Yeni anayasa veya “ hiç bir şeyi
değiştirmemek için her şeyi değiştirmek”
Fikret Başkaya
AKP, 12 Haziran seçimleri sonrası için yeni bir
anayasa vâdediyor, bu amaç için insanlardan oy istiyor
ve tek başına anayasayı değiştirecek
bir meclis çoğunluğu arzuluyor. Yeni anayasanın
‘sivil’ bir anayasa olacağı söyleniyor. Eğer
öyleyse, bu mevcut anayasanın ‘sivil’ olmadığı
demeye gelir... Tabii AKP yeni bir anayasa vâdederse diğerleri
de boş duracak değil, onlar da kendilerince
yeni anayasadan söz ediyorlar. Lâkin yeni anayasa isteyen
sadece burjuva partileri değil, kapitalist patronlar
ve bir bütün olarak egemenler cephesi de artık yeni
bir anayasanın gerekliliği konusunda ısrarlı
görünüyorlar. Bu arada akademideki anayasa uzmanları
ve her şeyi bilen köşe yazarları ve medyatik
‘aydınlar’ da yeni anayasacılar kervanına
katılmış görünüyorlar... Bir de Kürtlerin
yeni anayasa talebi var ki, onlarınki haklı
ve yerinde bir talep, zira, artık bir şeylerin
gerçekten değişmesini istiyorlar...
Kimse ‘sivil anayasa’ ne menem bir şeydir, sivil
anayasa diye bir şey olur mu, ya da neden anayasa
kelimesinin önüne bir niteleme sıfatı ekleme
gereği duyuluyor, neden böyle bir ideolojik manipülasyona
baş vuruluyor sorusunu sormayı akıl etmiyor.
Söylenmek istenen her halde şu: mevcut anayasa askerler
tarafından yapıldı, militer bir anayasadır,
dolayısıyla sivil ve tabii demokratik
değildir. Bu sefer anayasa siviller tarafından
yapılacak ve ‘sivil’ ve ‘demokratik’ olacak... Sivil
olmak veya olmamak, kıyafet farklılığına
indirgenecek bir şey midir? Tipik bir ‘disiplin yönetmeliğine’
benzeyen 1982 anayasasının arkasında, bir
NATO ordusu olan TSK olsa da, anayasayı hazırlayanlar
üniformalı değildi... Akademinin anlı-şanlı
anayasa profesörleri ve cunta tarafından tayın
edilmiş sivil giyimli Danışma Meclisi’nin
‘seçkin’ üyeleriydi... Üstelik referanduma sunulup, halkın
‘onayı’ da alınmıştı... Sanırsınız
ki, anayasayı askerler kendileri için yaptı!
Diyelim ki, 1982 anayasasını üniformalı
unsurlar yaptı ama ondan sonra defalarca TBMM’ye
seçilen üniformasızlar 30 yıl boyunca bu anayasayı
neden sorun etmedi? Neden anayasanın askerî üniformasını
çıkarmak için kılını kıpırdatmadı?
Neden anayasayı ‘sivilleştirme’, ‘demokretikleştirme’
gereği duymadılar? Bir şey daha, cunta
anayasasının yürürlüğe girdiği 1982’den
bu yana 17 defa anayasa değişikliği yapıldı
ve geçiçi hükümler dahil 177 maddelik anayasanın
tam 119 maddesi değiştirildi... Demek ki, geçen
zamanda anayasanın yaklaşık %70’i ‘yenilenmiş’...
Eğer değişiklik ve ‘yenilik’ olumlu bir
anlam taşıyorsa, bu, %70 oranında bir ‘sivilleşme’,
‘demokratikleşme’, velhasıl ‘iyileşme’
anlamına gelmez miydi? Eğer yapılan değişiklikler
[yenilikler!] demokratikleşme demeye geliyorduysa,
o zaman yeni anayasa yapmak yerine geri kalan 58 madde
de gözden geçirilerek Türkiye ‘sivil’ ve ‘demokratik’
bir anayasaya kavuşmaz mıydı...
