Bozuk bir plağın tekrarı:
ALEVİ KÜRDE
KİMLİK YAMASI
Munzur Çem
Cemal Şener`le yüzyüze konuşmuşluğum
yok. Kendisini yazdıklarından biraz tanıyorum.
Daha çok Alevilik konusunda yazar. Katıksız
bir resmi tezci olduğu için yazıp çizdikleri
de ona göre oluyor. Kafasındaki reçetelerin
doğruluğunu kanıtalayabilmek için
gerçekleri en kaba biçimde tahrif etmekten kaçınmaz.
Örneğin, “Atatürk ve Aleviler“ isimli kitabında,
kaynak bile göstermeden iftira düzeyine varan aşağıdaki
satırları yazdığı için
kendisini sertçe eleştirme zorunluluğu
hisetmiştim.
"Mustafa Kemal'i yakalayıp İngilizler'e
teslim etmek üzere emir alan Dersimli Çete Reisi
Alişer:
'Paşam arkandayız meraklanma'
Mustafa Kemal, Erzurum'dan Sıvas'a giderken
Çardaklı Boğazı'nda Dersim Alevi
Kürt aşiretlerince basılacağı
haberi gelir. Elazığ Valisi Ali Galip,
Dersim aşiretlerini Mustafa Kemal'e karşı
kışkırtmak istemektedir. Hareketten
bir süre sonra Mustafa Kemal ve heyeti pusuya düşer.
Pusuyu kuran çetenin kolbaşısı Alişer
Efendi, 'Biz Ali Galip'in emrini dinlemeyeceğiz.
Çünkü siz bu vatanın kurtarılması
için çalışıyorsunuz: Biz size yardım
edeceğiz' der."
Bir süre önce bu kez internet yoluyla “Alevilerin
Etnik Kimliği“ başlıklı yazısı
elime geçti. Şener, bu yazıda sözümona
Alevilerin etnik kimliklerini irdelemeye kalkışıyor
ama tüm çabası Kürtten Alevi olamıyacağını,
Alevi Kürtlerin aslında asimile olmuş
Türkler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktan
ibaret kalıyor. Tabi böyle olunca da yazı,
bir araştırma yazısı niteliğinden
çıkıp, resmi ideolojinin sıradan
bir propaganda aracına dönüşüyor.
Yazar, yazısına, Martin van Bruinessen`den
şu alıntıyı yaparak başlıyor.
„Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız
Türkçe kullanan ve hatta coğu Türkçe aşiret
adlarına sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan
Alevilerin varlığı, bir çok yazarın
izahat kabilinden hayal gücünü meşgul etmiş
bir vakadır. Hem Kürt hem de Türk milliyetçilerinin
bu grupların muğlak kimliklerini kabul
etmekte güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı
ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır.“
Martin‘ in sözkonusu yazısını okumş
değilim. Ancak eğer herhangi bir çarpıtma
ya da yazım hatası yoksa, Martin bu noktada
iki önemli yanlışa düşüyor demektir.
Birincisi, İster Kurmanci isterse Kırmancki
(Zazaki) konuşuyor olsunlar; Kürt Aleviler
için „Ritüel dili olarak neredeyse tamamen yalnız
Türkçe kullanan,“ belirlemesinde bulunmak pratik
yaşamadaki gerçekle hiç ama hiç bağdaşan
bir belirleme değil. Alevi ibadetinde Türkçe
dualar olduğu ve bu duaların Kürt Aleviler
içerisinde de edildiği doğrudur. Bunlar,
Alevi Kürtlerin ibadetinde tali bir yere sahipler.
Daha önce bir çok kez yazdığım
gibi, bu satırların yazarı, Alevi
bir aileden geliyor. Dolayısıyla da kendi
toplumunun ibadet dilinin ne olduğunu en iyi
bilebilecek durumda olanlardan biri olması
doğaldır. Dersim`de doğup büyümüş
her inasınımzın bileblieceği
ve bildiği gibi, bizim anne ve babalarımız
ne güneş ve aya bakarken, ne kurban keserken,
ne ziyarete giderken, ne Hızır ve Gağan
bayramlarını kutlarken, ne adak sunarken,
ne bebekleri yıkarken, ne lohusa kadını
ziyaret ederken ve ne de haftanın belli günlerinde
adak şeklinde mum yakarken Türkçe dua ediyorlardı.
