|
Kapitalizm
neden sürdürülebilir değildir?
Fikret Başkaya
“Umudun iki güzel kızı vardır.
İsimleri öfke ve cesarettir: Öfke şeylerin oldukları
gibi kalmasını, cesaret öyle kalmamasını
ister...”
St. Augustine
Kapitalizm hakkında biraz bilgi sahibi
olanın, onun neden absürt bir sistem olduğunu
farketmesi zor değildir. Türkçe’ye de geçmiş
Fransızca absurde, saçma olarak çevriliyor
ama anlamı yeterince karşıladığını
söylemek mümkün değildir. Kapitalizm absürt bir sistemdir
demekle, kapitalizm saçma bir sistemdir demek aynı
şey değil. Zira saçma, absürdün yanında
mâsum kalıyor. İlerleyen sayfalarda kapitalizmin
mantığına, dinamiklerine ve temel eğilimlerine
dair söyleceklerimiz, ne demek istediğimize açıklık
getirecektir. Gerçi kapitalizm absürt bir sistem ama her
halde onun insanlığın normal hâli sayılması
daha da absürttür.
Şimdilerde kapitalizm genel bir sürdürülemezlik
durumu ortaya çıkarmış bulunuyor. Sistemin
bundan böyle insânî, toplumsal ve ekolojik kötülükleri
büyütmeden, insanlığın ve uygarlığın
geleceğini tehlikeye atmadan yol alması artık
mümkün görünmüyor. Gerçek durum böyle olsa da, egemen
söylem başka şeyler söylemeye, başka dili
konuşmaya devam ediyor. Bu yazı iki soru çerçevesinde
bir tartışma yürütmeyi amaçlıyor: 1. Neden
bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı; 2.
Bu durumdan nasıl çıkılabililir. Elbette
böyle bir niyet taşıyor olmamız, bu iki
soruya yetkin ve nihai cevap veriliyor demek değildir.
Burada yapmak istediğimiz, sadece şeylerin,
süreçlerin, olguların, velhasıl olup-bitenlerin
kimin için ne anlama geldiğine açıklık
getirmek ve şu lânet olası sistemden muhtemel
çıkışın imkânlarını tartışma
gündemine getirmektir. Zira, rahatsız edici bir
anlamama durumu ve/veya anlaşılmayı engelleme
çabası söz konusu.
I. Sürdürülemezliğin gerisindeki eğilimler, dimamikler ve sapmalar.
1. Ekonomik kertenin belirleyiciliği
Her toplumsal formasyon ekonomik, politik, kültürel-ideolojik,
etik/estetik ve sembolik kertelerin [ sphères] veya belirleyiciliklerin
bir bütünü olarak var oluyor ve bu kerteler veya belirleyicilikler
arasındaki ilişki diyalektik bir belirleyicilik
ilişkisidir. Kapitalizm öncesi dönemin sosyal
formasyonlarında politika belirleyiciydi. Kapitalizmle
birlikte belirleyicilik hiyerarşisi ekonomik kerte
lehine değişti. Ekonomi sadece belirleyici
duruma gelmekle de kalmadı, diğerlerini
kendine tâbî hale getirdi ve onları kolonize etti.
Başka türlü söylersek, kapitalizmle birlikte ekonomik
kerte [sphère] asıl belirleyici durumuna geldi.
Bu bakımdan kapitalizm kendini önceleyen tüm sosyal
formasyonlardan bir kopuş demeye geliyordu.
Grek filozofu Aristotales, ideal toplumun ekonominin [oikos]
en alt seviyede, politikanın da [polis] en üst seviyede
yer aldığı bir hiyerarşiye dayanması
gerektiğini ileri sürmüştü. Politikanın
servetin ve gelirin bölüştürülmesinden ve sosyal
yaşamın düzenlenmesinden sorumlu olması
gerektiğini ileri sürmüştü. Aristotales sadece
ekonominin politikaya tâbî olması gereğine işaret
etmekle de kalmamıştı, politikanın
da bir dizi değerlere, fikirlere ve ideallere dayanması
gerektiğini ileri sürmüştü. Ona göre, politika
iyi yaşamın [eudamonia] veya ‘ortak iyiliğin’
hizmetinde olmalıydı. Elbette Aristotales’in
içinde yaşadığı toplum onun arzuladığı
ve tasvir ettiği ideal topluma pek benzemiyordu.
Köleci bir üretim tarzı geçerliydi ve orada ‘yurttaş’
statüsüne sahip olmak, köle sahibi olmak demekti. Gerçi
geçmişi yüceltmek gereksizdir ama Aristotales’in
önerdiği “ iyi yaşam” [ eudamonia] kavramı
bu gün de büyük önem ve değer taşıyor.
Toplumsal yapıyı oluşturan
kerteler [ sphères] arasındaki hiyerarşinin
bu şekilde alt-üst olmasının, şimdilerde
yaşanan sayısız sorunlara, insânî, toplumsal
ve ekolojik kötüleşmeye kaynaklık ettiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlarda küçük aile
işletmeleri söz konusuyken, şimdilerde dev oligopoller,
transnasyonaller de denilen çokuluslu şirketler politika
dahil, her şeyi belirler durumda. Ekonominin hizmetinde
ve onun tarafından kolonize edilmiş bir politika
söz konusuyken, artık politikanın bir varlık
nedeni de kalmamış demektir... Artık ekonomik
olan dışında hiçbir şeyin bir varlık
nedeni de yok. Etik değerlerin, ideallerin esamesi
bile okunmuyor. Her şey ekonominin, ekonomik çıkarların
hizmetinde. Elbette ekonominin de kimin hizmetinde olduğu
bir sır değil... Çoktandır burjuva toplumunun
sloganı: “Daha çok üret, daha çok tüket, daha fazlasına
sahip ol”a indirgenmiş durumda. Her kim ki, bu sefil
sürece karşı çıkar, daha iyi bir dünya
için mücadele etmeye kalkarsa, hayalperestlikle ve beceriksizlikle
suçlanmaktan kurtulamaz.
2. Kapitalist toplumun temel çelişkisi:
Değişim değerinin kullanım değerinin
önüne geçmesi.
Aklın, mantığın ve
sağduyunun bir gereği olarak, her bir malın
belirli bir insan ihtiyacını veya insanın
her hangi bir ihtiyacını karşılamak
amacıyla üretilmesi gerekir. Veya üretimle tüketim
arasında dolayımsız bir tâbiyet ilişkisi
olması gerekirdi. Oysa kapitalizmde böyle bir dolayımsız
ilişki söz konusu değildir. Eğer
bir mal veya hizmet, bir insan ihtiyacını tatmin
etmeye yarıyorsa, bir kullanım değerinden
söz edililir. Eğer bir mal veya hizmet ticaret konusu,
alım-satım konusu oluyorsa, bir değişim
değerinden söz edilecektir. Gerçi her malın
kaçınılmaz olarak bir kullanım ve
bir de değişim değeri vardır
ama kapitalizmde belirleyici olan değişim değeridir.
Bunun anlamı kapitalist üretim tarzının
kullanım değeri üzerinde değil,
değişim değeri üzerinde yükseldiğidir.
Zira kâr, değişim değerinden neşet
eder. Artı değer üretmenin, artı-değere
el koymanın yolu, değeri değişim
değerine indirgemekten geçer. Her seferinde daha
çok artı-değere el koymak, artı-değer
kütlesini [kârı] büyütmek, kâr maksimizasyonunu gerçekleştirmek,
daha çok değişim değeri üretmeyi
zorunlu kılıyor. Fakat her seferinde daha çok,
daha büyük ölçekte üretme, her bir tekil kapitalistin
tercihi olmaktan çok, rekabetin çelik yasasının
bir sonucudur. Kapitalistin bir mal üretip-satmaktaki
asıl ve birincil amacı, her hangi bir insan
ihtiyacını tatmin etmek değil, kâr etmektir.