O halde üç şey: Birincisi, bir rejimin anayasal
olması, anayasasının olması, onun
demokratikliğinin güvencesi değildir. Esasen
anayasalar demokrasiyle değil, nasıl yönetebiliriz,
nasıl aldatıp-oyalayabiliriz, sorusuyla,
velhasıl ‘Teşkilat-ı Esâsiye ile
ilgilidir. Bu soruların kimler tarafından
sorulduğu da bellidir... Bu tür sorular daima mülk
sahibi sınıflar tarafından sorulur... Söz
konusu olan basbayağı sınıfsal
bir meseledir. Dolayısıyla belirleyici olan
bir yasayı veya anayasayı kimin yaptığı
değil, kimin/kimlerin çıkarına yapıldığı,
arkasında kimin/kimlerin olduğu ve durduğudur...
1982 anayasasını cuntacı generaller yaptı
ama mülk sahibi sınıflar adına ve onlar
için yaptı... Tabii bal tutanın parmağını
yalaması da işin doğası gereğidir;
ikincisi, bir anayasa için önemli olan hangi maddeleri
içerdiği değil, bunların pratik politikada,
uygulamada ne şekil aldığı, nasıl
yorumlandığı ve uygulandığıdır;
üçüncüsü de, bir anayasanın demokratikliğinin
asgari koşulu yapılış sürecinde hangi
toplum sınıflarının ne ölçüde dahlinin
olup-olmadığıdır. Eğer mülksüzleştirilmiş
sınıflar, işçiler, işssizler, topraksız
köylüler ve küçük çiftçiler, mütevazı toplum kesimleri,
velhsalı demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar,
sürece aktif ve etkin bir şekilde müdahale etmiyorsa,
edemiyorsa, politikleşmiş halk çoğunluğunun
etkin dahli söz konusu değilse, oradan çıkacak
bir anayasanın anti-demokratikliği tartışmasız
bir kesinliktir. Kaldı ki, Kadir Cangızbay’ın
isabetli tespindeki gibi: “Demokratikleşme, bir
süreçtir; doğrudan yasa ve anayasayla gerçekleşmez;
başka bir ifadeyle, yolu önceden çizilmez; karşılaştığı
engeller kaldırılarak yolu açılır”.[1]
Bir maddenin anayasada yer alması yeterli değildir.
Anyasanın varlık nedeni egemen sınıfların
nasıl yönetebiliriz, haklar alanını
nasıl daraltabiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz...
sorusuyla ilgili olduğu sürece, istediğiniz
kadar anayasada ‘demokrasiyle uyumlu’ maddeler bulunsun,
pratikte bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi
yoktur. Bilindiği gibi, anayasalar birer üst metindirler.
Uygulama alanına kanunlar yoluyla inerler ve anayasada
tanınan veya formüle edilen hakların kanunlarla
geri alınması yaygın bir gelenektir. Bu,
burjuva yasallığının vazgeçilmez kuralıdır.
Fakat verilen bir hakkı geri alma operasyonu ekseri
bizzat anayasada kotarılır. Anayasanın
bir maddesinde ifade edilen bir hak, ikinci veya üçüncü
paragrafta ancakla başlayan bir cümleyle
geri alınır/ içi boşaltılır,
işlevsiz hale getirilir... Ya da ilerdeki bir maddede
ortadan kaldırılır... Mesela yürürlükteki
anayasının üniversitelerle ilgili 130’uncu maddesi
şöyle: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri
ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel
araştırma ve yayında bulunabilirler. ancak,
bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı
ve ülkenin ve milletin bütünlüğü ve bölünmezliği
aleyhine faaliyette bulunma serbestliği vermez”.
