Today’s
Zaman’dan Yonca Poyraz’la yapılan söyleşi
Burkay: “Ergenekon Davası, ülkenin
normalleşmesi, barış ve demokrasi için
bir fırsat”
Bu söyleşi, ülkede ve yurt dışında
İngilizce olarak yayımlanan Today’s Zaman
gazetesinden Yonca Poyraz’la yapıldı
ve gazetenin 21 Mart 2011 tarihli sayısında
tam sayfa olarak yayımlandı. Ayrıca Zaman
gazetesinde de tamamı “Derin devlet geriledikçe
barışçı yollar devreye girecek” başlığı
altında Türkçe olarak verildi. Söyleşiyi aşağıda
okurlarımıza da sunuyoruz.
30 yıldan fazla bir süredir
yurt dışında yaşıyorsunuz, hem
de Avrupa’nın en fazla refaha sahip ülkelerinden
biri olan İsveç’te. Ancak Türkiye’ye dönmeyi istediğinizi
haberlerden duyuyoruz. Bu aşamaya nasıl geldiniz?
Tabi bir soruşturma vardı ve takipsizlik kararı
çıktı, bunun nasıl bir etkisi oldu?
Pek çok kişi gibi Avrupa’ya zorunlu olarak çıktım
ve 12 eylül rejiminin yarattığı baskı
ortamı uzun sürdüğü için de dönemedim. İsveç’i
refah düzeyinden çok, temiz havası ve güzel doğası
nedeniyle seçtim. Benim ve arkadaşlarımın
yurt dışındaki hayatı ise, bazı
çevrelerin sık sık yansıtmak istedikleri
gibi “lüks içinde” geçmemiştir. Süregiden siyasi
uğraşlar bir iş tutmamıza bile engel
oldu. Bu ülkelerin koşullarına göre çok mütevazi
bir hayatımız oldu.
Ülkeye dönme düşüncesi bende iki yıl kadar
önce oluştu. Ortam, özellikle hükümetin başlattığı
“açılım” süreci nedeniyle yumuşamıştı.
Son yıllarda Kürt sorunu ülkede yaygın biçimde
tartışılıyor. Benim üzerimdeki medya
ambargosu da son iki-üç yılda kalktı sayılır.
Pek çok gazete, dergi, TV kanalı benimle söyleşiler
yapıp yayınladılar. Yani görüşlerimi
artık sansürsüz kamuoyuna ulaştırabiliyorum.
Bu elbette oldukça önemli bir gelişme. Ayrıca
benim Kürt sorununun çözümü için önerdiklerimi bugün programına
almış legal siyasi partiler var. Örneğin
Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) proğramında
çözüm olarak federasyon öneriyor. Bütün bunlar Türkiye’de
önemli bir değişimin işareti. Elbet Kürt
sorunu henüz çözüm bulmuş değil ve demokratikleşme
yönünde daha epeyce adımlar atılması gerekiyor.
Ama ben de buna yönelik mücadelemi yurt içinde sürdürebileceğimi
düşünüyorum. Yurda dönersem söz konusu çözüm ve barış
sürecine, demokratikleşme çabalarına daha fazla
katkı sunabileceğim kanısındayım.
Söz konusu takipsizlik kararını basından
öğrendim; ama ayrıntılı bilgi yoktu.
Hangi davaya ait olduğunu ve içeriğinde ne yazıldığını
hâlâ bilmiyorum. Belki kurucusu olduğum Kürdistan
Sosyalist Partisi davası ile ilgilidir. Eğer
öyleyse iyi elbet. Öte yandan şu son 30 yıl
içinde Türkiye’de yayımlanan yazı ve kitaplarımdan
dolayı pek çok dava açıldığını
biliyorum; onların sonucu hakkında ise ayrıntılı
bilgim yok. Bu takipsizlik kararının dönüş
düşünceme bir etkisi yok; çünkü bu karar daha yeni,
ben ise daha aylar öncesinden dönüş için karar aldım
ve açıkladım.
Size karşı bazı
tehditler de söz konusu. Bunlar sizin dönmek için cesaretinizi
kırıyor mu?
