Röportaj
Kürdistan’ın kara çocuğu,
Ve PSK’nin genel sekreteri
Mesud Tek!
Kejé Bémal
Hani bazı insanlar vardır, onların hakkındaki
ön yargınız ne olursa olsun, doğru sonuç
vermez. Gerçek yargı için mutlaka tanımanız
gerekir. Sayın Mesud Tek bunlardan biri. Merak ettim
ve yanına gittim. İstedim ki, O’nu O’ndan dinleyelim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, hayatımda gördüğüm
en centilmen erkeklerden biri ve inanılmaz misafirperver.
Müthiş bir enerjisi var. Bir anda sizi sarıp
sarmalıyor bu enerji. Kendinizi mutlak güvende ve
huzurlu hissetmenize sebep oluyor. Öyle göründüğü
gibi sessiz, sakin ve mülayim de değil! Müthiş
bir kültürel donanımı ve kendi arenasında
olan biten her şeye, muhteşem bir hakimiyeti
var. Üstelik birçoğunuzun düşündüğü gibi
Avrupa’da falan da değil. Kürdistan’ın orta
yerinde, mücadelesini verdiği coğrafyanın
ve halkının nabzını tutarak yaşıyor.
Ben anlatmaya kalkarsam sanırım bu girişi
bitiremem, kendisini ve yüreğine öyle güzel; öyle
yalın ve öyle dürüstçe açtı ki; buyurun siz
tanıyın ve karar verin.
İşte, eş, baba, Kürdistan’ın kara
çocuğu, Ve PSK’nin genel sekreteri Mesud Tek!
Yalnız müsadenizle şunu belirtmeden geçemeyeceğim;
hayatıma özlem ve sevgi adına yeni birini kattığı
için ve ilk gençliğinden bu yana ömrünü gözünü kırpmadan
Kürt Halkı ve Özgür Kürdistan mücadelesine adadığı
için O’na herkesin huzurunda halkım ve kendi adıma
şükranlarımı sunarım.
Bütün röportajlar klasik bir cümle ile başlar.
“Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?”
Bu röportaj böyle başlamayacak, tam tersine bize
uzunca kendinizi tanıtır mısınız?
Hikaye nerede başlıyor?
Ben Dersimli bir Zaza-Alevi ailenin çocuğuyum. Elazığ’da
dünyaya geldim. İlk orta ve liseyi Elazığ’da
okudum. Üniversite eğitimi için Diyarbakır’a
geldim, 1972 yılından 1980 yılına
kadar Diyarbakır’da kaldım.
Hangi bölüm?
Önce Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü’ndeydim, sonra
oradan vazgeçtim. Fen Fakültesi Botanik Bölümü, ondan
da vazgeçtim sonra Kimya bölümü… Ama sağ olsun Kenan
Evren bırakmadı bitireyim. Darbe ile birlikte
daha doğrusu darbeden önce yurtdışına
çıkmak zorunda kaldım.
Kimliğimi asıl olarak Diyarbakır’da bulduğumu
söyleyebilirim.
Evliyim, iki çocuğum var, biri kız, kızım
büyük, bir tane de oğlum var. Yeterli mi? Yoksa…
Hayır… Kimliğimi buldum dediğiniz yere
döneceğim. Kimlik bulmaktan kastınız nedir?
Şimdi, Dersimli ailelerin evinde hep 38’de yaşananlar
anlatılır. Çünkü her ailenin Dersim direnişinden
ya da katliamından kalan bir yarası vardır.
Bu yara sürekli kanar. İnsanlar bir araya geldiklerinde
sıkca bu konudan bahsederler. Dolayısıyla
ben de kardeşlerimle birlikte Dersim’de yaşanan
katliamlarla ilgili anlatılanlarla büyüdük . Bir
de Elazığ’da bulunduğumuz çevrede birkaç
Dersimli aile, aşağı yukarı 7-8 aile
bir koloni gibiydik. Çevremizdeki hep Elazığ’ın
yerlileri ve Sünni idi. Dolayısıyla bizim Alevi
olmamızın getirdiği bir takım ciddi
dezavantajlar vardı. Okula gittiğimizde de bunu
gördük. Alevilere iyi bakılmadığını
hissediyorduk. Gerçi direkt, hakaretvari, davranış
ve tutumlar olmamakla beraber davranışlarda
bir farklılık, bir ayrıcalık, bir
ötekileştirme olduğunu hissediyorduk. Şimdi,
bu bende bir kimlik sorunu yarattı. Kendimi sorgulamaya
götürdü, acaba ben hangisiyim, yani Dersim’de katliama
uğrayan bir Kürt müyüm? Yoksa Alevi miyim? Yoksa
babamın, annemin atalarımın, dedelerimin
uğradığı bu zulüm onların Alevi
olmasından mı yoksa Kürt olmasından mı
kaynaklıydı. Böyle bir ikilem içerisindeydim.
Yani bu lokal bir alevi kimliği bunalımı
mı? Yoksa iki kere ötekileştirilmiş Alevi-Kürt
kimliği bunalımı mı?
Tabi. İki kimliğinde ötekileştirilmesinden
dolayı biz iki kere ötekileştirilmiştik.
Aslında bu ikisi de aynı kimlik. Ama o dönemdeki
düşünce yapıları, içlerinden birinin ağır
basması gerektiğini dayatıyordu. Bir insanın
hem Alevi, hem Kürt kimliği için mücadele etmesi
gerektiğinin bilincinde değildim. Yurtdışından
Diyarbakır’a gelen az sayıda Kürtçe ve Kürt
sorunu ile ilgili yayınlar gelirdi. Veteriner
Hekim Dr. Nuri Dersimi’nin kitabı, Kürdistan
Tarihinde Dersim adlı kitabı, Ronahi yayınları
ve Hevra’nın çıkardığı küçük
broşürler gibi. Bunlar çok az sayıda gelirdi.
Dönem 12 Mart dönemi idi. Sıkıyönetim vardı
ve Kürt yurtseverlerinin çoğu cezaevindeydi. Dışarıda
kalan bir gruptuk ve yaşımız da müsait
değildi, o dönemlerde tutuklanmaya, 16-17 yaşlarındaydım.
O gelen broşürleri, kitapları yutarcasına
okurduk. Kimliklerimi barıştırmada iki
kitap önemli rol oynadı. Bunlar, değim yerinde
ise bugüne kadar gelen yaşamımda beni dizayn
ettiler, belirlediler. Birincisi Veteriner Dr. Nuri Dersimi’nin
Kürdistan Tarihinde Dersim, diğeri ise Kemal Burkay’ın
yurtdışında Hıdır Murat kod ismiyle
yayınladığı “Türkiye Şartlarında
Kürt Halkının Ulusal Kurtuluş Mücadelesi”dir.
Bu iki kitap değim yerinde ise hem benim kimliklerimi
barıştırmama yardımcı oldu. Hem
de siyasi olarak nerede durmam gerektiğini, hangi
yöne gitmem gerektiğini belirledi.
Ondan sonra Kürdistan Sosyalist Partisi-PSK 1974’ü 1975’e
bağlayan gece kuruldu. Ben 1975 Haziran’ında
Kürdistan Sosyalist Partisi’ne üye oldum. Ondan sonra
bugüne kadar geldik.
Değim yerinde ise partinin her kademesinde görev
aldım. Üye olarak, bölge komitesi üyesi olarak, bölge
komitesi başkanı olarak, merkez komitesi üyesi
olarak, en son olarak da (mütevazi bir gülümseme ile)
eskaza, arkadaşların isteği üzerine genel
sekreter oldum ve bu görevi yürütüyorum.
Şimdi şu “eskaza” meselesini biraz açmak
istiyorum. Birkaç gündür sizinle sohbet ediyorum, gözlemliyorum
Mesud Tek, PSK Genel Sekreteri, birikiminiz, tavrınız,
tarzınız ve üslubunuzla hiç de bu pozisyona
“eskaza” gelmiş gibi bir haliniz yok. Bu “eskaza”
meselesi sizin Özgürlük Yolu devrimcilerinin ortak mütevazi
tavrı olmasın sakın?
Şimdi doğrusunu söylemek gerekirse, benim aklımda
politikacı olmak hiç yoktu. Ben 68 sonrası kuşaktanım.
68 olayları başladığında 14-15
yaşında idim. Dünyadan haberdardım elbette,
bulunduğum çevre Elazığ bölgesi bir İstanbul,
Ankara kadar olmasa bile Kürt Alevi bölgesi olarak toplumsal
hareketin olduğu bir yerdi. Toplumsal çelişkilerin
geliştiği bir yerdi. Dolayısıyla isteseniz
de istemeseniz de siyaset denen illete bulaşmak durumundaydınız.
Doğrusu hiçbir zaman için profesyonel olarak, günün
24 saatini siyasete ayırabileceğimi hiç düşünmemiştim.
Aslında hayalimde bir kıyı kasabasında
balıkçı olmak vardı. Ama insanlar kendi
geleceklerini kendileri çizemiyorlar. Hele o dönemler
hiç çizemezlerdi. O dönemde insanların hayatına
tesadüfler yön veriyordu. Yani ben üniversiteyi kazanıp
Diyarbakır’a gitmeseydim, herhalde Elazığ’da
yaşardım ve hayatım daha farklı olurdu.
O zaman ortaokuldan sonra Öğretmen Okulu imtihanlarını
giriyordunuz. Ben o dönemler bu imtihana girdim ve Dersim
Öğretmen Okulu’nu kazandım. Ama annem bırakmadı
gidip okuyayım. Durum farklı olsaydı, muhtemel
bir dağ köyünde öğretmenlik yapıp, şu
anda öğretmen emeklisi olurdum. Tesadüflerin insanın
hayatına nasıl yön verdiğini söylemek istiyorum.
Daha sonra ben siyasi mücadeleye girince, doğrusu
ağırlıkta mücadelenin ilgimi çeken basın
yönü ile ilgili oldum. Bir dönem Özgürlük Yolu Dergisi’nin
Diyarbakır Temsilciliği’ni yürüttüm. Daha sonra
12 Eylül döneminde İran Kürdistan’ına geçince,
buradaki basını takip etmeye başladım.
Gerilla şartlarında basın nasıl oluyor,
nasıl yürütülüyor? Kavramaya çalıştım.
O dönemdeki teknolojik şartlar bugünkü kadar gelişkin
olmadığı için çok zor koşullarda topladığımız
önemli haberleri yurt dışındaki Riya Azadî
ve Dengê KOMKAR dergilerine gönderirdik. Ama gönderdiğimiz
haberler malum şartlar yüzünden ya 6 ay ile bir yıl
arasında ancak ellerine ulaşırdı ve
tabii haber değeri kalmazdı, ya da hiç ulaşmazdı.
Daha sonra yurtdışına geçtiğim dönemlerde
hep basın yayın bölümünde çalıştım.
Şimdi
bu genel sekreterlik meselesine gelince, Kemal Abi (Kemal
Burkay) darbe koşulları nedeniyle yurtdışına
çıktığından beri sürekli, genel sekreterliğin
ülke içinde olması gerektiğini, kendisinin bu
görevi yapmak istemediğini dile getirirdi. Lakin
her kongrede siyasal gelişmelerin bir türlü demokrasi
lehine işlememesinden dolayı, Kemal abi’nin
parti için gerekliliği ve örgütün güvenliği
düşünülerek, genel sekreterliğin yurtdışında
kalması yönünde kararlar alındı. Nitekim
sondan bir önceki kongrede Kemal abi, genel sekreterliği
bırakacağını belirtti, çok kararlı
idi
Aslında biz bunu daha önceden düşünmüştük.
O dönem bu işe kafa yoran gerek merkez komitesi üyesi
gerekse diğer arkadaşlar olsun, kafamızda
Kemal abiden sonra o görevi üstlenmesi gereken kişi
Nurettin Basut ‘ tu . Örneğin ben bu düşüncemi
birçok arkadaşım ile de paylaşmıştım.
Ben, Kemal abi’nin de öyle düşündüğünü sanıyorum.
Nureddin o dönemler partinin ülke içi çalışmalarından
sorumlu genel sekreter yardımcısı idi.
Hepimizin kafasında o vardı. Yani Kemal abinin
genel sekreterliği bırakmasının ardından
bu örgütü yönetecek kişi Nureddin Basut’tur diye
düşünüyorduk. Diyebilirim ki bu hepimizin ortak fikri
idi. Ama biliyorsunuz, Nurettin Basut’u elim bir trafik
kazasında kaybettik. Bu görev döndü dolaştı,
benim üstüme kaldı.
Nedir bu devrimcilerdeki mütevazilik ve yetkilenmeme merakı?
Ben de bunu anlayamıyorum. Kaldı ki, Kürt halkı
yetkilenmeyi seven bir halktır, yetkilenmekten olağanüstü
haz alır. Genelleme yapmamakla beraber %80’i böyledir.
Ama bu halka rehberlik ve önderlik eden devrimcilerde
tuhaf bir yetkilenmeme merakı var. Koskoca bir örgütün
genel sekreterliğinden bahsederken bile bu kadar
mütevazi olmak zorunda mısınız?
