Malan barkir nebîne bîne / leylî leyla
Malan barkir nebîne bîne / leylî leyla
Li yurdê min di kuda çûne / leylî leyla
Lê çavê dû min lehîne tîne / leylî leyla
Siz hiç boşaltılmış
köy gördünüz mü?
Kejé Bémal
''Korkuyorum Serhad!''diyorum...
Adımları yavaşlıyor, dönüp sevgiyle
yüzüme bakıyor.
'' Korkma Kejê! Yürü! Ayıp sana, insan hiç kendi
vatanından korkar mı?''
elini uzatıyor...Tutuyorum...Sürükleyerek yürütüyor
beni…
Müthiş bir sessizlik.Hiç ses yok.
O an anlıyorum, yüksek ses kadar sessizliğinde
insanı inanılmaz rahatsız ettiğini.
Şaşkın şaşkın etrafıma
bakıyorum.
Tam girişte tahta bir köprü görünüyor. Altından
akan dere kurumuş.
Hızla köprüye yönelirken sağımda duvarın
dibindeki tandırı fark ediyorum.
Bırakıyorum Serhad'ın elini, oraya doğru
yöneliyorum.Duvarında geçmişten kalma is izleri.
Eğiliyorum tandırın ağzına
ve içinde bulunduğumuz gerçeği en çıplak
haliyle algılamama yetiyor gördüğüm manzara.Tandırın
ağzı kat kat örümcek bağlamış.Saç
telimden ayak parmağıma kadar bir sızı
hissediyorum.Dönüp Serhad'a bakıyorum.Yüzüm ne hale
gelmişse yanıma geliyor.Müthiş bir şefkatle
uzatıyor yeniden elini.
Yürüyoruz tahta köprüye doğru…
Şimdi köydeki evler yarı yıkılmış
halleriyle tam karşımızda.
Sessizlik bütün hüznü ile devam ediyor dört tarafı
yüksek tepelerle çevrili köyün.
Kafamı kaldırıp bakıyorum; Masmavi
bir gökyüzü.
Köprünün bitimi genişçe bir bahçeye açılıyor.
Öyle güzel bir bahçe ki;Tam karşımızda
müthiş güzel bir zeytin ağacı.Dalında
ne zamandan beri orada asılı olduğunu asla
bilemeyeceğimiz bir kilim.
Ağaca doğru koşuyor Serhad.
İki çevik hareketle dalında şimdi.
Arkasından ona doğru koşarken bütün Kürt
çocukları bu kadar atletik ve mutlak doğaya
uyumlu olmak zorunda mı?diye düşünmeden edemiyorum.
Serhad ağacın dalına ayaklarını
takmış başaşağı sallanarak
gülüyor.
Görürsün sen diyorum.Eni sonu mutlak doğaya uyumlu
ırkın kızıyım ben de.İki
üç hamle ile hiçte zorlanmadan ağacın dalına
çıkıp yanına oturuyorum.
O arada gözüm dalında kurumuş zeytinlere takılıyor.
Serhad hemen farkediyor ne düşündüğümü.
Bir an için unuttuğumuz gerçek yüzümüze tokat gibi
çarpıyor yeniden
Başımızı eğiyoruz.
O ara görüyorum nar ağaçlarını. Üzerinde
koca koca narlar dallarında patlayıp çürümüş.
''Sahi insanın hakkı var da doğanın
hiç mi hakkı yok Allah'ım?Sen buradan zorla
sürülenleri bırak, bu ağaçlarda kendilerini
sunmak için büyüyüp dalında kurumuş meyvelerin
hakkını sor, madem Yaradansın!'' diye düşünüyorum
kendi kendime.
Keyfimiz kaçıyor.
Ağaçtan iniyoruz.
Evlere doğru ağır adımlarla
yürürken Serhad koşarak kayalığın
altındaki mağaraların önünde diz çöküyor.Ve
mağaranın içine doğru ellerini ağzına
götürüp güçlü bir çığlık atıyor.Sonra
da içeriye elindeki bir çubuğu atıp hızla
kaçıyor.Yirmi metre uzağında acayip bir
gerilim ve korkuyla neler oluyor diye bakıyorum.
Serhad karşımda durup gülerek ''Gel Kej Xatun,
içerisi güvenli''...
