Murat
Aksoy’la Söyleşi
Burkay: Kürt siyasal hareketi daha
1960-70’li yıllarda kitleseldi,
Devlet bu barışçıl
gelişmeyi engellemeseydi illegaliteye ve şiddete
yönelmezdi
Aşağıdaki
söyleşi Yeni Şafak gazetesinden Murat Aksoy’la
yapıldı ve gazetenin 14 Kasım tarihli sayısında
yayınlandı.
Türkiye
sadece düşündüklerini yazıp ifade ettikleri
için pek çok yazarını, şairini bu ülkeden
kaçmaya zorladı. Ülke dışına çıkmak
zorunda kalanlar; “devlet”in bir biçimde kendisi için
zararlı buldukları idi. Solcu, İslamcı,
komünist, Kürt, Alevi vs. Devlet kendisine “düşman”
bellediğini sürekli değiştirdi. Kimle ittifak
yaptı ise “diğer”ini düşman belledi kendine.
Yıllar
sonra yurt dışına kaçma zorunda kalanlar
dönmeye başladılar. Dönüşleri sadece ülke
şartları değiştiği için değil,
devletin de değiştiğine, değişebileceğine
inandıkları için oldu. Belki de o “devlet”in
değişimine katkıda bulunacakları için.
Kemal
Burkay. O da ülke dışına çıkmak zorunda
kalanlardan. 31 yıl sonra ülkesine döndü Burkay.
Ülkesini dolaşıp hasret gideriyor.
Burkay,
siyasetin içinde var olduğundan bu yana Kürt sorununun
şiddetsiz, demokrasi içinde çözülmesini savunanlardan
birisi. Aradan geçen süre içinde bu inancından hiç
bir şey kaybetmemiş. Hatta zaman onu haklı
çıkarmış görünüyor. Bu hafta Söyleşi-Yorum’da
Kemal Burkay ile dönüşünü, Kürt sorununun çözümünü
ve PKK’yı konuştuk.
Murat Aksoy
Fotoğraf: Sedat Özkömeç
31 yıl
aradan sonra iki aydır Türkiye’desiniz. Kıyaslama
mümkün mü?
Aradan geçen süre içinde değişim kıyaslanmayacak kadar
büyük. Burada yaşayanlar pek fark etmeyebilir, ama
dışarıda olunca bu fark çok açık görülüyor.
Uzun yıllar sonra dışarıdan gelince
birçok alanda bu değişimi görebiliyorsunuz.
Türkiye ekonomik alanda çok büyümüş, olumlu değişmeler
olmuş. Kentler büyümüş, genişlemiş,
yeşillenmiş; geniş caddeler, yeni yapılar...
Bu hemen hemen tüm kentlerde böyle.
Şiirinizde
dediğiniz gibi iklim Akdeniz oldu mu?
Evet,
iklim değişti, ama tamamen güllük gülistanlık
olmadı. Ortada bir değişim var ve bu değişim
benim dönüşüme de olanak sağladı. Ki ben
en son dönenlerden biriyim. Benden önce, durumu bana benzeyip
de dönen pek çok siyasi mülteci oldu. Bunlar arasında
benim arkadaşlarım da var. Zaten ülkeye dönemeyenler
daha çok PKK’nin bazı kadrolarıdır, ki
onların durumu farklı. 2009’dan itibaren açılım
süreci başladı ve son birkaç yıldır
Türk gazete ve televizyonlarında benimle yapılan
çok sayıda söyleşi yayınlandı, görüşlerim
Türkiye kamuoyuna geniş biçimde yansıdı.
Öyle olunca benim yurtdışında durmam anlamsız
hale geldi. Ki ben de dönmek istiyordum. Risklerini de
göze alarak döndüm. Sayın Başbakan’ın ve
bir önceki İçişleri Bakanı Atalay’ın
yurda dönüşümün önünde hiçbir engel olmadığına
dair açıklamaları ve bu yöndeki çağrıları
da elbet etkili oldu.
Değişmeyen
ne var?