Bu dualar, tamamen kendi dillerindeydi, yani Kürtçeydi.
Şahsen çocukluk ve gençlik yıllarımda
onlarca Ceme katılmış biriyim. Bu
cemlerde kullanılan dilin de yine Kürtçe olduğunu
benim gibi Dersim´de büyümüş herkes iyi bilir.
Buna karşın Türkçe dua yok muydu? Vardı
elbet. Örneğin, Türkçeye „Gülbenk“ diye uyarlanmış
olan, Kürtçesi ise „Gulvang“ ya da „Gulbang“ denilen
dua çoğunlukla Türkçeydi. Ceme getirilmiş
„niyaz“ın cem sonrasında dağıtımı
sırasında da kimi dervişlerin Kürtçenin
yanısıra, Türkçe dua okudukları da
olurdu.
Zaman zaman bazı pir ve rehberler, beyit
söylüyorlardı ki bunların çoğu Türkçeydi.
Ancak beyitlerin söylendiği bu tür toplantıları
kesinlikle cemlerle karıştırmamak
gerekir. Dersim`de bunlar başka, cemler başkadır.
Kanımca, Bruinessen de asıl yanlışa
burada düşüyor ve Kürt Alevi cemlerini, deyişlerin
okunduğu ayinlerle ya da Bektaşi cemleriyle
bir görüyor, onların farklı niteliklerini
gözardı ediyor. Alevi ibadetini ise bir bakıma
deyiş ve Gulbang (Gülbenk)`lerden ibaret sayıyor.
Bruinessen`in, Jandarma Genel Komutanlığı
tarafından hazırlanan bir rapordan aktardığı
şu satırlar da dikkat çekicidir:
"Zaza Alevilere gelince: Bunlarda mezhep ve
ibadet dili Türkçedir. Ayinlere iştirak edenler
Türkçe konuşmak mecburiyetindedir...“
Daha önce de belirttiğim gibi Bruinessen`in
yazısını okuyamadığım
için bu satırları nasıl yorumladığını,
karşıt görüşlere yer verip vermediğini
bilemiyorum. Ama raporda yer alan iddianın,
gerçekle bağdaşmadığı da
gözönündedir. Başka şeyler bir yana, Türkçe
bilmeyen bir toplumda, Türkçenin konuşulmasının
zorunlu hale getirilemeyeceği, bunun maddeten
mümkün olmayacağı açıktır.
Benim yaşıtlarım 1930`ları
görmediler ama 1950`lileri yaşadılar.
Eğer raporda belirtilen türden bir durum sözkonusu
olsa idi, bunun bizim dönemimizde de görülmesi gerekirdi.
Soykırım, yasak ve sürgünlere rağmen,
1930`lardan 1950`lilere gelindiğinde bölgede
Türkçe geriledi de Kürtçe gelişme mi gösterdi
denilemiyeceğine göre, başka türlü olması
düşünülemez. Oysa, daha önce de belirttiğim
gibi 1950`lerde bizim inadet dilimiz Kürtçeydi.
Ben günlük yaşamda ne anne ve babamdan, ne
komşularımdan, ne çevre köylerin halkından
bir tek Türkçe dua, espiri, atasözü ya da masal
duymamısımdır.
Alevi beyit ve nefeslerinden bir çoğunun
Türkçe olmasının açıklanmasının
Bruinessen`in belirttiği gibi güç olduğu
kanısında da değilim. Bence bunun
kaynağını İran Sarayı`nın,
diğer bir deyişle şiiliğin etkisinde
aramak gerekir.
Untumamak gerekir ki Osmanlılala İranlılar
yüzyıllarca paylaşım yüzünden çekiştiler
ki temel paylaşım alanı da Kürdistan`dı.