''Neee! İçeriye mi gireceğiz.Ben giremem,
korkarım!'' diyorum çığlık çığlığa
bağırarak.
''Hadiii Kej Xatun! O kadar yolu boşuna mı
geldik! Sen demedin mi beni boşaltılmış
bir köye götür. Gel işte sana her yerini gezdireceğim''.
''İyi de Serhad evler yukarıda. Bunlar mağara.
Ne işimiz var mağaralarda.Gel evleri gezelim''
diyorum.
Yüzüme bakıp gülüyor.
Gelip elimden tutup beni sürüklerken ''Güzelim çok eskiden
evler bu mağaraların içindeymiş. Sonraları
yukarıya taşınmış köy.
Mağaraları da hayvanlara ayırmışlar.
Ben biraz evvel kontrol ettim. İçi temiz. Aklında
bulunsun mağaralara öyle hemen girilmez. Önce benim
yaptığım gibi içine bağırıp
bir şeyler fırlat. Sonrada geri çekil.Eğer
içeride bir şeyler varsa sesten ürküp kaçar'' diye
büyük bir ciddiyetle anlatırken çoktan geldiğimiz
mağaranın ağzında olduğum yere
çakılıyorum...
''Bir şey derken neyi kastediyorsun Serhad?'' diyorum
korkuyla. Gülüyor...
'Haydi gel, güven bana'' diyor bir ayağı
çoktan mağaranın içindeyken.
Elini arkasından uzatıyor,Elinden tutup çekiyorum
kendisini. Avaz avaz bağırıyorum korkudan.''Girmeyecem,
ben içeriye girmeyecem'' diye.
Tutup belimden sürüklüyor mağaranın içine
çığlıklarımla beraber...
İçeride nemli bir serinlik var.
Kesiyorum artık bağırmayı.
Nasılsa korkunun ecele faydası yok, öğrendik.
Ve her zamanki gibi merak duygum korkudan daha ağır
basıyor.
Birbirine açılan büyüklü küçüklü mağaraların
içindeyiz.
Kayaların içine büyük bir sabır ve maharetle
oyulmuş.Bazıları genişçe tek salon
ve onu içeriden birleştiren bir kapıdan yan
taraftaki nispeten küçük odaya açılıyor.Bazıları
tek bir odadan ibaret.Nedense yakın geçmişe
kadar kullanıldığına dair bir his
var içimde.
Elektrik tesisatı bile var çünkü.
Daha sonradan hayvan barınağı olarak
kullanılsa da daha çok ev havası hakim.
Elimi duvara yaslıyorum. Avuç içimi iyice dayıyorum
acaba gözlerimi kapatsam hikayesini fısıldar
mı bana?
Kaç talan, kaç zulüm, kaç işgal, kaç doğum,
kaç ölüm gördün? Sen ki İskender'e bile diz çöktürensin,
nedir bu sessizliğin? Kafası tıraşlı
yetim kara çocukların bayram öksüzlüğü gibi
boynu bükük duruşun? Nasıl geldin bu hale? Bırak
insanı, artık evcil hayvanlar bile yaşamıyor
içinde? Hangi hoyratın eli, nasıl bir vahşet
seni bu hale koydu?”
Serhad'ın sesi ile açıyorum gözlerimi.
'Hey! Kej Xatun, hadi köye çıkalım!''
“Çıkalım Serhad, çıkalım.Madem şahitlik
gerekti zulmün tarihine.Hadi çıkalım! Anlaşılan,
göreceği var gözlerimizin ve çekeceği var ruhumuzun!”
Çıkıyoruz mağaradan.Kayalıkları
ve mağaraları sol yanımıza alıp
ilerliyoruz kendini insana sunamamanın ezikliği
ve utancı ile dalında kuruyup kalmış
çeşit çeşit meyvelerin arasından.
Sol tarafta bir patika yoldan tırmanıyor .
Serhad,kararlı,coğrafyayı tanımanın
rahatlığıyla hızlı ve çevik ilerleyen
ayaklarının ardından düşe kalka tırmanıyorum
ben de.
Büyük bir düzlüğe çıkıyoruz.
Küçüklü büyüklü taş evler karşılıyor
bizi.
Müthiş rahatsızlığıyla devam
ediyor sessizlik hala.
Tek bir canlı yok gibi duruyor.
