|
Türk Unsurunun
Sömürge Kürdistan’da Millet-i Hakime Olma Çabaları
Ali Haydar Koç
Osmanlı devletinin son
yıllarında (1913’ten sonra) Türk-Turan ideolojisi
ile Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini şekillendirme
siyaseti izleyen İttihat ve Terraki yönetimi, imparatorluk
sınırlarını içinde 19.yüzyılın
sonlarına kadar „millet-i mahkure“ (değersiz-aşağı
ulus-Etrak-ı bi-idrak,Etrak-ı napak vs. anlamlarına
gelen) olarak değerlendirilen Türk unsurunu osmanlı
idari ve siyasi sisteminde müslümanların yerine „millet-i
hakime“ seviyesine ulaştırma yani üst cemaat-ulus
yapabilmek ile meşgul idi. İttihatçı yönetim,
bu amacına ulaşabilmek için birinci dünya savaşını
önemli bir siyasal fırsat olarak değerlendirerek,
Türk ırkının hakimiyeti önünde engel teşkil
eden müslüman ve müslüman olmayan bütün cemaatlerin yani
Kürtlerin, Ermenilerin, Rumlarin, Asurilerin vs. savas
esnasında soykırıma tabi tutulmaları
yönünde kararlar almıştı. Bu siyasal amaç
doğrultusunda Kürdistan’da (1913-1918) yürütülen
tehcir ve etnik temizlik saldırıları sonucunda
yüzbinlerce Kürt öldürülmüştü. İttihatçı
kadrolar,Türklük adına Mayıs 1916’dan itibaren
Teşkilat-ı mahsusa istihbarat örgütü üzerinden
verdikleri resmi talimatlarla Kürtleri ana topraklarından
batı Anadolu’ya zorla sürerek, bununla yüzbinlerce
Kürt’ün ölümüne sebebiyet verdikleri gibi, Kürtlerden
geri kalan sermayeyi de talan ederek, Türk unsurun çıkarlarına
sunmuşlardı. Mayıs 1916-1917’nin sonlarına
kadar soykırım gayesiyle Batı Anadolu’ya
tehcir edilen Kürtlerin sayısı şu ana kadar
bilinen/ortaya çıkan vesikalara göre aşağı-yukarı
862 cıvarındadır. Bunlardan ölenlerin sayısı
500 ile 700 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir.
1918’den sonra da Türkiye devletinin kuruluşuna dogru
giden siyasal süreçte, Kürdistan’da millet-i hakime-Türk
milli hakimiyetine yönelik çalışmalar yürüten
İttihatçılar yani Türkçü kadrolar, kendi siyasi
çıkarlarına kolayca ulaşabilmek için Kürdistan’da
islam olgusunu da kullanarak,Kürtler üzerinde,Türk unsurunun
hakimiyetini kurabilme düşüncesiyle hareket ediyordular.
Bu yazımda, yaklaşık
yüzyıldır sömürge Kürdistan’da,Türk unsurunu
„millet-i hakime“ yapabilme çabalarını harcayan
Türkçü kadroların ve onların kurduğu Türk
yönetiminin Kürt ulusunu aşağılayan bazı
yönelimlerinden kısaca sözedeceğim.
1918-1922 yılları
arasında Türkçü kadrolar tarafından (bunların
baş temsilcilerinden biri de diktatör M.Kemal Atatürk
idi) Kürdistan’da kurulan dernekeler aracılığıyla
yürütülen siyasi faaliyetlerin ve düzenlenen siyasal mitinglerin
ana amaçlarından biri, Kürdistan’da, Türk unsurunun
milli egemenliğini güçlendirmeye yönelik idi. Örneğin;
İttihat ve Terraki merkez heyetinin verdiği
bir talimat ile Kürdistan’da daha önceleri İttihat
ve Terraki biçiminde faaliyetler yürüten bütün teşkilatların
örgütsel yapısına dokunulmadan sadece tabelaları
vilayat-ı şarkiye müdafaa-i hukuk-u milliye
cemiyeti biçiminde değiştirilmesi istenmişti.
