“Şengal”
2.bölüm
Kejê Bêmal
Keko fotoğraf makinamı çoktan sakladı.
Gidiyoruz toz bulutunun içinde. Kamyonet artık piyasa
da yok zaten göz gözü görmüyor. Fırtına gittikçe
şiddetini arttırıyor. Rabia’dan geçiyoruz.
Sanırım artık Şengal’e iyice yaklaştık!
Keko bir yerleşim yerinin girişinde yol kenarında
bir lokantanın önünde duruyor. Arabadan iniyoruz.
Tam arkamızda halı saha var. İnanmayacaksınız
ama o toz bulutunun içinde gençler maç yapıyor. Fotoğraf
makinasını kapıyorum ve çekiyorum. Tam
o sırada hakem düdüğünü öttürüyor. Faul. Ulan
hakem Diyarbekirli Qırıxın dediği
gibi ‘’düdüğünün içindeki habbeyi…’’ o kadar erkekliğin
varsa o faul düdüğünü hayata çalsana! Hepinize en
büyük faulü o yapmış!..
Tozdan nefes alamıyorum…Bitsin istiyorum artık.
Akşam olmak üzere…Köye girdiğimizde karanlık
yeni çökmüş. Birden ard arda makinalı silah
sesleri geliyor. Oldum olası silah sesinden nefret
ederim. Alimle kulaklarımı kapatıyorum.
Keko bir açık bir bahçe kapısının
önünde duruyor. Adamın biri üzerine giydiği
gri fistanın eteğine yapışmış
dört ya da beş yaşlarında bir erkek çocuğuyla
beraber elinde bir keleş otomatiğe almış
ateş ediyor. Köyün her tarafından silah sesleri
geliyor.
Keko
gülerek “korkma Kejê bayram ya onun için ateş ediyorlar.”
“Hadi in fotoğrafını çek diyor.” İn
de nasıl in kardeşim. Ayaklarım mı
tutuyor? Yine de iniyorum arabadan… Adama doğru bağırıp
“çocuğu vuracaksın ne yapıyorsun” diyorum
dehşetle. Adamın anlamsız şaşkın
bakışları arasında Ali beni arabaya
bindiriyor ve hızla uzaklaşıyoruz oradan.
Kesin olan bir şey var burası Laleş’e hiç
benzemiyor!
Huzurlu
bir yatak ve ev… Tek istediğim bu çok yorgunum. Risale’nin
kapısının önüne bu tükenmişlikle gidiyorum.
Risale kapıyı açıyor ve müthiş bir
mutlulukla boynuma atılıyor… Yıldızlar
hafiften görünür gibi oluyor. Hava açıyor mu ne?
Sanırım köylüler havaya ateş ede ede nihayet
toz bulutunu vurmayı başardılar.
Ve sanırım hayatımda aldığım
en iyi karar buraya An-Ne’yi getirmemekti.
Bu
düşüncelerle geniş avludan geçiyoruz. Yan yana
kerpiç odalardan ibaret evde Risale’nin gösterdiği
odaya giriyoruz.
Yerde harika bir sofra var. Oturuyoruz minderlerin üzerine.
Sırt çantamı kenara bırakıyorum o
sırada ince uzun boylu bir delikanlı elinde
yassı ve
büyük bir alüminyum tas, bir sürahi su ve sabunla içeri
giriyor. Şaşkın bakışlarımın
arasında önce Keko o tasa eğilip elini yüzünü
yıkıyor…
Sonra Ali ve sonra ben…Yolda yaşadığım
tüm zorlukları bir anda unutuyorum. Acayip ilgimi
çekiyor bu gelenek. Yemekler ilginç. Birbirinden bağımsız
her türlü gıda var sofrada. Belli ki Risale çok özenmiş.Yemek
bitince delikanlı bir daha tası getiriyor.Yine
aynı seremoni. Ve Keko ile Ali müsaade isteyip gidiyorlar.
Risale
beni ev halkıyla tanıştırıyor.
Dünya tatlısı ihtiyar bir karı-koca ninesi
ve dedesi.’’Bapir’’diyor Risale ama nineye mi dedeye mi
söylüyor bilmediğimden ben ikisine de “bapir” diyorum.
Tası getiren çocuk Aziz Risale’nin erkek kardeşi.
Geç bir kadın ve iki küçük çocuk var evde. Onlara
bakıyorum Risale yere bakarak “annem” diyor “bunlarda
küçük kardeşlerim.” Çocuklar Risale ve azize benzemiyor
ve kadın çok genç. Risale’nin duruşundan bir
aksilik olduğunu seziyorum ama hiçbir olumsuzluk
duyabilecek durumda olmadığımdan sormuyorum.
Tam
o sırada fırtına çıkıyor yeniden.
Odanın içini bir anda toz kaplıyor. Kimse kimseyi
göremiyor ve dışarıda acayip tuhaf bir
gürültü kopuyor. Elektrikler gidiyor. Aziz koşarak
fırlıyor odadan.
“Tanrım
yeter! Lütfen iki dakika uslu dur!”
Risale peşinden koşuyor. Kapıyı
açtıkları an içeriye fena halde toz doluyor.
Ne olduğunu anlamadığım için ben de
arkadaşımın peşinden koşuyorum.
Avluda göz gözü görmüyor. Aziz ve Risalenin sesleri geliyor.
Bapir kolumdan tutmuş beni odaya götürtmeye çalışıyor.
“Risaleeeee! diye bağırıyorum. Bapir beni
odaya sokuyor. Birazdan Risale ve Aziz geliyorlar. “Ne
oldu” diyorum? “Bişey patladı” diyorlar ama
anlamıyorum. Malide ya da Mualide gibi bir şey.
Anlamıyorum. Ali’yi arıyorum. Risaleyle konuşturuyorum.’’Korkma”
diyor bana Ali. “Buralarda elektrik yok. Her kes jeneratör
kullanır. Jeneratör arıza yapmış.
Uyu artık dinlen. Sabaha fırtına diner.”Bu
arada Kejê sabah ben gelip seni almadan sakın evden
çıkma. Buralardaki dengeler karışık,
sorun yaşarsın. Uyandığında beni
ara gelip seni alacam.’’’ Tabi uyu! Nasıl uyuyacaksam.
İçeride tozdan göz gözü görmüyor. Ev ya sallanıyor
fırtınadan ya da bana öyle geliyor. Başımıza
çökmese bari. Risale gaz lambasını yakıyor
ve yerimi hazırlıyor. Bu kadar macera yeter
ben uyuyacağım! Zıbar Kejê! Başıma
açmadığın iş kalmadı!
Sabah boğazımda ve ciğerlerimde keskin
bir gaz kokusunun birikimiyle gözümü açıyorum. Gaz
lambasını hep çok romantik bulmuşumdur
ama böyle bir gerçekliği olduğunu hiç bilemeden.
Bu nedir ya, ağzım burnum ciğerlerim gaz
kokusu ve kum dolu sanki. Risale yerde uyuyor. Usulca
atlıyorum üzerinden. Her gözümü açtığımda
yaptığım gibi sigaramı yakıyorum.
Demir kapıyı açar açmaz dışarının
içeriden farklı olmadığını görüyorum.
Hava hala gri. Ama sabahın beşi falan olmalı.