En azından evcil tek bir canlıya rastlamıyoruz.Serhad'a
sesleniyorum
“nerede bu köyün hayvanları?Nerede, kedi, köpek,
kuş, tavuk, kaz, ördek?”
Müthiş bir acıyla gerilen yüzündeki kapkara
gözlerini gözüme dikip, ilk defa duyduğum öfkeli
bir sesle cevap veriyor; 'Kej Xatun, insanın olmadığı
yerde hayvan yaşar mı hiç?Sen boşaltılmış
köy deyince sadece insanların sürüldüğünü mü
düşündün bu coğrafyadan? Sadece insanların
mı yerlerinden yurtların edildiğini?''
kafamı yere eğiyorum.Gözlerim doluyor.Serhad
elimi tutuyor ve o önde ben arkada onda öfke bende müthiş
bir hüzünle giriyoruz önümüzdeki ilk evin artık olmayan
kapısından içeri...
Duvarlardaki toprak sıva yer yer dökülmüş.
Sol tarafta kapının hemen yanında acemi
bir elektrik tesisatından arta kalan kablolar.İnanılmaz
bir sessizlik ve insanın içini üşüten bir serinlik.Geniş
sayılabilecek bir salon karşılıyor
bizi.
Yerler toprakla dolmuş.
Eskiden kalma kırlangıç yuvaları tahta
direklerden oluşan tavanda, yarısı yıkılmış
öylece duruyor. İçinde yuva kurduğu evlerin
kaderine benzemiş onun da kaderi! Hani Kırlangıç
yuvası şans getirirdi? Yoksa insanın insana
yaptığı zulmün ve vahşetin boyutuna
kırlangıçlar seyirci kalmamak için mi yuvalarını
yıkılmaya bırakıp terk edip gitti
bu diyarları? Duvarlara bakıyorum, yer yer dökülen
toprak sıvaların altından dünyanın
en hüzünlü gözleri gibi bakıyor taş duvar? Anlatacak
çok şeyi var sanki? İkimizde gözlerimizi birbirimizden
kaçırıyoruz.Hiç taş ağlar mı?
Soldaki odaya doğru yöneliyoruz.Eşiğin
üzerinde bir zamanlar kim bilir hangi mutluluk ve umutla
harç henüz hayatları gibi ıslakken yazılmış
olan “Cemal 1982” yazısına takılıyor
gözüm.Bir süre öylece durup kalıyorum.Gözümü kapatıyorum.Siyah
şalvarının üzerine giydiği yakasız
beyaz gömleğiyle esmer, kıvırcık saçlı,
kapkara gözlü ince uzun bir erkek.Eşiğin başında
diz çökmüş yazıyı yazıyor.Hemen yanıbaşında
orta boylu, açık tenli, ela gözlü, uzun saçlarını
örtünün gizleyemediği balık etli bir kadın.Uzun
ve parlak pullardan süslü elbisesinin altında sivrilen
karnında yeni bir hayatı besliyor umutla.
Bir eli karnında,
bir elinde bebesine hazırladığı
örgü elbisenin şişlerini tutmuş, gülümsüyor
aşkla kocasına.
Kocası yazıyı yazdıktan sonra diz
çöktüğü yerden gururla bakıyor ıslak çimentodaki
eğri büğrü yazıya ve kara gözlerini önce
büyük bir aşkla karısının gözlerinde,
sonrada umut ve sevgiyle karnında gezdiriyor.Terini
silerek gülümserken karısına,
karısı utangaç indiriyor gözlerini yere.
Ve bir anda buhar olup uçuyorlar.
Geçiyorum eşikten...
Küçük dikdörtgen bir oda...Tıpkı salon
gibi toprak sıvaları yer yer dökülmüş.Zemin
toprakla dolmuş.Tavan yer yer içe doğru kamburlaşmış
tahta direklerden oluşmuş.Tam karşıda
yerden başlayıp tavana yakın bir mesafede
sona eren taçlı kocaman bir pencereden içeri sızan
sarı aydınlık gün ışığı.
Pencereye doğru yaklaşıyoruz Serhad'la...
