RAPOR
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ
VE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN ÖNERİLER
26-27 Haziran 2004
AB SÜRECİNDE DEMOKRASİ
VE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN ÖNERİLER
Bilindiği gibi 10-11 Aralık 1999
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye Avrupa Birliği’ne
“Aday Devlet” statüsü verildi. Bu gidişle;
2004 Aralık ayındaki zirve de Avrupa Konseyi’nin
Türkiye ile katılım müzakerelerini başlatma
konusunda olumlu bir karar verme olasılığı
yüksek görünüyor.
Hak ve Özgürlükler Partisi olarak, Türkiye’nin
AB üyelik sürecini irdelemek, Kürt halkının
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin tutum
ve beklentilerini tespit etmek için başta Diyarbakır
olmak üzere Türkiye’nin bir çok yerinde ‘AB Sürecinde
Türkiye ve Kürtler’ konulu sempozyumlar düzenledik.
(Ne yazık ki 11 Nisan 2004 günü Diyarbakır’da
gerçekleştirmeyi planladığımız
ilk toplantı Diyarbakır Valiliği
tarafından yasaklandı. Bu uygulama sürecin
ruhuna ters düşen talihsiz bir durumdu).
Gerçekleştirdiğimiz toplantılara
Kürt toplumunun her kesiminden aydın, hukukçu,
yazar, sendikacı, sanatçı, sivil toplum
temsilcileri ve siyasetçilerden oluşan yüzlerce
insan iştirak etti. Katılımcıların
çoğu yazılı ve sözlü olarak Kürtlerin
AB sürecinden beklentileri hakkında fikirlerini
açıkladılar. Bütün bu katılımcı
toplantı ve tartışmalar sonucunda
ortaya çıkan düşünce ve önerileri ana
hatlarıyla sizlerle paylaşmayı uygun
görüyoruz.
Kürtler Ortadoğu’nun En
Eski Halklarından Birisidir ve Her Halk Gibi
Bütün Ulusal Demokratik Haklarını Özgürce
Kullanabilmelidir
Sıkça belirtilenin aksine Kürtler azınlık
değil, Ortadoğu’nun en eski ve en büyük
yerleşik halklarından birisidir. Kürtlerin
kendilerine özgü Hint Avrupa Dil Grubu’na ait Kürtçe
diye bir dilleri, zengin bir kültür ve çok eskiye
dayanan bir tarihleri var. Bu halkın 20 milyona
yakın kısmı ise Türkiye sınırları
içinde yaşamaktadır.
Kurtuluş Savaşı sırasında,
dönemin yöneticileri tarafından Kürtlere verilen
vaatler, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Lozan Antlaşması’nın
imzalanmasıyla birlikte unutulmuş, bunun
yerine Kürtlerin varlığını inkara
dayalı tekçi bir politika izlenmeye başlanmıştır.
Kürtler, ulusal demokratik haklarını istemek
için başkaldırdıkların da ise
bunlar kanla bastırılmış, milyonlarca
Kürt sürgüne yollanmıştır. 1925 Şeyh
Sait İsyanı, 1930 Ağrı Ayaklanması
ve 1937 Dersim Başkaldırısı,
Cumhuriyet döneminde kanla bastırılan
en önemli Kürt ayaklanmaları arasındadır.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürt halkının
varlığı gibi, dili ve kültürü de
yok sayılmış, Kürtler büyük çaplı
bir asimilasyon kampanyasına tabi tutularak
Türkleştirilmeye çalışılmıştır.
Kürtlerin yaşadığı bölge ekonomik
ve sosyal olarak geri bıraktırılmış,
burada çağdışı sosyal yapılar
bilinçli olarak korunup ayakta tutulmuştur.
Özetle Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca
ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın
bütün alanlarından dışlanmışlardır.
1980 darbesinden sonra Kürtlere karşı
izlenen baskı ve inkar politikası iyice
çığırından çıktı.
1984 yılında PKK’nin başlattığı
silahlı eylemler ise yönetimin baskı ve
yok etme politikalarını hayata geçirmek
için büyük bir fırsat yarattı.