Günde hiç tazelik yok. Küçük jeneratör yarı yanmış
bir halde orada duruyor. Kocaman bir avludayım. Toprak
damın önüne çökmüşüm. Güneş hala kısık
lamba gibi. Gökyüzü gri ve kapalı tozdan. Ayağı
kalkıyorum elbiselerimi görüyorum ipte hayretle.
Geceden yıkanıp asılmış. Boynu
bükük orada sallanıp duruyor mandalsız. Nasıl
uçmamışlar ki bu kadar debdebede. Üstelik mandalda
yok. Yaklaşıyorum kot pantolonumun üzerinde
bir avuç kum birikmiş. Gülümsüyorum. Yıkanırken
bu kadar kirli olmadığına eminim. O arada
odaların birinden ses geliyor. Yavaşça yaklaşıyorum.
Evdeki genç kadın hamurlar yapmış top top
bembeyaz ve ekmek yapacak. Bir koşu yan odayı
girip fotoğraf makinamı kapıyorum.O arada
seslere Risale uyanıyor. Bapirler uyanmışlar
bile. Kadın bapir bahçeyi
temizliyor.
Erkek bapir’de ağızlığına
yerleştirdiği sigara ve kenarlarını
yanağına doğru burduğu kaytan bıyıkları
ve beyaz entarisinin üzerine özenle yerleştirdiği
Arap usulü bağladığı örtüsü ve müthiş
keskin yüz hatları ile etrafı seyrediyor.
Önce ekmek yapımını çekiyorum. Silindir
tenekeden bir sobamsı aletin içinde yapıyor
genç kadın ekmeği. Maharetli elleri ile top
top hamurları çevirerek açıyor ve yapıştırıyor
tenekenin kızarmış iç yüzüne. Tenekenin
ucundan çıkan bir hortum tüp demeye bin şahit
her an patlamaya hazır gibi duran tüpe bağlanıyor.
Oradan gelen gaz alevlere dönüşüp tenekenin içini
ısıtıyor. Sonra gazı kısıp
ekmeği pişiriyorlar. Açıkçası hiç
mantığıma yatmıyor. Sanki bir aksilik
var bu işte. Tandır olmalı buralarda bir
yerde diye düşünürken Risale yanıma geliyor:
Soruyorum.’’Evet Kejê aslında tandır olmalı,
yalnız tandır uzun süre gerektirdiği için,
bu aletlerde yapıyor kadınlar ekmeği. Hem
daha kısa sürede hem de daha zahmetsiz pişiyor.”
Eminim tadı asla tandır ekmeğinin tadı
gibi olmuyordur. Çıkıyorum ekmek odasından.
Erkek olan Bapir’in resimlerini çekiyorum. Kapının
önünde fistanıyla diz çöküp oturmuş. Kürdlerin
bu oturuş biçimi dünyada değişmiyor demek
ki; hayır anlamıyorum hiçbir yerden destek almadan
saatlerce bu şekilde oturabiliyorlar.Yahu atlet olsan
bacak kasların yorulur! Hala çözebilmiş değilim
kalça yerden beş santim havada bütün basınç
baldırlarda güneşin anlında saatlerce nasıl
oturulabilir?
Bapir
poz veriyor hiç zorluk çıkarmadan. Sonra birden aklına
bir şey gelmiş gibi, hızla yerinden kalkıyor.
Odaya giriyor elinde bir fotoğrafla geliyor. Fotoğrafı
yüzüne tutup poz veriyor. Konuyu anlamaya çalışarak
ha bire basıyorum deklanşöre. Fotoğrafta
iki genç adam var. Yan yana durup poz vermişler.
Üçüncü sınıf bir stüdyoda çekilmiş. Bapir
benim hayretlerim arasında ha bire yüzünü bu fotoğrafla
kapatarak poz veriyor. Sonra tekrar odaya giriyor fotoğrafı
duvardaki çerçevenin önüne yerleştiriyor. “Ne oluyor
Risale” diyorum. Risale hüzünlü “sonra anlatırım
ben sana” diyor. Şengal Ezidi’lerinin tanıdığımdan
beri en çok duyduğum laf ’’sonra anlatırım’’.
“Peki” diyorum. Uyanıp avluda sersem sersem gezen
çocukları da alıp kapının dışına
çıkıyorum. Ve o an nefesim kesiliyor. Gece karanlıkta
geldiğim ve yoğun toz fırtınası
olduğu için fark edememişim…
Aman
Allah’ım biz resmen çöldeyiz!
Kilometrelerce bozkır. Köye bakıyorum dar sokaklarla
bir birine açılıyor. Yan yana dizilmiş
toprak evler ve yerler aynı renk. Tek bir yeşil
yok! Bir dal bile…
Şimdi bu kopan tozlu fırtınanın kaynağını
daha iyi anlıyorum. Kafamı bulanık gökyüzüne
kaldırıyorum. Daha sonra uzayıp giden bozkıra
bakıyorum.
Ufuk çizgisi gri ve bulanık. Ah bir dağılsa
Şengal dağını görecem. Birden ya dağılmazsa
ya göremeden gidersem diye düşünüyorum ve acayip
içleniyorum. Sonra içlenecek bir durum olmadığına
kanaat getirip karar alıyorum bir günse bir gün bir
yılsa bir yıl.
Burada durup bu toz bulutu dağılana kadar bekleyeceğim
ve Şengal dağını görmeden gitmeyeceğim!
Yanımdaki
iki çocuğun fotoğraflarını çekiyorum.
O
kadar erken ki hala köy uyuyor. Bozkıra doğru
yürürken küçük kız bana eliyle bir yeri işaret
ediyor çekingen çekingen.
Tam
köşede küçük bir kerpiç yapı. İlerliyorum
bir de ne göreyim. İçeride keçiler var.
Burası ağıl. Ama keçilerin haline bakıp
acımamak mümkün değil. Açlık ve susuzluktan
anaları ağlamış. Kaburgaları
içe çökmüş. Kupkuru ağılda öylece duruyorlar.
İçim acıyor. “Su verdiniz mi bunlara” diyorum
çocuklar yüzüme bakıyor ‘’Su!’’diyorum ha bire
‘’yok
su’’diyorlar.
O arada Risale üzerini giymiş yanıma geliyor.
Risale’ye bakıyorum hayvanları göstererek “bunlar
susamış Risale diyorum.Neden su vermediniz?”
Yüzüme bakıp gülümsüyor. Bi kaç saat sonra gelsin
su vereceğiz diyor. ’’Sular mı kesik Risale’’diyorum.
Kafasını yere indiriyor ve mahçup mahçup.
‘’Kejê burada su yok! Bize suyu dışarıdan
tankerlerle getirirler onlardan satın alırız’’
“Neee!”
Diyorum…”Neee su mu yok? Elektriği anladım da
su nasıl olmaz Risale?Bu toz dumanda bu çağda
bu şekilde susuz nasıl yaşarsınız?”
“Yapacak bişey yok” diyor Risale…”Şimdi bahardayız
sen bir de yazın gör.Buralarda damla su bulamazsın
tankerlerde üç beş günde bir gelir.Yanar kavruluruz
susuzluktan ve pislikten.Burası çok sıcak olur
Kejê. Ama öyle bildiğin sıcaklardan değil.