Bana yönelik tehditler yeni bir olay değil. Özellikle
son 30 yılda bu tür tehditlerle birçok kez karşılaştım.
Ama bunlar asla benim mücadelemi ve çalışmalarımı
etkilemedi, aksine belki zaman zaman kamçıladı.
Bir ülkede siyasal amaçlara ulaşmak için şiddet
varsa ve hele Türkiye’deki gibi yaygınsa orada aydınlara,
siyaset adamlarına, her türden demokrat insana, hatta
iş adamlarına, bilim adamlarına yönelik
tehditler olur. Türkiye de on yıllardır bir
şiddet sarmalı içinde. Bu nedenle bu risk pek
çok kişi için var ve ben dönmeye karar verirken bunu
içerdeki insanlarla paylaşmayı göze aldım.
Riski ortadan kaldırmanın yolu, siyasi sorunların
çözümünde bir yöntem olarak şiddeti toplum yaşamından
çıkarmaktır. Bir başka deyişle, silahları
susturmalı, siyasete ve diyaloga yolu açmalıyız.
İsveç’te yaşarken, toplumsal
veya siyasi düzene ait olarak “keşke Türkiye’de de”
olsa dediğiniz ne var?
Çok şey var. Öncelikle çevrenin ve doğanın
titizlikle korunması ve bununla uyum içindeki kentleşme.
Örneğin Stokholm’un semtleri yeşil alanlarla
çevrili ve her yer bir park gibi. Orman içine uzanan gezi
ve bisiklet yolları iç açıcı. Bu yollar
alt ve üst geçitlerle motor yollarını aşıyor.
Evlerin arasında yeterince çocuk bahçeleri var.
İsveç’in, işsizlik sigortası ve gelişkin
bir sosyal yardım kurumu var. Çocuk, yaşlı
ya da özürlü, yardıma muhtaç hiç kimse kendi kaderine
terk edilmiyor.
Bir de toplumsal barış tabi. Bu ülkede de elbet
kriminal olaylar yaşanıyor; ama ülke düşman
kamplara ayrılmış değil ve devletin
ezmeye can attığı “iç düşmanlar” yok.
Ne işçilerden emekçilerden korkuluyor, ne farklı
etnik gruptan insanlardan. Tam bir inanç özgürlüğü
var, küçük Lapon grubu bile özerk; kendi ulusal günleri,
ulusal marşları, ulusal meclisleri var ve ana
dillerinde eğitim hakkına sahipler. Burada Kürt
çocukları da tüm gruplar gibi kendi dillerinde eğitim
görüyorlar. İsveç komşularıyla da barış
içinde, sınırlar kağıt üzerinde; ne
vize isteniyor, ne pasaport...
İmralı'da tutuklu bulunan
PKK lideri Abdullah Öcalan'a yazılı bir
açıklama ile cevap verdiniz ve Öcalan'a, Kuzey Irak'lı
Leyla Qasım'ı örnek gösterdiniz. Leyla Qasım'ı
hatırlatır mısınız bize? Ne açıdan
örnek gösterdiniz kendisini? Öcalan ne yaparsa “haysiyetli”
davranmış olur?
Leyla Kasım, Irak’taki Baas rejiminin zulmüne karşı
Kürt direniş saflarındaki bir genç kızdı.
Yakalandı ve idam cezasına çarptırıldı.
Kendisinden, eğer devlet başkanı El Bekr’e
bir mektup yazıp özür dilerse idam cezasının
kaldırılacağı söylendi. O bunu reddetti
ve darağacına başı dik yürüdü. Bence
o gerçek bir kahramandı. Haklı bir dava için
yola çıkanlar, canlarını kurtarmak için
zorbaların önünde dize gelmemeli.