Dikkat edilirse tanınan hak aynı cümlede
geri alınıyor. Hakları kullanılmaz
hale getiren ve yasaklayan ikinci yaygın uygulama,
maddenin sonuna eklenen kanunla düzenlenir ibaresidir.
Ekseri anayasada tanınan bir hak yasayla ortadan
kaldırılır. Eğer yasayla halledilemezse,
yönetmelikler imdada yetişir... Başka
bir yöntem de asla yapılmayacak bir şeyin ifade
edilmesidir. Mesela anayasanın 49’uncu maddesinde:
“ Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir.
Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek,
çalışma hayatını geliştirmek
için çalışanları korumak, çalışmayı
desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli
ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır”
deniyor... Böyle bir maddenin varlığının
bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? En doğal
hakları için mücadele eden işçilerin başına
nelerin geldiği, ne tür koşullarda çalıştıkları,
işssizliğin ne düzeyde olduğu bilinmiyor
mu? Devletin kimi nasıl koruduğu mâlum
değil mi? Son otuz yılda sendika kurmak için
harekete geçen on binlerce işçinin nasıl işten
atıldığı herkesin mâlumu değil
mi? Cunta anayasasının 26’ıncı maddesi
düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetiyle
ilgili: “ Herkes, düşünce ve kanaatlerini
söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına
veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına
sahiptir. deniyor, ve devamı şöyle:
“ Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik,
kamu düzeni güvenliği, cumhuriyetin temel ilkeleri
ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü....
amaçlarıyla sınırlanabilir”. Ve sınırlanıyor...
O kadar çok sınırlanıyor ve öyle sınırlayıcı
bir yasa stoğu var ki, istenirse her söylediğinizden
kendinizi önce mahkeme kapısında, sonra da mahpusane
koğuşunda bulmanız son derecede mümkündür...
Eğer öyleyse böyle bir ikiyüzlülüğe neden başvuruluyor?
Niyet ve amaç mâlûm değil mi?
Aslında kapitalizm dahilinde anayasaların demokrasinin
önkoşulu olduğu tartışmalıdır
ama demokrasinin önünü kesmek için gerekçe oluşturdukları
kesindir. Böylece, demokratik talepler, hak talepleri
‘anayasa’ gerekçe gösterilerek geri çevrilebiliyor veya
savsaklanabiliyor. Tabii anayasada değişiklik
yapmak da zorlaştırılır ki, egemen
sınıfların işine gelmeyen muhtemel
bir değişikliğin önü kesilsin... Oysa,
istenirse, anayasaya dokunmadan da, kanunlarda yapılacak
değişikliklerle kısmî bir demokratikleşme
pekâlâ mümkündür.
O halde sadede gelebiliriz. Egemen sınıfların
çıkarı, demokratik haklar alanının,
genel olarak da haklar alanının olabildiğince
daraltılmasını gerektirir. Egemen sınıflar
hiçbir şeyden eşitlik, özgürlük ve demokrasiden
korktukları kadar korkmazlar ama söylem farklıdır...
Sözcülerinin ve akıl hocalarının dilinden
demokrasi kavramı hiç düşmez... Siz sermaye
sınıfının, oligarşinin bir mensubu
olsaydınız, demokratik haklar alanının
genişlemesini ister miydiniz? Böyle bir şey
eşyanın tabiatine aykırı değil
midir? Zira demokratik haklar alanının gerçekten
genişlemesi demek, sömürünün sınırlandırılması
demektir ve sömürünün ve baskının sınırlandırılması
mülk sahibi sömürücü sınıfların, ülkenin
beşeri ve doğal zenginliğini yağmalayan
azınlığın ve şürekasının
asla arzu etmeyeceği, katlanamayacağı bir
şeydir. Eğer öyleyse egemenler cephesinin ve
onun sözcülerinin teklif ettiği, edeceği ‘yeni
anayasa’ ne kadar ‘yeni’olabilir? Bir anayasanın
yeniliğini marifet saymanın ne gibi
bir kıymet-i harbiyesi olabilir?