Son 15-20 yıllık süreçte Kürtler ve
onların yaşadığı bölge
tam bir yıkım politikasının
hedefi haline getirildi.
İzlenen zoraki göç politikaları ile
Kürt bölgesinin demografik yapısı bozuldu,
binlerce köy ve kasaba yakılarak boşaltıldı,
burada yaşayan üç milyon dolayında insan
zoraki göçe tabi tutuldu. Son onbeş yılda
yaşanan silahlı çatışmalar sonucunda
resmi verilere göre 35 bin dolayında, gerçekte
ise 50 binden fazla insanımız yaşamını
yitirmiş, bir o kadarı yaralanmıştır.
Bu dönemde, binlerce insan ise ‘faili meçhul’ cinayetler
sonucu katledilmiştir.
Oluşturulan Köy Koruculuğu sistemiyle
Kürt toplumunun arasına düşmanlık
tohumları ekilmiştir. OHAL Valiliği,
Özel Tim ve JİTEM gibi kurumlarla bölgede hayat
çekilmez hale getirilmiştir.
Son dönemde AB ile uyum çerçevesinde yapılan
kimi düzenlemelere rağmen Kürt sorunu konusunda
izlenen inkar politikası esas olarak terk edilmemiş,
Kürt halkının varlığı hala
resmen tanınmamıştır.
Öte yandan, Türkiye’yi yönetenler yıllar
boyunca Kürt sorununu bir asayiş sorunu olarak
göstermeye çalışmış ve çözümü
de güvenlik güçlerine havale ederek baskı yoluna
başvurulmuştur. Son yirmi yılda ise
Kürt sorunu PKK ile özdeşleştirilerek,
bu sorun iç ve dış kamuoyuna bir ‘terör’
sorunu olarak yansıtılmaya çalışılmıştır.
Bu şekilde Kürt halkına karşı
izlenen baskı politikalarına bir meşruiyet
kazandırılmak istenmiştir.
Oysa Kürt sorunu esas olarak ulusal bir sorundur.
Ama aynı zamanda ekonomik, sosyal, siyasal,
kültürel, tarihi ve jeopolitik boyutları olan
ve bir çok (Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi)
ülkeyi ilgilendiren komplike bir yapıya sahiptir.
Sorununun bu tarzda konulması çözüm çabaları
için son derece önem taşır
‘Katılım Ortaklığı Belgesi’
ve ‘Ulusal Program’ Kürt Halkının Haklarını
Tanımlamaktan Uzaktır
AB’nin kuruluş amaçlarından birisi istikrar
ve sürdürülebilir barış ortamını
sağlamaktır. Türkiye koşullarında
böyle bir amacı gerçekleştirmenin en önemli
koşullarından birisi ise Kürt sorununun
demokratik ve hak eşitliği temelinde çözümüdür.
Ne varki Katılım Ortaklığı
Belgesi ve hükümetin hazırladığı
Ulusal Program ile bunların düzeltilmiş
versiyonları bu mantık ve anlayıştan
uzak bulunmaktadırlar.
Ayrıca, AB’nin, hazırladığı
Katılım Ortaklığı Belgesi
ve ilerleme raporlarında Kürtleri ve Kürt sorununu
bu çerçeveye oturtmaması Kürt halkı arasında
ciddi kaygı ve hoşnutsuzluğa neden
olmuştur. Oysa, Avrupa Parlamentosu 1992 de
Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Etme
Hakkı’nı tanıdığını
kararlaştırmıştı.
Gerek Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde gerekse Türkiye’nin Ulusal Program’ında
Kürt sorunu kimi zaman görmezlikten gelinmiş,
çoğu kez de kişisel haklar düzeyine indirgenmiştir.
Kıbrıs sorununun çözümünde eşitlik
ve adaletten bahseden AB’nin, Kürtlerden sadece
hak kırıntıları ile yetinmesini
istemesi bu birliğin oluşturduğu
hakkaniyet ilkelerine uygun değildir.