Kâr etmek için de bir değişim değeri
üretmektir. Dolayısıyla kapitalizm geçerliyken
üretme amacı, ihtiyaçların karşılanması
gereğine yabancılaşıyor. İşte
şimdilerde insan ihtiyaçlarını karşılamakla
doğurdan ilgili olmayan onca şeyin ortalığı
kaplaması bu sapmanın veya çelişkinin
bir sonucudur. Meta ekonomisinde aslolan değişim
değerinin ön plana çıkması, ayrıcalıklı
bir pozisyona sahip olmasıdır.
Eğer bir mal veya hizmet, metaya dönüşmüyorsa,
meta niteliği kazanmıyorsa, bir değeri
de yoktur, zira kâr elde etmeye, dolayısıyla
sermaye birikimine hizmet etmez... Oysa, kapitalist üretimin
biricik ve nihai amacı sermayeyi büyütmek, her seferinde
daha çok büyütmektir. Başka türlü söylersek, kapitalist
üretim sürecinde kullanım değeri, eğer
değişim değerinin ihtiyacına cevap
veriyorsa varlık kazanır. Kullanım
değerinin değil, değişim değerinin
öncelikli veya muteber sayıldığı bir
sosyal sistemde, işlerin sarpa sarması, insan
aklını zorlayan bir dizi saçmalığın
ve sosyal kötülüğün ortaya çıkması şaşırtıcı
değildir...
4. Doymak bilmez sınırsız
üretim dinamiği
Kapitalist üretim üssel [eksponansiyel] büyüme dinamiğine
sahiptir. Bu dimamik tarihte görülmemiş bir üretim
ve tüketim tablosu ortaya çıkarmış bulunuyor.
Sermaye tuhaf bir tsünami gibi her şeyi akıl
almaz bir hızla kapsıyor, meta kategorisine
indirgiyor, dönüştürüyor ve kendi sûretinde bir
dünya yaratıyor. Sadece tüm insan faaliyetlerini
değil, doğayı da metalaştırıyor.
Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor.
Her şeyi alınır-satılar nesneler haline
getiriyor, her şeyi kendine tâbi kılıyor.
Fakat sadece metalaştırmak, paralılaştırmak,
ne var ne yoksa ticaret nesnesi durumuna getirmekle de
kalmıyor, tüm fikirleri ve sosyal ilişkileri,
bir bütün olarak gezegeni sermayenin ihtiyacıyla
uyumlandırıyor biçimlendiriyor ve dejenere
ediyor... Bu kör dimamik etkisizleştirilmeden, sistemin
ortaya çıkardığı kısır döngüden
çıkmak mümkün değildir.
Ekseri gözden kaçan bir şey de, insan davranışlarının
“daha çoğa”, “daha büyüğe” kurgulanmış
olması, artık sahip olma isteğinin
insan olma isteğinin önüne geçmesidir. Giderek,
‘daha çoğa’, ‘daha büyüğe’ odaklanmak, normal
insan davranışı haline geliyor. Her
kapitalist işletme ‘vahşi rekabet’ ortamında
varolabilmek için toplam artı-değerden daha
çok pay kapmak zorundadır. Bunun da yolu sermayesini
büyütmekten geçiyor. Sermayeyi büyütmenin de iki yolu
var: işçiyi ve doğayı daha çok sömürmek
ve daha ileri üretim tekniklerine sahip olmak. Böyle bir
zorunluluk, her üretim çevrimi sonunda el konulan artı
değerin [ kârın] en büyük bölümünü yeniden yatırıma
aktarmak, sermayeye dönüştürmek demektir. Dikkat
edilirse, her bir tekil kapitalist veya kapitalist işletme
varlığını büyümeye borçlu... Bu
da kapitalistin bir ‘dış dayatmanın”, kendi
iradesi dışında bir zorunluluğun
esiri olması demektir. Hiç bir etik değerin,
mantığın, sağduyunun söz konusu olmadığı
durumda gerçekleşen ekonomik büyümenin [ doğrusu
sermayenin büyümesi] toplumun ihtiyaçlarına yabancılaşması
neden şaşırtıcı olsun? Böyle
sefil bir sürecin insana ve yaşamın temeli ve
kaynağı olan doğaya zarar vermeden yol
alması mümkün olabilir mi? Şimdilerde devasa
bir üretim düzeyine rağmen her yedi insandan birinin
[yaklaşık 1 milyar insan] açlık belasıyla
cebelleşmesi doğrudan sistemin bu irrasyonelliğinin,
akıl-dışılığının,
etik değerelere ve insânî kaygılara yabancılaşmanın
sonucudur.
Üretilen her şeyin daha çok üretilme zorunluluğu
[zira, kapitalizm koşullarında başka
türlü yapmak mümkün değildir], kapitalist krizleri
sistemin vazgeçilmez bir işleyiş unsuru durumuna
getiriyor. Bu yüzden kapitalizm koşullarında
ortaya çıkan krizler arizî veya istisnai
bir şey değildir. İşçinin daha çok
sömürülmesi durumu kural iken, üretilenin satılması,
yani realizasyonu sorunlu hale geliyor. Sürecin
her ileri aşamasında üretilen mal ve hizmet
miktarı, üretici sınıfların satın
alma gücünü aşıyor. Kapitalist sınıfın
kendi eseri olan bu çelişkiyi aşmak üzere üretimin
lüks mal ve hizmetlere ve silahlanmaya yönlendirilmesi,
pazarlamanın ve reklamların devreye sokulması
da yeterli olmuyor ve sistem krize giriyor. Tabii her
krizin faturası da yine emekçi sınıflara
ödetilmek kaydıyla...
5. Eşitsiz güç dengesi ve kutuplaştırıcı
dinamik
Ücretli emek sömürüsüne dayalı kapitalist üretim
süreci, tarihte görülmemiş iki şeyi başarmış
görünüyor: devasa mal ve hizmet üretimi ve akıllara
durgunluk veren sosyal eşitsizlik, açlık, yoksulluk
ve sefalet. Tabii doğal çevre tahribatı... Artı-değerin
[kârın] ve sermayenin büyüyebilmesi için, ücretlerin
küçülmesi gerekiyor. Zira ücretler ne kadar düşükse,
kâr o kadar büyüktür. Bu, sistemin eşitsizlik, dolayısıyla
kutuplaşma yaratma dinamiğine sahip olması
demektir. Başka türlü ifade edersek, eşitsizlik
ve kutuplaştırıcı dinamik, kapitalizme
içkindir, onda mündemiçtir. Bir şey daha, bir ülke
kapitalist üretim sürecinde ne kadar ileriyse, gelir eşitsizliği
de o kadar büyüktür. Nitekim ABD’de nüfusun en zengin
%1’i zenginliğin %30’una el koyuyor. Türkiye’de nüfusun
%10’u ülke zenginliğinin % 34.1’ine sahip. Demek
ki, 1950’lerin başından beri “Küçük Amerika”
olmak için didinip duran Türkiye’nin, ABD’yi [ muasır
medeniyet denilenin timsâli] yakalaması için hayli
zaman gerekecek... Velhasıl bir tarafta zenginliğin
birikebilmesi için, öteki tarafta yoksulluğun ve
sefeletin birikmesi kaçınılmaz ama hepsi bu
kadar da değil. Zenginlik biriken tarafta bir de
güç ve iktidar birikiyor. Parayla ünün birbirini karşılıklı
olarak sürekli büyütmesi gibi, zenginlikle iktidar arasında
da benzer bir ilişki var. Servete ve zenginliğe
sahip olanlar, asıl iktidarın da sahibi
oluyorlar... Bunun anlamı kapitalist bir ülkede iktidarın
mülk sahibi küçük bir azınlığın elinde
olmasıdır. Gerçek durum böyledir ama insanlar
seçimlerde oy kullandıklarında bir şeyleri
değiştireceklerini sanıyorlar... Yapılan
son araştırmalar, az sayıdaki oligopolün
[ transnasyonaller denilen çok uluslu şirketin] küresel
ekonomiyi ve finansı, medyayı, politikanın
ve politikacıların ‘hareket alanını’
belirlediğini ortaya koyuyor. Nitekim, en büyük 737
oligopol [transnasyonal şirket], dünyadaki tüm şirketlerin
%80’ini denetler durumda. Bunların 147’si de dünyadaki
tüm çokuluslu şirketlerin ekonomik ve finansal değerinin
%40’ını denetliyor.