Cepheleşme
ve gruplaşma. Bunu yurt dışında da
izliyordum; ama burada daha yakından hissettim. Önemli
oranda cepheleşme var ve önyargılar oldukça
güçlü. Eskiden daha çok sağ-sol çatışması
ve tabii ki Kürt sorunu vardı. Şimdi ise farklı
gruplaşmalar var. Ama temel bir ayrışma
çok net olarak görülüyor.
Nedir o ayrışma?
Değişim
ve statüko. Böyle olması bir bakıma doğal,
değişim sürecine giren her toplumda bu olur;
ancak bu ayrışmanın taraftarları beni
çok şaşırtıyor.
Neden?
Çünkü, sol siyasi grupların her zaman ve koşulda değişimin
yanında olması gerekirken bu ayrışmada,
onların en azından küçümsenmeyecek bir bölümü
değişimin değil statükonun yanında
duruyorlar. Diğer taraftan geçmişte statükonun
yanında duran bazı kitleler ve siyasi gruplar
bugün değişimin yandaşları. Kabul
edelim, ortada bu çekişmeden kaynaklanan ciddi bir
gerilim var. Ama değişim gerekli ve kaçınılmaz.
Bu süreçte toplumun daha fazla acı çekmemesi için
tartışma uygarca yöntemlerle yapılmalı
ve hoşgörü egemen olmalı.
Muhafazakâr
bir gelenekten gelen AK Parti midir bu değişimin
aktörü?
Tek
aktörü değilse de baş aktörü, önde gelen aktörü
demek mümkün. AK Parti’nin iktidara gelirken bu iş
için ciddi projelere sahip ve hazırlıklı
olduğu kanısında değilim. AK Parti’nin
sahneye çıkması, bir bakıma ötekilerin
değişmemesinin sonucuydu. Toplumun değişime
ihtiyaç duyduğu dönemlerde buna ayak uyduramayanlar,
ayak diretenler gider. Nitekim öyle de oldu. Toplum, geçmiş
yıllarda ülkeyi yöneten, ama değişmemekte
direnen, sorunlara çözüm bulamayan nice ünlü politikacıyı
ve partilerini 2002 seçimlerinde sildi süpürdü ve AK Parti’yi
getirdi.
Belli
dönemlerde tarihsel koşullar bir ülkeyi ve toplumu
dönüşümün eşiğine getirir ve bunu yöneticilerin
önüne koyar. Bunu kavrayan partiler ve liderler kendilerine
düşen rolü oynayabilirlerse değişime yardımcı
olur, yön verir ve tarihte iz bırakırlar. Yoksa
onlar da kendilerinden öncekiler gibi, ciddi bir iz bırakmadan
geçer giderler. AK Parti’nin siyaset sahnesine çıkması
Türkiye’nin böylesine bir değişim aşamasına
denk geldi ve bu parti bu yönde belli reformlara imza
attı, bu yöndeki çabalar toplumun geniş kesimlerince
de desteklendi. Ne var ki ülkede statükocu güçler de oldukça
etkin ve bunlar örneğin açılım sürecine
büyük direnme gösterdiler, hükümeti ağır biçimde
suçladılar ve onun duraklayıp geri çekilmesine
yol açtılar. Değişimden yana olması
gereken sol kesimler ve diğer bazı toplum kesimleri
ise değişim sürecine gereken desteği vermediler.
Oysa değişim gereği devam ediyor ve buna
cevap vermek için hem hükümet, hem değişimde
çıkarı olan toplum kesimleri ısrarlı,
kararlı olmalı.
Sol mesela neden
değişmiyor?
Büyük ölçüde geçmişten beri Kemalist ideolojiyle var olan bağları
yüzünden. Kemalist hareket Türkiye’nin kuruluş sürecinde,
önemli hataların yanı sıra, önemli işler
de başardı, ama zaman içinde kendini yenileyemedi
ve kendini yenileyemeyen her hareket ve ideoloji gibi
dondu, değişimin önünde ayak bağına
dönüştü. Sistem toplumu kendisiyle birlikte belirli
bir kalıba soktu, o kalıbı korumaya çalıştı,
böylece statükocu bir hale geldi. Sol da Türkiye’de uzun
dönem Kemalizm’le ortak geleneği paylaştı.