Türkiye’nin hazırladığı Ulusal
Program, AB’nin felsefesi, demokratik kriterleri
ve mantığı ile bir tutarlılık
içinde değildir. Ayrıca Ulusal Program’ın
hazırlık aşamasında toplumun
ve en başta da Kürtlerin katılımı
sağlanmamış, onların ne istediklerine
bakılmamıştır. Böyle bir programın,
Türkiye’nin çoğulcu ve katılımcı
demokrasiyi AB normlarında yapılandırmasına
yetmeyeceği açıktır.
Partimiz, “AB Uyum Yasaları”nın tartışıldığı
ve TBMM’de onaylandığı dönemde yayınladığı
25 Mart 2003 tarihli raporunda da bu alandaki eksik
ve yanlışlara ısrarla dikkat çekti.
Ama ne yazık ki, parlamento ve hükümet temsilcileri
bildiklerinde ısrar etti. Sonuçta Türkiye’nin
köklü demokratikleşme taleplerinden uzak bir
tablo ortaya çıktı.
Peki bu güne kadar çıkarılan bunca ‘uyum
paketine’ ve değişikliklere rağmen
insan hakları, örgütlenme özgürlüğü, toplantı
ve gösteri yürüyüşleri hakkı, kısaca
demokrasinin olmazsa olmaz normları alanında
durum nedir?
AB ile Uyum Çerçevesinde Yapılanlar
ve Yapılmayanlar Nelerdir?
Bu raporun hazırlandığı tarihe
kadar TBMM, 8 paketten oluşan bir dizi yasal
ve anayasal değişiklik gerçekleştirdi.
9.su ise Parlamentoya sevk edilmiş durumdadır
2002 tarihinden bu yana yasal ve anayasal düzeyde
yapılan değişiklik ve düzenlemelerin
belli başlıları şöyle sıralanabilir:
Bu dönem içinde;
OHAL uygulamasına son verildi.
TMY’nin 8 maddesi kaldırıldı.
İdam cezası, başta savaş koşulları
hariç olmak üzere, daha sonra ise tümden anayasadan
çıkartıldı.
Anayasadaki Kürtçe konuşma yasağı
ile ilgili maddeler çıkartıldı.
Parti kapatmaları zorlaştırıldı.
‘Türkçe dışındaki diğer dillerde
televizyon yayını ve kurslar açma’ bir
çok koşul ve sınırlamaya bağlı
olarak serbest kılındı.
Ne var ki yapılan bu düzenlemeler hem Kürt
sorununun çözümü hem de Türkiye’nin köklü demokratikleşme
talepleri bakımından oldukça geri ve yetersiz
adımlardır.
Her şeyden önce askeri rejim döneminde yapılan
1982 Anayasası yerinde duruyor. İnsan
hakları ihlalleri alanındaki tablo ise
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV),
İnsan Hakları Derneği (İHD)
Genel Merkezi ve şubeleri ile Mazlum Der’in
yayınladıkları yıllık raporlarda
açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu kurumların
yayınladıkları 2003 yılı
yıllık raporlara göre; bu dönemde de işkence
ve kötü muamele vakaları devam etmekte, yargısız
infaz ve faili meçhul saldırılar sonucu
insanlar yaşamlarını yitirmekte,
düşünce ve eylemlerinden dolayı devlet
memurları hakkında soruşturmalar
açılmaktadır. Ayrıca bu raporlarda;
‘resmi görüşe uymayan düşünceler dile
getirdikleri için siyasi partiler, hükümet dışı
kuruluşlar, gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar
üzerindeki baskıların sürdüğü’ saptanmıştır.
HAK-PAR ve yöneticileri başta olmak üzere,
Kürt sorununun çözümünden söz eden partiler ve yöneticileri
çeşitli davalarla karşı karşıya
kalmışlardır.
Sadece Partimizin karşı karşıya
bulunduğu antidemokratik uygulamalar bile Türkiye’de
hak ve özgürlük sınırlamaları bakımından
oldukça öğreticidir.