Çok sıcak. Güneş ateşten bir top gibi başımızda
yanar durur yazın. Bu çocukların çoğu hastalığa
yakalanıp sonbaharı göremezler. Her yer akreplerle
ve yılanlarla dolar, hava ateşe kestikçe kızgınlaşır
akrepler. Çocuklarımızı ısırırlar.
Hastanemiz de yok. Yazın en büyük kaybı bulaşıcı
hastalıktan ve yılan-akrep sokmasından
veririz!’’
Risale
yere bakıyor hala…Sanki tüm bu olanlar onun suçuymuş
gibi. Orada öylece çölün ortasında duruyoruz iki
kadın! Yutkunuyorum. Daha doğrusu yutkunamıyorum
bile. Nasıl bir yurt seçtiniz kendinize. Burası
olsa olsa güneşin yurdu olur. Akrebin yurdu! Yılanın
yurdu! Ot yok. Su yok. Elektrik yok. Hastane yok!Y okluğun
yurdu olsun. Hepinizi toplayıp gideyim. Yemyeşil
bir orman bulalım her yanından suların,
nehirlerin aktığı. Bırakalım
tüm Ezdi çocuklarını suya kana kana içsinler.
Kadınlar doyasıya çamaşır yıkasın.
Çocuklarının başlarını yıkasın.
Ellerini değdirdikleri her yerden otlar, çimenler,
ağaçlar yeşersin! Ölüme çocuk doğurmasınlar.
Yaşam mayalansın yurdunuzda…
Yutkunuyorum.
Toparlanmam lazım Risale’ye bakıyorum üzülmesini
istemiyorum. Mavi bir gömlek krem bir pantolon giyinmiş.
Çenesinden tutup kaldırıyorum gereksiz yere
mahçup olan başını
‘’Bu
gün bayram Risale diyorum. Hadi beni köyde gezdirsene!
Hem sen niye Mavi giydin bayram günü. Hani sizin dininizde
mavi yasaktı? Üstelik dini bayramda?’’
Neşeleniyor
Risale gülüyor’’Boş ver Kejê o eskilerin işi.
Ben seviyorum mavi’yi. Bir çok mavi kıyafetim var
eskiler ayıplıyor ama umurumda değil. Zaten
bir çok yasağa anlam veremiyorum. O yüzden mantığıma
yatmayan bir çok şeyi de yapmıyorum.’’
Elini
boşlukta sallıyor ‘’amaaann Kejê dindarları
dinlersen her şey yasak! Kim uğraşacak
bu kadar yasakla.Hadi gidelim boşver!’’diyip benim
hayret dolu bakışlarım arasında ilerliyor.
İlk defa dindar olmayan bir Ezdi görmenin hayretiyle
ardından bakıp ‘’aha bir anarşist daha!’’diyorum.
Kilometrelerce
öteden birbirimiz bulmamız tesadüf olamazdı
zaten…Köyün içine doğru ilerlerken Aziz bize yetişiyor.Uyuyakaldığı
için özür diliyor.Risalede Aziz’de çok güzel gülüyorlar.
İki aynı gülüş hem erkekte hem kadında
bu kadar cinsiyetsiz güzel olur mu?
Bayram sabahı…Risalelerin evi köyün dışında
sayılır.İçeriye doğru girdikçe sokaklar
kalabalıklaşıyor.
Çocuklar
ellerinde boyalı yumurtalarla yumurta tokuşturuyorlar.
Elleri ve dudakları pembe, kırmızı
olmuş yumurtadan seri halde fotoğraflarını
çekiyorum. İki şey dikkatimi çekiyor, birincisi
olağanüstü güzeller. Ama anlatılır gibi
değil. Gözleri kocaman ve renkli çoğunun ama
öyle renkli derken soğuk açık renklerden değil.
Sıcacık… Su yeşili gibi ya da lacivert,
ya da turkuaz.
Acayip biçimli sıra dışı sayılabilecek
kadar güzel yüzlerin üzerinde kocaman asla sabit rengini
bilemeyeceğiniz hareli gözler.
Çoğu sarışın. Ama öyle böyle değil
bildiğiniz sapsarı sarışınlardan.
Aralarında öyle güzelleri var ki objektiften gördüğümde
heyecanlanıp deklanşöre basamıyorum. İkinci
tuhaflıkta bakışları.
Bu çocuklar bi tuhaf bakıyor. Nasıl anlatsam
korkuyla karışık hüzünlü gibi. Bi şey
bu çocukları çok korkutmuş aynı zamanda
da çok üzmüş. Hepsi aynı bakıyor. Daha
sonraları fotoğrafları inceleyen bir fotoğraf
sanatçısı arkadaşım hayretle bana
dönüp ‘’Kejê bu çocuklar neden adam gibi bakıyor?’’
diye sorduğunda verecek cevabım çoktu!
Yavaş
yavaş ısınıyoruz köyün çocuklarıyla
birbirimize. Gittikçe çoğalıyorlar. Renk renk
çeşit çeşit bir sürü çocuk toplanıyor.
Hem birlikte oynayıp hem fotoğraf çekiyoruz.
Bir süre sonra makinaya alışıyorlar.Tüm
doğallıklarıyla benden bir parça oluyorlar.
Nasıl güzeller Allah’ım.Ömrümde bu kadar güzel
çocuğu hiçbir arada görmemiştim.Erkek çocukların
sağ kulaklarında altın küpe var.Yakından
bakıyorum bir dairenin içinden geçen küçük bir toptan
ibaret. Müthiş ilgimi çekiyor. Acayip güzel küpeler.
Gitmeden kesinlikle bulup almalıyım! Kız
çocukların çoğunun küpesi iplikten. Aklıma
Renas’ı dizeleri geliyor. ’’Küpesi iplikten küçük
kız’’.
Çocuklar nasıl bu kadar güzelsiniz? O arada büyükler
de bayramlaşmak için sokaklara çıkmışlar.
Evlerin önünden yürüyerek ve gittikçe kalabalıklaşarak
geçiyoruz.
Neredeyse
köyün tüm çocukları yanımda. Ailelerle selamlaşıp
bayramlaşıyorum. İçeriye davet ediyorlar
işimi bitirince geleceğimi söylüyorum.
Kapılarda Gula Nisanê yok. Nerden bulsunlar bu çölde
gelinciği. Onun yerine kırmızıya boyanmış
yumurta kabukları kırılarak yapılmış
taklit Gula Nisanê yapıştırılmış.
Köyün sonuna geliyoruz. Kocaman bir boş alan var.
Oradan karşı mahalleye geçiliyor. Sınırda
duruyorum çocukların hepsini topluyorum.’’Çocuklar
diyorum ben şimdi karşı mahalleye geçip,
büyüklerle konuşacağım. Sizin gelmemeniz
gerekiyor.Şimdi ben gidiyorum.Siz burada kalıp
oynamaya devam ediyorsunuz tamam mı?” Boynuma sarılıyorlar…Bir
anda öpücük seline boğuluyorum.Ben de onları
öpüyorum tek tek.
Risale,
ben ve Aziz ilerliyoruz.
Arkamdan bağırıyor köyün tüm çocukları
‘’Kejêêêêêêê!’’ dönüyorum baybay ediyoruz birbirimize
gülerek bay bay ediyorlar bana biraz ilerliyorum yeniden
bağırıyorlar ‘’Kejêêêêêê!’’ dönüp bakıyorum
el sallıyoruz karşılıklı ilerledikçe
aramıza toz bulutu giriyor.