Bazıları hala paylaşmaya devam ediyor.
Bugün Türkiye’de askeri vesayetin ortadan kaldırılmaya
çalışıldığı bir dönemde,
bunu yapmaya çalışan muhafazakâr gelenekten
gelen bir parti. Ve kendine sol diyenlerin önemlice bir
bölümü bu süreçte ne gariptir ki yanlış taraftalar,
statükonun yanına düştüler.
60’LARIN KÜRT
HAREKETİ BARIŞÇILDI
İslami
hareket merkez sağdan koparak siyasi aktör oldu.
Kürt siyasi hareketi soldan koptu ama siyasallaşamadı.
Bunu neye bağlıyorsunuz?
Cumhuriyet
dönemindeki bir dizi Kürt ayaklanmasının, son
olarak da1938 Dersim direnişinin çok kanlı biçimde
bastırılmasının ardından Kürt
hareketi bir sessizlik dönemine girdi. Bu sessizlik, çok
partili hayata geçişin ardından, 1950’li yılların
sonlarına doğru bozuldu ve Kürt aydınlarında
ilk kımıldanışlar, bunun yanı
sıra devletin operasyonları başladı.
1959’daki “49’lar Operasyonu” bu türdendi. Ancak 1960’lı
yılların başından itibaren hem sol
hareket, hem Kürt hareketi canlandı. Kürt hareketi
1960’lı 70’li yıllarda barışçıl
biçimde gelişiyor ve kitleselleşiyordu. Bu dönemde,
1967 yılında Diyarbakır, Silvan, Siverek,
Tunceli, Ağrı gibi kentlerde onbinlerin katıldığı
barışçıl mitinler oldu. Buna karşılık
sistem de, komando operasyonları dahil, çeşitli
biçimlerde, baskı ve engellerle, özellikle 12 Mart
darbesi ile bu uyanışı engellemeye yöneldi.
Ancak 12 Mart uzun sürmedi ve 1970’li yıllarda sol
da Kürt hareketi de yeniden toparlandı ve çeşitli
kanallarda gelişme gösterdi. Bunlardan biri de bizim
örgütlediğimiz Türkiye Kürdistanı Sosyalist
Partisi idi. 1975 yılında 8-10 bin tirajlı
aylık Özgürlük Yolu’nu, 1977 yılında ise
30-40 bin tirajlı Kürtçe-Türkçe Roja Welat gazetesini
çıkardık. Bu Cumhuriyet döneminde bir ilkti.
Ayrıca Kürt dilinde ve Kürtlere dair kitap yayınları
yaptık. 1977’de, arkadaşımız Mehdi
Zana’yı bağımsız aday göstererek Diyarbakır’da,
1979’da ise arkadaşımız Urfan Alpaslan’ı
aday göstererek Ağrı’da belediye başkanlıklarını
kazandık.
Diğer
bir deyişle, Kürt hareketi daha 1960’lı ve 1970’li
yıllarda, yani daha PKK sahnede yokken hızla
siyasallaşmakta idi. Bu dönemde Kürt halkının
hak ve eşitlik talepleri şiddet olmadan, barışçı
yöntemlerle dile getirildi. Bizim Özgürlük Yolu grubumuz
(Kürdistan Sosyalist Partisi) oldukça kitleseldi. Bizim
dışımızda Kürdistan Demokrat Parti’sinin
yandaşları, KUK diye nitelendirilen bir grup
vardı ve başkaları vardı. Bunların
hepsi 12 Eylül öncesinde barışçı yöntemlerle
siyasi talepleri dile getirdiler. Ve eğer bu gelişme
sistemin türlü baskıları, oyunları, özellikle
de 12 Eylül darbesi ile engellenmeseydi, bugün kazanım
gibi görünen kimi şeyler, örneğin BDP’nin yüz
dolayındaki belediye başkanlığı
ve parlamentodaki 30 küsur milletvekili daha o dönmede,
yani 25-30 yıl önce sağlanabilirdi. Kürt halkının
diğer hakları bakımından da eminim
ki çok daha iyi bir noktada olurduk.