HAK-PAR hakkında, Mart 2002 yılında,
yani daha kuruluşunun ilk ayında, Anayasa
Mahkemesi’nde kapatılma gerekçesiyle dava açıldı.
Açılan dava sonuçlanmadan bekletilmektedir.
Keza, 04.01.2004 tarihinde Ankara’da yaptığı
1. Olağan Genel Kurulu’nda Kürtçe konuşulduğu
ve Kongre davetiyeleri Kürtçe-Türkçe basıldığı
için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca
soruşturma açılmış ve bu işlem
devam etmektedir. Yine başta Genel Başkan
Abdulmelik Fırat olmak üzere parti yöneticileri
hakkında Türkiye’nin sorunlarına ve çözüm
yollarına ilişkin görüşlerini açıkladıkları
veya toplantılarda Kürtçe konuştukları
gerekçesiyle çeşitli davalar açılmıştır.
Bunlardan bir kısmı sonuçlanmış
bir kısmı da devam etmektedir.
Sadece bunlar değil;
Köy Koruculuğu Sistemi hala varlığını
sürdürmekte.
Siyasal Partilerin Türkçe dışındaki
dillerin kullanımını yasaklayan Siyasal
Partiler Yasası’nın 82. maddesi ciddi
bir sorun durumunda.
Kaldırılan TMY’nin 8. Maddesi yerine
kullanılan TCK’nun 312. Maddesi düşünce
ve ifade özgürlüğü önünde ciddi bir engel oluşturuyor.
TCK’nun 159. Maddesi eleştiri ve ifade özgürlüğünü
büyük ölçüde kısıtlıyor.
Kürtçe radyo-TV yayını ile Kürtçe kurs
alanında yapılan düzenlemeler ise Kürtlerin
bu alandaki taleplerini karşılamak yerine
Kürt toplumu ile alay edici niteliktedir.
‘Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında
geleneksel olarak kullandıkları farklı
dil ve lehçelerde yayın yapılması’
mevzuatta kabul edildiği halde, yönetmelik
ile bu ‘hak’ günlük ve haftalık belirli saatler
ile sınırlandırılmıştır.
Bu çerçevede 09.06.2004 tarihinden itibaren, TRT
radyoda ve TRT 3 TV kanalında haftada 35 dakika
olmak üzere yayın yapılmaya başlandı.
Ne var ki bu adım Kürtçe yayın hakkını
kullandırmaktan uzaktır.
Eğitim konusunda ise mevzuatta ‘Türk vatandaşlarının
günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçeler’in
öğretilmesi için özel kursların açılmasına
izin veren değişiklik yapıldı.
Ancak devlet eliyle herhangi bir kurs açılmadığı
gibi anadilde eğitim hakkına ilişkin
hiçbir adım atılmamıştır.
Partimize göre, Kürtçe Türkçe’nin yanısıra,
Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları
bölgelerde hem kamusal/devlet işleri alanında
resmi yazışma dili ve hem de eğitim
ve öğretim kurumlarında eğitim dili
olarak kullanılabilmelidir.
Türkiye’de 20 milyondan fazla bir varlık
oluşturan Kürtlerin kullandığı
dilin, tüm eğitim kurumları düzeylerinde
-ilk, orta ve yüksek eğitim kurumlarında-,
eğitim dili haline gelmesi Kopenhag Siyasi
Kriterleri’nden öteye, bir vatandaşlık
hakkıdır.
Keza radyo ve TV’de Kürtçe yayın alanında
bütün sınırlamalar kaldırılmalı,
TRT’nin bir kanalı Kürtçe yayın için tahsis
edilmelidir.
Evrensel Normlar Kürt Sorununun
Çözümünde Yol Gösterici Olmalıdır
Görüldüğü gibi,Türkiye’de AB üyelik sürecinde
yapılan belirli düzenlemelere rağmen Kürt
sorununda hala köklü ve samimi bir politika geliştirilmiş
değil. Zira hala Kürt halkının varlığı
resmen tanınmadığı gibi, Kürtçe
yayın ve eğitim alanında da tatmin
edici adımlar atılmamıştır.