Öcalansa Şam ve Bekaa’da iken zindandaki yoldaşlarını
hep gereği gibi direnmemekle suçladı, dağdakileri
ise gereği gibi savaşmamakla. Ama kendisi daha
yakalandığı gün, “Hizmete hazırım,”
dedi. Daha sonra pişmanlığını
dile getirdi ve mahkemede, “Ne istiyorsanız onu yapayım,”
dedi. Bir lider eğer yaptıklarının
doğruluğuna inanıyorsa böyle demez. Bununla
“Öcalan daha önce iyi etti, şiddeti savunmaya devam
etsindi”, demek istemiyorum. Hayır, onun siyasi mücadelede
şiddeti başlıca yöntem sayması da
yanlıştı, yakalandığı gün
gösterdiği tavır da. Kürt halkının
temel haklarını mahkemede kararlılıkla
savunmalı ve bunu sürdürmeliydi. Onurlu tutum buydu.
2009 yılındaki bir söyleşinizde
Öcalan’ın Kürt halkının temel isteklerini
terk ettiğini, İmralı’dan ve derin güçlerce
yönlendirildiğini söylemiştiniz. Bu görüşünüz
devam ediyor mu?
Evet, ediyor. Düne kadar İmralı’da komutan
olan bazı kişiler şu anda Ergenekon davasından
yargılanmaktalar. Öte yandan İmralı hâlâ
askerlerin denetiminde ve hükümetin buraya yeterince hakim
olduğu kanısında değilim. Öcalan’ın
askerleri sık sık övmesi ve hükümeti ağır
biçimde suçlaması da bunu gösteriyor.
Vefatından önce yaptığımız
bir söyleşide Abdülmelik Fırat da, “derin devlet
ölmeden PKK bitmez” demişti. Bu konuda görüş
hakkındaki düşünceleriniz?
Derin devlet, Türkiye’de hukuk tarafından denetlenmeyen
geniş bir organizasyon oluşturdu, sağ ve
sol türden çeşitli örgütlere, Kürt hareketine ve
İslami harekete, medyaya, yargıya, üniversiteye
sızdı. Ve geçmişte bunlara çeşitli
eylemler yaptırdı, hâlâ da yaptırmakta.
Bu sır değil. Askeri vesayet ortadan kalktığı,
militarizm gerilediği, Türkiye şeffaflaştığı,
hukuk devleti güçlendiği oranda derin devlet geriler,
şiddet de karşılıklı olarak sahneyi
terk eder. Şu anda şiddet birbirini besliyor.
Bu bakımdan Ergenekon’a karşı açılan
dava son derece önemli, ülkenin normalleşmesi, barış
ve demokrasi için bir fırsat. Derin devlet etkisini
yitirdikçe, barışçı ve siyasal çözüm yöntemleri
devreye girecek, PKK da, bitmese bile dönüşüme uğrayıp
siyasallaşacaktır. Bu da kanımca fena olmaz.
PKK Ağustos’ta verdiği
silahları bırakma sözünü kaldırdı.
Bu eylemin Kürtlere kazandıracağı avantajlar
var mı? PKK silahları bırakırsa Kürt
sorununun çözümü kolaylaşır mı?
PKK geçen Ağustos ayında önümüzdeki seçimlere
kadar ve bazı koşullara bağlı olarak
eylemsizlik kararı vermişti. Onu şimdiye
kadar sürdürdü. Ama şimdi isteklerinin yerine gelmediğini
ileri sürerek Newroz’dan itibaren kararını gözden
geçireceğini söylüyor. Bence eylemsizlik sürmeli,
hatta silahlar tümden bırakılmalı. Çünkü
gelinen aşamada silahlı eylemin ve şiddetin,
her iki taraf (hem devlet hem PKK) için de çözüme bir
yararı yoktur. Tam tersine şiddet karşılıklı
olarak aradaki güvensizliği büyütüyor, yumuşamayı
ve diyalogu engelliyor.
Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından
Kürtlerin demokratik talepleri karşılanırsa
PKK’nın varlığı için gerekçe kalır
mı?
Türkiye eğer zamanında Kürtlerin haklarını
tanısaydı, zaten ne bir Kürt sorunu olurdu,
ne de Cumhuriyetin başından bugüne yaşanan
o kadar Kürt ayaklanması yaşanırdı.