Şimdi Kejê hanım, devrimcilerin genel tavrı
böyle olmakla beraber, Kürt devrimcileri, sosyalistleri
ya da Kürt militanları içinde kariyerist eğilimler
de çok güçlüdür. Hele bazı örgütlerde bu kariyerizm
hastalığı ciddi bölünmelere hatta parçalanmalara
yol açmıştır. Geçmişte bunun birçok
canlı örneğini yaşadık. Bana göre
bu kişinin kendi şahsiyeti ile ilgilidir, şahsi
bir durumdur. Benim hiç öyle hırslarım olmadı.
Sanırım biraz da yetiştiğim Alevi
kültürün bunda etkisi var. Bilirsiniz ki bizim kültürümüzde
“bir lokma bir hırka” felsefesi vardır. Bu felsefenin
de kişiliğimde çok büyük etkisinin olduğunu
düşünüyorum. Daha sonra devrimci saflara katılınca,
gerçekten mücadelenin canlı ve sıcak olduğu
dönemlerde yoldaşlar arası ilişkilerin
çok canlı ve güçlü olduğuna tanıklık
ettim. Yani birbiri için ölümü göze alan, her türlü fedakarlığı
yapan bir kültür ile büyüyor, gelişiyordunuz ve müthiş
bir güven duygusu oluşuyordu. Yani liderinize, birlikte
çalıştığınız yoldaşlarınıza
müthiş bir güven duyuyordunuz. Bunun bilimsel izahı
var mı yok mu, bunu psikologlar nasıl izah eder
bilmiyorum ama o zamanlar böyleydi. Mesela ben birlikte
çalıştığım yoldaşlarıma
müthiş bir saygı duyardım. Bunlardan birkaçını
sayarsam; rahmetli Dr. Bozan Erdem, Orhan Miroğlu,
Kenan Kızıl, Sıddık Tekeş vs.
aklımda kaldığı kadarıyla Mesut
Baştürk şimdi İstanbul’da, Diyarbakır
Cezaevini anlatan bir kitap yazdı. Yine şu anda
Diyarbakır’da olan Zülküf hoca, Kurşun Halıt
ve diğerleri… Biz birbirimize müthiş bir güven
duyardık. Dolayısıyla öyle kariyer yapma,
bir noktalara gelme, yetkiyi ele geçirip, karşısındakini
ya da hoşlanmadığını ya da kendisi
gibi düşünmeyenlerin üzerinde baskı oluşturma
gibi tuhaf hastalıklar gelişmedi. Tek tük
varsa bile en azından hakim bir anlayış
ve tavır halini almadı. Sonuçta bizim geleneğimizi
de oluşturan temel yapı insandır. Dolayısıyla
insana dayalı her yapı gibi bizim geleneğimiz
de öyle pirupak değil. Bizim geleneğimiz içinde
de gerçekten gerekli duyarlılığı ve
direnci göstermeyen, buldukça bunayan kişilikler
de oldu. Örneğin Mehdi Zana konusunda biz çok ciddi
sorunlar yaşadık. Mehdi Zana istediği kadar
desin “başkanlığı ben kendi başarımla
kazandım”. O dönemleri yaşayanlar çok iyi bilirler,
Devrimci Halk Kültür Derneği ve Kürdistan Sosyalist
Partisi nasıl çalıştı, ne kadar fedakarca
çalıştı. bunları Diyarbakır halkı,
tarih ve herkes biliyor. Ama ne yazık ki Mehdi Zana
ve çevresindeki bir iki yoldaşımız belli
olanaklara kavuşup, belli bir noktaya gelince deyim
yerinde ise cıvıttılar. Uğruna ölümlere
gidip geldikleri değerleri göz ardı ettiler,
deyim yerinde ise o değerlere ihanet ettiler.
Peki. Ben şimdi size kafama çok takılan bir
şeyi soracağım. Kürt halkı (nedenlerini,
ne içinlerini başka bir zamanın konusu olmak
koşulu ile) feodal değerler ile biçimlenmiş
bir halktır. Kürt devrimcileri bu değer yargılarını
“hastalıklı ve sorunlu olanlarını”
değiştirmek adına yola çıkmıştır.
Lakin benim gördüğüm kadarı ile feodal halkın
yarı feodal devrimcisi sıfatından bir adım
öteye çoğu gidememiştir. Farkında olarak
ya da olmayarak savaşmaları gereken değerlere
hizmet etmişlerdir. Tabi bu benim fikrim. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
Şimdi devrimciler fabrikasyon üretimi olmadığı
için, her şeyden önce insan oldukları için ve
insan unsuru da etkilenmeye açık olduğu için
en başta kendi çevresinden ve içinde bulunduğu
toplumdan etkileniyor. Bunu doğal karşılamak
lazım. Feodalite meselesine gelince, bence o dönemde
bütün sol gelenekten gelen sosyalist, komünist partiler
yeterince realist olamadı. Bence biz çok “kitabi”
idik. Yani mesela ben hatırlıyorum; bizim partimizin
ilk programında çok güçlü anti feodal vurgular vardı.
Belki o dönemin şartları böyleydi, belki uluslar
arası konjüktör böyleydi. Bir yandan güçlü bir sosyalist
sistem vardı, diğer yandan Vietnam devrimi başarıya
ulaşmıştı, Kamboçya’da mücadele devam
ediyordu. Ancak daha sonra anladık Kamboçya’da nasıl
bir diktatörlüğün olduğunu, o devrimlerin komünizmle,
sosyalizmle bir alakasının olmadığını
çok sonradan öğrendik. Ama o dönemde imaj neydi?
İmajım komünistler emperyalizme karşı,
sömürgeciliğe karşı ve onların ülke
içindeki uzantıları olan feodallere karşı
mücadele ediyorlar ve bu da bize bir heyecan veriyordu.
Acaba biz bunu kendi ülkemizde başaramaz mıyız
diyorduk? İşte Afrika’da ulusal kurtuluş
mücadeleleri vardı, Küba almış başını
gidiyordu, böylesi bir ortamda kendi tarihimizi, Kürdistan’daki
o feodallerin, mirlerin Osmanlılar ile olan ilişkilerini,
bazen çatışma, bazen uzlaşma, bazen gerginlik
içinde olma nedenlerini yeterince incelemeden, anlamadan
kitabi, çok kalıpsal, çok köşeli düşüncelerle
hareket ediyorduk, Ne yazık ki Türkiye’deki ya da
Kuzey Kürdistan’daki siyasi hareketlerde etkili olan yaklaşım
buydu. Bu nedenle de ben hatırlıyorum. Bir eylem
için eğer işbirliği yapılacaksa, örneğin
Diyarbakır üniversitesindeki öğrencilerin akademik
ve özlük hakları için bir yürüyüş yapılacaksa
çıkarılacak bildiride bile emperyalizmden, sömürgecilikten
ve onların uzantıları feodalizmden bahsederdik
(gülümsüyor). Yani işte sömürgeciliğe, emperyalizme,
feodalizme karşı olamayan öğrencilerin
bu eylemde yeri olmayacağını söyleyecek
kadar işi ileriye götürüyorduk. Halbuki öğrencilerin
sorunları, ne olacak? Ya kitap, ya kantin, ya öğretim
görevlileri ile ilgili vs. sorunlardır. Bunların
emperyalizmle, sömürgecilikle ya da feodalizmle direkt
ne ilişkisi olabilir? Ama o dönemdeki düşünce
yapısı ve davranış kalıpları
maalesef öyle idi ve bunun çok zararını da gördük.
Ama biz parti olarak bunu çok çabuk atlattık. Her
ne kadar programımızda böyle olsa bile biz diğerleri
gibi çok sekter davranmadık. Çünkü görüyorduk, itiraf
etmesek bile en azından biliyorduk ki, bizim bu feodal,
aşiretçi, şeyh diye dışladığımız
ya da karşı çıktığımız
kesimlerin Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde
çok önemli rolleri vardı. Örneğin, Şeyh
Said, Seyid Rıza, Şeyh Mahmud Berzenci, Mela
Mustafa Barzani, Qazi Muhammed vd.
Tabi Kürdistan tarihinden bahsederken Şeyh Said
isyanı diyorduk, Seyid Rıza önderliğinde
Dersim direnişi diyorduk, Ağrı ulusal
hareketinden bahsederken İhsan Nuri Paşa’dan
bahsederdik. Bunların elit kesim, Kürtlerin münevverleri
oldukları aklımıza pek gelmezdi. Doğrusu
pek te derinlikli tahliller yapamıyorduk. Teorik
olarak Şeyhlik kurumu, bölgede sömürgeciliğin
uzantısıysa, o zaman Şeyh Said niye isyan
etti? Seyid Rıza neden gelip bir hareketin başını
çekti? Qazi Muhammed niye ilk Kürt cumhurbaşkanı
oldu? Veya Mela Mustafa Barzani ki Şeyh ailesinden
geliyor, dindar bir adamdır, niye ömrünü dağlarda
geçirdi? Ömrünü bir halkın kurtuluşu için adadı?
İşte böyle derinlikli tahliller yapamadık.
Deyim yerinde ise çok kitabi davrandık. Ama tabi
daha sonra partimiz bunu değiştirdi. Ulusal
halk gerçekliğimiz paralelinde mücadele hedefimizi
küçülttük. Feodal olarak tanımlanan kitleyi karşımıza
almadık. Programımızda da kendi halk gerçeğimiz
olan bu duruma yönelik değişiklikler yaptık.
|
Êzidilerin-ruhani-ve-toplumsal-liderleri-ile-beraber |
Elbette teorik olarak veya toplumsal gelişmenin
halkaları olarak feodal sistem, aşiretçi yapı,
geri bir yapıyı ifade ediyor. Yani şimdi
kapitalizm ondan ileridir. Buna teorik olarak hiçbir itirazım
yok. Ama bizim ulusal gerçekliğimizde, tam burada
toptancı davranmamamız lazım. Öyle her
şeye tu-kaka denilmez. Toplumumuzda öyle feodal değerler
vardır ki, siz bunları devrimci mücadelenizde
çok rahatlıkla kullanabilirsiniz. Özellikle bizim
gibi aşiret bağlarının çok güçlü olduğu
bir toplumda aşiretçiliği direkt hedef alırsanız,
onları düşmanın saflarına itmiş
olursunuz. Ayrıca kabul etmek gerekir ki bu feodal
yapı içerisinde korumamız gereken çok önemli
değerler de vardır.
|
İran-KDP
üssünde, Mamo ve Süleyman Keleşi ile |
Mesela hiç unutmam, İran Kürdistan’ında olduğum
dönemde, İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin görüşlerine
yakın olmayan İslamcı bir doktor ile tanıştım.
Çok değerli bir yurtseverdi ve o dönemde İran’ın
çok önemli doktorlarından biriydi. Ama buna rağmen
bütün kariyerini ve varlığını bırakıp
İKDP saflarında eşi ve çocuğuyla,
Peşmergeler ile birlikte bir göz odada yaşıyordu
ve yaralıları tedavi ediyordu. Ben bir gün kendisine
sordum, dedim ki “sen İKDP üyesi değilsin, seni
bu yöne iten neydi?”. Dedi ki; “ben 1974’de Senandaj-Sine’de
cerrah ve baştabiptim. O dönemde Irak hükümeti ile
Mela Mustafa Barzani’nin peşmergeleri arasında
çatışma vardı. Hastaneye bir yaralı
peşmergeyi getirdiler. Kopmuş kolunu bir et
parçası tutuyor. Peşmergenin yüzünden acı
akıyor ama hiç inleme, of, puf deme, ağlama
yok. Put gibi durmuş . Benim çok dikkatimi çekti.
Ameliyat ile kolunu kestim. Tedavi sürecinden sonra bir
gün yanına gittim. Olay günü yaşadığı
onca acıya rağmen neden hiç bağırıp
feryad etmediğini sordum. O da bana; “hiçbir Barzani
peşmergesi düşmanın karşısında
of puf deyip ağlamaz” dedi, beni bu olay çok etkiledi
ve mücadeleye katıldım.”
|
Mesud-Tek-İKDP-Genel-Sekreteri-Mustafa-Hicri |
Bu sadece Barzan bölgesi insanlarının değil
Kürtlerin ortak bir değeridir. Yani yaranı düşmanına
gösterme, işte Türkçede şöyle diyorlar; “kan
kussan bile, kızılcık şerbeti içtim
de.” işte bu tür toplumsal değerleri bence korumak
lazım.
Sohbet o kadar güzel akıyor ki, kafamdaki sorular
durmadan yer değiştiriyor. Ben yeniden size
dönmek istiyorum, müsaade ederseniz özel hayatınıza.
Eşiniz ne zaman hayatınıza girdi?
1980 yılında.
Nerede tanıştınız?
Biz dağda tanıştık onunla. Ben tabi
12 Eylülden kaçarak geldim, o farklı bir amaç için
gönüllü olarak sağlık hizmetinde bulunmak için
gelmişti. Dağda tanıştık ve evlenmeye
karar verdik.
Dağda ne yapıyordunuz? Dağ kararı
ne zaman çıktı?
Şimdi, 12 Eylül öncesi bizim partimize yönelik bir
operasyon başladı. Biz ona Mart-Nisan operasyonu
deriz. O dönemde arkadaşlar benim önce Diyarbakır’da
olmamın sakıncalı olduğunu söylediler,
daha sonra da Türkiye’de olmamın sakıncalı
olduğunu söylediler. Yurtdışına çıkmam
gerekti. O dönemde ya Suriye’ye geçecektiniz ya da İran’a
geçecektiniz. Çünkü İran önemli, İran’da bir
gerilla mücadelesi vardı ve İran Kürdistan’ının
önemli bir bölümü peşmergelerin denetiminde idi ve
bizim partimizin İran Kürdistan Demokrat Partisi
ile çok ciddi ve kardeşçe ilişkileri vardı.