SİSTEM BARIŞÇI BİÇİMDE GELİŞEN HAREKETİ
ŞİDDETE İTTİ
Sonra…
Yükselen
barışçı Kürt siyasetine karşı
kontrgerilla devreye kondu. Kontrgerilla eylemleri, halka
yönelik baskılar, bir bakıma barışçı
biçimde gelişen mücadeleyi şiddete yöneltmek
için yapıldı. Bu tutum 1970’lerde de devam etti.
Ben o dönemde devletin -devlet mi dersiniz, derin devlet
mi bilmem- hem solu, hem Kürt hareketini bastırmak
için devreye girdiğinden eminim. Türlü baskılarla
Kürt halkının hak talepleri önlenmeye çalışıldı.
1960-70’lerde barışçıl ve kitlesel biçimde
gelişen Kürt hareketi, 1980’lerde PKK eli ile şiddete
yöneldi ve giderek harekete şiddetin dili ve yöntemleri
egemen oldu. PKK bizden sonra sahneye çıktı
ve bizleri hedef gösterdi. Çok ilginçtir, Kürt halkının
hak ve özgürlüğünü kazanmaya yönelik bu mücadelede
bizimle ittifak kurmak yerine bizi hedef gösterdi. Bize
karşı da şiddet kullandı. Şu
gerçek: sistem türlü yöntemlerle, barışçıl,
demokratik biçimde gelişmekte olan Kürt hareketinin
önünü kapadı. En büyük rolü de 12 Eylül darbesi oynadı.
Kitleler
barışçıl siyasal yollardan örgütlenebildikleri
zaman ne illegaliyete ne de şiddete yönelirler. Ama
önleri kesildiği zaman, bir suyun başka kanallara
sapması gibi başka yollar ararlar. Sol da, Kürt
hareketi de illegaliteye ve şiddete böyle itildi.
Siz bu şiddetten
hep uzak durdunuz ama..
Evet.
Ben kendi payıma her şeye rağmen şiddete
yönelmemek gerektiğini savundum. Evet, cuntanın
baskıları çok ağırdı ama buna
karşı şiddet ve silah çözüm değildi.
Süreç de bizi haklı çıkardı diye düşünüyorum.
Eğer bizler, solcular ve Kürtler, hakları yenen
toplum kesimleri, mücadelemizi şiddet kullanmadan
daha akıllıca yöntemlerle sürdürebilseydik geride
kalan ve hala yaşanan acılar yaşanmayabilirdi.
SON YILLARDAKİ
DEĞİŞİMİ GÖRMEZDEN GELMEMELİ
2009’da açılım
başladı ama ortaya çıkan bilgiler açılım
sürecinin 2005 yılına kadar gittiğini gösteriyor.
Bu kadar olumlu sürece rağmen, neden yeniden şiddete
saplandık?
Ben yurt dışına çıktığım zamanlarda
Kürt var demek bile suç sayılıyordu. Oysa şimdi
Kürt sorunu rahatça tartışılıyor.
Hükümet bir açılım süreci başlattı,
TRT Şeş yayına girdi. Legal partiler Kürt,
Kürdistan adını taşımasa da Kürt sorununu
programlarına aldılar. Mesela HAK-PAR’ın
(Hak ve Özgürlükler Partisi) programında federatif
çözüm talebi var. Bunun yanın sıra devlet sorumlularının
söylemleri değişti. Ancak hemen şunu ifade
edelim; açılım başladı ama bu öylesine
bir sorun ki taraflar iyi niyetli olsalar dahi inişi,
çıkışı olacak bir süreçtir bu. Çünkü
işin içinde sadece Türkiye ve PKK yok. Bazı
başka eller de var, derin devletin ve bazı komşu
ülkelerin örgüt içindeki kolları var.
Yani yaşadıklarımız
normal mi?
Normal
değil, ama kanımca hiç görülmeyen şeyler
de değil. Kürt sorunu gibi yüzyılı aşkındır
süregelen geniş boyutlu bir sorunun tereyağından
kıl çeker gibi rahat çözülmesi mümkün değil.
