumhuriyeti
1980 yılında askeri darbe yaparak Kürt
hareketlerini bastırmayı ve yok etmeyi
hedefledi. 1980 yılında binlerce Kürt
işkenceden geçirildi, binlerce Kürt öldürüldü,
sakat kaldı, Kürt kültürüne büyük saldırılar
oldu, askeri önlemlerin yanında, Kürdistan’da
1920‘lerde olduğu gibi İslam unsurunu
kullanarak Kürtlerin, Kürt meselesinden uzaklaşmasını
sağlama çalışmalarınada hız
verildi. Hemen hemen bütün Kuzey Kürdistan’da dini
okullar, kuran kursları, camiler ve imam hatip
okullarına ağırlık verildi ve
bununla da yetinilmeyerek, uçaklarla Kürt köyleri
üzerinde kuran ayetlerinin yazılı olduğu
bildiriler dağıtıldı. Kürtleri
yok etmek için İslam unsuruna yeniden ihtiyaç
duyan Türkiye Cumhuriyeti rejimi, irtica ve gericilikle
suçladığı Kürtleri, bu sefer yok
etmek için çıkarı gereği tekrar irtica
ve gericilige davet ediyordu. Kürt gençleri Kafir
ve İslam düşmanı olarak tanıtılıyordu.
Ayrıca Kürdistan’a Edebiyat ve kültür seferleri
düzenleyerek Türkçü propagandayı yaygınlaştırmaya
çalışıyordular. Edebiyat seferlerinin
içinde bir çok sol maskeli ırkçı Türk
aydını ile birlıkte Aziz Nesin gibi
isimleri de görmekteyiz. Ayrıca 1924‘den beri
pek ihtiyac duymadıkları 1924 anayasasını
ve uygulamalarını 1980 yılında
yeniden canlandırdılar.Yüzbinlerce Kürt
cezaevine alındı, işkenceden geçirildi,
çoğu işkenceler sonucu öldürüldü. Kürdistan
yeniden M.Kemal’in dönemindeki gibi uygulamalarla
baskı ve zulüm altına alınmıştı.
Kürtlerin tepkileri 1980 yıllarının
ortalarında yeniden yükseldi. 1980–2000 yıllarına
kadar Kürdistan yeniden kan gölüne dönmüştü
ve soykırım teşebüsleri, tehcir,
yoketme, işkenceden geçirme sokak ortalarında
Kürt aydin ve gazetecilerini gizlice katletme vs.
Bu uygulamalar 1908 ve 1923 dönemlerinin birer
devam ettiricisi idi. 1980-2000 yılları
arasında 4 milyon civarında Kürt göçe
zorlanmış, yaklasık 40 bin Kürt öldürülmüş
ve binlercesi sakat bırakılmıştır.
Bu dönemde Kürt meselesi dış dünyaya
siyasi olarak tam tanıtılmadığı
gibi, bir bütün olarakta Kürtlere ve Kürdistan’a
verilen zararların da Kürtler tarafından
pek doğru anlaşılmadığı
görülüyor.
1989 yılından beri çoğu Kürt Türkiye’nin
kendisine veya köyüne verdiği zarardan dolayı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel
basvuruda bulunarak, yine bireysel olarak Türkiye
güvenlik güçleri tarafından gördükleri kötü
muamelenin ve zararlarının tanzim ve Türkiye’nin
mahkum edilmesini istemiştir. Türkiye bu başvurların
çoğunda parasal cezalara mahkum edilmiş
ve zarar görenlere para ödemek zorunda kalmıştır.
Kürt meselesinden yana olmayan ve sorunu farklı
yöne çeken bu siyasi durum, Türkiye ve Avrupa Birliği
üyelerinin ortak hareket ettikleri görülmektedir.
Kürt meselesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
bireysel başvuru yapılarak, bu yolla çözülemez
ve Kürtler bunu yapmakla sorunu soy, sömürge, işgal
ve bir bütün olarak Kürtlere yönelik yapılan
bilinçli, planlı ve programlı inkar, yoksayma
ve ulusal baskı kavramlarının dışına
çikararak „Kürt Meselesini“ bireyselleştirmeye
çalışmaktadırlar.
Kürt meselesi iç ve dış boyutu ile ele
alındığında, uluslararası
hukuk normlarına göre soy kavramına bağlı
ulusal, siyasal ve bir başka ülkeyi ilhak etme
çerçevesine gireceğinden, Kürtler bu anlamı
ile uluslararası hak arama mahkemelerine toplu
ulusal başvuru yaparak dile getirebilirler.