Dolayısıyla biz onların yanına gittik.
Onlar bizi bir misafir olarak değil, kendilerinden
biri gibi karşıladılar. Onlarla birlikte
kaldık, onlarla birlikte aynı şartları
paylaşıp mücadele içinde yer aldık. Gücümüz
oranında o mücadeleye katkıda bulunduk. Sağlık
hizmetinde katkıda bulunmak amacıyla gelenlerden
biri de eşimdi. Eşim sağlıkçıdır.
Hanımefendinin adı nedir?
Zerrin. Dağdaki adı Evin idi.
Evin’in Türkçedeki karşılığı
aşk demek değil mi?
(gülümseyerek) Evet.
Çok yerinde bir isimmiş. İlk karşılaşma?
(Gülerek) Bana kalsa nasıl olur?
Olmaz. (Karşılıklı kahkaha sesleri)
Zerrin hanımı oradaki adıyla Evin, yani
aşkla ilk karşılaşma?
Aradan uzun zaman geçmesine rağmen, kafamda hala
ilk günkü kadar nettir. Biz bir ekibin geleceğini
biliyorduk ve o ekipte bir bayan arkadaş olduğunu
da biliyorduk. Özellikle de ben biliyordum. Çünkü oradaki
sorumlulardan biri bendim. Geldiğinde peşmerge
kıyafeti ile geldi.
Erkek kıyafeti?
Evet. Şimdi tabi o şartlarda bu tür şeyler
insanın aklına gelmiyor.
Bende şunu anlayamıyorum. Aşkın
şartı ya da şurtu varmış gibi.
Mekan ve zaman aşkta önemliymiş gibi. Aslında
aşkın en güzel yaşanacağı alanlardan
biridir dağlar. (Huzursuzlanıyor. Yüzünde çok
acemi bir telaş ve gerginlik var. Üzerine gidiyorum.
Çünkü röportajın başından beri, ne yalan
söyleyeyim, bu anı bekliyordum.)
Tamam da yani, elbette insan aşık olabilir.
Doğaldır, aşkı yaşayabilirsiniz,
özgürce yaşayabilirsiniz ama sizin orada olmanızı
gerektiren şartlar ve nedenler farklıdır.
Yani orda bulunma gerekçeniz belli. Hani tabiri caizse
aşka ayıracak zamanınız yok.
Pek kitabi oldu sanki? (Gayet ciddi bir ses tonuyla)
Ama yani gerçekten öyledir. Netice itibari ile her ne
kadar kendi ülkenizde olsanız bile kendi sosyal şartlarınızı
terk edip gelmişsiniz. Yeni bir coğrafya, yeni
insanlar kendi coğrafyanızdaki 12 Eylül kıyımı,
geride kalanlar, geldiğiniz yerdeki topluma adapte
olma, yaşamı sürdürme, oradaki ortamında
şartları belli, her ne kadar aynı dili
konuşsanız bile yaşam anlayışları
farklı, mantaliteniz farklı, bazen diliniz bile
farklı. Dolayısıyla böyle bir adaptasyon
sürecini yaşarken, elbette aşık olabilirsiniz
ama aşk tabiî ki ikinci planda kalıyor.
Zerrin hanım, siz dağa gittikten ne kadar
sonra geldi?
Biz tanıştıktan 6 ay sonra evlendik.
Haaa o kadar hızlı yani?
Evet.
En çok neyini beğendiniz Zerrin hanımın?
En çok fedakarlığını beğendim
tabi ki. Şimdi bu dönemin bakış açısı
ile düşünmeyin. Ta o dönemlerde bir genç kız,
Ağrı gibi feodal yapının güçlü olduğu,
dini duyguların fanatik düzeyde değilse bile
güçlü olduğu bir yerden, yerleşmiş düzenine
ve hali hazırda edindiği hemşirelik mesleğine
rağmen arkadaşlarının isteği
üzerine ve halkına hizmet etmek amacıyla, hiç
çekinmeden tek başına şartların bu
kadar zorlu olduğu bir coğrafyanın dağlarına
geliyor.
Başka kadın var mıydı dağda?
Hayır tek bayan. Şimdi bu büyük bir fedakarlıktır
tabii ki. Saygı duyulması gereken bir fedakarlıktır.
Kim olursa olsun, eşim olduğu için söylemiyorum.
O şartlarda bu böyledir. Dolayısıyla önce
fedakarlığı, sonra da samimiyetinden etkilendim.
Ne kadar süre orda bir arada kaldınız?
Biz evlendikten sonra…
Orda mı evlendiniz?
Orda evlendik.
Ooo orayı kaçırmamam lazım. Bir dakika,
siz eşiniz ile dağda evlendiniz? Doğru
mudur?
Evet.
Nasıl bir düğün?
Hiç öyle arkadaşlar bir araya geldik. Bir imam çağırdık,
imam nikahı kıydık.
Peki herhangi bir eğlence?
Yok yok, öyle kendi aramızda, belki bir iki türkü
söylenmiştir.
Govend çekilmiştir herhalde, Kürt düğünü govendsiz
olmaz?
(Gülerek) Evet.
Gelin hanımın gelinliği nasıldı?
Normal her zaman giydiği Peşmerge kıyafeti
idi.
Var mı o güne dair bir resminiz?
Yok, o güne dair bir resim yok ama onun o kıyafetle
resimleri var tabii ki.
Düğününüze dair bir resminiz yok yani?
Yok maalesef.
Peki orada evlendikten sonra ne kadar kaldınız?
5 yıl kaldık biz o dağlarda, tabi onun
sabit bir yeri vardı, hastanede çalışıyordu.
Ben sürekli dolaşıyordum. O dağdaki koşullarda
5 yıl birlikte kaldık denebilir.
Peki ilk bebek?
Orda, dağda doğdu.
Adı nedir?
Hetav.
Hetav ne demek?
Güneş demek.
Ben dağda ve dağa yakın olanların
hep dağ kekiği koktuğunu düşünmüşümdür.
Hetav dağ kekiği kokuyor mu?
Şimdi ben kızımı çok seviyorum doğrusu.
O da beni çok seviyor. Onu da biliyorum. O benim Nazlım’dır.
Halen daha annesi ve benimle Kürtçenin Soranî lehçesi
ile konuşur. Ama buradan ayrıldığında
aşağı yukarı 5 yaşındaydı
ve bu yüzden dağlara ilişkin bir şeyi hatırlamıyor.
Dağdan ayrıldığında mı
Hetav 5 yaşındaydı?
Evet, Avrupa’ya gittiğinde 5 yaşındaydı.
Peki o dağ şartlarında bebek büyütmek zor
olmadı mı?
Yani elbette zordu ama biz tek başımıza
değildik ki, bir çok insanın bebeği oldu
ve bütün insanlar bebeklerini büyüttü.
(kahkaha sesleri) ben kendime anarşist derdim. (Devam
eden kahkaha sesleri) Ne kadar cesursunuz öyle? Aklıma
Ferzende ile Besra geldi.
Var tabi öyle. Belki bizim bu gelenekten, Türkiye’den
gelen gelenekten bir ilk olduğu için dikkat çekicidir.
Yoksa böyle mücadelelerde, özellikle silahlı mücadelelerde
bu tür olaylar sık sık yaşanır.
Peki
Hetav 5 yaşına geldikten sonra Avrupa’ya geçtiniz.
Nihayet yerleşik bir hayat.
Evet. En azından onlar için.
Peki siz bu arada?
Dediğim gibi ben oraya gittikten sonra bu sefer de
Avrupa’daki mücadeleye katıldım. Ama bir buçuk
yıl sonra 1987’nin Eylül ayında tekrar Kürdistan’a
döndüm. Uzun yıllar burada kaldım, tekrar Avrupa’ya
döndüm. Avrupa’ya ikinci dönüşümde bir oğlum
oldu. Oğlumun adı Bengin.
Nedir Bengin?
Bengin tutkun demektir. Benim çok sevdiğim Peşmerge
bir arkadaşım vardı. Adı; Bengin.
Çok yakışıklıydı. Hep ona derdim
ki bir oğlum olursa senin adını koyacağım.
Şehid oldu O ve ben ona verdiğim sözü tuttum.
Allah bağışlasın. Ben Allah’a
inanırım (karşılıklı kahkahalar)
ve Bengin doğdu. Siz hala gidip geliyorsunuz? Yahu
bu nasıl bir fedakarlıktır? Aslında
benim bu soruyu Zerrin hanıma sormam lazım,
sanırım.
Tabi yani, asıl fedakarlık onundur.
Kadın yaradılışı gereği
eşini yanında ister. Kaldı ki tek başına
çocuk büyütmek çok zordur.
Doğrudur. Hem oğlumuzu, hem kızımızı
tek başına büyüttü denebilir. Bu anlamda eşime
çok şey borçluyum.
Peki çocuklar ile ilişkiniz nasıl? Yani bu kadar
ayrılıktan sonra klasik baba evlat ilişkisi
mi, yoksa arkadaş mı ya da mesafeli bir ilişki
mi? Daha doğrusu iyi bir baba mısınız?
Gerçi ben bu soruyu sorarken açıkçası iyi baba
olmanın kıstasını nedir onu da bilmiyorum
ama.
Ben bir baba olarak onlara karşı görevlerimi
yerine getirmediğimin bilincindeyim.
Nedir acaba görev, bende onu bilemedim?
Yani en azından çocuklar hastalandığında
yanlarında olabilmek, onlarla birlikte zaman geçirmek,
onlarla bir şeyler yapmak, hayatlarının
önemli anlarında yanlarında olabilmek, çünkü
çevrelerinde gördükleri baba modelinde bunu görüp, bunu
arzuluyorlar. Örneğin okulda bir etkinliğe giderken,
çevredeki çocukların anne ve babalarının
birlikte olduğunu görüyorlar ama kendilerinin babaları
yanlarında yok. Örnekler çoğaltılabilir.
Bu ve benzeri durumlar. Bizim özel durumumuz onlarda ne
tür travmalar yarattı bilmiyorum ama o çocukların
körpe ruhlarında mutlaka bunun bir karşılığı
olmuştur. Dolayısıyla bu anlamda toplumsal
algıya göre ideal bir baba olmadığımı
biliyorum. Ama bu benim tercihim değildi. Tıpkı
işgal ve sömürge altındaki bir coğrafyada
Kürt olarak doğmak gibi. Verdiğim mücadele değil
ama belki şu tartışılabilir; Acaba,
hem parti görevlerini hem de onlara karşı görevlerimi
ikisini bir arada yürütme olanağı olur muydu?
Bu konuşulur, tartışılır ama
şu kesin ki bu benim tercihim değildi. Biraz
da sürecin size dayattığı şeyler.
Bir noktaya geliyorsunuz ki, ya eşinizi, çocuklarınızı
tercih edip, sistemin dayattığı aile hayatını
yaşayacaksınız, ya da onları bırakıp,
onlara özgür ve onurlu bir ülkenin kapılarını
aralamak için savaşacaksınız. Bu biraz
da sürece bağlı.
Sanırım süreçten çok, bireye de bağlı.
Öyle öyle, yetiştiğimiz, şekillendiğimiz
geldiğimiz gelenek o.
(Oldukça masumlaşıyor. Sohbetin bu bölümü
onda da bende de burukluk yaratıyor.) Kendinizi iyi
hisseder misiniz bilmiyorum ama bence iyi baba nedir ya
da toplumun belirlediği alışılagelmiş
prototipteki baba iyi baba mıdır? ben şahsen
buna bireysel olarak şerh koyuyorum. Size bu anlamda
Fidan’ın hikayesini anlatmadan geçmeyeceğim.
Ben bir gün Fidan diye bir kız ile tanıştım.
Bana çok küçük yaşlarda iken babasının
siyasi suçtan idama mahkum olduğunu ve cezaevinde
yattığını söyledi. Tabi çocukların
bunu algılaması zor. Habire annelerine “Anne
bizim babamız ne iş yapıyor, neden eve
gelmiyor” diye soruyorlarmış. Anneleri her seferinde
sizin babanız Devrimci diye cevap veriyormuş.
Fidan bir gün ilkokula başlamış, bilirsiniz
öğretmenlerde neden olduğunu hala bilemediğim
bir gelenek vardır. Çocukları tek tek kaldırıp,
babanız ne iş yapar diye sorarlar. Sıra
Fidan’a geldiğinde ayağa kalkıp kara gözlerini
öğretmenine dikerek benim babam Devrimci diye cevap
vermiş. Öğretmen hızla Fidan’ın yanına
yaklaşıp, Fidan’ı havaya kaldırıp,
alnından öpmüş. Fidan bana o gün orada, babasının
herkesin babasından çok daha üstün bir adam olduğunu
anladığını söyledi. Ben onu tanıdığımda
hala babası ile gurur duyuyordu. Bengin ve Hetav’ın
fikrini sormadım ama aynı gururu taşıdıklarını
ve kendilerine ikinci ya da üçüncü bir hayat şansı
tanındığında sıradan bir hikayesi
olan baba yerine sizi tercih edeceklerine eminim.