Bu cemiyet, görünürde her ne kadar osmanlıyı-islamı
kurtarmaya yönelik gösterilmeye çalışılmış
ise de, cemiyetin asıl amacı (1913’ten sonraki
siyasal amaç ve örgütsel şemaya dokunulmadan) Türk
unsurunu millet-i hakime yapma/Türk unsurunu ulusal bir
devletin sahibi yapma düşüncesini taşımakta
idi. İttihatçılar, bu siyasi anlayış
ile Kürdistan’da Türk unsurunu hakim cemaat yapmabilme
düşüncesine ara vermeden devamlılık kazandırma
niyetinde idiler. Vilayat-ı şarkiye müdafaa-i
hukuk-u milliye cemiyeti ve Kuva-i milliye temsilcilerinin
yönlendirilmesiyle Kürdistan’da düzenlenen mitinglerde
yapılan propagandalar, bu amacın işleyiş
biçimine iyi birer örnek teşkil etmektedirler. Osmanlı
ordularını kullanarak ve osmanlı idari
sistemi adı altında Kürdistan’ı adım
adım işgal etmeye çalışan veya işgal
altında tutan Türkçü kadrolar, Kürtlerin ulusal ve
siyasal tepkilerini çekmemek için, düzenledikleri çeşitli
mitinglerle „imparatorluk, vatan, din ve iman“ elden gidiyor
gibi siyasal propagandalarla, Kürtleri batı Anadolu’daki
Yunan,İngiliz,İtalya ve Fransiz işgalleri
ile meşgul etme siyasetini izliyordular. Örneğin;
Siirt sancağı mitingler reisi müftü Halil Hulki,
imzasıyla 19 Mayıs 1919’da İstanbul’a gönderilen
bir telgrafta şu bilgiler dile getirilmektedir; “İzmir’in
uğradığı felaket üzerine heyecana
gelen ahalimiz her gün insan dalgaları halinde ilçelerden,
bucak ve köylerden Liva’ya gelerek mitingler akd ediliyor.
Yunanlıların tedip ve tecziyesi güzel yurdumuzun
kirli ayaklarından kurtarılıp temizlenmesi,
hasarlarımızın ödetilmesi, masum ahalimizin
sükun ve refaha kavuşturulmasının sağlanması
ve bunlar adalet ve insaf ile göz önüne alınarak
sağlanmadığı halde artık beklemekte
olduğumuz adalet eserlerinden tamamen umudumuzu keserek
sancağımızın bütün sakinleri aşiret
ve kabileler, çocuklar ve ihtiyarlara varıncaya kadar
kelimetüllahın ihya ve ilası, din kardeşlerimizin
masum ruhları uğrunda hayatımızı
feda etmeye sarsılmaz bir azim ile amadeyiz. Maruzatımızın
insanlık ve medeniyet namına bağlı
olduğunuz devletlere duyurulmasını talep
ve rica ederiz…“(bkz. Hamdi Buytulluoğlu
, Milli mücadele başlıyor, belgelerle
Türk Tarihi dergisi sayı 22, Eylül. 1969). Bu telgraf
Kürdistan’ın işgal edilme biçimine ve Kürtlerin
sadece Türkleri temsil edecek olan milli vatanın
hizmetine nasıl alındıklarına dair
önemli bir örneğini teskil etmektedir. Türk milli
egemenliği adına hazırlanan bu mitinglerde
okunan bütün bildirilerin ve merkezi İstanbul hükümetine
gönderilen telgrafların teşkilat-ı mahsusanın
propaganda dairesinde çalışanlar tarafından
hazırlandığına dair bir çok vesika
mevcuttur. 1919-1922 yılları arasında
Kürdistan’ın çeşitli vilayetlerinden Kürt ilerigelenleri
adına çekilen telgraflar ve yazışmalar,
Türkçü kadroların Kürdistan’daki siyasal teşkilatlanmalarının
gizli ve açık düzeydeki propaganda faaliyetlerinin
yapılış biçimine de işaret etmektedir.
Bu telgrafın altında imzasi bulunan Siirt müftüsü
Halil Hulki’nin bile büyük bir ihtimalle bu telgraftan
haberi yok idi. Bazı istisnai kişilikler hariç,
Kürdistan’daki bütün müftülerin/din adamlarının
Osmanlı padişahına karşı bağlılıklarıyla
bilindikleri gibi, ayrıca Kürt milliyetçiliğini,Kürt
tarihini ve Kürt kültürünü iyi biliyordular/Kürdistan’lı
olma düşüncesiyle yakından alaka gösteriyordular.