Benin
mazlum ve güzel Ezdi çocuklarım. Ateşin ve güneşin
çocukları gittikçe flulaşıyorlar. Her döndüğümde
daha kayboluyorlar.Silüet görünümü aldıklarında
bile sesleri çölde yankılanıyor ‘’Kejêêêêêêêêêêê!’’Bir
an duruyorum çöle bakıyorum.
Aramıza giren onları silik bir siluet haline
getiren toz bulutuna ve Risale’ye Aziz’e…Kendimi tutamayıp
hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Evlere giriyoruz şimdi. Nasılsa
bayram. Ve ben misafirim. Ve Ezidler’in en belirgin özelliklerinden
biri misafirperverlik. Her evde çok güzel ağırlanıyorum.
Dedeler en çok ilgimi çekiyor. Saçları uzun iki yanlarına
düşen beyaz örükleri var. Kafalarında keçeden
yapılmış piramidi andıran başlıkları
var. Düz beyaz uzun elbiseler var çoğunda. Hepsi
mutlaka bıyıklı. Ezidler’de bıyık
kesilmediğini bildiğim için şaşırmıyorum.
Soruyorum daha genç olanlara sizin neden kıyafetleriniz
Arap kıyafetlerine benziyor. Bıyıklarınız
bu kadar abartılı değil. Öncelikle bu geleneklerin
eskide kaldığını anlatıyorlar,
sonra da bu kadar belirgin bir Ezidi tipine bürünmenin
can güvenliklerini tehlikeye attığını.
“Nasıl yani” diyorum? “Kejê biz köyden zorunda kalmadıkça
çıkmayız. Ama görüyorsun halimizi buralarda
iş yok. Para lazım. Çoluk çocuğumuz var.
Kendi yöresel kıyafetlerimizle şehirlere indiğimizde
Ezidi olduğumuzu anlayıp zulüm ediyorlar bize.
Biz de çareyi Araplar gibi giyinmekte bulduk, en azından
can güvenliğimiz tehlikeye girmiyor böyle olunca’’
o sırada çaylar geliyor. Pencerenin içinde küçük
bir radyodan Kürdçe müzik yayılıyor odaya. Anonslarda
radyonun adını duyuyorum ‘’Dengê Şengalê!’’
“nasıl yani” diyorum. “Sizin radyo istasyonunuz mu
var?” Gülüyorlar…Hem de bi kaç tane. Risale söze giriyor.
Sadece Şengal bölgesinde çıkan altı tane
günlük gazete var diyor.’’ Hayretle gözlerimi açıyorum.
Elektrik yok, su yok, hastane yok ama altı tane yerel
gazete ve birkaç tane radyo istasyonu var öyle mi diyorum?’’
“Evet” diyorlar bunca şaşırmama şaşırıp.
’’Üstelik biz gazeteleri parayla satmıyoruz.” “Nasıl
yani bütçeyi nereden buluyorsunuz” diyorum. “Kürdistan
Hükümeti yardım ediyor.Tabi kendi aramızda da
topluyoruz.’’ Şimdi bu kadar imkansızlıklar
içerisinde bunu başaranlara ben koskaca Kuzey Kurdistan’da
doğru düzgün yayın hayatına devam edebilen
gazete olmadığını nasıl anlatayım?
Susayım en iyisi yerin dibine girmekte var utançtan!
O
evden o eve giriyorum. Her evde inanılmaz sıcaklık
ve müthiş bir sevgiyle karşılanıyorum.
Sırt çantama durmadan şeker ve renkli yumurta
dolduruyorlar. Dikkatimi çeken bişey var evler temiz.
Hem de bayağı temiz. Tankerler su getirip bu
garibanlara satıyorlar. Bunlarda kapının
önüne koydukları koca koca teneke su depolarına
doldurup o kısıtlı imkanlarda önce kapılarının
önünü yıkıyorlar. Evlerinin önü, içi tertemiz.
Kuzeydeki bazı köyleri düşünüyorum, Diyarbakır’ın
bazı sokaklarının halini ‘’Bize pislik
Arap kültürüyle mi bulaştı diye düşünmeden
edemiyorum!’’
Evlere
giriyorum tek tek. Hayat hikayelerini dinliyorum. Önce
güvenmiyorlar. Sorduğum soruların hepsini geçiştiriyorlar.
Özellikle son bombalanmayla ilgili olanı sorduğumda
birkaç kişi kalkıp evi terk ediyor. Aranızda
bilmeyenleriniz vardır belki. Geçen sene Şengal
köylerinden biri yine bombalandı. Tahrip gücü çok
yüksek bomba yüklü bir aracı köy meydanında
patlattılar. Resmi rakamlara göre 2007 yılındaki
bombalamadan sonra en yüksek kayıplı terör eylemiydi…Yüzlerce
Ezidi çoluk, çocuk ihtiyar parçalanarak öldü. Laleş’ten
yeni dönmüştüm o zaman. Daha bir ay geçmemişti.
2007 Ağustosunda dünyanın gözleri önünde yaşanan
ve herkesin sesiz kaldığı Şengal katliamından
sonra, ilk defa bu çapta yıkıcı bir terör
eylemi düzenlenmişti. Gazetelerden takip ettiğim
kadarı ile 158’e yakın ölü vardı. Çok üzülmüştüm
haberi okuyunca. Benim aslında gelişimin temel
nedenlerinden biri de bu katliamları ve vahşeti
kimlerin ne adına yapmış olduklarını
ilk ağızdan dinlemek. En iyi onların bileceğini
düşünüyorum çünkü. Bu katliamların sadece din
adına yapılığına inanmak pek
de olası değil çünkü. Bence mesele daha çetrefilli
ve derin olmalı. Gelin görün ki önce büyük bir sevgiyle
karşılandığım evlerde bu soruyu
sorduğum anda soğuk rüzgarlar esiyordu. Ya kalkıp
gidiyordu oradaki misafirler, ya da ev sahipleri ilgimi
başka yere çekip sorularımı yanıtsız
bırakıyorlardı.
Ya
da taş gibi soğuk ve sert bir cevapla ‘’bilmiyoruz!’’’deyip
geçiştiriyorlardı. Yine böyle anlardan birinde
telefonun sırt çantamda titrediğini hissettim.
Oldum olası titreşimde kullanırım
cep telefonumu zil sesi beni taciz eder. Uzandım
telefona, bulup çıkarana kadar kapandı bir de
ne göreyim 37 cevapsız arama. Keko/Ali. Ben daha
aramaya çalışırken Ali arıyor yazdı
yeniden. Açtım şu bizim sesiz ve utangaç Ali
çıldırmış.Avaz avaz bağırıyor
‘’nerdesin?,
çabuk bulunduğun evden çık!Ben sana demedim
mi benden habersiz köyün içine girme diye?’’
Hiç
sevmem bu tür muhabbetleri. Babam dahil hiç kimsenin bana
ses tonunu ne gerekçeyle olursa olsun yükseltmesinden
hoşlanmam. Ve bana bunu yapmak beni agresifleştirmekten
başka hiçbir işe yaramayacağını
henüz Ali bilmediği için ilk zılgıtını
yiyor. Bas bas bağırıyorum
’’sen
kimsin be! Sana ne? Canım nereye isterse oraya giderim.
Babanın kölesi mi var? Çocuk muyum ben! Git başımdan!