Şimdi tabi, Hetav kendisini bıraktığımda
7 yaşında idi ve nereye ne için gittiğimi
biliyordu. Ama her halde oğlum sorunca annesi ve
ablası “baban Kürdistan’da” demiştir. Yani ne
iş yapıyor diye sorduklarında ne cevaplar
verdiklerini bu cevapların onu tatmin edip etmediğini
bilemiyorum ama ben 1996’da döndüğümde oğlum
6 yaşındaydı ve uzun bir dönem beni yadırgadı.
Bir yabancılık vardı aramızda. Tabi
zaman içinde bu aşıldı. Bilemiyorum onda
ne gibi etkiler yarattı tabi ama…
Onu da kendisine sormak lazım tabi. Fiziksel
olarak kızınız mı oğlunuz mu
size daha çok benziyor?
Oğlum daha çok benziyor.
O zaman yakışıklı bir oğlunuz
var.
Çok yakışıklı. Oğlumun resmini
size vereyim.
(Kahkaha sesleri)Seve seve. Yani aslanın yavrusu,
aslana benzermiş. Size benziyorsa, hem resmini, hatta
verirseniz oğlunuzu da alırım. (karşılıklı
kahkaha sesleri) şimdi ben bazı kelimelerin
sizdeki anlamını rica edeceğim. Vatan?
Vatan… Yani bilmiyorum, bir iki cümle ile nasıl
anlatayım.
Çok cümle ile anlatın.
Yani şeye pek inanmıyorum. “Toprak, Eğer
uğrunda ölen varsa vatandır” Bu çok hamasi.
Ama herhalde vatan, insanın doğup büyüdüğü,
sevdiği yer olabilir. O Vizontele’deki belediye başkanının
tarifi, bana çok sade, canlı ve doğru geliyor.
Öyle tarif edebilirim.
Peki. Aşk?
Eşim.
Yalnız bizim ilişkimiz, birbirimizin bağımsızlık
ve özgürlüğüne saygı temelinde kurulmuş
bir ilişkidir. Yani onunla şu noktada biz anlaştık.
İkimiz açısından da durum şöyle; o
kendi mesleğinde çok başarılı bir
kadın. Çok başarılı bir sendikacı.
Yaşadığı kentin Wuppertal belediyesine
bağlı huzurevlerine ilişkin sendika ve
işveren temsilcilerinin oluşturduğu ortak
yönetimin başında ve bu iş kolunda ilk
defa yabancı bir kadın bu pozisyona kadar yükseliyor.
Biz görevlerimiz ile ilişkimizi, ikisinden birisini
tercih etme noktasına getirmemekte çok dikkatli olduk
ve bu güne kadar geldik. Ama o biliyordu ki ve ben de
biliyordum, eğer ya o ya vatan ya da ya o ya özgürlük
olunca burayı tercih edeceğimi biliyordu.
Hııı… bir kadın için çok vahim
bir durum olsa gerek. En azından ben kendi şahsım
adına söyleyeyim, kıskanırım.
Ama bir dakika, bende onun ya aile ya da onun kendi doğru
bildiği, hizmet etmek istediği alanda onun da
kendi değerlerini ve uğruna mücadele etmek istediği
şeyleri tercih edeceğini biliyordum.
(Gülerek)Doğal olarak dağda evlenmiş
iki kara çocuktan bahsediyoruz. Kimse davasından
vazgeçmez.
Dolayısıyla böyle maddeler ile hazırlanmış
bir anlaşma yok aramızda.
Ama yani Aşk diyorsunuz, özgürlük diyorsunuz?
Özgürlük müdür, bağımsızlık mıdır
aşk. Şimdi sıra dışı bir
evlilikten bahsediyorsunuz. Kaç yıldır evlisiniz?
Otuz bir
Kaç sene kesintisiz bir arada yaşadınız?
Her halde 6-7 ya da biraz daha fazla..
Yani çok sıra dışı bir evlilik.
Doğal olarak da biz size aşk deyince aklınıza
ilk önce insanların kendi sınırları
içerisinde yaşayıp ortak bir uzlaşı
alanında buluşması geliyor. Bu da bağımsız
bir aşk, özgür bir aşk. Eveeet, evet. Bence
de aşk böyle olmalı. Aşk=Özgürlük, formülünüzü
anladık.
Peki… Devrim?
Yani ben devrimi nasıl anlıyorum… Ben devrimi
yenilenmek olarak anlıyorum, özgürlük olarak anlıyorum,
insanın kendisi olması olarak anlıyorum
ve ben şuna da inanıyorum, bir insan eğer
kendisi ile hesaplaşmazsa ve kendisi ile barışık
olmazsa, topluma karşı ya da mücadele ettiği
alanda görevlerini yerine getiremez, diye düşünüyorum.
Yani devrim deyince, öncelikle bireysel devrimi algılıyorsunuz.
Yani toplumsal devrim ile beraber, kendi iç devrimi diyorum.
Bunların birbiri ile bağlantılı olduğuna
inanıyorum.
Anladım. Peki ülkede devrim?
Öncelikle kendi ülkemdeki insanların, sonra da dünyadaki
insanların özgürce, mutlu ve barış içinde
yaşamalarını istiyorum.
Öyle istiyor olmalısınız ki, yaşamınızın
ilk gençlik döneminden bu yana savaşmışsınız.
Sanırım bundan daha fazlasını istiyorsunuz,
görünen o.
(Gülüşmeler)
Sürgün?
(Gülümseyerek) Gitmek, gözlerinde gitmek sürgüne, diye
bir dize vardı. Ahmed Arif’indi değil mi?
Alevi bir Kürtsünüz. Tarihsel sürece baktığımızda
Dersim katliamı, ötekileştirmek, asimile etmeye
çalışmak… sanırım, sürgünü en iyi
tanımlayacaklardan biri sizsiniz?
Bende doğrusu sürgünde büyüdüm. Babam ailem, Dersim
katliamından sonra Elazığ’a göç etmişler.
Her ne kadar coğrafik olarak birbirine uzak görünmese
de sonuç itibari ile sürgündür. Tabiî ki onun verdiği
bir eziklik var. Çevremde çok fazla sürgün insan gördüm.
Mesela hatırlıyorum, ben çocukken, Efendi diye
bir hamal vardı. Sırtına ip bağlar,
hamallık yapardı ama, çevresinde ve toplumda
bir ağırlığı vardı. İnsanlar
ona alışılmışın dışında
bir saygı gösterirlerdi. Bu benim dikkatimi çekmişti.
Sonra bir gün babama sordum, dedi ki, bu adam Dersim katliamı
isyanı sonrası, Ege bölgesine sürgüne gönderilen
Dersim’in ileri gelenlerinden birisidir ve ona Ege’de
yaşamını idame etmek için geniş arazi,
bağ bahçe vs. verilmiş. Ama o “ben Dersim’in
meşeleri olmadan yaşayamam” deyip sürgün yerinden
bütün malını mülkünü bırakıp çıkıp
gelmiş. Burada da bir şeyi yok, ailesi ya sürgüne
gönderilmiş, ya da öldürülmüş. Dolayısıyla
toprağında yaşamak için hamallık yapıyor.
Herhalde sürgün olmak, vatanını sevmek böyle
bir şey olmalı. Düşünebiliyor musunuz,
adam diyor ki ben Dersim’in meşeleri olmadan yaşayamam,
elbette konu meşe ağacı değil. Aslına
bakarsanız, meşe ağacının meyvesi
de yok.
(Derin bir iç çekiş)Peki, Yaşam?
Çok zor sorular sorma Kejê! (karşılıklı
kahkahalar). Sorular çok zor.
Geçenlerde Kürdistan Akademisinde Kakailer ile ilgili
bir konferansa katıldım. Kakai felsefesine göre
ki Alevilerde benzeri felsefe var, bu felsefeye göre
ölüme çok üzülmediklerini, doğuma da çok sevinmediklerini,
çünkü bunun yaşam adına birbirini tamamlayan
unsurlar olduğu söylediler.
|
Mesud-Tek-Felakeddin-Kakayi-Kovan-Amedi-M.Salih-Cuma |
Madalyonun bir yüzü ölümse, diğer yüzü yaşam.
Bu inancın felsefesine göre insan ölmüyor. Kiras
Gorîn denen bir tanımlamaya göre biçim değiştiriyor.
Orada yaşam ve ölüm bir süreklilik, birbirini tamamlama
halidir. Eğer çok felsefik bir cevap vermek istiyorsan,
böyle düşünülebilir. Eğer günlük söyleme bakarsan,
dünya nimetlerinden zevk almaktır, yemedir, içmedir,
eğlenmedir, dans etmedir, aşık olmaktır,
el ele tutuşup kırlarda gezmektir, bir gülü
koklamaktır, savaşmaktır, kavga etmektir,
bağırmaktır, ana avrat küfür etmektir,
herhalde bunların hepsi yaşama dair olan şeylerdir.
Özgürlük?
(Gülerek) Herhalde bütün bu söylediklerimin toplamıdır.
Öncelikle üç gündür sizin misafirinizim. Hemen belirteyim
bu arada, çok keyifli bir misafirlik. Dikkatimi çeken
bir şey oldu. Her sabah geldiğinizde, elinizde
bir demet gül vardı. Müthiş keyifli bir bahçeniz
var, doğayı sevdiğinizi fark ettim. Doğal
olarak şimdiki sorumuz Doğa?
(Gülerek) Siz kendiniz.
Evet, aldığımız hava, gördüğümüz
renkler, dokunduğumuz güzellikler, dün yağan
yağmur, Şengal’de evleri yıkan, çocukları
boğan sel, ondan önceki toz bulutu bunların
hepsinin toplamı Doğa herhalde.
Peki. Kürdistan?
(Kahkahalarla)
Başımızın belası.
Sevdamız…
Kara sevdamız.
Yaşam amacımız. Uğruna öldüğümüz…
Peki. Dünyaya bir daha gelirseniz, ola ki öyle bir
şansınız oldu?
Kıyı kentinde bir balıkçı olmayı
isterdim. Bir müddet sonra da iyi bir gazeteci olmak isterdim.
Bir, iki, her insanın hayatında keşke şunu
yapmasaydım dediği şeyler vardır.
Onları yapmamayı ve telafi etmeyi isterdim.
Aslında keşkeleriniz soruydu? Hazır
yeri gelmişken?
Bunu bir pişmanlık olarak almayın. Aileme
daha fazla zaman ayırmak isterdim.
Sosyalizm?
Bence sosyalizm, eşitlik demektir. Ben insanlığın
geleceği olarak görüyorum. Çünkü kapitalist sistem,
her ne kadar kendisinden önceki sistemlerin aksine, kendini
yenilemeye ve şartlara uydurmaya müsait bir sistem
olmasına karşın insanlığın
geleceği kapitalizmde değildir. İnsanlığın
geleceğini ben yine de şimdilik başarısız
bile görünse de sosyalizmde olduğunu görüyorum.
Bence sosyalizm insanın özgürlüğüdür.
Cinslerin, kültürlerin, tercihlerin özgürlüğüdür,
kişisel özgürlüklerdir, insanın insan üzerindeki
sömürüsünün, zulmünün, baskısının kalmamasıdır,
insanların hayatın her alanında eşit
olması olarak görüyorum. Bu iyi bir gelecektir, yani
uğruna her türlü fedakarlığı yapacak,
mücadele edilmesi gereken bir gelecek olarak görüyorum.
Kürt halk gerçekliğine sosyalist sistem ne kadar
uygundur?
Kürtlerin şu andaki sorunu sosyalizm sorunu değil.
Kürtlerin şu andaki sorunu ulusal özgürlüklerini
elde etme sorunudur. Kendi ülkelerini kendilerini yönetme
haklarını elde etme sorunudur, kültürlerini
geliştirme ve yaşatma sorunudur, anadillerini
kullanma sorunudur. Kısacası kendi kaderlerini
tayin etme sorunudur. Bu açıdan bakıldığında
sosyalizm Kürtler için daha sonraki bir hedef ve aşama
olarak görmek lazım. Yoksa onu şimdi getirip
Kürtlerin önüne koyarsak, zaten yeterince başımız
belada, yeterince problemimiz var, bir de sosyalist devrim,
o teorik, çok yoğun içerikli öyle sinir törpüsü,
teorik tartışmaları gündeme almasak iyi
olur.
Neden federasyon da tam bağımsızlık
değil?
Aslında federasyonda belli bir eşitlik var.
Federasyonda belli bir bağımsızlık
da var. Bence bu konunun yeterince anlaşıldığı
kanısında değilim. Bizim önerdiğimiz
federasyon sisteminde Kürtlerin bir devleti olacak. Kürtlerin
kendi parlamentoları olacak, kendi hükümetleri olacak.
Diğer taraftan eğer Türkiye için konuşuyorsak,
Türkiye’de de böyle bir yapı olacak ve bu ikisinin
üst düzeyde, eşitlik şartlarında bir yapısı
olacak. Dolayısıyla bizim önerdiğimiz federasyonda
devlet seçeneği dışlanmıyor. Ama eğer
bağımsız ve ayrı bir devlet anlamında
alınıyorsa devlet olmak, elbette bizim önerdiğimiz
federasyon formülasyonu farklı bir federasyon formülasyonudur.