Ne Kürtler illigal örgütlere gerek duyar ne de ortaya
PKK diye bir örgüt çıkardı. Bugün de sorunu
ortadan kaldırmanın yolu Kürt halkının
tüm temel haklarını tanımaktır. Eşitlik
temelinde bir çözüm mümkündür, dünyada bunun pek çok örneği
var ve bize göre bu federatif biçimdir. Türkiye barışa
ve demokrasiye ulaşmak istiyorsa bu sorunun çözümünde
radikal adımlar atmalıdır.
Henüz karar verdiniz mi, yani kesin
dönüş mü planlıyorsunuz Türkiye’ye, yoksa hem
Avrupa’da hem de Türkiye’de istediğiniz zaman, istediğiniz
sürelerde yaşamak ister misiniz?
Ülkeme dönüş için elbette kararımı verdim.
Tabi İsveç’te çocuklarım var, bazısı
okuyor, bazısı iş hayatında. Zaman
zaman onları, dost ve arkadaşlarımı
görmeye gelebilirim. Ama asıl olarak ülkemde yaşamak
isterim.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
size de yurda dönüş çağrısı yapmıştı
ve "Ona kapımız açık" demişti.
Bunun kararınızda etkisi olur mu?
Evet oldu. Başbakan Erdoğan’ın da İçişleri
Bakanı Atalay’ın da. Ama dönüş kararımda
daha önce sıraladığım nedenlerin bir
bütün olarak etkisi oldu. Örneğin medyanın gösterdiği
ilgi ve görüşlerimi sansürsüz yansıtması...
Medyada ve edebiyat çevrelerinde çok dostum olduğunu
gördüm. Onların varlığı bana dönüş
için güç veriyor.
Türkiye’ye dönseniz ilk ne yaparsınız?
Nereye yerleşmek istersiniz? Çok özlediğiniz
yerler, şeyler var mı?
Yakınlarımla, eski ve yeni dostlarımla
(bazısı belki çok yaşlandı, bazısının
daha yüzünü görmedim, çünkü ben ülkeden ayrıldıktan
sonra doğup büyüdüler) el sıkışıp
kucaklaşmak bana şimdiden heyecan veriyor. Bazılarını
ise ne yazık ki göremiyeceğim, çünkü bu dünyadan
göçtüler. Babam ve annem de bunlar arasında... Dersim’deki
köyümü, yaşadığım kentleri (Tunceli,
Elazığ, Ankara) görmek elbet zevkli olacak.
Sonra bir geniş tur atmak isterim: Örneğin hem
Diyarbakır’da, Van’da, Ağrı’da, hem İstanbul,
İzmir ve Antalya’da, kısacası ülkenin dörtbir
yanında arkadaşlarım, dostlarım var;
onları görmek isterim.
Yerleşeceğim yer konusunda belli tercihlerim
olsa da henüz karar vermedim. Onu dönüşten sonra
kesinleştireceğim. Köyümün dutlarını,
cevizini ve armudunu çok özledim. “Adana kebap”ı
, Ankara’nın iskender kebabını ve Antep
baklavasını da özledim diyeceğim ama, bu
kebap ve baklavaların alası şimdi Stokholm’de,
Londra’da, Köln’de de bulunuyor...
40 yıla yakın sol hareket
içinde siyasi çalışmalarınız oldu.
Türkiye’de siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?
Kendimi bildim bileli siyasetin içindeyim. Bugün de öyle.
Siyasette yönetici posizyonda olmak ise ayrı bir
şey. Önce 6-7 yıl Türkiye İşçi Partisi’nde
üst düzeyde, 30 yıla yakın ise Kürdistan Sosyalist
Partisi’nde genel sekreter olarak birinci derecede yönetici
görevde bulundum. Ama 8 yıl önce, bir daha yüklenmemek
üzere yönetici görevleri bıraktım. Elbet şimdi
de yazarak, konuşarak ülke sorunlarının
çözümüne ilişkin siyasi görüşlerimi yoğun
biçimde dile getiriyorum. Ama ülkeye döndükten sonra da,
kendime yakın bulduğum bir partiye destek versem
bile, herhangi bir partinin yönetiminde görev almayı
düşünmüyorum.
Neden?