Ben kendi başıma halledebilirim. Sakın
bir daha arama beni.’’
Telefonu kapatıyorum. Risale ve oradakiler Türkçe
konuştuğum için hiçbir şey anlamamışlar
ama şaşkınlıkla bana bakıyorlar.
O arada telefonum yine ısrarla çalıyor. Keko
arıyor bu sefer. Bakmıyorum. Risale’ye “çıkalım”
diyorum. Kalkıyoruz apar topar. Risale’nin telefonu
çalıyor açıyor ve yüzü kıpkırmızı
bir şeyler anlatmaya çalışıyor kekeleyerek.
Bizimkiler olduğunu anlıyorum ve hırsla
alıyorum telefonu “ne var diyorum?” Keko telefondaki
acayip şefkatli ve çaresiz bir sesle
‘’Kejê
sizi ihbar etmişler. Karakoldan almaya geliyorlardı.
Dayının haberi oldu bir şekilde. Askerleri
durdurdu. Lütfen bulunduğun yerden ayrılma nerede
olduğunu biliyoruz ben gelip seni alacağım.
Sakın başka eve girme. Lütfen ben gelene kadar
kimseyle konuşma’’
öyle
telaşlı ki üzülüyorum Keko adına. Açıkçası
çok da ciddiye almıyorum. Ne yapacak sanki askerler
bana? En fazla karakola gider konuşur çıkarım?
Yürümeye başlıyorum. Bir bakıyorum karakol.
Elimde fotoğraf makinası dalıyorum karakolun
içine. Başlıyorum resimlerini çekmeye şaşkın
suratlı askerlerin. Askerlerden biri silahını
demir parmaklıklı pencereye asmış.
Yaklaşıyorum tam çekerken asker hızla gelip
alıyor ve bişeyler soruyor bana. Çok umursamıyorum.
Risale ve Aziz karakolun önünde taş kesilmiş.
Tek hedefim var. Ne yaptığımı karakola
göstermek. Resim çekiyorum ve sohbet ediyorum ne var bunda.
Askerler acayip gergin ve şaşkın görünüyorlar.
Tınmıyorum bile. İşimi bitirince de
salına salına çıkıyorum oradan daha
ellim metre ilerlemiyorum ki Keko ve Ali son hızla
yanımda bitiveriyorlar. Ali perişan görünüyor.
Keko o anda bile gülümsemeye çalışarak beni
arabaya davet ediyor.
“Gelmeyeceğim”
diyorum. “İşim var!”
Keko
evde yemek hazırlandığını ve
beni beklediklerini söylüyor. Umursamıyorum. Ali’ye
bakıp “beni buraya kadar getirdiniz teşekkür
ederim.” Risale’yi gösterip “arkadaşımla da
buluştum teşekkür ederim.Bundan sonra rahat
bırakın beni.Kendim halledebilirim.Size ihtiyacım
yok!”Diyorum sinirli ve gergin.
Ali
dokunsan ölecek sapsarı olmuş. İşin
kötüsü Risale benden beter bir kız olduğu için
beni destekliyor. Keko gelip Risale’nin kolundan tutuyor
sertçe ve birkaç metre öteye sürüklüyor. “Hop hop nereye”
felan diye ilerken Ali yanıma gelip kolumdan tutuyor
sertçe çekip kolumu Ali’ye bakıyorum. Bas bas bağırıyorum;
“Bırak
beni. Noluyor ya! Kimsin sen? Bana rehberlik yaptığın
için mi kendinde bu hakkı görüyorsun? Def ol git
dedim. Rahat bırak beni. Ben bütün dünyayı kendi
başıma gezdim ve hiçbir sorun yaşamadım!
Sen sorun çıkarıyorsun tamam mı? Gereksiz
yere telaşlanıp velveleye veriyorsun ortalığı.
Git başımdan Ali! Kendi başıma halledebilirim!’’
Ali’nin
gözleri doluyor.Ağladı ağlayacak. Dudağını
ısırarak ‘’Özür dilerim Kejê tamam nasıl
biliyorsan öyle yap!’’diyor.
O
arada Risale geliyor yanıma. Aziz hiçbir şeye
karışmadan bizi izliyor. Ne efendi çocuk. Risale
bana arabaya binmemiz gerektiğini söylüyor.Ve bana
“Keko gile gidelim anlatacağım” diyor.
“Peki” diyorum ve biniyorum. Ali benimle konuşmuyor.
Keko hala gülümseyerek bana şakalar yapıp ortamı
yatıştırmaya çalışıyor.
Derken oradaki ender betonarme evlerin birinin önünde
duruyoruz.İçeri girdiğimde yer sofrasının
sağına ve soluna dizilmiş onlarca erkek
ayağı kalkıyor. Şaşırıyorum.
Yerde özenle hazırlanmış çeşit çeşit
yemeklerin süslediği bir sofra var. Beni en başına
oturtuyorlar. Rahat edemeyeceğimi söyleyip sağ
tarafta sofradaki tek kadın olan ihtiyar Metê’nin
yanına oturuyorum. Ben oraya oturunca önüme en baştaki
tabağı getirip bırakıyorlar.Tabağın
içinde minicik kuzucuk kellesi pişmiş gözlerle
bana bakıyor.Neye uğradığımı
şaşırıyorum.
“Bu ne” diyorum Ali’ye. Duymazlıktan geliyor. Konuşmuyor
benimle, kinci. Ben unutmuşum bile kavga ettiğimizi.
Keko sözü alıyor ‘’Kej Xan diyor bizde gelenektir
sunulacak hayvan kimin onuruna kesildiyse kellesi onun
önüne konulur. Sen bizim değerli misafirimizsin.
O kadar yoldan bizler için çıkıp geldin. Biliyoruz
sana layık değil ama kabul edersen senin için
kestik bu hayvanı.Buyur!’’
kıpkırmızı
oluyorum. Sağlı sollu oturmuş en az yirmi
kocaman erkek gözlerimin içine bakıyor. Ali yere
bakıyor sadece. Pişmiş kuzu kellesi, melül
bakışlarıyla gözüme bakıyor…Utanıyorum,
mahçup oluyorum. Elimi uzatıyorum kaşığa
sağımda oturan adam kuzunun kellesini kırmamı
istiyor. Ben yapamam diyorum. Yufka ekmeğin arasında
alıyor eline ve bir yumrukta dağıtıyor
kelleyi. Yapacak hiçbir şey kalmadığı
için gülüyorum. Ve elimde kaşığı alıp
pilavı ağzıma götürdüğümde sesiz sesiz
sofrada bekleyen tüm erkekler önlerindeki tabağa
gömülüyorlar. Metê’nin tabağındaki etlerden
çalıyorum. Metê’ye de kelleyi uzatıyorum gülüyor
.Olmaz diyor o senin için. Yok yok ben sevmem diyorum.
Nihayet birkaç dakika sonra ikna ediyorum değiş
tokuşa. Neşeli bir şekilde yemeğimizi
yedikten sonra ellerinde silindir tas, sabun, havlu taşıyan
delikanlılar içeri giriyor. İlk önce benden
başlayıp gezdiriyorlar suyu. Yerimizden kalkmadan
ellerimiz yıkıyoruz… Ohhh sultanlık bu
olsa gerek. Sonra çaylar geliyor ve sohbete başlıyoruz.