Uçsuz bucaksız bir aydınlık bozkıra
bakıyor pencere. Hemen sol yanı verev kesilerek
inmiş dağın son parçası...Bu nasıl
güzel bir manzaradır. Uzun uzun seyrediyoruz..Sonra
yavaşça oturuyoruz pencerenin içine. Ayaklarımızı
güneşe ve avluya doğru sallandırıyoruz.İkimiz
de o müthiş sessizliğe uyum sağladık.Konuşmuyoruz.
Serhad'ı tanırım...Ortalama aynı
şeyleri düşündüğümüze eminim.Yüzündeki
sert öfke ve keskin acı bu düşüncemi haklı
kılıyor.
Gözlerimi ondan alıp,masmavi gökyüzüne çeviriyorum,
sonra da sıkıca kapatıyorum.
Önce derin...Çok derin bir sessizlik.
Rüzgarın bile sesi yok bu köyde.
Doğa dilini, yaşanan zulmün tanıklığından
sonra utançtan kaybetmiş...
Som sessizliği dinliyorum...
Birden bir şey duyar gibi oluyorum.
Gözlerimi açmadan iyice kulak kabartıyorum.
Ve işte sesler...
Yavaş yavaş yakınlaşıyor.
Önce kuş sesleri geliyor.Sonra havada salto atan
Baz'ın kanat sesleri.Sonra kadın sesleri.Sonra
çocuk sesleri.Sonra köpek, kedi, ördek, horoz, tavuk,
inek sesleri....
Gözlerimi daha sıkı kapatıyorum.İşte
erkek sesleri... At sesleri...İşte hayat sesleri...
Geri döndüler çok şükür.
Seslerini yanlarına alıp geri döndüler!
Önümüzde duran avluda bir anne tüten ocağın
üzerindeki karakazanın içinden, kovaya
aldığı suyla, teneke leğenin içinde
çırılçıplak bekleyen kara çocuğun
başını yıkamaya hazırlanıyor,
burnuma yeşil sabun kokusu, is kokusu, toprak kokusu
doluyor. Aha diyorum seslerden sonra kokularda geri döndü,
ne haz!
Yan evden bir ninenin fısıltısı
geliyor.Torununa sesinin tonlamalarını giderek
mistikleştirerek masallar anlatıyor.
Bir sonraki evden çığlıklar ve telaşlı
sesler geliyor.
İyice kulak kesiliyorum, doğum var.
Yeni hayat, umut ve sevinç sesi alıyorum bebeğin
ilk çığlıklarıyla beraber.
Ohh mis gibi bebek tenine bulaşmış hayat
kokusu!
Hemen yan odada öpüyor Cemal kadınını
ensesinden, utangaç başını ve uzun boynunu
çekerken omuzlarının arasına kadın;
deviriyor yün döşeğinin üzerine karısını
Cemal erkekliğin en esmer rengiyle, tohumlarını
bereketli rahmine bırakırken avradının,
umudun ve geleceğin sesi geliyor, tutkunun kokusu...
Birden davul sesleri geliyor uzaktan, çoğalıyor
zılgıt seslerine karışıp, bir
gelinin utangaç başı beyaz bir atın üzerinde
önüne eğik, damat sabırsız adımları
ile ona yaklaşırken, atın huzursuz kişnemesi
yere vurulan toprak testinin içinden dağılan
şekerleri kapmaya çalışan çocukların
çığlıklarına karışıyor.
Şimdi köyün üzerinde ''Tililili'den bir perde,
gowende duranların gömleklerini ıslatan ter
kokusuna karışıyor. Gelin attan inip, büyük
eltisinin işbilir adımlarına, acemi adımları
ile eşlik ederken, duvarında kızkaçıran
halısının altındaki, kaneviçelerden
işlenerek hazırlanan pembe beyaz başucunda
Kur'an-ı Kerim’in durduğu gerdek odasına
doğru gidiyor...
Havada pembe bir arzu ile karışık utanç
kokusu en masumundan!..
Bahçede, nar ağaçlarının dibinde
ip atlarken kız çocukları,ortadan net ve keskin
çizgiyle ayrılmış kafalarından omuzlarına
dökülüp, don lastiğiyle düğümlenen yerde nihayet
bulan siyah saçlarına yapışan erkek çocuklarına
bağırıyorlar hırsla.
Kara erkek çocuklarının şımarık
kahkahalarına karışıyor sesleri.