Özellikle 1924’ten sonra bu telgraflarda ismi geçen/kullanılan
çoğu Kürt din adamlarının, Kürt ulusalcılığıyla
yakından ilgilendikleri için,Türk yönetimi tarafından
katledildiklerine dair bir çok örnek mevcuttur.
Türkcü kadroların 1913’ten
sonra Türk unsurunu millet-i hakime yapabilme biçiminde
sürdürdükleri çalışamlar, 1923’te Kürdistan
topraklarının büyük bir kısmının
da dahil edildiği Türkiye devletinin kuruluşu
ile sonuçlandırılmıştı. Bu siyasal
süreç Türk unsura ulusal devlet kurma olanağını
sunarken, Kürtler, Türk olarak telaki edilerek, tek vatan,
tek bayrak, tek dil ve tek milletin yani Türk milletinin
milli hakimiyetine dair milli egemenlik olarak tarif edilen
sınırları içinde tanımlanarak, kendilerine
ait Kürdistan ismini taşiyan bir devletin kuruluşundan
mahrum bırakılarak, ulusal bir devlet kurma
şartlarından da uzaklaştırılmışlar
idi. 1923’ten sonra kendilerini millet-i hakime olarak
telaki eden Türk unsurunun baş temsilcilerinden ırkçı
M.Kemal Atatürk „millet-i mahkure“ düşüncesine karşı
şunları dile getirmişti:“..Biz milliyet
fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik
göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını
fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız...,Osmanlı
imparatorluğu içindeki çok çeşitli topluluklar,
hep milli inançlarına sarılarak, milliyetçilik
idealinin gücü ile kedilerini kurtardılar. Kuvvetimizin
zayıfladığı anda bizi hor ve hakir
gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş
olduğumuzmuş. Dünyanın bize saygı
göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize
ve milliyetimize bu saygıyı, hissi, fikri ve
fiili olarak, bütün davranış ve hareketlerimizle
gösterelim…“(bkz.Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,1959.
Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri). Türkiye devleti
adında, Türk milli hakimiyetini kuran Türkcü kadrolar,
çok yönlü şiddet uygulamaları, kanuni tedbirlerle
ve uydurma bilgilerle dolu siyasal propagandalarla 1930’lardan
sonra kamuoyunda Kürtleri „millet-i mahkure“ biçiminde
tanımlamak için çabalar harcayarak, gerek kendi kamuyounda
ve gerekse dış kamuoyunda bütünüyle Kürt ulusunu
aşağılayan politik uygulamalara idari ve
siyasi zemin hazırlamışlar idi.
1923’ten sonra hakim ulus
olma yönünde güç kazanan Türkçü kadrolar ve onların
baş temsilcisi diktatör Atatürk, Türk unsurunun çıkarlarını
şöyle ifade etmektedir;“ Millı birlik ve beraberlik
ancak, toplumun fertlerini birbirine perçinleyen dille
sağlanabilmekte;millet bütünlüğünün geleceği
de dille güvence altına alınabilmektedir...,Türkiye
cumhuriyetini kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk
milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti
için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği
nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, ananelerinin,
hatıralarının, menfaatlerinin kısacası
bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde
muhafaza olunduğunu görüyor.Türk dili Türk milletinin
kalbidir, zihnidir…” (bkz. Afet İnan, Medeni bilgiler
ve Mustafa Kemal Atatürk’ün elyazıları, Sadri
Maksudi Arsal,Türk dili için, Türk ocakları ilim
ve sanat neşriyatı,1930, Zeynep Korkmaz, Dil
inkılabının sadeleşme ve Türkçeleşme
akımları arasındaki yeri). 20.yy.boyunca
millet-i hakime düşüncesinin verdiği siyasal
güç ile hareket eden bütün Türk siyasal temsilcileri,
ırkçılığı da çağrıştıran
bu söylemlerin sunduğu politik zemin üzerinde yaptıklari
siyasal propagandalarla Kürtleri aşağıladı,
Kürt ve Kürdistan kavramlarını nesilden nesile