Birçok nedeni var. Bir kere siyasette yöneticilik görevini
40 yıla yakın yaptım ve bu dönemde gecemi
gündüzüme katarak enerjiyle çalıştım. Bu
yetmez mi? Yöneticilik birçok bakımdan yorar ve doğrusu
ben de yoruldum. İkincisi, “Bensiz olmaz” deyip ölünceye
kadar bir örgütün başında olmak isteyenlerden,
bu tür postseverlerden değilim. Ayrıca yaşlandım,
bu işi gençlere bıraktım. Elbet deneyimli
bir insanım, ama deneyimlerimi yeni nesillere aktarmanın
yolları var; örneğin anılarımı
yazıp bırakıyorum. Kaldı ki gençler
de işi üstlendikçe deneyim kazanırlar.
Türkiye’de sol siyasetin durumu hakkında düşünceleriniz
neler?
Kanımca Türkiye solu, dünyada yaşanan büyük
değişimden, özellikle Sovyet sisteminin çöküşünden
sonra kendisini yenileyemedi. Bir bölümü sosyalist sistemde
yaşanan çöküntüden sonra umutsuzluğa düştü
ve havlu attı. Bir bölümü ise olup bitenlerden dersler
çıkaramadı ve hâlâ geçmişte yaşıyor,
geçmişin ezberini tekrarlıyor. Oysa dünyadaki
ve toplumsal hayattaki değişimi göz önüne almayan
görüşler donar ve bir dogmaya dönüşür. Bu tür
görüşlerle toplumun ihtiyaçlarına cevap verilemez.
Bu nedenledir ki solun bir bölümü hemen her önemli olayda
tavrını, antiemperyalizm, ya da Amerikan karşıtlığı
mihengine vuruyor. Böylece politikalarını sanki
otomatiğe bağlamışlar. Bu da onları
çoğu zaman gerçeklerden, kitlelerin özlem ve isteklerinden
koparıyor. Örneğin Türkiye’de solun önemli bir
bölümünün –elbet tamamı değil- son yıllarda,
“ulusalcılık” adı altında statükocuların,
değişim karşıtlarının yanına
düşmesinin nedeni budur. Yine solun küreselleşmeye
ve AB üyeliğine karşı çıkmasının
da nedeni budur. Sol, siyasetini değişen bir
dünyaya uyarlayacağına, yeni sularda yüzmeyi
öğreneceğine, değişime karşı
çıkıyor.
Türkiye’de Kürt açılımına
dair düşünceleriniz neler? Başarılı
ve başarısız bulduğunuz yönleri neler?
Açılım süreci, başlangıçta umut verdi,
heyecan yarattı, ama ne yazık ki bu devam etmedi.
Kanımca hükümet bu konuda hem sorunun boyutlarını
gereği gibi hesaba katmamakta idi, hem de bu boyutlara
uygun köklü, kapsamlı bir çözüm projesine sahip değildi,
bir bakıma el yordamıyla yürüdü.
Elbet bu sürecin başlatılması ve bunun
gerekçeleri bile oldukça önemliydi. Önce Cumhurbaşkanı
Gül, Türkiye’nin en büyük sorununun Kürt sorunu olduğunu
ve bu çözülmeden Türkiye’nin düze çıkamıyacağını
söyledi. Çözümünse şiddet yöntemleriyle olamıyacağını
dile getirdi. Bunu Başbakan Erdoğan’ın
aynı mealdeki konuşmaları izledi. Bu oldukça
önemliydi, Kürt sorununu yüzyılı aşkın
zamandır ya yok sayan, ya da şiddet yöntemiyle,
Kürtleri ezip susturarak çözmeye koşullanmış
devlet politikasında önemli bir kırılmayı
gösteriyordu. Bu nedenle bu sürecin başlatılmasını
destekledim. Süreç boyunca olumlu adımlar da atıldı.