950 mültimilyonerin [milyoner ve milyarder] geliri dünya
nüfusunun %40’ının gelirinden daha büyük. Başka
türlü ifade etmek gerekirse, 950 kişi 2.8 milyar
insandan daha fazla gelire sahip... Böyle bir tablo geçerliyken, dünya nüfusunun sadece %4.6’sına sahip
ABD’nin bir başına dünya silah harcamalarının
%43’ünü gerçekleştirmesi de anlaşılır bir şeydir...
Kapitalizm geçerliyken, işçiyle kapitalist, işçi
sınıfıyla sermaye sınıfı,
bir bütün olarak mülk sahibi sınıfla mülksüzleştirilmiş,
proleterleşmiş kitle, bir bölgeyle diğeri,
bir ülkeyle başkası, Çevreyle-Merkez, [Güneyle-Kuzey],
vb. arasındaki gelir eşitsizliği de sürekli
büyümek ve derinleşmek durumundadır. Böyle bir
tablonun gerisinde de sömürü, eşit olmayan ticaret
ve zengin ülkeler [merkez] lehine işleyen uluslararası
iş bölümü bulunuyor. Bu bakımdan Çevreyle Merkez,
gelişmiş kapitalist ülkelerle şimdilerde
Güney denilen çevre ülkeler arasındaki zenginlik
farkı, söz konusu kutuplaştırcı dinamiğin
doğal sonucudur ve kapitalizm geçerli olmaya devam
ettikçe, aradaki farkın açılması kaçanılmazdır.
Bu yüzden Samir Amin’in ısrarla vurguladığı
gibi, Kuzey- Güney [ Çevre-Merkez] çelişkisi ve çatışması
kapitalizmin tarihini belirleyen temel bir dinamiktir.
6. Hükümetler neye yarar?
Eğer söz konusu
olan kapitalist sistemse, hükümetlerin “birinci vazifesi”
sermayenin hareketine uygun koşullar yaratmaktır
ve slogan da az-çok şöyledir: Sermaye için iyi
olan herkes için iyidir... Başka türlü söylersek,
devletlerin ve hükümetlerin varlık nedeni ve işlevi,
sermayenin büyümesinin koşullarını yaratmaktır:
Düşük ücret, uygun alt-yapı, ucuz hammadde ve
enerji, ‘yetişkin iş-gücü, düşük vergi,
yüksek teşvikler, vb. Bunların gerçekleşmesi,
“yatırım ikliminin” kıvamında olması
demektir ve emperyalist kredi derecelendirme kuruluşları
bu “başarıyı” karşılıksız
bırakmaz, yatırım iklimi yaratmayı
başaran hükümetin kredi notunu yükseltir... Elbette
devlet sadece sermayenin sömürüsüne uygun “yatırım
iklimi” yaratmakla yetinmez. Bir de mülk sahibi sınıfları
zararlı sınıflardan korur... Ve
koruma işi sadece asker, polis, savcı-yargıç
dörtlüsüyle sağlanmaz bir de rızanın [gönüllü
kabullenme veya gönüllü kölelik] imâl edilmesi gerekir.
Bunun da yolu insanların bilincinin kolonize edilmesinden
[sömürgeleştirilmesinden] geçer. Bilincin kolonizasyonu
ve rızanın imâli için medya endüstri kompleksi
devreye sokuluyor ve “kamuoyu” denilen biçimlendiriliyor...
Kamuoyu oluşturma sürecinde medya tarafından
ustalıkla araçlaştırılıp-kullanılan
“konunun uzmanlarının” rolünü de unutmamak gerekir.
Eğer medyanın [ televizyon, radyo, gazete, dergi,
vb.] tamamına yakını büyük sermayenin elindeyse
–ki, öyle- imal edilen kamuoyu nasıl bir şeydir
ve kimin kamuoyudur? Mesela Fransa’da gazete ve dergilerin
%70’i, silah üreticisi bir sermaye grubunun elinde olduğu
biliniyor mu?
Elbette imâl edilen
sadece rıza değildir, ‘kimliğin’, ‘beğeninin’
‘zevklerin’ ve ‘tatların’, ‘tavırların’,
‘üslûbun’ da imâl edilmesi söz konusu. Aslında ekonominin
insanların ihtiyacı olan, onlar tarafından
arzulanan şeyleri üretmesi gerekmez mi? Kapitalizm
bu ilişkinin yönünü ters-yüz ettti. Üretim insan
ihtiyaçlarını karşılamanın değil,
kârı maksimize etmenin hizmetine koşuldu. Böyle
bir sapmanın ortaya çıktığı
koşullarda, gereksiz ve kalitesiz bir yığın
şeyin üretilmesi olağan hale geliyor. Moda denilen
kepazelik akıl almaz bir ‘kullan at’ külütürü yaratıyor
ve sadece insanı insanlıktan çıkarmakla
kalmıyor, doğa tahribatını da derinleştiriyor.
Tahribat ve saçmalık sadece ‘beğeninin’, ‘zevklerin’...
imalatıyla da sınırlı değil,
insan kimliği de değişime uğruyor
ve kapitalizm kendi suretinde tuhaf bir insan,
bir kadın, bir erkek yaratıyor. Tüketiyorum
öyleyse varım da somutlanan bir insan ki, artık
neyi neden tükettiğini bilmiyor... Bu amaçla
tam bir aldatma ve alıklaştırma demek
olan pazarlama ve reklam endüstrisi devreye sokuluyor.
Bilinç altıyla oynanıyor, irrasyonel arzular
azdırılıyor. Dünya ölçeğinde askeri
harcalamalardan daha çok marketing [pazarlama]
harcaması yapıldığı biliniyor
mu? Sadece bu kadarı bile kapitalizmin absürd bir
sistem olduğunu göstermiyor mu? Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı [ UNDP] 1998
yılında, reklamalara dünya GSYH’sinin %3’ünün
harcandığını bildiriyordu. Şimdilerde
bu oranın ikiye katlandığını
söylemek her halde abartma sayılmaz ve bu rakamsal
olarak 1.800 milyar dolara denk geliyor... Bir şey
daha, sanatçılar reklamlarda büyük bir hevesle rol
aldıklarında, neyin ve kimin hizmetinde olduklarını
biliyorlar mı? Hem reklamlarda rol almak, insanı
ve toplumu kirleten, doğa tahribatını derinleştiren
sefil bir sürecin ‘aktörü, aktristi’ olmak, hem de hâlâ
sanatçı olduğunu sanmak ne demektir? Bu sefil
durumun sanat ve sanatçı tanımıyla bir
ilgisi olduğu düşünülüyor mu?
Şimdilerde devlet
aygıtları artık tipik bir kapitalist işletme
gibi işliyor. Büyük sermaye gruplarının
ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendiriliyor.
