|
Bu bir uygarlık krizidir...
Fikret Başkaya
1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde,
her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII.
yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış
iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor: İngiliz
sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan
birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği
teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de politikanın
nasıl yapılacağının kurallarını
vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı
daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni
ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli
olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla
[1492] başladığını söylemek mümkündür.
Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık
beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.
İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam
koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın
geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi
de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma
yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık
egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe
ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan
haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yönetim
tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı
aşkın dönemde, insan haklarını güvence
altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik
mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların
burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi
devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin
ve insan haklarının uyuşması zaten
mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak
geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek,
yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için
gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek
mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları
küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının
elinde toplandıkça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak
derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin
temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı
ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı
yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi
sınıfların özgürlüğüdür. Zira
özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği
varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli
üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri
daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada
demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarından
söz etmek abestir...
Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık”
olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları]
ama sistemin yıkıcılığı
her dönemde yaratıcılığına baskındı.
Her aşamada yaptığından daha çoğunu
yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan,
yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar
daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’
Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük
ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması
geride kalan yaklaşık iki yüzyılın
rahatsız edici çelişkisiydi...
2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin
bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka
türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira,
kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki
doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim
kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce,
yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından
veriliyor. Her bir kapitalis toplam artı-değerden
daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde
daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli
bir eşik aşıldığında üretilen
mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor.
Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte
kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi
görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise,
savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler
de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç]
durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin
ve savaşların, başka türlü ifade edersek,
yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde
tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık
aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler
ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler.
XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya
çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı
tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu.
Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya
çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni
unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının
kapitalist işletmelerin mallarını daha
çok tüketmesi, kamu personeli sayısının
artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması,
pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması,
tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını
azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette
kriz üreten temel dinamik ve eğilimler var oldukca,
bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak
için yeterli olmazdı...
3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında
kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı.
Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının
pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla
arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan
vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal
amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin
kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret
seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi,
sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı
ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı.
Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin
varlığıydı. Bu üçünün yarattığı
baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı.
Savaşın ortaya çıkardığı
yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı
yılların sonuna gelindiğinde sınırına
ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize
girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi.
Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize
girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz
konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki
dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı
başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar
kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan,
kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi
cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı,
borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit
olmayan ticaret sayesinde değer transferi, yani
Güneyin yağması derinleştirildi,
bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik
işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme
tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarını
da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal
güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi...
Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına
dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı...
Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizleştirildi,
tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı
mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da
bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin
sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de
daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak
yatırılması [değerlenmesi] mümkün
olmayan devasa bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı.
Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle
karşı karşıya gelmesidir... İşte
finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm
olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı
ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...
Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi
altına aldığı 1974-75 sonrasında
sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını
restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini
aşındırma pahasına gerçekleştirebildi.
Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından,
2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı
ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi.
Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti,
kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına]
transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...
Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil
4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik
ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin
dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla
ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece
ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı,
kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden
gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal
yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş
durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı
zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda
maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi,
politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi,
vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının
tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor...
Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık
krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak,
adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık
kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği
gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram
olan décadence, çöküş başlangıcı
anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun
uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme
yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin
tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak
için kriz kelimesi artık yeterli değildir.
Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî,
ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli
denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin
sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya
çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade
edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal
hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan
söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak
istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir
çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü
yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar
içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez...
Zira söz konusu olan zamana yayılmış
bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının
içine sürüklendiği durumdan çıkış
artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının
kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok,
üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey
de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri
sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir
[Arnold J. Toynbee].
Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu
söylemek değildir. Toplum yaşamı insan
yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz
şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola
girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur.
Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl
seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin,
yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin
bu durum karşısında alacakları
tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar
görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı
olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü
olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı,
dekadans durumu aşılabilir, araç ve
rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten
dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade
ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin
dayattığı çürümekte olan düzeni aşma
iradesinin yokluğu veya yetersizliği, dekadansın
varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki,
gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış
değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva
uyarlığı dahilinde durumlarının
iyileşeceğini sanıyor. Hiç değilse
öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi
gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa,
ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz
ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin
hızla aşınmasıdır. Zaten kritik
eşiğin aşılıp-aşılmadığı
tartışmalı ama henüz aşılmamış
bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder...
Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?
İki seçenekten biri...
5. İnsanlığın ve uygarlığın
ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken,
ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü
eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef
şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu,
başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler
olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi
olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı
sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği
yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı,
yaşama tarzı, doğaya ve insana bakışın
radikal olarak değişmediği koşullarda,
aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi
kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte
bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri,
her türden otoriter rejimler, sıkı yönetimin
sıradanlaşması, emekçi sınıflara
yönelik katliamların, kıyımların ve
şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette
daha kötüsü de ihtimal dışı değildir.
Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı
ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe
ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık
ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer
kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere],
son dönemde sayıları ve yoğunluğu
artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden
yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa
sürüklenebilir...
İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa
ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan
geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin
sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye
çıkmasıdır. Başka türlü söylersek,
sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş
geçerli paradigmanın dışında alternatif
bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır...
Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir-
kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü,
kardeşliği, dayanışmayı, doğaya
saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini
esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist
bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu,
bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir.
Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık
krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin
duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir
ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük
öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik
bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa
da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler,
itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin
oluşması yönündeki arayışlara bir
temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin
başlangıcında özgürlükler alanını
genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan
çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek,
sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna
getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek,
insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak,
hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi
esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek,
demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının
unutturduğu doğada yaşadığımızı
hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş
için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii
inandırıcı, uygulanabilir, güven veren
projelerle insanların karşısına çıkmak
gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı
gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının
bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin
sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele
sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın
yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla...
İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel
solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele
geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır.
Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma,
belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde
de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya
gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın
bu günden başlatılmasının mümkün ve
gerekli olması demektir...
İşte size bir örnek...
6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen,
çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler
sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi
bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan
yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal
küreselleşme çağında insan haklarından
çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma
hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen
o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde
her beş saniyede on yaşın altında
bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da
açıkça açlık sınırında yaşamazdı...
Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar
yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş
Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya
tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini
ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla
cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist
ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın
geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal
temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl
kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında]
tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu
tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da
başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara
ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli
besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri
fiyattan satılması demektir. Yerli tarım
bu saldırı karşısında varlığını
sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci
nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm
dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları
çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler
tarafından ya satın alınıyor ya da
99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar
topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon
hektar verimli toprağın satıldığı
veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz
insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül
ettiklerinde karşılarında silahlı
güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından
kovulan bu insanların “barınabileceği”
yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya
Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda
2100 milyar dolardı ve ihracattan sağladıkları
gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti...
Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı...
Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin
gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya,
Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden
biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl
iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon
ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler
finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını
%37 oranında yükselttiler. Geçen yıl sadece
Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve
bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo-
etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat
üretiminin %35’i biyo-yakıt üretmek için kullanıldı
ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu,
gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer
bunlar her 5 saniyede bir çocukun açlıktan öldüğü,
her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği
bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından
söz ediliyordur?
Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların
elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya
devam ettikçe, sermayenin çıkarı insanların
temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve
yaşamdan daha önemli sayıldıkça, açların
sayısının artmasıyla, egemen sınıfların
sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte
varolmaya devam edecektir...
7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi,
mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş
sınıflar arasındaki farkı her seferinde
daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi,
sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin,
finans sermayesinin el koyduğu kaynağı
büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’
uzaklaşması, başka türlü ifade edersek,
krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet
sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak,
üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir.
Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur,
dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’
alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının
bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor.
Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye,
cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı,
bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin
sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir
kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki
aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış
durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler
mülkiyet tanımına dahil edilemez. Mülkiyet
başkasının emeğinin ürününe el
koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır...
Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu
mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından,
demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek
değil midir? Sosyal eşitliğin olmadığı
yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil
midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün
bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli
toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar
nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın
özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın
en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı
Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var.
İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü
nerede başlayıp nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik
demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin
sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek
ikiyüzlülükten başka bir şey değildir,
dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur...
Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak
ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız
gerekiyor...
|