Anladığım kadarıyla Keko köyün ileri
gelen ailelerinden ve odadakiler gayet aklı başında
orta yaşın üzerinde insanlar. Ezdiilkle ilgili
sorular soruyorum. Hepsini sabırla cevaplıyorlar.
Şengal’in sorunlarından ve yoksulluğundan
bahsediyorlar uzun uzun. Elektrik yok, su yok, hastane
yok, iş yok, halkın ciddi bir bölümü açlıkla
mücadele ediyor. Sabırla ve üzüntüyle dinliyorum.
O sırada badem bıyıklı tombul dayı
içeri giriyor ve herkes ayağı kalkıp onu
karşılıyor. Tek tek öpüşüyorlar. Uzun
muşambadan oluşan yer sofrasında yemekler
kaldırılmış ama meyve, şeker,
yumurta, içecekler, ceviz ve daha bir sürü renkli şeylerin
süslediği sofra yerde her zaman.
Dayı
yanıma geliyor. Öpüşüyoruz. Hastayı soruyorum
daha iyi evde dinleniyor diyor. Sonra yanıma oturuyor
gülerek bana dönüp ‘’Kej Xan köyü karıştırmışsın!’’diyor.
Arsız arsız gülüyorum. Bişey yapmadım
sadece fotoğraf çekip insanlarla sohbet ettim’’diyorum.’’İyi
yapmışsın’’diyor gülerek. Peki karakola
niye gittin? diyor. Bir anda herkes bakışlarını
bana çeviriyorum. Ali ilk defa yüzüme bakıyor. Keko’da
hayret içinde. Omuzumu silkiyorum. Onlarında fotoğrafını
çektim diyorum gülerek. Badem bıyıklı tombul
dayı gürültülü bir kahkaha patlatıyor. Tespihini
çekerek neşeyle ‘’İyi yapmışsın
iyi yapmışsın Kej Xan!Çok güzel yapmışsın!’’diyor.Sonra
aralarında benim anlayamayacağım kadar
hızlı ve ağır bir dille konuşuyorlar.Ali
söz istiyor herkes susup Ali’ye bakıyor.Tam anlamamakla
beraber benim adıma yapılmış, iyi
niyetimi belirleyen bir özür konuşması sanırım
içerik. Referans olarak ta Laleş’i ve Bavê Çavuş’u
veriyor Ali.
Bunlar
Bavê Çavuş’un adını duyar duymaz toparlanıp
derin bir saygıyla bana bakıyorlar. Sonra sanırım
Ali çok etkili bir konuşma yapmış olacak
ki, bayağı bayağı bana hayranlıkla
bakıyorlar. Sıkıldığımı
hissediyorum. Orda oturan siyah sakallı beyaz elbiseli
gençten bir adam beni hiç sevmedi. Bakışları
geldiğimden beri asla değişmedi. Ben de
ona dönüp “bakar mısınız nedir bu bombalama
olayının perde arkası siz biliyor musunuz?”
diyorum. Odada buz gibi bir hava esiyor. Adam elektrik
çarpmış gibi hızla kalkıyor yerinden!
Eteğini sinirle çırpıp müsaade isteyip
gidiyor hemen. Ali’ye bakıyorum. Biraz evvelki rahatlığı
uçup gitmiş. Yeniden küçücük kalmış. Hani
yer yarılsa da yerin dibine girsem pozisyonunda.
Keko başını hiç kaldırmıyor.
Xalo tespihini çekiyor ağır ağır.
Ve bana ‘’Kej Xan bu gün bayram diyor. Böyle tatsız
mevzular konuşmayalım. Sen burada bizim misafirimizsin.
Can ve mal güvenliğin bizden sorulur.Bu gün yat dinlen
burada.Yarın ne diyorsan oturur konuşuruz.Sen
sor ben cevap veririm.Ama sadece ben. Başka kimseyle
bu konuları konuşmanı istemiyorum!’’
“e peki” diyorum. Ben sokağa çıkıp biraz
fotoğraf çekmek istiyorum. Ali geriliyor.Keko dayıya
bakıyor.Dayı “bişey olmaz” diyor. Bırakın
çıksın. Bana dönüp Kejê bu mahalleden ayrılma
ama uzaklaşma diyor. Risale’ye bakıp ‘’bayramdır
misafirleriniz vardır şimdi Keko sizi eve bıraksın
Azizle.’’ Risale kızararak “tamam” diyor. Öpüşüyoruz.
Akşama geleceğimi söylüyorum Keko Risalê’yi
götürüyor. Benim yanımda gençlerden birini veriyorlar.
Sokağa çıkıp önüme gelen her şeyin
fotoğrafını çekmeye başlıyorum.
Burada asılı çamaşırların hiç
birinde mandal yok. Bir daha ki gidişimde onlara
mandal götüreceğim! Bütün evlere tek tek giriyorum.
Bir kısmının akrabaları Laleş’te.
Onlar bahsetmişler benden. O yüzden beni tanıyorlar.
Çok şaşırıyorum. Bütün gün sokaklarda
fotoğraf çekip, girdiğim evlere konuk oluyorum
ama kimseye bombalanmayla ilgili bir şey sormuyorum
bir daha.
İyice yorulduktan sonra Keko’lara
geri dönüyorum. Sabah duşunu almadan güne başlamayan
biri olarak olağanüstü kirli olduğum geliyor
aklıma. Keko’ya duş almak istediğimi söylüyorum.”Kejêêêê!”
diye bağırıyor kulağımın
dibinde. “Bu nasıl adet ters bişey mi söyledim?”
diyorum.”Ne var ne bağırıyorsun” diye cevap
veriyorum Keko kızarıyor herkes gülüyor odada.Anlamaya
çalışırken içeriye narin uzun boylu yere
mahçup mahçup bakan bir kadın giriyor.Keko bana dönüyor
‘’Kejê sana yardımcı olsun’’diyor. Kadını
göstererek. Şaşırıyorum ‘’Ne onun
adı da mı Kejê” diyorum. Kadın gülümsüyor
gözlerini yerden kaldırmadan. “Kız kardeşin
mi” diyorum Keko’ya cevap vermiyor. Odadan çıkıyoruz
bir Kejê önde diğeri arkada. Avluda başka genç
kızlarda görüyorum. Mutfakta karınca gibi çalışıyorlar
o sıcakta. Şimdi anlaşılıyor
durmaksızın ürünleri değişen çeşit
çeşit sofranın kaynağı. Tanışıyoruz.
Kejê Keko’nun eşiymiş. Diğerleri kız
kardeşler. Keko’nun üç tane çocuğu varmış
üstelik. Çok şaşırıyorum. Nedense
Keko’nun evli olduğunu hiç düşünmemiştim.
Çok genç henüz Kejê’de çok genç.
Beni
avluda boş bir odaya götürüyorlar.İçerde suyun
akıp gitmesi için bir delik açılmış.Mavi
bir ayna var. Askıda lifler. Hepsi bu kadar. Çeşme
yok. Burası banyo olmalı diyorum. Birazdan iki
kadın ellerinde iki kova suyla içeri giriyorlar.
Kovalardan sıcak olanı yarım.Yanıma
bırakıyorlar. Dibi kum dolu.Umurumda değil
nihayet su buldum. Soğuk suyu sıcak suyla karıştırıp
kendime duş alacağım suyu hazırlıyorum.