Büyük şirketlerin CEOları politikanın ve
devlet aygıtının yükseklerinde rol alıyor
veya yüksek sorumluluk düzeyindeki bürokratlar sermayeye
transfer ediliyor. Velhasıl yatay geçişler
sıradan ve olağan bir şey haline gelmiş
durumda... Büyük sermayenin imparatorluğundan başka
bir şey olmayan AB’nin asıl iktidar organı
olan Avrupa Komisyonu’nun üyeleri, çokuluslu şirketlerden
gelip, çok uluslu şirketlere gidiyorlar... Ve tüm
kritik kararlar Avrupa Komisyonu tarafından alnıyor,
rotayı Komisyon belirliyor ama insanlar Avrupa Parlamentosu
seçimlerinde oy kullandıklarında bir şeyleri
etkiledikleri, etkileyebilecekleri yanılsaması
içindeler... Türkiye’de son 20-30 yılda olup-bitenlere kaba bir bakış
bile, ne demek istediğimizi anlatmaya yeter... Devletlerin
yegane varlık nedeninin sermayenin tek yanlı
çıkarını gerçekleştirmekle sınırlı
olduğu koşullarda, devletle ilgili bildik tevatürün
hâlâ bir anlamı var mıdır?
6. Kapitalizm ve ekoloji antinomik iki
kavramdır...
Şimdilerde her kelimenin veya kavramın
önüne “sürdürülebilir” niteleme sıfatını
eklemek moda. En çok da kalkınma kavramının
önüne getiriliyor. Eğer bir sürdürülemezlik durumu
olmasaydı, kalkınma kavramının ve
başkalarının önüne sürdürülebilir sıfatı
eklemeye gerek olur muydu? Eğer kapitalist üretim
süreci insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyorsa,
belirli bir sınıra ulaşıldığında
genel bir sürdürülebilemezlik halinin ortaya çıkması
neden şaşırtıcı olsun? Burjuva
uygarlığı insanlara doğada yaşadıklarını,
varlıklarını sürdürebilmeleri için doğaya
muhtaç olduklarını unutturdu. Doğa sınırsız
sömürülebilir, yağmalanabilir bir nesne olarak görüldü.
Bilim ve teknoloji fetişizmi böyle sefil bir anlayışın
oluşmasını kolaylaştırdı.
Doğanın, toprağın, suyun, vb. bir
meta kategorisine indirgenip, özel mülkiyet ve/veya ‘sahiplenme
konusu’ yapıldığı ve sınırsız
üretimin geçerli olduğu bir dünyada, sürdürülemezlik
durumunun ortaya çıkması neden şaşırtıcı
olsundu? Kapitalizm koşullarında ekolojik dengenin
bozulmasının başlıca iki nedeninden
söz edilebilir: Birincisi, her kapitalist özne daha çok
üretmek zorunda, her ne üretiliyorsa her seferinde daha
fazlasını üretmek zorunda. Kapitalist ürettiğine
değil üreteceğine [bir sonraki üretim çevrimine]
bakar, gözü her zaman bir sonra üreteceğindedir...
Tabii bunu istiyerek yapmaz. Başka türlü yapması
mümkün değildir de ondan... Zira, durmak diye bir
şey mümkün değil... Bunun anlamı her seferinde
doğadan daha çok kaynak çekmek ve her seferinde doğaya
daha çok ‘zararlı’ atık bırakmak demektir.
Velhasıl, doğanın kendini yenileme kapasitesini
aşan bir ‘kullanım’ düzeyi demektir. Nitekim
şimdilerde doğadan bir yılda çekilen/atılan
kaynak miktarını yenilemek için bir buçuk yıl
gerektiği söyleniyor. İkincisi, kapitalistin
üretim sürecinde doğaya verdiği zarar dikkate
alınmıyor. Bir kapitalist herhangi bir yere
bir işletme kurduğunda, toprağa, suya,
havaya verdiği zararları hesaba dahil etmiyor.
Bu tür zararlar doğaya çıkıyor ve burjuva
iktisatçıları buna, dışsal ekonomiler
diyorlar... Toprağa, suya, havaya, bir bütün
olarak doğaya verilen zararlar üretim için gerekli
ama zorunlu sayılıyor. Kapitalistin ‘maliyet
hesaplarına’ dahil edilmiyor...
Söylediklerimize açıklık getirmek için iklimle
ilgili durumu ele alabiliriz. Doğanın sermaye
tarafından sınırsız kullanılabilir
ve sömürülebilir bir nesne olarak görülüp içerilmesi [subsumption],
iklim üzerinde son derecede tehlikeli sonuçlar doğruruyor.
Lâkin, kapitalist mantık ve dinamik dahilinde küresel
ısınmanın üstesinden gelmek ve tehlikeyi
bertaraf etmek mümkün değildir. Eğer öylese
–ki, öyle- iki şeyden biri: Ya iklimi kurtarabilirsiniz,
ya da kapitalizmi... Bu konuda küresel egemen elit [yeryüzünün
efendileri], tercihini kapitalizmi kurtarmaktan yana
yapmış görünüyor. Nitekim, küresel kapitalist
elitin en etkili yayın organlarından biri ve
vazgeçilmez dili olan The Economist’ de şöyle
deniyor: “ Küresel eylem iklim değişikliğini
durdurmayacak. Küresel ısınmayı kolaylıkla
kabul edilebilir, tolere edilebilir düzeylerde tutma sınırı
aşılmış durumda. Küresel ısınmayı
durdurmaya çalışmamalıyız, dünyanın
daha öteye bakmaya ihtiyacı var. Deniz seviyeleri
mumtemelen bir, belki iki metre yükselecek. Bunu kabullenmek
ve duvarlar inşa etmek, on milyonlarca insanı
yüksek yerlere taşımak, tropikal hastalıkları
tedavi edecek uygun sağlık bakımı
sağlamak, vb. gerekiyor. Bu Güney halkları için
talihsiz bir durum: çok büyük zarar görecekler ama “uyum
sağlayacak” imkânlardan yoksunlar. Ziyanı yok,
iklim değişikliği iş dünyasına
yeni imkânlar sunuyor. İnşaat şirketleri
duvarlar inşa edebilir, sigorta şirketleri de
işlerinin açıldığını göreceklerdir.
Karbon emisyonu hakkı ticareti de bir başka
kâr kaynağı. Ve şüphesiz, yeşil teknoloji
ve yeşil enerji alanlarında altın fırsatlar
doğacaktır”
[8]
Avrupa
Burliği iklim sorumlusu Connie Hedegaard de The
Economist’den geri kalmıyor, aynı telden
çalıyor: ‘Ahlâki [ moral] sorumluluğun’ ve ‘
insanlığın geleceğinin’ öncelikli
bir sorun olmadığını söylüyor. Cancun
İklim Zirvesi vesilesiyle yaptığı
konuşmada şöyle diyor: “Netice itibariyle
kim enerji etkinliği sağlar ve o alanda buluşlar
yaparsa para kazanacaktır. Bunu yapamayanlarsa, Çinli
rakipler tarafından altedileceklerdir.”
[9]
İngiliz
İklim Değişikliği Bakanı, Greg
Barker, “Cancun’u dikkate almak, iş dünyasına
küresel yeşil ekonomiye milyarlarca yatırım
için güven sinyali verecektir...” [10]
diyerek
aynı koroya katılıyor...
Yukarıdaki alıntılar, küresel kapitalist
olgarşinin sürdürülebilir kalkınma’dan
neyi murad ettiği anlaşılmıyor
mu? Kapitalist mantık önce kâr etmek için suyu kirletmeyi,
temiz kalanı satarak daha çok kâr etmeyi, daha sonra
suyu temizlemek üzere bir işletme kurmayı ve
kârı daha da artırmayı varsayar. Elbette
bunu suyun bir özel mülkiyet/özel sahiplenme konusu ve
kâr aracı haline geldiği durumda yapabilir...