Ve zeytin ağacının altında, yanağına
konduracağı bir öpücüğe ömrünü takas edecek
kadar kararlı bir esmer delikanlıya, kıpkırmızı
yanakları ile gözünü yerden kaldırmadan korku
ve heyecanla uzanırken yüreği bütün bedeninde
atan kızın yürek sesleri...
Havada aşk kokusu var!
Yan evde mırıl mırıl Kur'an
okuyan bir dedenin sesi geliyor.İhtiyar bedenini
sonsuz göçe hazırlarken, mis gibi inanç ve adanmışlık
kokusu karışıyor havaya...
Tandıra maharetli elleri ile uzanıp ekmekleri
teker teker yapıştıran uzun boylu kadının
nefes sesi geliyor şimdi...Eteğine yapışan,göz
çukurlarında daimi misafirleri olan bir kaç sinekle,
ağzındaki emziğe sümüğü bulaşmış,
üzerinde sadece yırtık bir tişört altı
çıplak, ayağına naylon yeşil çizmesini
ters giymiş, saçları yer yer tıraştan
çok koyun yünü gibi kırkılmış görüntüsü
veren oğlunun ağlama sesine duyarsız, tandırın
sıcağı ile birikmiş anlındaki
ter damlasının verdiği usanç nidası.Havada
mis gibi tandır ekmeği kokusu var.
Meraklı bir sarı kızın, çok bilmiş
bir kara çocuğun peşine takılıp, ninelerinin
tüm uyarıları ve ''pirebok'' tehditlerine rağmen
heyecanla mağaranın kapısına yönelmesinin
verdiği tedirgin,korkulu küçük ayakların sesi
geliyor şimdi.İçeriye kocaman açılmış
gözleri ile giriyor küçük kız, minik avucu karaçocuğun
tıraşlı kafasını bilmiş
bilmiş sallayıp ''korkma ben burdayım!''sözüne
güvenip, çocuğun avuçlarında terlerken ve içerdeki
karanlığın içinden gelen sesin çocuğu
daha çok korkuttuğunu fark edip korkmaktan vazgeçmesinin
getirdiği zorunlu anne rolüyle ''tamam bir şey
yok.Bak tavuk sadece...'' sesi geliyor seslerin arasında.
Sarıkız hınzır hınzır
gülerken havada kadın zaferinin kokusu var.
Bir nine...Hemen yandaki evde. Hasta yatağında
upuzun, bembeyaz uzanmış...Ölümü ensesindeyken
çocukluğunu, ilk gençliğini ve ilk sevdiğini
düşünüyor.Asla sevdiğini söyleyemediği,
esmer uzun boylu ve simsiyah saçlı Said'ini...
En son sınıra doğru mahmuzlarken atını
ardından bakıp, duyuramadığı
çığlığıyla dört nala tozu dumana
katarak başlık parasını getirmeye
giden ve asla dönmeyen Said'ini düşünerek kirpikleri
uzun torunun okuduğu Yasini duyamadan göçüyor!
Havada pişmanlık kokusu var!
Köy işte...
Yaşam...
Ayrı ayrı ayrı evlerde ayrı, ayrı
hayat hikayeleri.
Güneş dağların ardında kaybolup
köyü terk ederken havada huzur sesi ve uyku kokusu var!
Gecenin en karanlık anında, müthiş
bir motor sesi ile uyanıyor köy ve içindeki tüm hayatlar!..
Önce erkekler ayakta.
Zaten son zamanlarda tedirgin bekleyişleri yüzünden
her an tetikte uyuyorlar.
Sonra kadınlar uyanıyor, postal sesleri koşar
adım kapılarına dayanırken, gürültüyle
kırılan kapıların sesi çocuk çığlıklarına
karışıyor.
Evler dağılıyor.
Yeni gelinin odasındaki,içinde renk renk nakışlı
örtülerin olduğu camdan kafes gürültüyle yere düşüp
parçalanıyor.
Ninesinin eteğine sarılmış ve bir
elindeki Buka Baranê'nin tahtadan gövdesi, dehşetle
açılan gözleriyle bağırarak ağlıyor
meraklı kız çocuğu.
Mağaraya girmemeliydi.
Ninesi o kadar tembihlemişti... İ
şte geldi Pirebok hem de bütün sülalesiyle.
Bütün evler alt üst ediliyor.
Gelişigüzel ortaya yığılmış
eşya tepecikleri.