Şampuanım çantamda çıkarıyorum avcuma
döküyorum saçımı ıslatıyorum suyu
döküp köpürtmeye çalışıyorum köpürmüyor.
Galiba çok kirlendi o yüzden diyorum. Biraz su döküp duruluyorum.
Bir daha deniyorum çok az köpürüyor. Anlıyorum ki
problem suda. Olsun duş alacağımm ya. Bana
ne! Döküyorum plastik tasla suyu başıma. Evimi
ve dakikalarca altında boşu boşuna dikilip
şarkı söylediğim duşumu hatırlıyorum
kendimden utanarak.
Beni
bir odaya alıyor kızlar. Tüm ısrarlarıma
rağmen bana mavi bir elbise giydirip,elbiselerimi
yıkamaya götürüyorlar.Mavi bileğime kadar uzanan
elbise de olduğumdan çok daha uzun ve güzel görünüyorum.Sıkılıyorum
odada geçiyorum tekrar erkeklerin olduğu odaya.Keko
beni görünce gülümsüyor.Yakışmış sakın
çıkarma senin olsun o elbise.Kejê’ye Suriyeden almıştım.
Mavi diye giymedi. Gülüyorum demek ki Kejê dindar. Ali
hala benimle konuşmuyor. Geçip yanına oturuyorum.
Dedeler Tv izliyor.Bir ara gözüm takılıyor TV’ye
ki ne göreyim. Arapça Aşkı-Memnu..Tanrım
dedeler bir merakla izliyorlar ki sormayın.O sarışın
oğlan ağlayıp Arapça Arapça konuşuyor.Elindeki
cd ‘yi bir bilgisayara takıyor,yengesiyle görüntüleri.Sonra
Cd.yi kırıp denize atıyor.Sonra telefonu
alıp o esmer yengesini arıyor ağlayarak
Arapça bişeyler anlatıyor ve dedeler yöresel
kıyafetlerle ilizyon izler gibi izliyorlar diziyi.
Üstelik gittikçe kalabalıklaşıp dış
dünyadan koparak.Kurban olayım dedeler siz nerden
bilirsiniz bilgisayar nedir? Hayatınızda hiç
cd gördünüz mü? Evlerinizde telefon var mı? Ya deniz?
Kaçınız deniz gördü? Hanginiz amcasının
karısına aşıktı? İzlerken
ne kadarını anlıyorsunuz.Keko ilgiyle onları
izlediğimi görünce gülüyor.Buraya TV 2007 yılında
geldi diyor. Hala sadece birkaç evde var. O yüzden toplanıp
izlemeye gelirler. Babam, dedem ve arkadaşları
bu diziyi çok sever. Sanırım Türk dizisiymiş
doğru mu?’’şaşkınlıkla kafamı
sallıyorum.evet anlamında. O arada dizi reklama
giriyor.
Dedelerden biri bana dönüp ‘’Kejê sen TRT 6’ten mi geliyorsun?’’Diyor.
“Hayır” diyorum gülerek. Kafasını memnuniyetle
sallıyor ’’başê başê trt 6 çahşê’’
diyor ve hiçbir şey olmamış gibi ekrana
geri dönüp iptal oluyor.Hayretle çığlık
atıyorum. Kahkahalarla gülüyorum. “Ali bunlar nerden
biliyorlar Trt 6’i” diyorum. Ali ilk defa bıyık
altı gülerek “sen onların öyle mazlum durduklarına
bakma her şeyden haberleri vardır” diyor. Katılarak
gülüyorum.
Saatler
ilerliyor “Ali beni Risalê’ye bırakır mısın”
diyorum? ”Artık gidip uyusam. Yarın çok işim
var!’’ Ali umursamazca sallıyor omuzlarını
‘’Valla benim arabam yok. Keko seni bırakacak.Ona
söyle.’’Kekoya dönüp soruyorum Keko “tabi tabi” diyor
“ama biraz daha bekle bir işim var ondan sonra.”
Bekliyorum. Her söylediğimde “biraz daha bekle” diyor.
Risale ha bire arıyor sinirleniyoruz.”Keko hadi ama”
diyorum “uykum var!” Keko bana dönüp’’Kejê bu gece burada
yatacaksın diyor!’’ “Anlamdım diyorum. “Yatmayacağım
tabiî ki ben arkadaşıma gideceğim uyumadı
beni bekliyor.” Ayağı kalkıyorum. Ali uyuyor
numarası yapıyor minderin üzerinde. Dışarı
çıkıyorum. Keko peşimden geliyor. Dış
kapıya doğru yürüyorum. Keko kolumdan tutuyor.
“Bekle Kejê” diyor. “Hayır!” Diyorum karalı
ve sert bir ses tonuyla bütün ev dışarı
avluya çıkıyor.Çift kanatlı demir kapıyı
açmasını söylüyorum. Keko her zamanki sakin
ses tonuyla “tamam tamam” diyor. “Götüreceğim seni
ama şimdi beni dinle. Risale’nin annesi o çok küçükken
evden gitti. Bir daha dönmedi. Risale ve Azizi tek başlarına
dede ve ninelerinin yanında kaldılar. Aradılar
her yeri kadını bulamadılar. Babaları
senin gördüğün kadınla evlenip o çocukları
yaptı. Risale hırçın ve sıra dışı
bir kız.Köydekiler pek sevmez onu çünkü kimseyi dinlemez.
Bu gün senin onu yanına alıp köyde gezdirmen
bir sürü dedikoduya sebep oldu. Zaten Risale ile ilgili
bir sürü efsane var. Bir de gidip bombalamayı kimin
yaptığını sordun. Karakola yirmi tane
ihbar telefonu gelmiş. Dayı araya girmese ikinizi
de alacaklardı. Bak güzelim Risale’nin kimsesi yok.
Burada yalnız. Bir yaşlı dedesi bir de
senin gördüğün genç kardeşi var. Babası
mevsimlik işçi. Gördün bak bayram günü bile evinde
yok. Şimdi köyü bu kadar karıştırdıktan
sonra gidip Risale’de yatarsan ikinizin de can güvenliği
olmaz. Hadi gelip sizi karakoldan alırlarsa sen çekip
gidersin olan Risale’ye olur. O burada yaşamak zorunda.
Bence sen burada kal. Sabah gidip getiririm ben Risale’yi.
O da senin gibi asi. Beni dinlemiyor. Sabahtan beri arayıp
duruyor. Sen daha aklı başındasın
madem arkadaşını seviyorsun onu korumak
için bari gitme!”
Ev halkı toplanmış sessizce
benimle beraber Keko’yu dinliyor. Ali yere bakıyor.
“Açın kapıyı” diyorum! “Ben arkadaşıma
gideceğim!” Başlıyorum ağlamaya. Ben
ağlayınca Keko’nun yüzü darmaduman oluyor. Kapıyı
açtırıyor gençlere arabayı çıkarıyor.
Her taraf kapkaranlık gökyüzü yıldız dolu.
Hava açılmış. Sesiz…Hiç ses yok köyde.
Arabayla bozuk yollarda ilerliyoruz. Geriliyorum.K eko
bana dönüp ‘’Korkuyor musun Keko’nun annesi Kejê’’ diyor
Kürtçe. “Hayır” diyorum. “Sakın korkma olur
mu” diyor. “Bak Bavê Çavuş nasıl bizim Ezidilerin
babası ise sen de öyle bizim Annemizsin! Biz yaşadıkça
hiç kimse sana dokunamaz. Seni şimdi arkadaşına
götüreceğim ama Risale uyumuştur bilesin.”