Suyun özel mülkiyet konusu yapılıp, kâr aracına
dönüştürülmesi bir insanlık ayıbı
değil midir?
7. “Piyasaya” dair retorik ve realite...
Burjuva iktisat teorisi, kapitalizmin sözcüleri,
politikacılar, Nobel Ödülü sahibi olanlar da dahil,
iktisatçı taifesi, sürekli olarak piyasayı yüceltiyorlar
ve onu her derdin mutlak devası olarak sunmak için
yoğun çaba harcıyorlar. Her şeye kâdir
bir piyasa, her tuttuğunu altına çeviren kendinden
menkûl bir görünmez el efsanesi sürüp gidiyor.
Elbette piyasa her sorunu mutlaka çözme yeteneğine
sahip, sihri kendinden menkûl bir şeyse, onun işleyişine
müdahale etmek, işleyişini bozmak arzulanır
bir şey sayılamaz... Kalkınma kavramının
önüne sürdürülebilir niteleme sıfatını
eklemeyi düşünenler neden piyasa kavramının
önüne de kapitalist ismini koymayı akıl etmiyorlar?
Zira kapitalist piyasa veya kapitalist pazar [ The market]
dendiğinde her şey artık farklı görünecektir.
Bu alanda yanılsama yaratan bir şey var: Piyasa
[pazar] kapitalizmden önce de vardı. Dolayısıyla,
piyasa kapitalizmin bir keşfi veya onunla birlikte
tarih sahnesine çıkmış bir şey değil.
Elbette kapitalizm öncesinde de malların ve hizmetlerin
alanıp-satıldığı, ticaret konusu
olduğu bir pazar yeri vardı ama o zamanlar
üretilen mal ve hizmetlerin birincil, öncelikli ve asıl
amacı kâr etmek değil, doğrudan insan ihtiyaçlarını
karşılamaktı. Kâr amacıyla, kârı
maksimize etmek amacıyla mal ve hizmet üretmek söz
konusu değildi. O zamanlar bu günkü gibi bir çok
devletten daha güçlü ve devletler tarafından denetlenemeyen
dev şirketler yoktu. Sadece yerel düzeyde değil,
uluslararası planda da ticaret geçerliyidi, dolayısıyla
‘uluslararası” bir piyasa [pazar] vardı ama
kapitalizm çağındakiden çok farklı olmak
kaydıyla...
Gerçi kapitalizm pazarı ‘keşfetmedi’, ama
onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirdi
ve araçlaştırdı. Onu piyasanın güçlü
oyuncularının hizmetine sundu. Ne zaman piyasadan
[pazardan] söz edilse, mutlaka “serbest piyasa” [free
market] imâsı söz konusudur. Oysa, bu günün dünyasının
kapitalist piyasasının serbest pazarla
uzaktan yakından bir ilgisi yok... Geride kalan sayfalarda
da kısaca değindiğimiz gibi, şimdilerde
bir kaç yüz devasa oligopol ‘neoliberal devletin’ de yardımıyla
dünyadaki her şeyi yönetip-yönlendiriyor... Artık
malların ve hizmetlerin fiyatı şu bildiğiniz
pazarda [piyasada] değil, çokulusluların [ Transnasyonallerin]
yönetim bürolarında belirleniyor. Elbette iktisat
profesörü aynı fikirde değildir. Aynı fikirde
değildir, aksi halde varlık nedeni ortadan kalkar...
Öyle bir sözüm ona ‘serbest piyasa’ ki, finansal türevler
600 000 milyar dolara ulaşmış durumda ve
bu dünyadaki mal ve hizmetlerin değerinin 40 katı...
Ya da 10 yıllık dünya mal ve hizmet üretiminin
değerine eşit... Durum böyle olsa da, yer
yüzünün efendileri ve ideolojik uşakları
cephesinde onca kriz, onca sarsıntıya rağmen,
‘serbest piyasa” aşkı ve inancı hâlâ sarsılmış
değil. Kaldı ki, sarsılmasını
beklemenin de âlemi yok. Uzağa gitmeye gerek yok,
geçtiğimiz aylarda Güney Almanya’da, Linda Lake’de
toplanan 17 Nobel ödülü sahibi iktisatçı, kapitalist
krizde ‘sistemin bir sorumluluk payı olmadığını”
tek istisna ile ilan ettiler. Tek istisna, Türkiye’deki
ekonomik büyümeyi öve öve bitiremeyen Joseph Stiglist’ti...
II. Karşıt eğilimleri ve dinamikleri
oluşturmuk: Üretimin yönünü, üretim ve tüketim modelini
değiştirmek...
Eğer geçerli dinamikler, eğilimler ve süreçler
artık genel bir sürdürürelemezlik durumu ortaya
çıkarmışsa, bu durumdan çıkmak için
karşıtlarını yaratmaktan başka
çare yoktur. Esasen, neden yürümediği sorusu, nasıl
yürüyebilir sorusunu da içerir. Şimdilerde absürd
bir tüketim modeli geçerli ve daha çok tüketmek mârifet
sayılıyor. Daha çok tüketmeyi marifet sayanlar,
tüketmenin aynı zamanda yok etmek ve kirletmek olduğunu
nedense pek sorun etmiyorlar. Daha çok kirletmenin kendilerini
de kapsadığından habersizler. Aslında
bir başına bu kepazelik bile burjuva uygarlığının
insanı ne hâle getirdiğini gösteriyor... Buna
kirletenin kirlenmesi de diyebilirsiniz... Böyle
sefil bir durumun varlığı bir vakıa
olsa da, kapitalizm söz konusuyken asıl sorun tüketimden
çok üretimden kaynaklanıyor. Dolayısıyla
kapitalizmi ve kapitalist üretimi sorun etmeden, tüketimin
günah keçisi sayılması, asıl sorunu kavramamak,
sorunun kökenine inmekten kaçınmaktır. Zira
sorun kent çöplüklerine atılandan, yânî çılgın
tüketimden kaynaklanmıyor. Asıl kirletenler
inşaat ve yıkım alanlarında faaliyet
gösteren dev firmalar, madencilik, petrol ve metal sekörlerinin
devleri... Durum böyle ama insanların gözü sadece
kent çöplüklerini görüyor... Lâkin bir şey daha var,
küçük bir azınlığın aşırı
ve absürd tüketimine devasa bir çoğunluğun tüketim
yetersizliği [açlık, yoksulluk, sefalet,vb]
eşlik ediyor. Ve kapitalizm geçerliyken başka
türlü olması mümkün değildir.
1. Kullanım değerini ihya
etmek.
Üretimin kâr maksimizasyonu amacıyla
yapılmasına son vermek, yaşanabilir, sürdürülebilir
bir toplumsal düzen için olmazsa olmaz koşuludur.
Dolayısıyla, kullanım değerini değişim
değerinin bir türevi olmaktan çıkarmadan
perspektifi değiştirmek mümkün değildir.
Bunun için de, öncelikle daha önce sözünü ettiğimiz
kerteler arasındaki hiyerarşiyi değiştirmek,
Aristotales’in önerdiği modele ekolojik boyutu ve
duyarlılığı da dahil etmek gerekir.