Kollarından tutup sürüklerken erkekleri askerler,Cemal
hırsla çekiyor kolunu sert bir hareketle askerin
elinden.
Ve o an ensesine yediği dipçikle eşikteki
yazının önüne düşerken avaz avaz bağırıyor
karısı ''Yapmayın!''
Şimdi ay ışığının
altında, meyve ağaçlarının olduğu
bahçede toplanmış bütün köy halkı.
Çocuklar analarının eteklerinin altında
tir tir titriyor, anaları başlarını
okşayıp sakinleştirmeye çalışırken,
bir yandan da sabaha karşı yatak kıyafetleri
ile buraya getirilmenin ağır utancı ile
uğraşıyorlar.
Erkekler tek sıra halinde dizilmiş.
Yaşlı dede bastonuna dayanmış, mırıl
mırıl dua ediyor ve Kur'anı yere fırlatan
adamın yüzüne hala o ilk inanılmaz bakışları
ile bakıp, kıyametin kopmasını bekliyor.
Ağlamayı kesen meraklı sarı kız
titreyerek bakınırken etrafına, gözü karaçocuğa
takılıyor.
Ay ışığının altında
parlayan kapkara gözleri ile ''korkma ben buradayım!
Seni koruyacağım.Ben hiç korkmam ki'' der gibi
bakıyor tıraşlı kara ve küçük kafasıyla.
Minik avucunun teri bu sefer Buka Baranê'nin gövdesine
bulaşıyor.
Aşık kız o anda bile sevgilisini
görmenin getirdiği heyecanla bu felaketten kendine
pay çıkarmak için anasının ardından
uzattığı başıyla sevdiğini
arıyor.
Yok!
Herkes burada ama o yok!
Etrafına bakınıyor korkuyla...”Nerde
acaba?”
Kalbi çırpınan bir kuşa dönüşürken,
sınıra doğru ay ışığının
altında cebinde bir tutam saç teli, dudağında
kıpkırmızı utangaç bir yanağın
tadı ile düşe kalka bir esmer genç kaçıyor.
Şimdi ayışığının
kutsadığı iki damla yaş iniyor aynı
yanaktan.
Elleri arkasında, bir ileri bir geri köyün
kalabalığının tam ortasında gidip
geliyor bir komutan!
Bir tarafta çaresizce birbirine sokulmuş köylüler
ve etraflarını çember içine almış
askerlerinin yüzüne hiç bakmadan bir süre volta atıyor.
Sonra kafasını kaldırıp;
'Şimdi size aradığım çocuk nerde
diye sorsam?Hiç görmedik ki dersiniz!Bu köye geçenlerde
birileri gelmiş, katırlarını erzak
doldurup göndermişsiniz desem, asla kabul etmezsiniz.
Neden? Bir düşünelim neden? Çünkü hepiniz vatan haini,
eşkıya ve teröristsiniz! Asla adam gibi yaşamayı
öğrenemeyeceksiniz değil mi? Ne yaptı da
bu devlet size bu kadar düşmansınız? Bizler
sizi teröristlerden korumak için gece gündüz demeden görev
başında vatanın ve sizin güvenliğinizi
beklerken, siz o teröristlere ekmek verecek kadar, nankör,
cani ve hainsiniz.''
Duruyor. Boğazını temizliyor. Gözlerini
erkeklerin üzerinde gezdirip, iç donuyla bastonuna dayanmış
hala mırıl mırıl dua eden dedeye kilitliyor
bakışlarını
''Hey! Sen ihtiyar! Çık bakalım bir adım
öne! Dede hala duasına devam ederken umarsız,
iki kürek kemiğinin arasına yediği dipçikle
yere komutanın ayaklarının dibine yığılıyor.
Feryat koparıyor kadınlar! Çocuklar çığlık
atıyor. Cemal atılıyor hırsla öne.
Dedenin kafasından kayan takkesini düzelterek ayağı
kaldırmaya uğraşırken, tam suratının
üzerine iniyor büyük bir şiddetle 42 numara postal
darbesi. Ve bir anda onlarca asker dipçiklerle vuruyorlar
esmer bedenine.
Karısı bir eli karnında bağırıyor''Yapmayın!''
Kadınların ve çocukların çığlıkları
göğü yırtıyor.
Ay utançtan kıpkırmızı kesiliyor.