Yani, biz Türklerle ayrıldık, bizim Türklerle
bir alakamız yok, kendi devletimiz var, kendi sınırlarımız
içinde yaşayacağız noktasında değiliz
şu anda.
Neden değilsiniz?
Reel şartlar buna müsait değil şu anda.
Bölgenin, dünyanın ve Türkiye’nin şartları,
Kürdistan’ın şartları göz önüne alındığında,
bizim değerlendirmemiz böyle bir alternatifin gerçekçi
olmadığı doğrultusundadır. Yoksa
böyle bir alternatifin yanlış olduğunu
söylemiyoruz.
Sanki bana her Kürt insanının, devrimcisinin,
her fraksiyonun, tarzı, tavrı ne olursa olsun,
gönlünde tam bağımsız ve özgür bir ülke
yatar gibi geliyor?
Evet. Elbette, elbette, her Kürdün gönlünde böyle bir
şey var. Yani dört parçadan Kürtlerin bir araya gelip
bir devlet kurması istemi var. Ama bu bir özlemdir,
Kürtçede bir söz vardır “Viyan û Şiyan”, yani
viyan ‘arzu’, şiyan ise ‘güç’… Siz arzu ve güç deyin.
Ama yani bu arzunuzu gerçekleştirecek gücünüz var
mı ya da şartlar buna müsait mi? O açıdan
baktığınız zaman, hele hele bir de
politikacıysanız, politik partilerin gerçekçi
olmak gibi bir zorunluluğu vardır. E bir taraftan
da “gerçekçi ol, imkansızı iste” diye
bir laf vardır, doğrudur tabii. Şimdi meseleye
bu açıdan bakıldığında düşünce
olarak çok yanlış bir şey de değil.
Ama sizin belli sorumluluklarınız varsa imkansızı
isteme şıkkını ikinci, üçüncü plana
atabilirsiniz.
Şimdi ben size Mesud Tek’in kırmızı
çizgileri nelerdir desem?
Ben aslında insanların hiç kırmızı
çizgilerinin olmamasını isterim. Yani benim
kırmız çizgim ne olabilir; birincisi başkalarını
yanlış anlamayı istemem, ikincisi başkaları
hakkında önyargılı olmayı istemem,
bazen oluyorum ama, onu da itiraf edeyim. Bazı konularda
bazıları için önyargılı oluyorum.
Başkasına zulmetmeyi istemem, başkalarının
özgürlüklerini sınırlandırmayı istemem,
eğer kırmızıçizgi olarak değerlendirirsek
bunlar benim aklıma öncelikli olarak gelenler.
Sanırım bu istemler bir bütün olarak karşı
istemlerle de birleşiyor yani ben ön yargılı
değilim bana önyargılı yaklaşılmasın,
başkasının özgürlük sınırlarına
saygılıyım bana da öyle davranılsın
vb.. gibi mi?
Şimdi, tabi o onu da gerektiriyor, ama bu bence
ilişkiyi, birbirini tanımayı. Birbirine
dokunmayı dışlamamalı. Yani şimdi
benim Kejê’yi sevmem için de, nefret etmem için de onu
tanımam lazım. Tanımam içinde dokunmam
gerekir yani; onunla konuşmam lazım, ilişki
kurmam lazım, tanımam lazım ki onu seveyim
ya da nefret edeyim, bu anlamda söylüyorum yoksa bana
kimse karışmasın ben kimseye karışmayayım
anlamında değil. Netice itibari ile biz ıssız
adada tek yaşayan insanlar değiliz, birbirimizi
tanımamız için birbirimizle ilişkide olmamız
gerekir ama bunu yaparken de karşımızdaki
insanın en az sizin sahip olduğunuz haklara
sahip olduğunu bilmeniz lazım.
Dokunulmazlarınız nelerdir, daha doğrusu
tabularınız var mıdır?
Bir dönem vardı. Ama ben tabuların gereksiz
olduğunu ve bazı tabuların düşünceleri
ipotek aldığını, insanın yargılarına
kelepçe vurduğunu düşünüyorum. Ben insanlar
arasında özelikle birbirine yakın olan insanlar
arasında bazı sırların kendilerine
ait olması gerektiğini düşünüyorum.
Bir arka bahçenizin olmasından mı bahsediyorsunuz?
Yok. Mesela ben ile eşimin ortaklaşa ikimizin
bildiği bir alanın olmasının iyi olacağını
düşünüyorum.
Peki birinizin bildiği bir alanın olması
nasıl olur?
Yok, olmaz o ben o anlamda söylemiyorum. Anlatmak istediğim
elbette bölüşmek paylaşmak iyi bir şeydir,
insanın her şeyi ile de göz önünde olmasının
doğru bir şey olmadığını
anlatmaya çalışıyorum. Ha bu bir tabu mudur
? Bilmiyorum yani… Kısaca ben eşimin ve benim
sadece ikimizin bildiği, sadece ikimiz arasında
olan bir yaşam olmalı diye düşünüyorum.
Benim aslında tam olarak arka bahçeden kastım
o değildi, bireylerin sadece kendilerine ait olan
en yakınları ile bile paylaşmadıkları
bir arka bahçeden bahsediyorum?
Benim şuan öyle bir bahçem yok.
Anladım. Benim hep vardır, hep te koruyorum.
İyi bir sinema izleyicisi misiniz?
Doğrusu ben iyi bir sinema izleyicisiyim.
En çok etkilendiğiniz film?
Öğrencilik yıllarında iken, ilk siyasete
atıldığımız yıllarda Marlon
Brando’nun ‘’İSYAN’’ diye bir filmi vardı, o
beni çok etkilemişti. Daha sonra malum dağ şartları…
Avrupa’da iken çok fazla Türk filmi gelmiyordu, videolar
vardı, onlarda hep böyle arabesk kültürün etkisi
altında yapılmış filmlerden oluşuyordu
o yüzden bir dönem sinema seyirciliğinden uzak kaldım.
Bu son dönemlerde çok kaliteli Türk filmleri çıkmaya
başladı. Mesela ‘’Vizontele 1 ve 2’i’’ çok seviyorum.
Yine ‘’Güneşi Gördüm’’ filmini izledim.
Beğendiniz mi?
Yani çok beğendiğimi söyleyemem. Sinema tekniği
açısından söyleyecek bir şeyim yok çünkü
bilmediğim konular, bilmediğim konularda ahkam
kesmeyi sevmem. Elbette içinde iyi mesajlar vardı
ama, bilemiyorum tabi sansür kaygısı var mıydı
ama özelikle o komandoları ve özel timleri sanki
halk ile sıcak ilişkileri varmış gibi
göstermeleri bana doğru gelmedi. Yine ‘’Yüreğine
Sor’’ filmini izledim mesela çok güzel ve etkileyici bir
film diye düşünüyorum. İzlemenizi tavsiye ederim.
Bahman Ghobadi’nin filmlerini çok seviyorum. Mesela onun
Sarhoş Atlar zamanı adlı filminden çok
etkilendim, çünkü o filmdeki hikayenin hem geçtiği
bölgeyi biliyorum ben, hem de o yaşantıyı
bir bütün olarak olmasa bile yaşadık. Örneğin
filmdeki kaçakçılar o bölgedeyseniz ister istemez
kaçakçılarla yan yanasınız. Onların
nasıl yaşadıklarını ne yaptıklarını
gözlemleme şansınız oluyor. Örneğin;
onlar atları dinç kalsın diye alkol içirirlerdi,
peşmergeler de haşhaş yedirirlerdi...
Daha keskin bir çözümmüş (Kahkahalar)… Kaplumbağalarda
uçarı izlediniz mi?
Tabi tabi, Yarım Ay’ı da unutmamak lazım.
En sevdiğiniz yazar?
Maksim Gorki’yi çok seviyorum mesela. Sonra Tolstoy’u
daha doğrusu klasik edebiyat yazarlarını
çok seviyorum. Steinbeck mesela , yine Jack London ‘’Demir
Ökçe’’… denilebilir ki biz solculuğa başladığımızda
bu kitaplar, temel kitaplarımızdı. Bunun
dışında bu son dönemlerde yazılan
biyografileri okuyorum. Hrant Dink’i okudum mesela, çok
etkilendim. Ama ben daha çok Arap alfabesi ile yazılmış
Soranice Kürt tarihi ile ilgili kitaplara çok meraklıyım.
Kaç dil biliyorsunuz?
Kürtçe, Türkçe, fena sayılmayacak kadar Farsça,
yeterli olmasa da Almanca, yarım yamalak İngilizce
Kürtçenin hangi lehçelerini biliyorsunuz?
Zazaca, Kurmanci ve Soranca’yı biliyorum.
En fazla sevdiğiniz ses sanatçısı?
Qerapetê Xaço, Meryemxan, Kawıs ağa, Şıvan
Perwer, Aram Tigran, Mıhemed Arif Cızrawi, Mikail
Aslan’ı dinlemeyi çok severim, Ali Baran’ın
bazı türkülerini dinlemeyi de…
Dengbejleri severmisiniz?
Elbette mesela Şakiro’yu çok severim.
En çok Şakıro’dan neyi dinlemeyi seversiniz?
Dêranı ve Wey Dil’ı çok severim.
Şiiri sever misiniz, en çok sevdiğiniz şair?
Şiiri severim tabi ki, dinlemeyi çok severim aslında,
Şiiri ben okuduğumda pek etkilenmem ama iyi
bir okuyucu okuduğunda çok etkilenirim. Mesela Mehmet
Bayrak çok iyi bir şiir okuyucusudur. Avrupa’da
düzenlenen Deng’le dayanışma gecelerinin birinde,
Kemal Abi de oradaydı, Mehmet Bayrak çıkıp
bir konuşma yaptı… Konuşmasının
sonunda Kemal Abi’nin bir şiirini okudu. Ama çok
güzel okudu tabi. Yerine oturmaya geldiğinde Kemal
Abi O ‘na ‘’Memetciğim ben bu şiirimin bu kadar
güzel olduğunu bilmiyordum’’dedi. Demek ki güzel
okumak da şiire ayrı bir ruh katıyor.
Sizce Kemal Burkay iyi bir şair midir?
Yani ben Kemal Abi’nin şairliğini eleştirebilecek
kadar….
Bir okuyucu olarak?
Şiirlerini severek okuyorum elbette.
Seviyor musunuz şiirlerini?
Sevdiğim şiirleri var. Örneğin ‘’Berf
Fêdî Dike’’yi çok seviyorum. Yine ‘’Spartakus’’…’’Doğan
Gün’’sevdiğim şiirleri arasında.
Hangi tür müzik sizi sizden alıp götürür?
Ben Alevi deyişlerini çok severim. Zevkle dinlerim.
Dengbej hayranıyım. Sorani müziğini ama
otantik özüne bağlı kalarak yapılmış
olanları çok severim… Örneğin Elî Merdan , Tahir
Teyfik, ve Nasır Rezazî ve rahmetli eşi Merziye
Rezazi’yi çok severim. Bunlar sorani lehcesi ile yapılan
müziğinin ilahlarıdırlar.
Resimle aranız nasıl?
Tekniğinden anlamam.
Sevdiğiniz ressamlar var mı?
Yok. Resimden anlamadığım için biraz mesafeliyim.
Ama Picasso’nun Guarnica tablosu, sanat yönünden değerlendirecek
kadar anlamamakla beraber, o tabloya ilham veren olay,
insana hüzün veriyor. Bununla ilgili ben bir şey
okumuştum. Picasso hayranı bir Alman Nazi subayı
Paris’te Picasso’nun sergisini ziyaret etmiş. Guarnica’nın
önünde duruyor ve “Bunu siz mi yaptınız?” diye
soruyor. Ressam gayet sakin, subayın yüzüne bakarak
,“hayır siz yaptınız” diye cevap veriyor.
Picasso’nun dışında sevdiğiniz ressam
var mı? Yani resimlerine baktığınızda,
kendi gerçekliğinize, halkınızın gerçekliğine
yakın bulduğunuz?
Yoldaşım Arif Sevinç’in resimlerini çok severim.
Özellikle Diyarbakır 5 Nolu cezaevi tablolarından
çok etkilendim. Tekniği beni ilgilendirmez ama orada
yaşanan acıları birebir, tüm yalınlığı
ile tuvaline aktarmıştı. Bir de bu son
çalışmalarında işlediği Kürt
motiflerini çok seviyorum; Mem û Zîn, Siyabend û Xecê
vb. gibi Kürt toplumunun, kültürünün önemli kilometre
taşlarını tuvale dökmesi önemli bir sanat
çalışmasıdır diye düşünüyorum.
Ama doğrusu işin teknik yönü nedir ne değildir
onu değerlendirecek kadar resim bilgim yok.
Dünyaya Kürt olarak gelmeseydiniz, hangi halktan olmak
isterdiniz? Yine böyle ezilen bir halktan mı olmak
isterdiniz, yoksa ezen egemen bir halktan mı olmak
isterdiniz?
Yok. Yani halklar zulüm eder mi bilmiyorum, o doğru
bir belirleme olmaz tabiî ki. Ne olabilirdim mesela, çocukluktan
ergenliğe geçerken Eskimo olmayı düşünmüştüm
bir ara. Bir ara Kızılderili olmak istedim.
Kesin olan bir tek şey var, öyle katletmekle meşhur
olan Hunlar gibi, Moğollar gibi, Uygur ve Tatarlar
gibi bir halktan olmak istemezdim.