Başka türlü söylersek, ekonomik kertenin politik
kerteye tâbi hale getirilmesi ama politikanın da
kendi başına bir amaç, kendi başına
buyruk bir şey olmak yerine, etik değerlerin
hizmetine sunulması, “iyi yaşamın” gerekleriyle
uyumlu hale getirilmesi gerekir. Politikanın ekonomik
kerte tarafından kolonize edilmişlik durumuna
son vermek ve onun iyi bir toplumsal yaşamın
aracı haline getirilmesi gerekir. Ekonominin
politikanın hizmetine sunulması veya politikaya
tâbî olması demek, sermayenin hangi alanlara yatırılacağı,
nelerin üretileceği, gelirin nasıl bölüşüleceği,
ticaretin ve paranın nasıl yönetileceği,
hangi toplumsal önceliklerin söz konusu olacağı,
sadece bu günkü kuşakların değil, gelecek
kuşakların yaşamını da güvence
altına almanın vazgeçilmez koşuludur. Velhasıl
temel sorunların politikanın etkinlik ve belirleyicilik
alanına dahil edilmesi gerekir. Bunun için de politikanın
sermayenin hizmetinde bir profesyoneller grubunun at oynattığı
bir alan değil, tüm yurttaşlarının
etkinlik ve faaliyet alanı olması gerekir. Ancak
böylesi bir ortamda politik ve ekonomik alana ilişkin
kararlar, “iyi bir yaşamın”, “arzulanır
bir toplumsal düzenin” hizmetine sokulabilir ve ancak
bu durumda araç-amaç tersliği aşılabilir.
Eşitlik ve özgürlük, dayanışma, karşılıklı
sevgi ve saygı, sorumluluk bilinci, diğergâmlık,
erdem, vb. insanı insan yapan değerler bir
varlığa kavuşabilir... Zira, burjuva uygarlığı,
insanı üreten ve tüketen bir robota dönüştürmüş
bulunuyor...
Kapitalizme özgü politik ve ekonomik kerteler arasındaki
tersliği ilk aşma demenesi, Rusya’da 1917 Ekim
Devrimi ve 1949 Çin devrimiyle gündeme geldi. Söz konusu
devrimler ekonomik kerteyi politik kerteye tâbi duruma
getirdiler, tersliği aştılar. Fakat politika
bürokratik bir kast tarafından gasbedilip, emekçi
halk çoğunluğunun politik alandan dışlanması,
demokrasinin savsaklanması, bürokratik yozlaşma
yüzünden ekonomik etkinliğin sağlanamaması
[bürokratik planlama] ve ekolojik duyarlılık
zaafı, etik değerlerin ihmal edilmesi, vb. söz
konusu devrimlerin sosyalist/komünist toplum perspektifine
yabancılaşıp, hedeften şaştığı
koşullarda çöküş kaçınımazdı...
Değişim değeri karşısında
kullanım değerine öncelik vermek gerekli ve
zorunludur. Bunun için ve her şeyden önce insan emeğinin
[çalışmanın] bir meta, alınıp-satılan
bir nesne olmaktan çıkarılması gerekir.
Zira, insan emeği [çalışma yeteneği]
insandan ayırlamaz ve emeğin alınıp-satılması
demek, aslında ve reel olarak insanın alınıp-satılması
demektir. Boşuna kapitalist sisteme ücretli kölelik
rejimi denmemiştir... Eğer insan emeği
bir meta, bir değişim değeri olmaya
devam ederse, emeğin emansipasyonu gerçekleşmezse,
diğer alanlardaki değişimlerin ve ‘iyileşmelerin‘
bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.
Emeğin emansipasyonun [gerçek anlamda özgürleşmesinin]
yolu da, insanın üretim araçlarına yabancılaşmışlık
durumunun aşılmasını ve sömürünün
bertaraf edilmesini gerektirir. Bunun da yolu üretim araçlarının
kamuya mâl edilmesinden veya aynı anlama gelmek üzere
sosyalizasyonundan, toplum tarafından [socium]
reel olarak sahiplenilmesinden geçer... Sosyalizasyon
sadece millileştirmek değildir...Bir insanın
emeği bir başkası için kâr aracı,
bir sömürü nesnesi olmaya devam ettikçe, insanın
kendi kaderinin efendisi olması mümkün olabilir mi?
2. Ekonomik büyüme kalkınma değildir.
Çoktandır bir büyüme fetişizmi
ve çılgınlığı geçerli olmaya
devam ediyor. Her türlü sorunun çözümünün ekonomik büyümeden
geçtiğine dair de bir efsane üretilmiş durumda.
İnsanlar büyüme meseliyle yatıp- büyüme meseliyle
kalkıyorlar ve büyüme eşittir kalkınma
özdeşliği fikri ya kafalara yerleşmiş,
ya da ne pahasına olursa olsun, yerleştirilmeye
çalışılıyor. Belki sadece büyüme veya
ekonomik büyüme değil de kapitalist ekonomik büyüme
denseydi, yalan üretmek ve üretilen yalanı yaymak
bu kadar kolay olmayabilirdi. O zaman ekonomik büyümenin
aslında sermayenin büyümesi, sermayenin daha büyük
ölçekte yeniden üretilmesi demek olduğu imâ
edilmiş olabilirdi. Eğer bir toplumda ihtiyaçlar
‘uygun bir tarzda’ karşılanamıyorsa, elbette
orada büyüme sadece gerekli değil, aynı zamanda
arzulanır bir şeydir de... Bir toplumda yeterli
hububat üretilemiyorsa, besin maddeleri ihtiyacı
yeterli düzeyde karşılanamıyorsa, bunların
üretimini artırmak mutlaka gereklidir. Eğer
ulaşım araçları [tren, otobüs, otomobil,
bisiklet, gemi, vb.] yetersizse bunların üretimini
artırmak gereklidir. Yeteri kadar ilaç üretilemiyorsa
elbette ilaç üretiminin artırılması gerekir...
Velhasıl mevcut üretim düzeyi ihtiyaçları karşılamada
yetersizse, üretimin artırılması, [büyüme]
tartışmasız bir gerekliliktir. Lâkin
bir toplumda, şimdilerde olduğu gibi, ihtiyaç
kavramı dejenere edilmişse, üretimin birincil
amacı ihtiyaçları karşılamak değil,
kârı maksimize etmekse, oradaki üretim artışının
‘iyi bir yaşamın’ gereğiyle uyuşması
mümkün müdür? Otomobil üretmek gerekli ve yararlıdır
ama dört milyonluk bir kentin sokaklarını, kaldırımlarını,
yollarını, caddelerini iki milyon arabayla doldurmak
sadece gereksiz değil aynı zamanda absürt ve
zararlıdır. Oysa böyle bir saçmalık bir
refah ve başarı unsuru, bir kalkınmışlik
göstergesi olarak sunulabiliyor...İşte şimdilerde
insanlığın yüz yüze geldiği sayısız
sorunların, kötülüklerin, akılsızlıkların,
absürdlüklerin geresinde böyle bir anlayış var...
Eğer öyleyse, neoliberal kapitalist küreselleşme
girdabına sokulmuş günümüz dünyasında durum
nasıldır? Yaklaşık bir milyar insan
[her yedi keşiden biri] üretim yetersizliğinden
mi, yeterli yiyecek üretilememesinden mi, yeterli ilaç
üretilebilir durumda olmamasından mı, yeterli
temiz su eksikliğinden dolayı mı açlık
belasıyla cebelleşiyor, sefalet ortamında
‘yaşıyor’? Dünyadaki su kaynakları insanların
susuzluğunu gidermeye yetmediği için mi, insanlar
susuzuluktan ölüyor, temiz su yetersizliğinden hastalanıyor?
Neden suların kirletilmesi sorun edilmiyor? Suları
kim ve neden kirletiyor? Suyun kirlenmesi insan iradadesini,
insanın dahlini aşan nedenlere mi dayanıyor?
İnsanları aç ve susuz bırakanlarla, açlık
ve susuzlukla ‘mücadele ettiğini’ söyleyenler aynı
güç ve iktidar odakları [yeryüzünün efendileri]
değil mi? Eğer öylese bu insanlarla alay etmek
değil midir? Eğer bu gün dünyada üretilen gelir
eşit dağtılmış olsaydı,
kişi başına ayda 42 dolar düşecekti.