Burada önemli olan sadece hükümetin bu süreci başlatmış
olması değil, daha genel çerçevede devletin
dilinin değişmesidir. Yaşar Kemal’in, Çetin
Altan’ın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan
ödül alması. Ahmet Kaya ve Nazım Hikmet’in iade-i
itibarları… Bunları görmemek imkansız.
Ama bu umudumuzu AK Parti’ye bağladık demek
değil. Doğru olan AK Parti olumlu şeyler
yaptığı zaman desteklemek, olumsuz şeyler
yaptığı zaman da eleştirmektir. Bize
düşen her durumda AK Parti’den daha demokrat olmak,
daha fazlasını istemek ve hükümeti bu yönde
teşvik etmektir. Hükümet bu süreçte kararlı
ve daha cesaretli olabilseydi daha güzel şeyler olabilirdi.
Tabi ki açılım ve çözüm sürecindeki duraklamada
AK Parti’nin yalnız kalmasının payı
büyük. Bu süreçte CHP ve MHP’nin açılıma destek
vermemesini siyaseten haklı bulmasam da anlayabilirim,
ama beni asıl hayal kırıklığına
uğratan BDP ve PKK oldu. Onlar ilginçtir ne demokratik
açılıma ne de Ergenekon davalarına yeterince
destek vermediler.
Ergenekon’a
neden destek vermediler sizce?
Herhalde
iki neden var: Biri, yeterli vizyona sahip olmamak. Diğeri
ise Ergenekon davasından ürkmek. Ergenekon birtakım
ilişkilere ışık tutuyor. Bu ilişkiler
ağının açığa çıkmasından
korkuldu herhalde... Ergenekon hem devletin içinde örgütlenmiş,
hem de solun ve Kürt hareketinin içine elini uzatmış.
Ergenekon ortaya çıkarken bu kesimlerin tedirgin
olması veya karşı çıkması ancak
böyle izah edilebilir. Bir başka neden de AK Parti
ne yapıyorsa kötü yapıyordur anlayışıdır.
Nitekim yargıda girişilen reformlar, askeri
vesayetin geriletilmesine yönelik adımlar da BDP
ve PKK çevresinde destek görmedi. Ben BDP, PKK kesiminin
bu süreçte yanlış mevzilendiğini, en azından
hükümete gereken desteği vermediği kanısındayım.
Bu nedenle, çözüm ve diyalog sürecinde gelen PKK saldırıları
beni fazla şaşırtmadı.
Neden?
PKK’nin
eylemsizlik ilan ettiği dönemde ordu AK Parti’nin
açılım politikalarına rağmen operasyonlara
devam etti. Operasyonların durduğu zamanda bu
kez Reşadiye olayı, Dörtyol ve Kastamonu olayları
oldu. Bunlar kuşkulu ve çözüm sürecine hizmet etmeyen
eylemlerdi. Hele 12 Haziran seçimlerinden sonra BDP’nin
boykotu, PKK’nin ise eylemlerini tırmandırması
son derece yanlış oldu. Diyalog isteyen, sorunun
barışçı yollarla çözümünü isteyen, siyaset
yolunun açılmasını isteyen biri bunu yapmaz.
Sonuçta yine silahların susması, diyalog sürecinin
başlaması ve çözümün barışçıl
yollarla aranması gerektiği kanısındayım.
KÜRT SİYASAL
HAREKETİ TEK RENKLİ DEĞİL
Yıllardır
Kürt siyaseti çoğullaşsın istiyoruz ama
DTK aracılığıyla farklı düşünen
Kürtler de susturuldu. Çoğullaşma olsun derken
homojenize oldu Kürt siyaseti, neden?
PKK’nin
başından beri kendisinin dışındaki
siyasi oluşumlara tahammülü olmadı. PKK bizden
(Kürdistan Sosyalist Partisi) sonra sahneye çıktı
ama kendisinden önce var olan tüm Kürt hareketlerini düşman
ilan etti ve onları yok etmeyi kendine öncelikli
hedef seçti. Bu tavır 1980’lerde de bugün de aynı.