Peki. Dünyaya yeniden gelseniz, yine Mesud Tek mi?
Hayır. Mesela bir Derviş olmak isterdim.
Ben Dervişleri çok severim.
Ben de çok çok severim.
Dervişlerde sizi en çok etkileyen ne?
Sade yaşamları, dünyaya bakış açıları…
Var mı Mesud Tek’in Derviş yanı?
Yok. Zannetmiyorum, öyle bir Derviş yanım yok.
İçinde bulunduğum pozisyon bunu müsaade etmiyor.
Eğer bu pozisyonda olmasaydım, olabilir miydim
diye düşünmem lazım.
Şu anda Kuzey Kürdistan’daki Kürt Ulusal hareketi
ve özgürlük mücadelesini nasıl yorumlarsınız?
Nedir ne değildir, nerden geldik, nereye gidiyoruz,
nasılız, iyi durumda mıyız, kötü durumda
mıyız, geriye mi gittik, ileri aşamada
mıyız, bağımsızlığa
yakın mıyız, uzak mıyız, birbirimize
yakın mıyız, uzak mıyız, ulusal
birlik adına ne düşünüyorsunuz?
Yani bunun böyle verilecek tek bir cevabı yok. Kürt
ulusal hareketi belirli noktalarda çok iyi bir yerde,
belirli noktalarda da çok geri, örneğin, mesela ben
hatırlıyorum, 1980’li yıllara kadar Kürt
ulusal hareketinin Cahşlık kurumunun ortadan
kaldırılması diye bir talebi yoktu. Dolayısıyla
bu silahlı mücadele ile ve ulusal hareketin gelişmesi
ile birlikte gündeme gelen bir taleptir. Dolayısıyla
bir gerilemedir bu anlamda. Ama diğer alanlarda Kürt
ulusal hareketi ileri boyutlara ulaşmıştır.
Bunun değişik nedenleri var elbette. Devletin
amansız baskısı, silahlı mücadelenin
belirli oranda etkisi, bölgedeki ve dünyadaki değişimler
aynı zamanda Kürt toplumunun da dinamik bir toplum
olması, Kürt hareketini bugün geldiği noktaya
getirmiştir. Gelinen nokta içinde birçok zaafı
barındırmaktadır elbette. Kürt hareketinde
etkin olan gücün politik tespitlerindeki o gelgitler çok
önemli bir zaafı oluşturmaktadır. Belirli
noktalarda siz kitlelerin önüne kesin ve somut şeyler
koymak zorundasınız, yani eğer Otonomi
ise otonomidir. Bağımsızlık ise bağımsızlıktır,
federasyon ise federasyondur. Ama her gün ortaya bir talep
koymak, o talebin içini doldurmamak, içini doldurmaya
başlandığında, yeni bir talep koymak.
Kürt ulusal kurtuluş hareketi ve gelinen nokta açısından
bu bir zaaftır.
Bir ikinci zaaf olarak Kürtler arasında ittifak ve
birlik olmamasını görüyorum. Ben kişi olarak,
partimde de bu anlayışı yerleştirmek
için çaba sarf ediyorum, benim gibi düşünen arkadaşlarım
olmakla beraber, benim gibi düşünmeyen arkadaşlarım
da var. Doğal olarak her konuda herkesin aynı
şeyi düşünmesini bekleyemeyiz. Ben genel olarak
sorunlu, problemli, zayıf bir ilişkinin, ilişkisizlikten
çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Yani o ilişkiyi
sorunlu da olsa, problemli de olsa, tartışmalı
da olsa, o ilişki çerçevesinde birbirimizin kafasını,
gözünü yarsak da, birbirimizi yanlış anlasak
da, birbirimizi yeterince anlamasak da, ilişkisizlikten,
herkesin kendi kabuğuna, kozasına çekilmesinden
çok daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Birbirimizi tanımak için ilişki kurmak lazım.
Bu çok önemli ve dolayısıyla bu noktada Kürt
ulusal hareketi zaafa düşüyor. Yani Kürt ulusal hareketinin
siyasi gündeminin değişmeyen maddelerinden birisi
budur. Birlik ve ittifak sorunudur. Bu konuda çok önemli
çalışmalar da yapıldı. Ta 1979’larda
başlayan çok önemli görüşmeler de yapıldı,
örneğin, Ulusal Demokratik Güç Birliği (UDG),
Hevkari, PSK-PKK protokolü, daha sonra oluşturulan
platformlar vs. bir sürü görüşmeler, atılımlar
ve çalışmalar oldu. Ama maalesef, bütün iyi
niyetli çabalara rağmen, bütün bu enerji ve zaman
harcamalarına rağmen bugün gelinen nokta verilen
emeğin, harcanan zamanın karşılığı
değildir.
Ama yine de iyi bir noktadayız, öyle çok da kötü
bir noktada değiliz. En azından artık eskisi
gibi tarafların birbirini inkarı yok, canı
gönülden olmasa bile, isteseler de istemeseler de artık
insanlar birbirlerini kabullenmeye başladılar
en azından, bu iyi bir gelişmedir. Öyle düşünüyorum.
|
Mesud-Tek-PDPKS-Genel-Sekreteri-Hemid-Heci-Derwêş |
Bir diğer önemli nokta ise artık Kürt hareketinde
ve Kürtlerin genel tavrında yavaş yavaş
sağduyu filizlenmeye başladı. Kürtler arası
bu diyalogsuzluğa ve şiddete karşı
çıkan sağduyu giderek boy vermeye başladı.
|
Komünist-Partisi-Eski-genel-sekreteri-Aziz-Muhammed
ile |
|
|
Kürdistan-Komünist-Partisi-Genel-Sekreteri-Kemal-Şakir
ile |
|
|
Mesud-Tek-KDP-Politbüro-sekreteri-Fazil-Mirani-ile |
|
|
Komala-İran-Genel-Sekreteri-Abdullah-Muhtedi
ile |
|
|
Kültür-ve-Gençlik-Bakanı-Kawa-Mahmud
ile |
Evet. Size katılıyorum, son zamanlarda
halk tabanı Kürt örgütlerinden birlik istiyor.
Evet. Birlik olamıyorsanız bile en azından
birbirinize düşman olmayın, birbirinize saldırmayın
diyorlar. Ama geçmişte ben çok iyi hatırlıyorum,
bizim ve PKK arasında sorunlar çıktığında,
PKK’liler bize saldırıp arkadaşlarımızı
öldürdüğü zaman, derneklerimizi yaktığı
zaman, öyle ciddi bir tepki yoktu, hatta öyle bildiriler
ve tahliller ile karşılaştık ki “bunların
her ikisi de diktatör hareketlerdir, zaten PKK’nin PSK’den,
PSK’nin PKK’den bir farkı yoktur” vb. tahliller ile
karşılaştık. Ama bugün bu noktada
değiliz. Bugün, hem örgütler bazında, hem de
halk ki özellikle ben ona daha çok önem veriyorum, halk
ve aydınlar nezdinde Kürt örgütlerinin birbirlerine
karşı şiddet kullanmasını, özellikle
de PKK’nin diğer örgütlere karşı şiddet
kullanmasına karşı bir tepki var.
Kürt halkı, Kürdi örgütlerin, bir türlü bir araya
gelememesinden, bir ittifak oluşturamayıp ortak
hareket edememesinden fena halde sıkılmış
durumda, kişisel olarak bende dahil kısa zamanda
bu sorunun çözülmesinden yana tarafız. Biz artık
bütün Kürt örgütlerinin şapkalarını önlerine
koyup halkımızın menfaatleri gereği
belli bir uzlaşmaya gitmesini ve ortak hareket etmesini
istiyoruz. Ben eminim bunu canı gönülden siyasi fraksiyonu
olsun olmasın, bütün halk istiyor. Bunun altyapısı
ve inşası için yakın gelecekte var mı
düşündüğünüz bir şey?
Halkın bu talebi kuşkusuz çok önemli bir taleptir.
Eğer bu talep gelişip, siyasi örgütler özellikle
de PKK’nin üzerinde bir baskı unsuruna dönüşürse,
işler biraz daha kolaylaşır diye düşünüyorum.
Şimdi geleceğe yönelik ben umutsuz değilim,
Kürt örgütleri açısından. Ama öyle bu olay bugünden
yarına gerçekleşecek bir şey de değil.
Çünkü, aşağı yukarı 32 yıldır
bir sürü girişimler, çalışmalar ve cephe
görüşmeleri oldu. Belirli ilanlar oldu, cepheler
ilan edildi, işbirlikleri ilan edildi ama başarıya
ulaşamadı. Öncelikle bunların bir analizinin
yapılması lazım. Yani nerede başarısız
olundu, niye başarısız olundu, bu konuların
derinlemesine bir analizinin yapılması lazım.
İkincisi bence geleceğe yönelik yeni bir birlik
anlayışının geliştirilmesi lazım.
Yani nasıl bir birlik, Kürtlerin birliği denince
ne anlaşılıyor, kimler arasında birlik
ya da her konuda mı birlik olacak, öyle total hepimiz
bir sepete mi gireceğiz, yoksa ayrı ayrı
sepetlerde kalıp ortak bir küfenin içinde mi yer
alacağız? Şimdi bütün bunlar tartışma
konularıdır.
Ben Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bir
nehire benzetiyorum. Nehirlerde hep denize akarlar, deniz
de dünyadaki değişim sürecidir, eğer enternasyonal
olarak düşünürsek. Ama nehirler küçük küçük derelerden
beslenir. Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki
her hareket, her örgüt, her kurum, her kuruluş, her
aydın, her girişim, (siyasal partilerin başlattıklarını
kastetmiyorum,) kültür kurumları, ekonomik kurumlar
hatta aydınların kendisi bile bu nehri besleyen
küçük küçük derelerdir. Bir nehre akan dereler ne kadar
coşkunsa, o nehir de o kadar coşkun olur. Bunun
için ben her Kürt hareketinin güçlenmesi ve gelişmesinin
Kürt ulusal hareketine hizmet edeceğini düşünüyorum.
Çünkü biz çok renkli bir toplumuz, Kemalistlerin iddia
ettikleri gibi sınıfsız kaynaşmış
bir kitle değiliz ki.
Ağamız var, şeyhimiz var, beyimiz var,
esnafımız var, işcimiz, köylümüz var, Alevimiz
var, Sünnimiz var, Zazamız var, Ezidimiz var, eşcinselimiz
var, varoğlu var… Şimdi eğer böyle renkli
isek, eğer böyle farklılıklarımız
varsa ve her kesimin kendini ifade etme ve amaçlarını
gerçekleştirmek için örgütlenme hakkı varsa
bunların güçlenmesini ben isterim.
Örneğin güçlü bir feminist hareketin olması
Kürt Ulusal Hareketinin aleyhine değildir. Aksine
bu bahsettiğim nehri besleyen bir derenin coşkun
akması demektir. Yine güçlü bir aydın hareketi,
güçlü bir sosyalist hareket, güçlü bir demokrat hareket,
güçlü bir emekçi parti, güçlü bir komünist hareket bütün
bunlar o nehri besleyen coşkun kaynaklardır.
Güçlü bir anarşist hareket?
Evet anarşistler. Gerçi onlar hiçbir yere akmazlar
(kahkahalar).
Belki en coşkun akan onlardır?
Coşkun akacaklarından kuşkum yok. Ama
nereye akacaklarını bilmiyorlar (kahkahalar).
En coşkun onlardır hiç kuşkum yok. Onlar
çok coşkundurlar. Bir de akacakları yeri netleştirseler,
tadından yenilmez (kahkahalar).
Biz bunu ayrı bir tartışma konusu olarak
bir ara konuşalım.
Her neyse, ben böyle düşünüyorum. Yani güçlü bir
işbirliği için güçlü örgütlere ihtiyaç var.
En azından sözcüsü olduğu kitle açısından
ne yaptığını bilen, güçlü, örgütlü
ve kendine güvenen. Çünkü en büyük sorunumuz güven sorunu.
Yani örgütler birbirlerine güvenemiyorlar. Haksız
da değiller, geçmişte bir sürü olay yaşanmış.
Birlikte yola çıkmışlar ama bazıları
yarı yolda terk etmiş, gitmiş.
Bunda egemen ulusun rolü nedir? Kürt örgütlerinin birbirine
bu kadar reaksiyonel olmasında egemen ulusun hiç
mi suçu yok?
Onların kuşkusuz etkisi var, geçmişteki
o sol anlayışın Kürt örgütleri üzerindeki
hegemon yapısının etkisi var kuşkusuz.
Ama bu belirleyici değildir. Belirleyici olan bizim
ne düşündüğümüz, ne istediğimizdir. Elbette
bu noktada Türk devrimci hareketleri ile egemen ulusun
değişim ve demokrasi güçleri ile ilişki
olumlu bir rol de oynayabilir, olumsuz bir rol de oynayabilir.
Ben şu inançtayım ki Kürtler birlik halinde
Türkiye’deki devrimci ve demokratik güçler ile ilişkiye
girerlerse, hem kendileri açısından, hem de
Türkiye’deki demokratik güçlerin dinamizmi açısından
daha iyi olur.
Yani öyle Türkiyeli bir çatı bana gerçekçi ve doğru
gelmiyor.