Bir insan 42 dolar gelirle tüm ihtayaçlarını
yeterli düzeyde karşılayamaz mı? Veya bu
gün dünyada kaç kişi 42 dolar günlük gelire sahip?
Dünyadaki her beş kişiden biri günde 1,25 dolar
gelirle yaşama mücadelesi veriyor [...], 3 milyardan fazla insan [dünya
nüfusunun yarısı..!] günde 2,5 dolardan azla
yaşıyor. İnsanlığın en az
% 80’i de, günde 10 doların altında gelire sahip.
Hepsi bu kadar da değil, dünya nüfusunun %80’inin
yaşadığı bölgelerde gelir dağılımı
dengesizliği giderek varlıklı sınıflar
lehine daha da bozuluyor. Dünya nüfusunun en yoksul %40’ı
toplam gelirin %5’ni alırken, en zengin %20 dörtte
üçüne [%75] el koyuyor... UNICEF, her gün 22 000 çocuğun
yoksulluk yüzünden öldüğünü bildiriyor. Üçüncü Dünya’da
[şimdilerde Güney denilen] okul çağındaki
72 milyon çocuk okula gidemiyor. Büyüme rekorlarının
kırılmaya devam ettiği bu günün dünyasında,
yaklaşık 1 milyar insan okumayı/yazmayı
bilmiyor, imzasını atamaz durumda... Modern
tıp hârikalar yaratmaya devam ede dursun, sıradan
hastalıklar öldürmeye devam ediyor. 40 milyon insan
HIV/AIDS virüsünden muzdarip ve bunların her yıl
yaklaşık 3 milyonu ölüyor. Her yıl 350-500
milyon sıtma vakası ortaya çıkıyor.
Güney’de 1,1 milyar insan sağlığa
uygun [temiz] suya ulaşamıyor, 2.6 milyar insan
da temel sağlık bakımından mahrum. Dünya ölçeğinde çalışanların
%28’i veya 850 milyon ‘yoksul işçi’ sayılıyor,
gayri insânî koşullarda çalışıyor
ve aldığı ücretle geçinmekte zorlanıyor.
Kadın ve çoçuk emeği sömürüsü tam bir skandal
halini almış durumda. Güneyde “kayıt
dışı” çalışanlar toplam istihdamın
%52 ilâ %78’i kadar...
Rakamlar ortada, lâkin rakamlar hiç bir
zaman gerçeğin tamamını ifade etmezler.
Hangi rakam, hangi istatistik bir annenin açlıktan
ölmekte olan çocuğunun durumundan duyduğu acıyı
anlatabilir? Aylarca işsiz kalmış ve açlığa
ve çaresizliğe mahkûm edilmiş bir babanın
dramını ifade edebilir? Dünyanın ve insanlığın
içinde bulunduğu sefil durum, tam da Nazım Hikmet’in
şiirinde tasfir ettiği gibi: bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor...
[14]
Oysa gezegenimiz, tüm insanların
ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilir
potansiyel imkânlar ve olanaklar sunuyor. Her dünyalının
yeterli besin maddesine, temiz içme suyuna, sağlık
hizmetine, rahat yaşanabilir bir eve, vb. sahip olmaması
için hiç bir neden yok... Öyleyse sorun nereden kaynaklanıyor?
Tersliğin ve saçmalığın gerisindeki
nedenler neler? Üstelik aşırı yoksulluğu
ve sefaleti ortadan kaldırmak için daha çok ekonomik
büyümeye de gerek yok. Kaldı ki, bu sorunları
çözmek sanıldığından çok daha kolay.
Açlığı, susuzluğu, yoksulluğu,
okulsuzluğu, ortadan kaldırmak için gerekli
kaynak, potansiyel imkânlar karşısında
leblebi-çekirdek parası kadar bir şey... Bunun
için de sadece iki şey yapmayı akıl etmek,
cüret ve cesaret etmek yeterli: 1. Lüzumsuz ve zararlı
üretimi durdurmak; 2. Tam bir saçmalık olan ve skandal
kelimesiyle ifade edilebilir tüketime son vermek...
2008 yılında dünyada toplam silahlanma/savaş
harcamaları 1473 milyar dolardı. Bunun 711 milyar dolarlık kısmı sadece ABD tarafından
gerçekleştirildi. Oysa Birleşmiş Milletler
Örgütü, dünyadaki açlığın üstesinde gelmek
için yılda 80 milyar dolarlık bir harcamanın
yeterli olacağını ileri sürüyor. Bir ‘uzaylı’ dünyaya teşrif
etse ve olup-bitenlere şöyle kabaca bir göz atsa,
acaba ne derdi? Her halde saçmalığın farkına
varmakta geçikmezdi... Retorikle realite arasındaki
uyumsuzluk karşısında şaşkınlğını
gizlemezdi. Tabii insanların dünyayı nasıl
bu hâle getirmeyi “başardıklarını”
da...
3. İnsanların kaderi piyasaya
bırakılabilir değildir.
Az sayıda oligopolün [dev sermaye grubunun] küresel
ölçekte üretimi denetleyip yölendirdiği, tüketim
modelini biçimlendirdiği bir dünyada, ‘piyasa ekonomisi’
şarkıları söylemek, kendinden menkûl bir
‘serbest piyasa’ imâsında bulunmak, insanlarla alay
etmekten başka bir şey değildir. Rahatsız
edici olsa da, şimdilik alay etmeyi, köpeksiz
köyde değneksiz gezmeyi ‘başarıyorlar’,
ideolojik kölelik geçerli olmayı sürdürüyor... Bir
kaç yüz sermaye grubu ve onlar tarafından denetlenen
bir kaç yüz bin firmanın at oynattığı,
insan yaşamını ilgilendiren her şeye
baştan sona ve en ince ayrıntısına
kadar yön verdiği, biçimlendirip-dikte ettirdiği,
her malın her aşamadaki fiyatınının
çokuluslu şirket bürokrasileri tarafından dikey
olarak belirlendiği koşullarda, piyasa ekonomisi
bunun neresindedir denmesi gerekmez miydi? Aslında
piyasa ekonomisi söylemi veya onun idealize edilmiş,
hayâlî versiyonu olan serbest piyasa sadece burjuva
iktisatçılarının ve burjuva politikacılarının
zihinlerinde, bir de iktisada giriş kitaplarında
mevcuttur. Rekabet meselesine gelince, Marc Vandepitte’in
zarif bir şekilde ifade ettiği gibi, “ Kapitalist
piyasanın serbest piyasayla hiç bir ilgisi yok. Söz
konusu olan oligopolcü ve düzenlenmiş bir piyasadır.
Bu da demektir ki, her serkörde bir avuç çokuluslu şirket
–hizmetlerindeki devletin de yardımıyla- bütünü
denetliyor, kulları dayatıyor: kendileri için
zararlı olduğunu düşündüklerinde aralarındaki
rekabeti ortadan kaldırıyorlar, gerekli olduğunu
düşündüklerinde de empoze ediyorlar. Bizzat kapitalist
şirketlerin kendisi planlı ekonomilerdir ve
etkinlik alanları ekseri sınırları
aşıyor“.
Malların ve hizmetlerin fiyatları yakınınızdaki
semt pazarında değil, oligopollerin yönetim
bürolarında, CEO’ların emir ve komutasında
belirleniyor ve iktisat profesörü size başka masal
anlatıyor, üstelik anlattığı masala
inanmanızı istiyor... Sürdürülebilir bir yaşam
için planlama vazgeçilmezdir. Her alanda ve her aşamada
planlama vazgeçilmezdir. Sovyet ve Çin deneyleri bu alanda
iyi bir başlangıç yaptılar ama sonunu getiremediler.
Planlama bürokratik bir palnamaya dönüştü, refah
artışı [kalkınma] sadece maddi, ölçülebilir,
velhasıl niceliğe [quantity] indirgendi ve planlama
amaca ve varlık nedenine yabancılaştı.