Belki yöntemi biraz yumuşadı, ama bakış
aynı. “Kürtleri ben temsil ederim, benden başkası
haindir” anlayışı bizim diyalog çabalarımıza
rağmen değişmedi. Ama Kürt siyasi hareketi
homojen olamaz, tek renkli olamaz. PKK ve BDP dışında
şu anda onun kadar sesi çıkmasa da, onun kadar
örgütlü ve etkin olmasa da, önemli başka sesler ve
renkler de var. Bunlardan birisi de HAK-PAR’dır.
PKK’nin hedefi
Kürtleri tek seslileştirmek o halde…
Bu
hedef dediğim gibi işin başından beri
hep var oldu. Hatta PKK bunun yolunun çoğu kez şiddetten
geçtiğine inandı. PKK şiddeti her kapının
kilidini açmak için uygun anahtar gibi gördü. Yani devlete
karşı şiddet, diğer Kürt örgütlerine
karşı şiddet, kendi içindeki muhalefete
karşı şiddet, örgütten ayrılanlara
karşı şiddet, hatta halka karşı
şiddet… Bu anlayışı hala da terk etmiş
değil.
DERİN DEVLET
PKK’NİN SİLAH BIRAKMASINI İSTEMEDİ
Türkiye 1999-2004
arasında bir şansı kullanmadı sanki…
Aynen,
ben de öyle düşünüyorum. Ve bu dönem çok önemli.
Çünkü; Öcalan yakalandıktan sonra mahkemede mealen
“Pişmanım, yanlış yaptık, artık
silahları bırakıyoruz. Bana fırsat
verin yanlışı düzelteyim” dedi. Bir de
“ne bağımsızlık, ne federasyon, ne
otonomi; demokratik cumhuriyet istiyoruz” dedi. PKK’de
bunu benimsedi. PKK eylemsizlik ilan etti ve silahlı
güçlerini sınır dışına çekti.
Öcalan bu süreçte çok kez PKK’nin silahlarını
bıraktırabilirim dedi ve buna olanak sağlanmasını
istedi. Bir afla silahlar teslim edilebilirdi. Başka
türlü dağdakilerin bile bile inip hapse girmeleri
beklenemez. Ama o dönem devleti yönetenler bu çağrıyı
duymazlıktan geldiler.
Neden?
Demek
ki dağda PKK’li silahlılar olmasını
istediler. PKK’yi yedekte tuttular…
Peki neden?
Kanımca en başta PKK’yi Güneyli Kürtlere, yani Kürdistan Federe
bölgesine karşı kullanmak için. Biliyorsunuz
geçmişte de PKK birçok kez (1992, 1995 ve 1997’de)
Güneyli Kürtlere, KDP ve KYB’ye karşı savaştı.
Bunda Kürtlerin hiçbir çıkarı yoktu, ama özellikle
Suriye ve İran’ın etkisiyle PKK bu işe
sürüklenmişti. Nitekim bir ara Karayılan’ın
kendisi, “Türkiye bizim Güneyli Kürtlerle savaşmamızı
istiyor” diye açıklama yaptı. Ayrıca içerdeki
Kürt hareketine karşı kullanmak için.,. Öcalan
bir keresinde “görüşme notları”nda, “Benimle
görüşen subay tüm gerillaları güneye geçirme,
500 kadarı içerde kalsın, lazım olur” dediğini
açıklamıştı. Nitekim lazım oldu
da. PKK’ya muhalefet eden Hikmet Fidan’ın öldürülmesi
bunun bir örneğidir. PKK 1999-2004 döneminde silahlı
eylemleri durdurmuştu. Ama AK Parti’nin seçimleri
kazınıp hükümet kurmasından itibaren durum
değişti. AK Parti’ye karşı Ergenekon,
Sarıkız, Ayışığı vb.
bir dizi darbe planının devreye konduğu
dönemde, daha önce “hata yaptık, silahları tümden
bırakıyoruz,” diyen Öcalan ve PKK, 1 haziran
2004’te yeniden silahı devreye soktu. Bu dönem, tam
da AK Parti’ye karşı cunta hesaplarının
yapıldığı dönemdir. Belli ki derin
devlet, AK Partiye iktidar olanağı vermemek,
hem Kürt sorununun çözümünü hem de Türkiye’nin AB üyeliğini
ve demokratikleşme sürecini engellemek, başka
bir deyişle statükoyu korumak için harekete geçti.