Onun yerine ben Kürdi bir çatı istiyorum, doğal
olarak Türkiye’deki devrimci ve demokrasi güçleri ile
ilişkilendirilmelidir.
Ben de tam oraya gelecektim, Türkiye’deki devrimci ve
demokrat yapıları, yani Türk solunu Kürt ulusal
hareketi konusundaki tavrını yeterli buluyor
musunuz?
Hepsini bir sepete koyup değerlendirirsek, doğru
olmaz. Her partiyi tek tek ele almak lazım. Böyle
bakarsak farklı manzaralar ile karşılaşırız.
Bence Kürt ulusal hareketi ile Türk solu arasındaki
kırılma Amerika’nın bölgeye müdahalesi
ile ortaya çıktı. Eskiden bu tür sorunlar yoktu,
netice itibari ile emperyalizm hepimizin ortak düşmanı
idi. Türk devletine karşı olmak üzerinde anlaşacağımız
bir nokta idi. Ama ne zaman ki Saddam gitti Kuveyt’i işgal
etti, ABD gelip bölgeye müdahale etti, bir “36. Paralel”
olarak bilinen güvenlik bölgesi inşa edildi, buradaki
Kürtler rahat nefes almaya başladılar, biz de
o noktada yavaş yavaş ayrışmaya başladık.
Türk sosyalistleri Amerika’nın bölgeye ve Saddam
rejimine müdahale etmesine karşı çıktılar.
Biz Kürt sosyalistleri bunun tersini savunduk, hem Amerika’nın
Saddam’a müdahalesini hem de Birleşmiş Milletler’in
ilan ettiği güvenlik bölgesini destekledik. Bu bizim
ve onlar arasında bir kırılmaya sebep oldu.
Türk solcuları bize “gelin birlikte sokağa
çıkalım, Amerika’nın bu tavrını
protesto edelim” dediler. Şimdi bu talep, Kürt ulusunun
reel politikaları açısından uygun olmuyor.
Adam gelmiş senin celladını dövüyor, vuruyor
ve öldürüyor…
Ama o celladı yaratan ve silahlandıran o?
Ona hiç itirazımız yok. O gün yaratmış,
bugün ortadan kaldırıyor. Ben, yaratırken
ABD’ye karşı idim, ama aynı zamanda yaratılana
karşı idim. Bugün de onu ortadan kaldırırken,
neden elini tutup ‘sen yarattın, niye öldürüyorsun’
diyeyim. Bütün dünya alem ve Türkiye’de biliyor ki, bölgedeki
emperyalist güçlerin desteği ile diktatörler ayakta
kalır. Bu emperyalist güçler bir politika değişikliğine
gidiyorlarsa, diktatörleri desteklemekten vazgeçiyorlarsa,
demokrasiyi ileri sürüyorlarsa, bir solcu olarak hele
hele bir Kürt olarak benim buna karşı çıkmamın
hiçbir mantıklı açıklaması olmaz.
Bir Türk sol hareketi kendi açısından haklı
olabilir. Suriye’de halk ayaklanmışken, düşünün
bir Suriye Kürd’ü, Avrupa’da ya da Arap ülkelerinde Esad
rejimine yönelik dış baskıları protesto
etme ve destekleme mitingine katılmış.
Bundan daha “ucube” bir durum olur mu? Bir dönem Türkiye’de
ve Avrupa’da Saddam’ı destekleme mitingleri yapılıyordu.
Şimdi düşünebiliyor musunuz, bir Kürt yurtseveri
gidip Amerika Saddam’a müdahale ediyor diye, Saddam’ı
destekleme mitingine katılacak? Bu celladına
aşık olmanın bir başka ifadesidir.
Şu an Ortadoğu’daki özgürlük dalgasını
halkların kendi kaderini tayin etme hakkından
dolayı mı yoksa emperyalistlerin planladığı
ve müdahale ettiği bir hareket olarak mı görüyorsunuz?
Ortadoğu’yu az çok bilen biri olarak, doğrusu
bunu bir de sizin yorumunuzla duymak isterim.
Şimdi bakın, bunu Kemal Burkay sondan bir önceki
makalesinde yazdı. Okumadınız mı?
Mesela 2000 yılında, Kürdistan Sosyalist Partisi
4. Yurtdışı Konferansını yaptık
ve o konferansta çok önemli bir öngörüde bulunduk. Bugünkü
olayları 11 yıl önce biz Yurtdışı
konferansında öngördük ve bunu yayınladığımız
sonuç bildirgesinde dile getirdik. Mesela biz orda İslamiyet
ile demokrasi barışabilir mi sorusunu tartışmaya
açtık. İslam ülkelerinde ve özellikle bölgedeki
Arap Müslüman halklarda bir hareketliliğin başlayacağını,
diktatörlüğe karşı direnişlerin baş
göstereceğini ve demokrasinin belirli noktalarda
İslamiyet ile uzlaşmamakla birlikte, belirli
noktalarda uzlaşabileceğini oturup tartıştık.
Dolayısıyla bugün gelinen durum, en azından
biz PSK’liler için sürpriz değil. Bu kadar detaylı
olmasa da biz geleceği önceden gördük, özellikle
de o dönemdeki genel sekreterimiz Kemal Burkay’ın
engin öngörüsü sonucu ortaya koyduğu görüşleri
konuşup, tartıştık.
Olayın tek boyutlu olduğunu üşünüyorum.
Birçok boyutu var. Küreselleşmenin getirdiği
değişimlerden, ister istemez bu coğrafyada
etkileniyor. Bu ülkelerde yıllarca diktatörlük rejiminin
hüküm sürmesi -ki en genç diktatör İran İslam
cumhuriyeti 30 yıllık bir diktatörlüktür-, doğal
olarak bu diktatörlüklere karşı halkta öfke
biriktiriyor. Biriken öfke var biçimde bunun dışarıya
çıkarılması ya da patlaması lazım.
Nitekim İran’da ve diğer ülkelerde sık
sık patlıyor. Bu yeni bir şey değil.
Hatırlarsanız eğer, ekmeğe birkaç
kuruş zam geldi diye, Tunus’ta, Cezayir’de ve Mısır’da
insanlar sokaklara döküldüler. Bu aslında sadece
birkaç kuruşluk zamma olan bir tepki değildi,
halkın biriken öfkesinin dışa yansıması
idi. Netice itibari ile bu, toplumda biriken gaz sıkışmasıdır.
Eğer akıllı yönetimler olursa emniyet sübaplarını
oluştururlar. Nedir bu? İşte demokratikleşme,
halka özgürlük tanıma, halkın taleplerini dikkate
almadır. Ama diktatörler bunu yaptıkları
andan itibaren diktatör olmaktan çıkarlar. Kısır
döngü de burada.
Bu işin patlayacağını biliyorlar
ama aynı zamanda bir yolu açarlarsa artık kalmayacaklarını
da biliyorlar. Dolayısıyla ayakta kalmak için
daha çok baskıya başvuruyorlar. Daha çok baskı
daha çok gaz ve öfke yaratıyor. Netice itibari ile
şu anda da yaşanan budur. Ha burada dış
güçlerin desteği var mıdır? Varsa da iyi
olmuştur. Yani onların bu müdahaleleri olumlu
olmuştur diye düşünüyorum.
Ben aynı fikirde değilim. Emperyalizm hiçbir
zaman babasının hayrına, bir iş yapmayacağını
düşünüyorum.
Ama bakın şimdi. Emperyalizm de yavaş
yavaş kendini yeniliyor. Amerika şimdi şunun
hesabını yapıyor, ben tank top satarak
mı daha çok zengin olabilirim, yoksa teknoloji satarak
mı? Eğer teknoloji satarak daha çok zengin olabilirim
noktasına geldiği zaman teknolojik aletleri
kullanan ülkelere ihtiyacı olacak. Bu tüketiciler
nerede, 3. Dünya ülkelerinde. Diktatörlükler de teknolojiye
karşılar, dolayısıyla diktatörlerle
çatışmaya girecek. Çin niye Google’yi yasaklıyor
ya da Libya Facebook’u? Örneğin İran, kitleler
sokağa çıkmadan önce uyanık davranıp
el telefonları, internet ve benzeri modern iletişim
araçların hepsini yasaklıyor. Çetin Altan ne
diyordu? Ne zaman ki barış emperyalizmin çıkarına
oldu, o zaman dünyaya barış gelecek. Biz şimdi
o noktaya gidiyoruz.
Umarım öyledir. Ortadoğu’daki bu dalganın
Kuzey Kürdistan’a yansıması ne olur sizce? Kuzeydeki
Kürtlerin özgürlüğü için bu bir fırsat mıdır?
Yoksa hiç değil, oradakilerin dinamizmi daha mı
farklıdır?
Hayır hayır. Mutlaka bir etkisi olacaktır.
Sivil itaatsizlik hakkında fikriniz nedir?
Kelimenin o gerçek anlamıyla bir sivil itaatsizliğin,
Türk devletini dize getirecek en önemli aktivite olduğunu
ve bunun desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum,
Kaldı ki biz destekliyoruz bu tür eylemleri. Ama
dediğim gibi sivil itaatsizlik eylemlerinin kelimenin
anlamı içinde yürütülmesi lazım. Hiçbir biçimde
şiddete başvurmaması gerekir bir, ikincisi
bunun böyle namus meselesine dönüştürülmemesi lazım.
Biz çadırı kurduk, sonuna kadar orada kalacağız
diye bir şeyin olmaması lazım. Sivil itaatsizliğin
yaşamın bir parçası olarak kalması
lazım. Bunu sürekli ve hayatın her alanında
hayata geçirmek lazım. Mesela, Andımızı
okumamak olabilir, topluca nüfus dairesine gidip kimliklerimizde
Kürt olduğumuzu belirtilmesini talep etmemiz olabilir.
Dışarıdan en ağır tahrikler olsa
bile asla şiddete başvurmayan bir yöntem izleyerek
uygulanan sivil itaatsizliklerin uzun vadede Kürt sorununu
çözeceğine inanıyorum.
Kürt kadınının hayatta, aile içerisinde,
toplumda, devrimde yeri ne olmalıdır? PSK’deki
yeri ve rolü nedir?
Şimdi doğrusunu söylemek gerekirse PSK’de bir
rolü yok. Karar organlarında istediğimiz sayıda
maalesef kadın yoldaşlarımız yok.
Geçmişte bir kararımız vardı kadın
yoldaşlarımız ile ilgili, belirli bir kota
tespit etmiştik, ama maalesef sonuca ulaşamadık.
Varolan erkek anlayışının yanı
sıra kadın yoldaşlarımızın
da pek bu işe meraklı olmamasının
da etkisi var. Ama asıl olarak bizde var olan erkek
anlayışıdır ya da kadına yeterince
güvenmeme anlayışıdır.
Kürt kadını geçmişten çok daha iyi bir
noktadadır. Kadın sokağa çıkıp
eyleme gittiği müddetçe, şehit anneleri eylemi
olsun, barış anneleri eylemi olsun, onu eylem
alanına süren örgüt ve yapısı ne olursa
olsun, kadın eylem alanına çıktığında,
evden çıkıp toplumsal yaşamda görünür hale
geldiğinde, toplumsal mücadelede görünür hale geldiğinde
hem kendisi değişiyor hem de toplumu değiştiriyor.
Bu, toplumsal değişime muhteşem bir dinamizm
katıyor. Bunun için bence Kürt ulusal hareketi, kadını
toplumsal mücadelenin her alanında görünür kılmak
için mücadele etmek zorundadır. Bu onlara kota belirlemekle
olur, pozitif ayrımcılıkla ve benzeri şeylerle
olur. Kadına kota uygulamak saygısızlıktır
diyenlere katılmıyorum. Erkek bunu söylediği
zaman bunu vermemek için söylüyordur. Ciddi söylüyorum,
onu vermemek için bahane uyduruyor. Sözde onu yüceltiyor
“niye kadınlarımız muhtaç mıdır?”diyerek.
Halbuki öyle değildir. Yani kadın bugüne kadar
o erkek egemen ideolojisi nedeniyle eve hapsedilmiş.
Toplumsal mücadelenin görünmeyen gizli yerlerinde kalması
için mekanizma öyle oluşturulmuş. Dolayısıyla
onlara bir haksızlık yapılmış.
Bu haksızlığı gidermek için birincisi
onlara güvenmek lazım, onların yapılarında
var olan sevgi, şefkat, hoşgörü gibi özelliklerinin
topluma ve siyasi mücadeleye bir renk katar. İkincisi
kadınlar bir dinamizm getirir. Kadınlar erkeklere
nazaran yapıları gereği çok daha tutkulu
ve kararlıdır. Kadınlar toplumun yarısıdır
gibi klişeleşmiş söylemlere ben pek itibar
etmiyorum. Onu toplumda görünür kılmadıktan
sonra isterse %75’i olsun ne fark eder. Önemli olan onu
görünür kılmak. Görünür kılmak için de onun
her türlü talebine kulak vermek lazım, bu talepler
ne kadar çok aşırı olsa da bu talepler
çok rahatsız etmiş olsa da karşılamak
lazım.