Bu başarısızlık, plan düşüncesini
itibarsızlaştırsa da, planlama fikrinden
vazgeçmenin gerekçesi yapılamaz. Zira demokratik,
katılımcı bir planlama sadece yerel, ulusal
düzeyde değil dünya ölçeğinde de olmazsa
olmazdır, vazgeçilemez bir zorunluluktur.
Piyasanın kolaylıkla karşılanabilir,
beslenme ve sağlık gibi temel ihtiyaçları
bile karşılamakta başarısız olduğu
ortada değil mi? Üretimin birincil amacının
insan ihtiyaçlarını karşılamak değil,
kârı maksimize etmek, sermayeyi büyütmek, bu amaçla
da değişim değeri üretmek olduğu
koşullarda, en temel ihtiyaçların karşılanamaması
da dahil, insânî ve toplumsal sorunları uygun ve
yetkin bir tarzda çözmek mümkün değildir. Başka
bir ifade ile, bu dünyanın sorunları, kendinden
menkûl bir görünmez ele emanet edilebilir değildir...
O halde üç şey: Birincisi, planlama gereklidir ve
demokratik bir planlama olmadan kapitalizmin neden olduğu
olumsuzlukları/kötülükleri aşmak, yaşanabilir
bir toplumsal düzen kurmak mümkün değildir; İkincisi,
demokratik bir planlama emeğin emansipasyonunu varsayar;
Ve üçüncüsü de, temel üretim araçları kamuya, asıl
sahibine iade edilmeden [gasbedilen gaspçıların
elinden alınmadan densin], yapılacak bir planlamanın
bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir...
4. Daha az ve gerekli olanı üretip,
daha az tüketerek, gereksiz olanı tüketmeyerek daha
yüksek bir yaşam standardı, keyifle yaşanabilir
bir dünya mümkündür...
Büyüme, yüksek oranlı GSYH artışı
sağlama saçma perspektifini bir yana bırakmak,
gerçekten insan refahını doğrudan ilgilendiren
şeyleri üretmek ve bunu yaparken doğanın
dengelerini gözetmek hem mümkün hem de gereklidir. Eğer
doğayı tahrip eden, üstelik insan refahı
için, “iyi bir yaşam için“ gerekli olmayan üretim
alanlarından çıkılır, saçmalığa
son verilirse, değişim değerini değil,
kullanım değerini esas alan bir rotaya
girilirse, niceliği [kantitatif] değil, niteliği
[kalitatif ] esas alan bir tercih yapılırsa,
daha düşük maddi mal üretimi düzeyiyle daha yüksek
bir yaşam standardını sağlamak mümkündür.
Böylece daha az emek, daha az enerji, daha az doğal
kaynak kullanarak, doğaya verilen zararı olabildiğince
küçültmek mümkündür. Elimizde söylediğimi doğrulayan
örnekler de mevcut. Küba’nın GSYH’si [kişi başına
düşen milli geliri] OECD ülkelerinde 10 kat daha
düşük olduğu halde ve Küba dünya sıralamasında,
GSYH bakımından 75’inci olduğu halde, İnsâni
kalkınma endeksi Belçika’dan daha yüksek. Çocuk ölümleri,
yaşam uzunluğu, eğitim, vb. gibi alanlarda
Küba OECD ülkeleri ortalaması düzeyinde. Bu da, görece daha düşük
ekonomik kaynak kullanarak daha yüksek yaşam strandardı
yakalamanın mümkün olduğunu gösteriyor. Demek
ki, yoksulluk da dahil, insanlığın yüzleşmek
durumunda olduğu sorunları çözmek için, yüksek
oranlı bir ekonomik büyüme gerekmiyor. Eğer,
tam bir absürdlük timsâli olan, geçerli üretmek için
üretmek, tüketmek için tüketmek sarmalından çıkılabilirse,
hem “daha iyi bir yaşam”, hem de doğal çevreyi
korumak, mümkün hale gelecektir. Yüksek insânî kalkınma
endeksine sahip bir ülke, doğal olarak doğal
çevreye daha az zarar veren ülkedir.
Doğayı ve insanı mahveden,
geçerli enerji yutucu büyüme çılgınlığına
son vermek, başka bir büyüme veya de-growht
[décroissance] pekâlâ mümkün ve gereklidir. İnsanın
kendisiyle ve doğal çevresiyle uyumlu bir şekilde
yaşamasının koşulu, daha çok üretmek,
daha çok tüketmek, daha çok kirletmek ve daha çok yok
etmek değildir... Maddi olanın değil, manevi
olanın yeğlenmesi, insana daha çok yakışan
bir şeydir. Artık bu alanda duyarlılığın
büyümekte olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Ekvator
‘kültürel varlıklar’ bakanı Fernando Espinosa,
Nisan 2010’da, Cochabamba’da gerçekleştirilen, Ana
Toprak Hakları ve İklim Değişikliği
Konferansında: “ Artık daha fazla büyüyüp,
daha az biriktirmemeliyiz. Doğayla karşılıklı
haraket ve uyum içinde yeni bir ekonomik işleyiş
oluşturmalıyız. İklim değişikliğinin
yapısal nedenleri de tüm diğer dünya sorunları
gibi aynı nedenlerden kaynaklanıyor, dolayısıyla
çözümü de aynı mâhiyette olmak durumundadır.
Derin, yapısal ve devrimci çözümler gerekiyor” diyordu.
Elbette buraya kadar söylediklerimizden yanlış
sonuçlar çıkarmak doğru olmaz. Mevcut ekonomik
büyüme modelinden çıkmanın gereğine vurgu
yaparken, artık hiç büyüme olmasın demek istemiyoruz.
Kaldı ki, âcil çözüm bekleyen onca sorun varken büyüme
artık hiç de gerekli değil demek büyük bir çelişki
olurdu... Bir çok alanda hızlı büyüme gerekiyor
ama kaptalist mantığın dışına
çıkmak kaydıyla...
5. Komünist toplum perspektifinin vazgeçilmezliği...
Eğer geleceğin toplumunda daha çok özgürlük,
daha çok sosyal/ekonomik/politik eşitlik, daha derin
kardeşlik ve dayanışma, dışımızdaki
canlı dünyaya daha çok saygı ve özen, yüksek
düzeyde bir bölüşme/paylaşma kültürü, vb. geçerli
olacaksa, insan ilişkileri kardeşlik [fraternité]
temeli üzerine oturacaksa, bunun adı kavramın
jenerik anlamında komünizmden başkası değildir.
Eğer öyleyse, insanlığın ufkunda yıkıcı/yok
edici absürt kaptalist barbarlık düzeniyle, komünist
toplum perspektifi dışında bir üçünçü seçenek
görünmüyor... O halde iki şey: Birincisi, kapitalizm
artık gününü doldurmuş bulunuyor, dolayısıyla
kapitalizmden çıkmak, artık bir tercih sorunu
olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline gelmiş
bulunuyor; İkincisi, İnsanlığı
komününist topluma götürecek olan ‘uzun yolun’ adı
da sosyalizmdir... Bunları söylemek bir illüzyon,
kavramın olumsuz [pejoratif] anlamında ütopik
olmak demek değildir. Zira ütopya, bu gün olmayan
ama gelecekte olabilen anlamındadır... Bu yazıyı
Eduerdo Galeano’nun ütopyaya dair söylediğiyle bitirebiliriz:
“Ben iki adım ilerliyorum o iki adım uzaklaşıyor.
Ben on adım ilerliyorum o on adım uzaklaşıyor.
Hep ilerleyebilirim ve onu asla yakalayamam. Ütopya neye
yarar? Tam da şuna: Yol almaya”...
[21]
|