Hayır
uyumadı beni bekliyor şimdi aradı” diyorum!
“Peki.”Diyor.
Hayatımda bu kadar sakin bir adam görmedim. Arif
Hocam kriz anlarında benimle başa çıkabiliyordu
ama itiraf edeyim Keko bu konuda tam bir profesyonel!
Sesiz köyde yıldızların altında bata
çıka ilerliyoruz Risale’nin evine. Kapısının
önünde durduğumuz anda Risale gürültüyle demir kapıyı
açıyor. Boynuma sarılıyor. Tir tir titriyor
Risale. Çok üzülüyorum.
“Şşşş
bak geldim” diyorum. “Sana söz verdim! Geleceğim
dedim Risale bak geldim!”
Keko’yuda
alıp içeri geçiyoruz. Gürültüden Bapir ler ve tüm
ev halkı uyanmış odaya geliyorlar.Keko
narin ve güzel bir konuşma yapıp hepimizi beni
kendi evine götürmeye ikna ediyor.Üstelik sabah bizi Şebil
Qasım’a bayrama götüreceğine söz veriyor. Uzlaşıyoruz.
Risale ve ev halkı bizi kapıya kadar yolculuyor.
Eve geldiğimizde neredeyse sabah olmak üzere ama
dedeler uyumamış. Kendime bağlıyorum.
Çıkardığım huzursuzluk yüzünden olduğunu
düşünerek özür diliyorum. “Seninle ilgisi yok” diyor
Keko “onlar sabaha karşı yatar!” “Nasıl
yani” diyorum “bu nasıl köy. Benim bildiğim
köylüler ilk akşamdan yatar sabah karşı
uyanırlar.” Gülüyor Keko. “Hele biraz daha kal anlarsın”
diyor. Uyumadan önce Keko’ya çocukların kulağındaki
küpeyi soruyorum.Yarın Şebil Qasım’a giderken
alırız Sinun’da kuyumcularda var diyor. Seviniyorum.
Odama geçiyorum ve sert su yüzünden ağaç gibi olmuş
saçlarımla uyuyakalıyorum yer yatağında.
Sabah uyandığımda kendimi
halsiz hissediyorum… Acayip kötüyüm. Gözümü açtığımda
anlıyorum Keko’ların her odasında tavanda
dönüp duran bir pervane var. Sabah jeneratör çalışınca
o da otomatik çalışmış. Acayip kötü
kalkıyorum yataktan. Avluya çıkıyorum.
Kejê gülümsüyor.Yıkanıp duş alıp almayacağımı
soruyor. Dünkü tecrübeden sonra “hayır” diyorum.
Sonra büyük bir gürültüyle çalışan Jeneratöre
bakıyorum. Kekoların durumları iyi evleri
betonarme ve iki katlı olduğu için jeneratörleri
büyük, dolayısıyla çok gürültülü. Mutfağa
geçiyoruz Kejê’yle. “Jeneratör diyorum çok gürültülü.”
Anlamıyor. Jeneratörü göstererek bir daha söylüyorum.Y
ine anlamıyor. O arada kızlarda toplanıyor
ve bir daha Jeneratörü gösteriyorum ‘’Jeneratör …’’diyorum.
Daha cümleyi kurmadan Keko’nun bacısı bir çırpıda
hiç takılmadan “haaa Jeneratör” diyor ve “Malide”
deyip kahkahalarla gülüyorlar. Ve önce kızların
arasında sonra evde sonrada büyük bir hızla
köyde ‘’Jeneratör’’deyip gülüyor herkes birbirine. “Kejê
muvalidde’ye jenaratör’’ diyor. En çok ilgilimi çeken
de ‘’jeneratör’’gibi zor bir kelimeyi bir çırpıda
ve bu kadar rahat söyleyebilmeleri. Hem söyleyip hem gülüyorlar.
Bu kadar hızlı yayılması ayrıca
dikkate şayan! Ben de gülüyorum artık! Hey ‘’Jeneratör’’
çok komiksin!
Kahvaltı müthiş fakir. Bütün
evlerde öyle. Sulanmış bir yoğurt ve ekmek.
Peynir bile yok. Alıştım artık umursamıyorum.
Nasıl olsa gün içinde ağzınıza mutlaka
yiyecek bir şeyler tıkıyor Ezidi’ler. Tuhaf
bir şekilde bu kadar fakir olmalarına rağmen
misafirlerine karşı müthiş cömertler.
“Hazırsan çıkalım mı Keko?”Diyorum.’
’Bekle bakalım Kejê diyor.Benim işim çıktı
sizi Xalo götürecek.’’ Mızırdanıyorum ‘’hani
Sinunê’ye gidip küpe alacaktık? Hani Şerfeddin’e
gidecektik? Hani Şebil Qasım’a gidecektik.’’
Büyük bir sabırla gülüyor Keko..’’Ben geleceğim
arkanızdan ama senin Xalo ile gitmen daha güvenli.
Ben gidip Risalê’yi alayım” diyor. Birazdan Badem
bıyıklı dayı geliyor. Bu gün daha
mı bir sevimli ne? Gülerek yanıma gelip oturuyor.
’’Bak şimdi Kej Xan ne sorursan cevap vereceğim,
nereye gitmek istiyorsan seni oraya götüreceğim!
Söz.Ama sen de beni dinleyeceksin. Yanımdan asla
ayrılmayacaksın !Bir de Ali’ye kızmayacaksın!
Tamam mı?” diyor. Ali…Doğru ya Ali nerde sahi?
Acayip gıcık aldım ondan. Ama bu gün sanki
öfkem dinmiş biraz daha.
Risale geliyor Azizle beraber. Bayrak kırmızısı
tülden bir elbise giymiş. Siyah saçları omuzlarına
dökülüyor. Makyaj yapmış. Güzel görünüyor. Sarılıyoruz
birbirimize. Aziz’de pek yakışıklı
olmuş. Bayram ya. Ezidi kadınları acayip
renkli ve güzel giyiniyorlar. Bir de şu makyaj işini
abartmadan yapabilseler çok daha güzel olacak. Takıları
çok renkli. En zor renkleri bile çok cesurca ve kendilerine
yakıştırarak kullanıyorlar. Allı
pullu süslü renkli ve Kadınlar! Risale gözümü kamaştırıyor.
Elbisesine bakıp bakıp gülüyorum. Utanıyor
“sana vereyim Kejê” diyor.Gülüyorum “sana yakıştığı
kadar yakışmaz” diyorum.Ali geliyor hala soğuk
rüzgarlar esiyor aramızda.Yola çıkıyoruz.
Badem bıyıklı şişman Xalo ilerliyor
kamyonetle gökyüzü açık kocaman bir güneş var.
Isınmaya başlıyor ortalık. Ve asfalta
çıktığımız anda sol tarafta nihayet
Çiyayê Şengal’i görüyorum…
Nefesimi tutuyorum!Hey!Derweş orda mısın?
Şimdi ineceğin tutar mı şu dağdan
aşağı yıldırım gibi atın
Hedwan’ın üstünde? Elinde Edûle’nin örüklerinin süslediği
mızrağınla ay delal?
devam edecek
|