Oysa Kürtler, diğer bütün dünya halkları
gibi, kendi kendini yönetmek dahil bütün ulusal
demokratik haklarını kullanmaktan yanadır.
Elbete bunu Türkiye’nin mevcut sınırlarına
dokunmadan istemektedir.
Türkiye gibi, ulusal-etnik sorunları olup
bu sorunlarını barışçı
ve siyasal yollarla çözmüş dünyada bir çok
ülke var. AB üyesi olan İspanya, Belçika, Almanya
ve İngiltere gibileri, bu tür ulusal-etnik
sorunlarını barışçıl bir
biçimde çözüme kavuşturmuş başlıca
ülkelerdir. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün
Kıbrıs için hazırladığı
çözüm planı Türkiye’nin yararlanabileceği
diğer bir çözüm modelidir.
Öte yandan; hem AB’yi hem de Türkiye’yi bağlayan
ve uluslararası birincil hukuk belgeleri niteliğinde
olan uluslararası antlaşma ve kararlar
da Kürtlerin bu yöndeki insani taleplerini meşru
gören bir anlayışa sahiptir.
- Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayımlanan
Wilson Prensipleri’ne göre “zayıf yada güçlü
olsun, bütün halkların ve milliyetlerin birbiriyle
eşit, özgürlük ve güvenlik içinde yaşama
hakkı, bir adalet prensibi” olarak kabul edilmiştir.
- 1920 de imzalanan Sevr Barış Antlaşması’nda
da taraflar Bağımsız Kürt Devletini
tanıyacaklarını deklere etmişlerdir
- Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından
1966 da kabul edilen Kişi Hak ve Özgürlükleri
ile ilgili Konvansiyon’da ‘Bütün halklar self determinasyon
hakkına sahiptir’ ilkesi yer alıyor.
-BM Genel Kurulu 14 Aralık 1960 tarihli ve
1514 sayılı ‘Sömürge Ülkelere ve Halklara
Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi’
resmi kararına göre, “Bütün halklar Self Determinasyon
hakkına sahiptir. Bu hakkın tabii bir
sonucu olarak politik statülerini tayin eder, ekonomik,
sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe
takip ederler”.
-1950 Sömürgeler Deklarasyonu’nda da Ulusların
Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı kabul edilmiştir.
-1970’te BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Kardeşlik
Bağları Deklarasyonu’nda da Halkların
Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı kabul edilmiştir.
Kürt Sorununun Çözümü ve AB Standartlarında
Bir Demokrasi İçin;
Türkiye, ülkedeki çok etnisiteli yapısına
uygun olarak çoğulcu ve katılımcı
bir biçimde yeniden yapılanmak zorundadır.
Hem demokrasi hem de Kürt sorununun çözümü için
merkezi, tekçi, hantal siyasal yapı terk edilmeli.
Avrupa Birliği normlarının gerektirdiği
ademi merkeziyetçi, federal bir sistem kurulmalıdır.
Böyle bir sistem, Kürtlere, başta siyasal yaşam
olmak üzere hayatın bütün alanlarına eşit
koşullarda katılım için olanaklar
sunmalıdır. Türkiye, bu konuya ilişkin
dünyadaki çözüm modellerinden birini ya da birkaçını
sentezleyerek kendi koşullarına uygulayabilir.
Bütün bunlar için atılacak belli başlı
somut adımlar şöyle sıralanabilir:
- Bir deli gömleği gibi toplumun üzerine
zorla giydirilen 12 Eylül Anayasası yerine
Kürt kimliğini tanıyan, Kürt halkının
varlığını ve haklarını
güvence altına alan yeni, demokratik, çoğulcu
ve evrensel hukuka uygun bir anayasa yapılmalıdır.
-Örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasaklar
kaldırılmalıdır. Şiddet
içermeyen her tür düşünce, örgütlenme özgürlüğü
çerçevesinde yasal güvenceye bağlanmalıdır.