aktararak sürekli inkar ettiler ve etmektedirler. Örneğin;Türk
unsurunun çıkarlarını esas alan „millet-i
hakime“ siyasetinin devam ettiricilerinden biri olduğunu
açıkça ifade eden Türkiye başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan, bu siyasi anlayışın
bir temsilcisi olduğunu şu ifadelerle dile getirmektedir:“..Bir
defa şu 4 temel ilkemiz değişmez; tek millet,
tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Biz bununla, bu yola
devam edeceğiz. Burada kimse bizden geri adım
beklemesin.. Bizi bölemeyecekler..“(bkz.Sabah gazetesi,15
temmuz 2011). Türkiye başbakanı devamla şunları
da ifade etmektedir; „..Bir olduğumuzda, beraber
olduğumuzda, dayanışma içinde olmamız
halinde hiçbir şey olmaz, müsterih olsunlar. Bunların
hepsinin üstesinden geliriz. Aramızdaki bu birlikteliği
bozmaya yönelik nifak tohumlarına kapalı bir
durumda olmalıyız. Ben her zaman söylüyorum;
Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet anlayışıyla
sosyal barışımızı sağlayan
resmi dilimiz Türkçedir. Ama şunu da söyleyeyim;herkes
ana dilini konuşmakta, ana diliyle duygularını
ifade etmekte özgürdür. Buna kimsenin müdahil olmaya da
hakkı yoktur. Ama sosyal barışımız
için de resmi dilimizi kimsenin gölgelemeye de hakkı
yoktur. Onun üzerinden spekülasyonlara girmeye hakkı
yoktur…“(bkz.Star gazetesi, 31.10.2010). 1923’te millet-i
mahkureden“ millet-i hakimeye“ geçiş yapan Türk unsuru
ve onların temsilcileri, içinde yaşadığımız
yüzyıla kadar çeşitli siyasal manevralarla,
söylemlerle ve uydurma bilgilerle yaydıkları
propaganda faaliyetleriyle Kürtdistan’da, Türk milli egemenliğini
korumaya yönelik siyasal çabalar harcamaktadırlar.
Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdogan’ın
Türk kamuoyuna yönelik bu açıklamaları,1923’te
diktatör M.Kemal Atatürk tarafından sarfedilen söylemlerle
tamamıyle aynılık taşımakta ve
o tarihlerde Kürtlere yönelik harcanan çabaların
bir parçası ve devam ettiricisi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Sonuçta, 19.yüzyılın
sonlarına kadar Osmanlı hanedanlığı
tarafından „millet-i mahkure“ olarak tanımlanan
Türk unsuru,İttihat ve Terraki cemiyet iktidarının
(1913) başladığı süreçten itibaren
Osmanlı devletinin hakim olduğu coğrafik
sınırlarda Türk unsurunu millet-i hakime yapma
yönünde siyasal çabalar harcanmış, bu çabaların
önünde engel olarak görülen Kürtler, Ermeniler, Rumlar
ve Süryaniler 1914-1918 tarihleri arasında birinci
dünya savaşının yarattığı
fırsatlardan yararlanılarak soykırıma
tabi tutulmuştu. Millet-i hakime olmak için 1923’e
kadar Türk usnurunun çıkarları adına yürütülen
faaliyetler, sadece Türkleri temsil eden Türkiye devletinin
kuruluşu ile sonuçlandırılmıştı.
Irkçı düşünceler ile donanmış diktatör
M.Kemal Atatürk’ün etrafında kümelenen Türkçü kadrolar,
1923’ten sonra hakim ulus olmanın verdiği siyasal
güç ile Kürtleri „millet-i mahkure“ ile eş anlamları
taşıyan politik yönelimlerle aşağılayarak,
yok sayarak,zorunlu göçertme talimatlarıyla ana topraklarından
sürerek, soykırımlarla yoketme uygulamlarına
tabi tuttarak, Kürdistan’ı etnik temizlik gayesiyle
harabeye çevirdiler. 1923’ten beri sömürge Kürdistan’da
Türk ırkının çıkarlarını
esas alan „millet-i hakimeyi“ „Türk milli egemenliği“biçiminde
uygulayan Türk yönetimi, günümüzde de sömürge Kürdistan’da
„millet-i mahkure“ biçiminde aşağıladığı
Kürtlere karşı „millet-i hakime“ sınırları
dahilinde „tek vatan, tek dil, tek millet ve tek bayrak“
biçiminde dillendirdiği siyasi, ekonomik, kültürel,
idari ve askeri ayrıcalıklarından vazgecmemektedir.
|