Daha açılım sürecinin başında TRT-6
açılmıştı. Tam gün Kürtçe yayın
yapan bu devlet televizyonunu önemli buldum. Kürt sorunu
geçmişte hiç görülmediği biçimde siyasi arenada
ve medyada tartışılmaya başladı
ve örneğin benim görüşlerim de çoğu zaman
sansürsüz biçimde kamuoyuna yansıdı. Hükümet
silahları susturmak için girişim başlattı,
bu da çok önemliydi. Silahları susturup siyasetin
ve diyalogun, barışçı bir çözümün yolu
açılabilirdi. Ne yazık ki bu girişim daha
baştan tökezledi. Kandil ve Mahmur’dan dönenlere
sınır kapısında yapılan karşılama,
bunun Kürtler arasında bir bayram sevincine yol açması,
Türk kamuoyunda tepkilere yol açtı. CHP, MHP gibi
muahelefet partileri ve bir bütün olarak statükocu güçler
kamuyonu hükümete karşı kışkırttılar.
Şovenizm yeniden tırmandı. Buna o zamanki
Genelkurmay Başkanı’nın sert demeçleri
de eklenince hükümet geri çekildi, dönüşler durdu.
Bunu “KCK operasyonu” diye bir bölüm seçilmiş Kürt
belediye başkanına ve siyasetçiye yönelik kitlesel
tutuklama izleyince, Kürt kesiminde uyanmış
umutlar ve heyecan söndü, açılım süreci tıkandı.
Bu tıkanma hâlâ devam ediyor.
Aşılabilir mi? Nasıl?
Elbet aşılabilir. Hükümetin sorunun çözümüne
yeniden cesaretle eğilmesi lazım. Seçimlerden
sonra eğer AK Parti yeniden çoğunlukla parlamentoya
girip hükümet kurabilirse, ki öyle görünüyor, kamuoyundan
aldığı destekle bunu yapabilir.
Öncelikli adımlardan biri silahları susturmak,
diğeri, ülkenin çoğulcu renklerine uygun düşen,
Kürt kimliğini de kapsayacak demokratik, çağdaş
standartlarda bir anayasadır. Böylece en azından
Kürtler için de özgür siyasetin, diyalogun, yani barışçı
bir çözümün yolu açılabilir. Kürt dilinde eğitim
devreye girebilir. Daha ileri ve sorunun temelden çözümünü
sağlayacak adımlar bunu izleyebilir.
Ne dersiniz, bu Nevruz'da Türkiye'de gerginlik ve
çatışmalar olmasa, insanlar beraber eğlenecekleri
kutlamalar yapsa nasıl olur? Sizin aklınızda
yer etmiş bir Nevruz kutlaması var mı?
Umarım bu Newroz’da gerginlik olmaz. Ben çok Newroz
bayramı yaşadım. Daha 1977'den başlayarak
Ankara ve İstanbul dahil, Newroz'u kitlesel olarak
kutlamaktaydık. 24 Mart 1978'de Ankara'da Makina
Mühendisleri Salonu'nda kutlanan Newroz'da vardım
ve benim "Dehak'ın Sonu" adlı piyesimin
Türkçesi oynandı. (Orijinali Kürtçe idi). O gece
hatırımda. Yurt dışında da 35
yıldır KOMKAR'ın düzenlediği Newroz
geceleri çok kitlesel ve coşkulu geçer. Geçen yıl
Stokholm Newrozu sırasında Sosyal Demokrat Parti
lideri Mona Sahlin sahnede konuşma yaparken benim
"Kızıl Gül" adlı şiirimin
İsveççesini okudu, sonra masama kadar gelip
beni kutladı. (Kızıl gül aynı zamanda
onların amblemi.) Bu Newroz da anılarıma
kazındı. Şiiri belki merak edersiniz:
KIZIL GÜL
Su olmalı, yel olmalı
Akışın güzelliğini duymak için
İşin güzelliğine varmak için
Alınteri olmalı
Bitişin tadını tohum bilir
Direnç yaşanılır
Kavgada olana sormalı
Umut nedir, mutluluk nedir
Barış ki yaşamın gülüdür
Acıdan doğar ne yazık
Özgürlüğe bedel
Kızıl güle kan gerek
________________________
Umarım bizim ”kızıl gülümüz”, yani özgürlük
için bunca kan, bunca bedel yeter.
|