Ergenekon ile
PKK arasında bağ olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Olup
bitenler bize onu gösteriyor. Silahları tümden bırakmak
isteyen bir örgüte silah bıraktırmamak ve darbe
planları ile birlikte yıllardır barış
edebiyatı yapan Öcalan ve partisinin şahinleşmesi
bunu gösteriyor.
KCK nedir?
PKK’yi
ve onun askeri kanadını da içeren illegal bir
örgüt. Zaten PKK var, aynı tabanı paylaşan
legal BDP var. BDP önemli bir kitlesel desteğe sahip;
elinde 100’e yakın belediye var, parlamentoya 30’un
üstünde milletvekili seçtirebildi. Böyle bir durumda KCK’ya
ne gerek var? Bunun izah edilir tarafı yok. KCK hem
BDP’yi hem de Kürt hareketinin bütününü kontrol etmek
için değilse ne için? KCK yanlış bir örgütlenmedir.
Sürece hizmet etmez, Kürt siyasal hareketinin normalleşmesini,
BDP’nin bile özgür çalışmasını önler.
Türk siyasetinin normalleşmesi için nasıl askeri
vesayetin son bulması gerekliyse, Kürt siyasetinin
normalleşmesi için de sivil siyaset üzerinde bir
vesayet oluşturan askeri ve illegal yapı son
bulmalı.
Öte
yandan, ben KCK’ya yönelik yapılan operasyonlarda
-KCK ile ilişkileri nedir ne değildir bir yana-
belediye başkanı, BDP’li ve benzer çok sayıda
politikacının tutuklanmasını yanlış
buluyorum. Sorun salt mevcut yasa hükümlerinin çerçevesinde
çözülemez. Madem amaç silahları susturup soruna çözüm
bulmaksa ve bunun için yıllardır dağlarda
olan, çatışmalarda yer alan silahlı adamların
bile düze inmesini sağlamaksa, o zaman bu operasyonlar
amaca hizmet etmez. Tam tersine ortamı gerer ve güveni
sarsar.
GÜVEN VERİCİ
ADIMLAR ŞART
Şiddet
bu aşamada nasıl geriletilebilir?
Ben
öteden beri, PKK’nın silahları tek taraflı
susturmasından yanayım ve bunun Kürt halkının
yararına olduğu kanısındayım.
Silahlı eylemlerin sonuç vermeyeceğini, aksine
bu aşamadan sonra fayda yerine zarar vereceğini
düşünüyorum. Kanımca silahların tek yanlı
da olsa susturulması artık Kürtler arasında
güçlü bir eğilimdir; hatta bu eğilimin ağır
bastığı iddiasındayım. Ama gerçekçi
olmak gerekirse çatışma ortamının
son bulması için silahların karşılıklı
susturulması gerekir. Elbet bunun yanı sıra
diğer güven verici adımlar da atılmalıdır.
Türkiye yeni anayasa gibi çok önemli bir hedefe kilitlenmiş,
ama yeni anayasa hazırlanana kadar bazı demokratik
adımlar hayata geçirilebilir. Ana dilde eğitim
bunlardan biridir. Siyasete yolun açılması,
yani şiddeti yöntem olarak seçmeyen tüm partilerin
serbestçe ülkenin siyasal yaşamına katılması
atılması gereken diğer bir adımdır.
TMK değişebilir, TCK’nın 301. maddesi kalkabilir,
seçim barajı düşürülebilir. Bunlar silahların
susmasını, bir barış ve diyalog ortamına
geçmeyi kolaylaştıracaktır.
SİLAHLARIN SESİ
KİTLELERİN SESİNİ BASTIRIYOR
Kürtler PKK vesayetinden kurtulmaya, bunu talep ve
ısrar etmeye hazır mı?