Anti-demokratik bir şekilde oluşmuş bir
parlamento demokratik bir anayasa yapabilir mi? Herşey
tepeden tırnağa anti-demokratik iken, hangi
mucizenin sonucu demokratik bir anayasa ortaya çıkacak.
Söz konusu siyasi partilerin kendilerinin demokratik bir
yapısı ve işleyişi söz konusu mu?
Bu partiler essasen parti başkanlarının
birer şirketine benzemiyor mu? Bunlar tek kişi
tarafından yönetilen siyasi yapılar değiller
mi? Kimlerin nereden milletvekili olcağına parti
başkanları karar vermiyor mu? Meclis %10 barajı
ayıbının gölgesinde oluşmuyor mu?
Siyasi partiler yasası 12 Eylül rejiminin eseri değil
mi? Eğer öyleyse ve bu siyasi partilerin mensuplarından
oluşan parlamentonun bizzat kendisi anti-demokratik
iken, oradan demokratik bir anayasa çıkacağına
sanmak abesle iştigal etmek değil midir? Denilebilir
ki, milletvekillerini halk seçiyor... Önlerine gelene
oy vermek seçmek midir? Aslında seçimin gerçek anlamda
seçmekle bir ilgisi yok. Orada söz konusu olan, birileri
[Parti patronları] tarafından tayın edileni
onaylamaktan ibarettir... Zira, asıl seçenler
başkaları, dolayısıyla söz konusu
olan sefil bir sirk oyunundan başka bir şey
değil... Seçim sandığına giden önceden
birileri tarafından tayin edileni onaylıyor
sadece... Kaldı ki, geçerli sistemde zaten gerçek
bir temsil asla mümkün değildir. Politika
yapmanın profesyonelleşmiş ayrıcalıklı
bir elitin işi olmaya devam ettiği koşullarda
yapılan seçimler, ancak seyirciyi oyalamaya yarayabilir
ki, zaten yapılan da odur... Netice itibariyle siyasi
partilerin varlığı ve belirli aralıklarla
[ 4-5 yıl] seçimlerin yapılması bir rejimin
demokratikliğinin garantisi değildir. O halde
soruyu şöyle sorabiliriz: Siyasi partiler niye var
ve seçimler neden yapılıyor? Besbelli ki, kitleleri
aldatıp/ oyalamak için...
Gerçekten demokratik bir anayasa, ancak anayasa yapma
sürecine demokrasiye ihtiyacı olan toplum sınıflarınnın
etkili ve kalıcı katılımı ve
müdahalesiyle mümkün olabilir. Bunun için de her kesimin
ağırlıyla orantılı bir kurucu
meclisin oluşturulması gerekir. Bu da kitle
hareketinin yükselmesini ve politikleşmiş bir
tartışma ortamını varsayar. Bu önkoşulların
oluşmadığı koşullarda yapılan
ve yapılacak hiçbir anayasanın demokratikliğinden
söz edilemez. Aksi halde mevcut parlamentodan demokratik
bir anayasa beklentisi içine girmek olsa olsa liberal
medyatik aydınların bir kuruntusu olabilir...
Son bir soru da şu olabilir: Yeni anayasa neden
şimdilerde gündeme getiriliyor? Rejimin yeni bir
yapılanmaya ve yeni bir meşruluk zeminine, tabi
zaman kazanmaya ihtiyacı olduğu için... Böylece
eski şarabı yeni şişede sunma imkânını
kavuşmayı umuyorlar... Eğer öyleyse, yapılacak
‘yenilik’, hiçbir şeyi değiştirmemek
için her şeyi değiştirmenin ötesinde
bir anlam ifade etmeyecektir...
[1] Bkz: “ ‘Sivil anayasa’ işportacıları”,
Birgun.net, 9 Nisan 2011.
|