Aslında kadının hiç de aşırı
bir talebi yok. Sadece erkek kadının her talebini
kendi iktidarına yapılmış bir saldırı
olarak algıladığından, aşırı
diye değerlendirir. Aslında kadının
şu andaki pozisyonunda aşırı diye
nitelendirilen şeyler bile en fazla eşitleme
babındadır. Kadın ve erkek eşit olmadan,
aşk, evlilik, cinsellik, aile yani toplumdaki hiçbir
şeyde denge oluşmayacaktır. Çünkü köle
ve efendi ilişkisi sorunlu olarak kalmak durumundadır.
Şimdi elbette bu ideal bir şeydir. Ama toplumda
yaşam böyle olmuyor. Mesela evlilik kurulduğu
zaman eşitlik temelinde kurulmuyor. Ama, ortada bir
önyargı yoksa, ortada bir karşılıklı
kabul varsa, zaten taraflar birbirlerine değiştirerek
bu ilişkiyi yürütüyorlar. Yani mesela ben ve eşim
30 yıl önceki noktada değiliz. Bu 30 yılda
hem ben değiştim, hem de eşim değişti.
Şimdi tekrar örgütünüze dönelim. PSK hareketinin
halk tabanını yakaladığını
düşünüyor musunuz?
Hayır. Şimdi öncelikle şunu özellikle
ayırmak lazım. Bizim öyle tüm Kürtlerin sözcüsü
olmak gibi bir kaygımız yok, anlatabiliyor muyum?
Parti programımızda kendimizi tarif ederken
biz, Kürt yoksul köylülerinin, ezilenlerin ve işçilerinin
partisi olarak tanımladık.
Oysa ki çok elit görünüyorsunuz. Handiyse “beyaz Kürt”
tanımlaması var hakkınızda?
Beyaz Kürt tanımına en son uygun olan kesim,
bizim kesimdir. Beyaz Kürt denildiği zaman başkasını
dışlayan, başkasını inkar eden,
kendisini dayatan bir yapılandırma anlaşılıyor.
Ki, biz böyle değiliz.
Şu bir gerçek bizim hareketimiz ortaya çıktığı
zaman ki bu bütün dünyada böyledir, öncelikle aydınlarda
vücut buldu. Ama biz bir aydın hareketi olarak kalmadık
tabii. Diyarbakır ve Ağrı belediyelerini
kazanacak kadar kitleselleştik. Eğer 12 Eylül
olmasaydı, bizim bir çok ilde belediye başkanlığını
kazanacak kadar tabanımız vardı. Ama daha
sonra 12 Eylül darbesi oldu, birçok sol hareket gibi biz
de tırpan yedik ve bu arada silahlı mücadele
başladı. Silahlı mücadele ile beraber artık
silahların, tankın, topun etkin olduğu
bir ortamda sizin barış politikalarınız
ve söylemleriniz pek duyulmuyor ama bu söylemleriniz yanlış
olduğu anlamına gelmiyor.
Bugün gelinen nokta da o. Hem devlet hem de PKK açısından
artık bu işin silahla çözülemeyeceği ortaya
çıktı. Dolayısıyla bizim o dönemde
söylediklerimiz politik olarak yanlış şeyler
değildi ama biz bunu kitlelere mal edemedik, kitleler
nezdinde taban bulamadık.
Nedenlerin bir kısmı bizden kaynaklanıyor.
Ama asil belirleyici olan dışımızdaki
sebepler. Bunlardan birisi savaş ortamıdır,
bir ülkede savaş varsa toplumsal mevzilenmeler de
o savaş ortamına göre vücut bulur. Bu noktada
sizin sağduyulu politikalarınız ve açıklamalarınız,
bu savaşın sonuç getiremeyeceğine dair
söylemleriniz kitlelerde gerekli yerini bulamıyor.
Ama bugün gelinen nokta o. Asıl bugün gelinen noktada,
bundan sonra ne yapabilirizi düşünmeliyiz.
Bir, ezberlerimizi bozmak zorundayız, biz toplumda
sorunlu olan her kesimle ilişki geliştirmek
zorundayız, onların taleplerine sahip çıkmak
zorundayız, özgürlük, anadil vb. haklı taleplerinin
destekçisi olmak zorundayız, hatta taleplerinin destekçisi
olmanın bir adım ilerisinde onların örgütlenmelerine
yardımcı olmalıyız. En azından
ortaklaşa mücadele etmeye çalışmalıyız.
Bu kadın hareketi için de böyledir, gençlik hareketi
için de böyledir, sivil toplum hareketleri için de böyledir.
Ben kişisel olarak sivil toplum örgütlerinin belli
bir parti ve örgüte bağlı olmasını
ya da partilerin gidip onları örgütlemesini hiç doğru
bulmuyorum. Bırakalım onlar kendi işlerini
yapsınlar. Kürt halkı zaten mazlum, bir de mazlumlarımızın
mazlumları var, mesela Müslüman Kürt kadınının
başörtüsü sorunu var, mesela Kürt Alevilerinin mezhep
sorunu var,
|
Mesud-Tek-Babaşêx
ile |
mesela Êzidilerin din sorunu var, mesela eşcinsellerin
cinsel kimlik sorunu var, mesela Kürt gençliğinin
sosyal sorunu var. Yani bütün bunların ve şu
an konuşma sırasında bahsetmeyi unuttuğum
benzer grupların taleplerine sahip çıkmak lazım.
Onların taleplerini dillendirmek lazım, onlara
destek olmak lazım, örgütlenmelerine engel olmamak,
gerekiyorsa yardımcı olmak lazım.
Köylülerin, varoşlarda yaşayan emekçilerin,
metropollere göçenlerin hatta biraz daha ileri gideyim
korucuların sosyal ve siyasal sorunları ve bütün
bunlar PSK’nin ilgi alanına girmektedir. Sadece PSK’nin
değil bu diğer Kürdi partilerin de ilgi alanına
girmek zorundadır.
Biz ancak halkın taleplerine dokunarak, kulak vererek,
onları anlayarak, onlara destek olarak ve onlara
sahip çıkarak halk içinde örgütlenebiliriz. Yoksa
halk kendiliğinden bize “sizin söyledikleriniz doğru
çıktı, tarih sizi doğruladı, siz çok
iyisiniz” deme noktasına gelmez.
Tamam bizim geleceğe yönelik tahlillerimiz ve politikamız
süreç içinde doğru çıktı ama bunu kitleler
arasında ete kemiğe büründürmemiz lazım.
Yani halkın bir sorunu varsa, o soruna yönelik senin
bir politikan ve çözümün varsa bunu uygun bir üslupla
onlarla birlikte bu sorunu konuşup tartışırsan
bu çok daha hızlı sonuç verir. Şu üslubu
hiç doğru bulmuyorum ve bize yararlı olacağını
düşünmüyorum, “biz söyledik”… Ee olabilir. Marks’da
çok doğru şeyler söylemişti, aradan kaç
yıl geçti bugün hala Marksizm’in uygulandığı
bir ülke yok. Dolayısıyla tekrar başa dönüyorum
öncelikle ezberlerimizi bozmak zorundayız. Çalışma
biçimimizi değiştirmek zorundayız, farklı
örgütlenme biçimlerini denemek zorundayız, her şeyden
önce gençlerimizin ve kadın arkadaşlarımızın
sağduyusuna güvenmek zorundayız. Velev ki onlar
bize ters şeyler önerse bile, onların söylediği
şeyler bizi rahatsız etse bile, verili olan
parti politikalarımıza uymasa bile onlara hoşgörü
ile yaklaşmalıyız. Çünkü hem gençlik hem
de kadın hareketi çok önemli toplumsal dinamiklerdir.
Bu toplumsal dinamikleri görmezden gelerek, onların
taleplerini dikkate almayarak, düşüncelerini dikkate
almadan bu işler yürümez diye düşünüyorum.
Şimdi ben de tam gençliğe yönelik bir soru soracaktım.
Benim okuyucu kitlem arasında her fraksiyondan kara
çocuklarım var ve eminim öncelikli olarak bu röportajı
onlar okuyacak ve şu anda dört gözle sizin onlara
göndereceğiniz mesajı beklediklerini biliyorum.
Dağda, okulda, işte, evde her yerde Kürdistan’ın
her parçasında ülkelerinin özgürlüğü için savaşan
kara çocuklarıma ne söyleyeceksiniz?
Bence gençlik isyancı
yönünü kaybetmemeli. Biz de isyancıydık. Babamız
da bize karşı idi. Ben inanıyorum benim
oğlum da isyancıdır. Bazen bu isyancılığının
dozunu ayarlayamasa bile bu tavrı beni rahatsız
etse bile ben bugüne kadar onun isyancı ruhunu asla
törpülemedim, bazen çok fevri ve inatçı olmasına
rağmen. Doğal sürecinde bir gün törpülenir diye
baktım. Ama onun önüne set çekerseniz, onun o devrimci,
isyancı, değişimci ve güzel ruhunu köreltirsiniz.
Kesinlikle gençlerimizin o ruhunu, dinamizmini köreltmemeliyiz.
Bunlarla şunu söylemiyorum tabi ki. Kendilerinden
yaşça büyük olan ablalarına, bilerine, ailelerine
ya da geçmişteki “siyasi abla ve ağabeyler”ine
saygısızlık noktasına varmamaları
lazım. Bu aradaki çizgi çok önemlidir. Eğer
bugün hareket bu noktaya gelmişse, bazı gençlerimizin
fosil ve dinazor diye tabir ettikleri devrimci abla ve
ağabeylerinin yüzü suyu hürmetine gelmiştir.
Onların göz nuru, emeği ve fedakarlıkları
üzerinde bu hareket yücelmiştir. Bunları inkar
etmeyip ama onların tutuculuğuna da bağlı
kalmadan hareket etmek zorundadırlar. Elbette bu
kolay kurulacak bir denge değil. Bu öyle kitaplarla
ya da seminerlerle de öğrenilmez. Bu, hayat içinde
ve mücadele sürecinde yaşanarak kazanılacak
bir erdemdir. Öncelikle geçmişi inkar etmeyeceksin,
ama geçmişe bağlı kalmadan, ona saygı
duyarak geleceği inşa edeceksin. Eğer oğlum
beni aşacaksa, beni çiğneyip geçmesinin dışında
bir yöntem de vardır. Gençlerimiz, yine bizi aşsın,
yine bizden öte şeyler söylesin, yapsın ama
bu, önceki kadroları çiğnemek, onların
emeğini inkara gitmek, onlara saygısızlık
yapmak temelinde olmasın. Eğer bu biçimi ile
olursa kişisel olarak onlara bunu doğru bulmadığımı
burada özellikle söylemek isterim. Son olarak onlara özellikle
isyancı ruhlarını kaybetmemelerini tavsiye
ediyorum.
Peki. Şimdi gözlerinizi kapatın, uğruna
ömrünüzü adadığınız tüm artı
değerlerinizden vazgeçtiğiniz ülke yani Kürdistan
bağımsızlığına kavuşmuş,
tam bu anda Mesud Tek nerede ve ne yapıyor?
Mutlaka olacak, o gün gelecek.
Ben öncelikle gidip babamın mezarını ziyaret
etmek istiyorum Elazığ’da, Elazığ’ın
Gülmez diye bir tepesi var, orada. Ondan sonra köye gidip,
eğer hala kaldı ise bilmiyorum tabii, dutları
ve cevizleri çok meşhurdur, mesela kdut yemek istiyorum.
Bir de orada kalıp, siz hiç yeşil kabuklu cevizler
soyup yediniz mi? İnsanın elleri kınalanmış
gibi olur. Ellerimi köyümün ceviz kabukları ile kınalamak
istiyorum. Ama ondan sonra ne olur bilmiyorum artık…
(Kejê röportajın bu bölümünde ağladı).
Diyarbakır?
Benim Diyarbakır’a çok hüzünlü anılarım
da var. Biz Diyarbakır’da öğrenci iken rahmetli
Dr. Bozan ile sürekli gittiğimiz ve malum öğrencilik
şartlarında çoğu zaman veresiye ciğer
yediğimiz bir ciğerci vardı. Siverekli
idi, “Veysi abi” diyorduk, iyi bir insandı ve öğrencileri
de çok severdi. Paramız olmadığında
bize veresiye ciğer verirdi. Dr Bozan ile yurtdışında
bir araya geldiğimizde sözleştik. Ben geri döndüğümde
aynı ciğerciye gidip ciğer yiyecekti. Dr.
Bozan ile sözleştiğimiz gibi gidip orada Bozan’sız
da olsa ciğeri ikimizin adına yemek isterim.
Bir gün özgür Kürdistan kurulup siz oraya geldiğinizde,
Dr. Bozan’ı da saygı ve sevgi ile anarak, müsaade
ederseniz o ciğeri ben size ısmarlamak isterim.
Ben sizi çok yordum ama muhteşem bir keyifte aldım,
röportaja ayırdığınız zaman,
burada bulunduğum süre içerisindeki nazik misafirperverliğiniz,
Kürdi Kürdistan için harcadığınız
ömrünüz ve Kejê’nin hayatına sevgi ve özlem adına
yeni birini kattığınız için çok teşekkür
ederim. Sizinle olmak müthiş güzel ve benim için
özel bir şanstı.
Ben de teşekkür ederim, sizi tanıdığıma
çok memnun oldum. Doğrusu bu anarşist ruhunuzu
asla kaybetmemenizi dilerim. Çünkü biz sizi böyle tanıdık
ve sevdik.
Tekrar teşekkür ederim.
Rica ederim.
|