Kürtler sadece AB’ye girmeye çalışan
Türkiye ile ilgili politikarının dışında
düşünmek zorundadırlar. Avrupa Birliği
ve Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda bilinen
siyasi tavırları Kürt meselesini daha
çok karmaşık hale getirmektedir. Kürt
siyasi temsilcileri öncelikle Kürt birliği
üzerinde ulusal ve siyasal fikirleri geliştirdikleri
sürece, Kürt devletine daha çok yakınlaşmış
olacaklardır. Güney Kürdistan’daki durum zaman
farkını belirtmekle birlikte 1920‘lerdeki
siyasal boşluklardan doğan fırsatlara
çok benzemektedir. Eğer Kürtler 1920‘lerdeki
siyasal olayları iyi hatırlarlarsa, bu
günkü Güney Kürdistan’ı iyi değerlendirebilme
olanaklarını yakalayabilirler. Kürtlerin,
Türkiye, İran, Suriye ve Irak demokrasisinden
çok, kendi aralarında oluşturabilecekleri
ulusal birliğe daha çok ihtiyaçlarının
olduğu düşüncesi daha gerçekçidir. Türk,
Irak, İran ve Suriye demokrasileri Kürdistan’ın
parçalanmış sömürge statüsünü hiç bir
zaman değiştirmez.
Lozan Antlaşması’nda olduğu gibi,
Avrupa Birliği sürecinde de Kürt meselesi konusunda
ortaya çıkan bütün yazılı dökümanlara
baktığımızda, öznel olarak değil,
bir araç olarak ele alındığının
sonucuna varıyoruz.
Kürt temsilcilerinin sürekli 20.yy’ın başındaki
bazı antlaşma, kongre ve sözleşmelere
dayanarak, Kürt meselesinin çözümünde Kürt ve Türk
kardeşliği anlamında hak iddia etmeleri,
kendilerinin Kürt sorunun dış boyutlarında
çözümsüz olduklarına işaret ediyor, bu
durum meseleyi daha çok çözümsüzlüğe doğru
götürmekte ve sömürgeci devletlerin baskıcı
ve inkarcı politikalarına yakın duran
bir düşünce olarakta durmaktadır. Yani
Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya Tamimi (Beyannamesi)
ve Misak-i Milli gibi siyasal çalışmaların
sonuçlarını 1923‘ün sonları ile 1938‘ın
başlarında yapılan Kürt soykırımlarından
almaktayız.
Yine uluslararası boyuttaki, antlaşmalarda
da Kürt sorununu ilgilendiren; Berlin Antlasması
(1878), Syket Picot (1916), Paris Konferansı
(1919), Moskova-Ankara Anltaşmaları (1919-20),
Sevres antlaşması (1920), Ankara antlasması
(1921-Fransa) ve İngiltere ile yapılan
gizli antlaşma ve görüşmelerin (1922)
Kürt meselesini nasıl etkilediğinin sonuçlarınıda
Lozan Antlaşması sürecinde almaktayız.
Bütün bu sonuçlardan; paylaşılarak bölünmüş
ve inkar edilmiş bir ulus ve sömürge edilmiş
bir Kürdistan’ı karşımızda görüyoruz.
AB ülkeleri 1925-38 yılları arasında
Türkiye Cumhuriyeti rejiminin Kürdistan’da yaptığı
Soykırımı hiç bir şekilde dile
getirmemekte ve kabul etmemektedir. Tabi ki, bu
durumun böyle olmasında Kürt tarafının
da diplomatik çalışmalarındaki eksikliği
ve sessizliğini eklemek gerekiyor.
AB ülkeleri Kürt sorununu insan hakları
çerçevesinde değgerlendirmekte veya bazende
azınlık sorunu olarakta görüyorlar ve
çok pasif bir şekilde bazen sorun ile ilgili
açıklamalar yapmaktadırlar. Kürt sorunun
ulusal sorun olduğunu ve Kürtlerin devlet kurma
hakının olduğunu hiç bir şekilde
dile getirmemektedirler ve bu tür kavramlardan özellikle
bilinçli bir şekilde uzak durmaktadırlar.
AB aday ülkelerle ilgili her yıl ilerleme raporları
hazırlıyor ve azınlık sorunları
da bu raporlara geçiyor. Avrupa birliğinin
2001 raporunda Türkiye ile ilgili bölümde Türkiyenin
Lozan antlaşmasına göre üç azınlığın
tanındığı yazılıyor:
Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar. „Türkiye bunun dışında
da güney doğu anadoludaki Kürt azınlığını
da tanimali“ biçimindedir. „yani AB,Güney-doğu
Anadolu bölgesinde insan haklarının korunması
alanında çabaların güçlendirilmesini istemektedir“.
AB daha çok Türkiyenin Kıbrıs,
Ege, Ermeni Sorunu, İstanbul’daki Fener Rum
Patrikhanesinin evrensel bir nitelik kazanması
ve Kürt meselesinide ismini doğru koymadan
insan hakları çerçevesinin içine alarak Türk
demokrasisi içinde çözülmesini istemektdedir. Avrupa
birliği üyeleri Kürt meselesini Türkiye de
çözülmesi gereken sorunların sıralamasında
en son sıraya alarak işlemektedirler.
Kürtlerin azınlık olmadıkları,
Kürdistan’da kendi topraklarında yaşamakta
ve Kürt nüfusu zorunlu bölünmüşlüğe rağmen
azınlık olarak görülmesi çok yanlış
ve bir ulusa yapılmış en büyük haksızlıktır.