Bu anlamda, Kürt partilerinin yasal çalışma
yapmasına olanak sağlanmalıdır.
- Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelerde -temel eğitimden üniversiteye kadar-
eğitim dili Kürtçe olmalı, diğer
bölgelerde de Kürtçe seçmeli ders olarak okutulmalı.
-Kürtçe radyo ve televizyon yayını için
bütün sınırlandırmalar kaldırılmalı,
TRT’nin bir kanalında tam gün sadece Kürtçe
yayın yapılmalıdır.
- Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelerde, kamusal alanda Türkçe’nin yanı
sıra Kürtçe de kullanılabilmelidir.
- Kürt dilini, tarihini, kültürünü araştıran
devlet destekli kurum ve enstitüler oluşturulmalı.
-Yerleşim yerlerinin, coğrafik alanların
(dağ, nehir, ova, göl gibi yerlerin) Kürtçe
isimleri iade edilmeli.
- Kürt ailelerinin çocuklarına Kürtçe isim
vermeleri önündeki uygulamadan kaynaklı idari
engellemeler kaldırılmalıdır.
- Kürt kimlikli ve Kürtçe isimli siyasi parti,
dernek, vakıf, sendika, kulüp, meslek odası
gibi kuruluşların kurulması serbest
kılınmalı, faaliyetlerinde Kürtçe
dilini kullanmalarının önündeki hukuki
ve fiili engeller kaldırılmalıdır.
- Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgeleri
kapsayan bir Yerel Parlamento kurulmalı; eğitim,
sağlık, asayiş ve diğer genel
idari hizmetler bu parlamentoya bırakılmalıdır.
Yerel yönetimler demokratikleştirilip güçlendirilmelidir.
- Toplumda yaratılan kırgınlıkların
aşılması, barış ortamının
sağlanması için siyasi tutuklu ve hükümlüler
için genel bir af çıkarılmalıdır.
- Köy Koruculuğu Sistemi ve Özel Tim birimleri
lağvedilmelidir.
- Köylerinden zorla göç ettirilenlerin geri dönüşü
için gerekli her türlü koşul ve olanaklar sağlanmalıdır.
- Geçmişte işlenen siyasi cinayetlerin failleri
ortaya çıkarılıp cezalandırılmalı.
- Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
bölgelerdeki ekonomik ve sosyal geri kalmışlığa
derhal müdahale edilmeli, bölgenin refah düzeyi
yükseltilmeli, işsizlik ve yoksulluğa
karşı özel projeler uygulanmalıdır.
- Başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere
Seçim Kanunu, Toplantı Gösteri ve Yürüyüş
Kanunu, Ceza Kanunu, TMY gibi antidemokratik tüm
kanunlar AB standartlarına ve müktesebatına
uygun yeniden düzenlenmelidir.
- İnanç özgürlüğünü ve evrensel laikliği
zedeleyen yasalara ve uygulamalara son verilmelidir.
Bu anlayışın ürünü olan Diyanet İşleri
Başkanlığı yerine, bu tür hizmetlerin
yürütülmesi özgür bir ortamda inanç sahiplerine
bırakılmalıdır.
Partimiz Kürt sorununun çözüm sürecinin bütün
aşamalarında kendi sorumluluklarını
yerine getirmeye, kendisinden beklenen her katkıyı
sunmaya hazırdır
Partimiz, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’nin
gereğini tam olarak yerine getirdiği,
bu kapsamda Kürt sorununun çözümü için ciddi adımlar
attığı zaman, Türkiye ile adaylık
müzakerelerinin başlatılmasından
yanadır.
Bu çerçevede başta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne,
Hükümete ve parlamentoda gurubu bulunan siyasi partilere,
yukarıda maddeler halinde önerdiğimiz
adımların atılması için gerekli
yasal değişikliklerin yapılması
çağrısında bulunuyoruz. Yapılacak
bu değişiklikler bizler; Türkler, Kürtler
ve Türkiye’de yaşayan herkes için gereklidir.
HAK-PAR
26-27 Haziran 2004
|