Şimdilik bu yönde kitlesel ve çok etkili bir
hareket yok. Kitlelerin gönlünde olsa da bu, henüz söze
ve eyleme yeterince dökülmedi. Bazı isimler bunu
ifade ediyor. Ayrıca bölgedeki STK’ların son
dönemde silahların karşılıklı
susturulmasına yönelik çağrıları da
önemlidir.
Neden kitleselleşmiyor?
Silahların
sesi kitlelerin sesini bastırıyor, onların
taleplerini, duygu ve düşüncelerini özgürce dile
getirmeyi engelliyor. Bana göre bir korku var.
Siz korkmuyorsunuz
ama…
Şiddetin sonuç vermeyeceğine hep inandım ve bunu dile getirdim. Tehditlerden korkup
görüşlerimizi özgürce söyleyemiyeceksek siyaset yapmamak
en iyisi.
AK Parti’yi
çözüm konusunda yeteri kadar kararlı buluyor musunuz?
Bazıları
AK Parti’nin bu konudaki iyi niyetini sorguluyor. Bence
sorun salt bir iyi niyet sorunu değil, Bir partinin
veya liderin ne yapıp yapmadığına
bakmak gerekir. Bence AK Parti bu konuda kendisinden önceki
partilerden farklı. Sorunun varlığını
dile getirdi ve çözümün salt şiddetle, askeri yöntemlerle
olmayacağını söyledi. Bu elbette önemli,
Türk devlet politikasında bir dönüm noktasını
ifade ediyor. Bir açılım süreci başlattı
ve bazı olumlu adımlar da attı. Ama yeterince
kararlı davranmadı. Gelen tepkiler karşısında
durakladı, söylemini değiştirdi. Bu da
onun zaafıdır. Sorun çözecekse çok daha kararlı,
tutarlı olmalı.
Sadece hükümeti suçlamak yetmiyor…
Öte
yandan, sadece hükümeti suçlamak yetmiyor. Kürtlerin de
kendi yanlışlarına bakması gerekiyor.
Mesela operasyonlar yapıldığında doğal
olarak tepki gösteriyoruz ve bunun bir çözüm olmadığını
söylüyoruz. Ama buna tepki verenlerin PKK’nin eylemlerine
de tepki vermesi, eleştirmesi gerekiyor. Seçimlerden
sonra yeni anayasa gündemdeyken, diyalog ve çözüm yönündeki
beklentiler yükselmişken, 14 Temmuz’dan sonra tırmandırılan
silahlı eylemler ortamı büyük ölçüde gerdi ve
süreci kesintiye uğrattı. Hükümeti suçluyoruz
ama hükümetin sertleşmesi için ne lazımsa yapıldı.
Artık Türkiye’desiniz. Yakın olduğunuz
HAK-PAR’da siyasete girecek misiniz?
Ben
8 yıl önce yöneticilik görevlerimi bıraktım.
Bundan böyle hayatımı bir yazar olarak sürdürmeyi,
görüşlerimi yazı ve konuşmalarımla
kamuoyuna iletmeyi seçtim. Bunu da yapıyorum. Gelirken
de siyasi parti kurma veya bir siyasi partinin başına
geçme düşüncem yoktu. HAK-PAR’ı kendime yakın
görüyorum. Ayrıca siyaseten köşeme çekilmek
de bana göre değil. Çünkü gelişimden bu yana
geçen üç aylık dönem zarfında da gördüm ki,
toplumun beklentileri var, insanların beklentileri
var. Türkler ve Kürtler arasında barış
için güçlü bir eğilim var. Bunu geldikten sonra daha
iyi hissettim. Bana gösterilen ilgiyi de buna bağlıyorum.
Şiddetsiz bir çözüm istediğim için insanlar
beni önemsiyor. Ben de bu önemli süreçte köşeme çekilmeyeceğim.
Kesin bir şey diyemem ama, kendime yakın gördüğüm
HAK-PAR’ın bir siyasi seçenek olması için bir
şeyler yapabilirim.
|