Cemal yerde yüzünün kanı toprağa karışırken
bağırıyor komutan''Yarından tezi yok
siktir olup gideceksiniz buralardan! Görün bakalım
içinde yaşadığınız devlete ihanet
etmek ne demek? Bölücü eşkıyalara ekmek vermek
ne demek?Yarın sabah erkenden gidiyorsunuz ! Eğer
defolup gitmezseniz yıkarım köyü başınıza.Dar
ederim dünyayı size.İçinde sizinle beraber ateşe
veririm buraları! Hain köpekler sizi! Size gösterecem
devletin bölünmez bütünlüğüne, milletin bekasına
saldıranlara kucak açıp hainlik yapmak ne demekmiş!
Ulen siz kim koca devletin ordusu kim? Baldırı
çıplak itler!''
Sonra da askerlerine dönüyor.”Sabah geldiğimde
burayı boş bulacam tamam mı? Gitmemek için
direnen olursa köyü ateşe verin!''
Arkasını dönüp tam gidecekken geri dönüyor,yerde
baygın yatan Cemal'in karın boşluğuna
sert bir tekme indirdikten sonra, üzerine tükürüp, geldiği
gibi geceyi yırtan motor sesi ile gidiyor...
Karsı koşup Cemal'e sarılıyor. Karaçocuk
ve sarıkız Dede'ye...
Şimdi yanlarına aldıkları üç
beş parça eşya ile dizilmişler yollara...
Bir bilinmeze göç var...Tüm yaşamlarını
ve ölülerini ardlarında bırakıp, eteklerinin
altında çocuklarının kocaman açılmış
gözleriyle, kendilerini bilinmez geleceğe teslim
etmişler.
Gidiyorlar...
Onlarla beraber sesler ve kokular da köyü terk ediyor.
Yuvalarını, çakallara, akreplere, kurtlara
teslim edip gidiyorlar...
Hiç yaşamamış gibi, hiç var olmamış
gibi dünyanın gözü önünde, uzay çağında
gerekçesiz yurtlarından, yuvalarından sürülüyorlar..
Gidyorlar...
Onlar hukuksuz bir devletin bekası için boşaltılan
binlerce köyden biri sadece istatistiklerde..
Sahi istatistikler de neden insan hayatları sadece
bir rakamdan ibarettir?
Ya o sayıları temsil eden numaralandırılmış
hayatları merak edip mercek altına alanınız
oldu mu hiç?
Gidiyorlar...
Sesler gidiyor...
Kokular gidiyor...
nsanlığın vicdanı gidiyor...
Gözlerimi açıyorum!
Yüreğimde anlatamayacağım bir acı.
Serhad hala uzaklara bakıyor.Kafamı kucağına
bırakıp, çaresizce hıçkırarak ağlıyorum.
Şimdi biz ikibin on yılında, Kürdistan'da
bir köyde, çaresizliğin en dibine itilmiş bir
kadınlık ve sonsuz bir öfkeyle kışkırtılmış
bir erkeklikten başka bir şey değiliz..
Gözyaşlarımı avuçlarıyla silen
Serhad ''Kalkalım, geç oldu Kejê.Buralar hala güvenli
değil!''diyor.
Kalkıyoruz oturduğumuz pencerenin içinden.
Üstümü çırpıp odaya yöneliyorum, ayağıma
teneke kutular takılıyor.
''Bunlar da ne ya?''diyorum merakla.
Umarsız yürürken çıkış kapısına
doğru arkası dönük, bana dönmeden elini uzatıyor
ardına ''Konserve kutuları! Askerlerden kalma!''
Bir tekme atıyorum küçük metal kutuya, gidip duvardaki
kurşun izlerine çarpıyor.
Sonra tekrar toprak zemine düşerken ''Alın
size ses!''diyorum.
Koşarak Serhad'ın elini tutuyorum.
Cemal 1982 yazılı eşikten geçerken duruyorum.Serhad’ın
yüzünü yüzüme çeviriyorum
''Bana söz ver!''diyorum.''Bana söz ver!Bir gün her
şey yoluna girecek ve biz topraklarımıza
dönüp,yeniden hayatı mayalayacağız! Söz
ver! Sesler ve kokular yeniden hayata karışacak
bu topraklarda! Söz ver Serhad!''
|