20 milyon cıvarındaki Kürt nüfusu azınlık
olarak kabul etmek mümkün değildir. Çoğunluk
olmasına rağmen Türkiye de daha önce azınlık
haklarına tabi tutulmuş olan halkların
sahip oldukları haklara bile sahip değildir.
Bu siyasi olgu AB ülkeleri tarafindan bilinmesine
rağmen ele alınmamakta ve dile getirilmemektedir.
Şimdi birincisi Türkiye 1915-17 yılları
arasında Ermeni ve Kürt soykırımını
yapmış ve bu suçunu daha da kabul etmeyerek
inkar etmektedir. 1923-1938 yılları arasında
milyonun üzerinde kürdü katletmiş, göçertmiş
ve Kürdistan’ı harabeye çevirmiş ve Kürt
ulusunun bütün haklarını ve kimliğini
inkar ederek Kürt kelimesini bile yasaklamış
ve Kürtçe bütün cografik isimler Türkçeleştirilmiş,
Kürt toplumunun manevi değerlerini tahrip etmiş
ve hakaret etmiştir. 1938 1960 yıllarına
kadar Kürt kültürünü büyük oranda asimile etmek
için Türkçülüğe dayalı ırkçı
çalışmalar yapmış, Kürt tarihi
ve kültürel değerlerini yoketmeyi amaçlamıştır.
1923-2004 yılları arasında bir milyonun
üzerinde kürdü katletmiş, Kürt şehirlerini
küçülterek köye haline getirmiş, binlerce
Kürt köyünü haritadan silmiş ve 7-8 milyon
arasında Kürt tehcir kanunlarıyla topraklarından
zorla sürülerek sürgün edilmiştir.
Kürtler soykırıma uğrayan atalarının
toplu mezarlarını açamamakta ve katledilen
Kürt siyasi liderlerinin cesetlerinin yerlerini
bilmemekte ve Şeyh Sait’ten Seyit Rıza’ya
kadar olan bütün liderlerin naaşlarını
geri alamamaktadır. Bu tür taleplerin Türkiye
Cumhuriyeti’nde cezai duruma tabi tutulduğunu
bilmekle birlikte, Kürtlerin bu konulardaki siyasi
eksikliğini ve tepkisizliğini de eklemek
gerekiyor.
Türkiye Lozan Antlaşması ile Kürdistan’ı
20.yy boyunca sömürge ederek ve bir yüzyil boyunca
Avrupa ülkleriyle birlikte garanti altına aldı.
Şimdi de AB’den Lozan Antlaşması
gibi Kürdistan üzerinde pazarlıklar yaparak
bir yüzyıl daha Kürt topraklarının
kendi sömürgesi olarak kalmasını istemekte
ve 21. yüzyılın sonuna kadar sürebilecek
yeni antlaşmalarla garanti altına almayı
amaçlamaktadır. Avrupa Birliği'nin Türkiye
ile olan ilişkilerinde stratejik ve ekonomik
çıkarların öne çıkması, Türkiye’nin
bu düşüncesinin gerçekleştirmesine zemin
sunuyor. Ayrıca Avrupa ülkleri (Çoğu Avrupa
ülkesininde sicili pek temiz olmamakla birlikte)
böylesi insanlık suçları işlemiş
bir ülkeyi kendi aralarına almak isterler mi?
Bu soruya gelecek yakın tarih cevap verecektir.
20. yüzyıl tarihi olgularına baktığımızda;
son zamanlarda Türkiye Avrupa Birliği’ne girsin
ve biz Türkiye ile kardeşçe yaşamak istiyoruz,
Türkiye’nin demokrasisine güveniyoruz diyen Kürtlerle,
1923‘te TBMM’nin içinde yeralan ve almayan Kürtlerin
M.Kemal Atatürk’ün direktifleriyle Lozan’a telgraf
çekerek 1925-1938 Kürt soykırımına
yolaçan Kürtlerden pek farkları yoktur.
19. yüzyılın ilk başlarında
ortaya çıkan „Kürt Meselesi“ 20.yy’da büyük
soykırımlarla karşılaşmış
ve 21. yüzyıla girişte hala karmaşık
bir şekilde devam etmekte ve Kürdistan’daki
işgal, sömürge durumu devam etmekte ve 19.,
20. yüzyıllardan beri süregelen „Kürdistan
seferleri“ de Kürdistan’ı sömürge eden ülkeler
tarafından alınan askeri ve siyasi önlemlerle
devamlılığını 21. yüzyılda
da korumaktadir.
Kürtler, Güney Kürdistan’daki tarihi fırsatı
birbirlerini karşılıklı etkileyerek,
destekleyerek ve birlikte uluslararası diplomatik
çevrelere baskı yaparak kendi lehlerine çevirebilir,
204 yıldır devam eden Kürdistan seferlerine
son verebilirler ve Türkiye, İran, Suriye ve
Irak devletleri ile olan soyut demokratik birleşmelerden
değil, kendi aralarındaki ulusal siyasal
birlik ve demokratik dayanışmadan Kürt
devletinin temellerini atabilirler.
|