Bu çekişme, sadece tarih kitaplarında
okuduğumuz meydan muharebelerinden ibaret değildi
elbet. Onun ekonomik, sosyal ve kültürel; ideolojik-politik
boyutları vardı. İran Sahları
bu mücadelede, inançsal nedenlerle genellikle Alevi
kitle ile daha iyi ilişki kurma şansına
sahip olular. Bu işin başını
çekenlerin deyiş ve nefesleri ise çoğunlukla
Türkçe idi. Özellikle de Sah Hatayi`nin bu konuda
ne kadar yoğun bir çalışma yaptığı
ve onun tarafından okunan dua ve nefeslerin
sonradan Alevi ibadetinde çokça yeraldığı
bilinmektedir. İşte dışardan
gelen bu Türkçe duaların, Alevi Kürtler arasında
da belli ölçüde yer edinmelerinin en önemli nedenini
burada aramak gerekir. Bektaşi Tekkelerin`de
dilin Türkçe olması, bu dilin yazı dili
olarak kullanılma imkanına sahip olması
ise beyit ve deyişleri kaybolmaktan kurtardığı
gibi onlara yayılma olanağı verdi.
Şener, J. Genel Komutanlığına
ait aynı raporda „20-30 yaşlarından
yukarıdakilerle Türkçe anlaşmak mümkün
iken 10 yaşından küçük çocuklarla Türkçe
konuşmak imkanı ortadan kalkmak üzeredir,“
dendiğini ve „Bu netice Dersim Alevi Türklerinin
benliklerini kaybetmeye başladıklarına
ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana
tesadüf edilmeyeceğine delilidir,“ eklemesinde
bulunulduğunu belirtiyor.
Aslında bu tür değerlendirmelere ya
da „Türklüğe yönelmiş tehlike“ye dönemin
resmi belgelerine çokça rastlanmaktadır.
Örneğin, 1925 Direnişinin ardından
Kürdistan`da bir geziye çıkan ve ayrıntılı
bir rapor hazırlayan Çankırı Milletvekili
ve TBMM Başkanı Abdulhaluk Renda da yine
aynı konuya değinerek şöyle diyor:
"Kürtler dillerini hakim kılmışlar
ve Türkçe öğrenmeye muhtaç olmadan bütün işlerini
görebilecek duruma gelmişler ve Türk erkeklerinin
%80 ini Kürtçe öğrenmeye mecbur bırakmışlardır.“
1930 yılında Erzincan`dan Başbakan
İnönü`ye yazdığı mektuplarda
Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak`ın
sergilediği tavır da bu çerçevenin dışında
değil. Ancak O, oldukça dobracıdır
ve J. Genel Komutanlığı`ndan farklı
olarak Kürtlere Türk deme gereği duymuyor.
Tersine onların Kürtlüğünü açıkça
kabul ediyor ve kendilerine karşı askeri
harekat da dahil, sert önlemler alınmasıni
öneriyor:
„(...)
„Erzincan Merkez ilçesinde 10.000 Kürt vardır.
Bunlar Alevilikten faydalanarak Türk köylerini Kürtleştirmeye
ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar.
Bir kaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan`ı
istila edileceğinden endişe edilebilir.
Örfen Türk, fakat Alevi olan Türk köyleri Aleviliğin
Kürtlüğü temsil ettiği zihniyetiyle ana
lisanlarını terk ederek Kürtçe konuşmaktadırlar.Bu
işe önayak olan, her şekavete yataklık
eden Rusaray, Mitini, Sıncığı,
Kürtkendi, Kelarik köylerinin aslı bir şekilde
kayda tabi tutularak bunlardan gerekenlerin Trakya`ya
nakli ve bölgelerdeki bazı reislerin il merkezinde
ve polis nezareti altında ikamet ettirilerek
emniyete alınmaları gerekmektedir. Türk
olan Alevi köylerinin Kürtçe konuşmalarına
ve Türk dilinin bütün bölgeye yayılması
için esaslı tedbirler almaya ihtiyaç vardır.
3. İl bölgesindeki bazı memurların
Kürt ırkına mensup olduğu bilinmektedir.
Örneğin; Erzincan Sorgu Hakimi şevki Efendi`nin
Kürtleri himaye ettiği ve geceleri evinde Kürtleri
topladığı gerçekleşmiştir.
Bu adamın her ne şekilde olursa olsun
il bölgesi dışına nakline ve bu gibi
memurlar hakkında da aynı işlemin
yapılmasına lüzum vardır.
4. Arz ettiğim bu meselenin en önemlisi,
birinci maddede dı geçen köylerin kesin surette
tedibi ve ırkan Kürt olduğu kesinlikle
bilinen bilinen memurların bir an önce yerlerinden
alınmasıdır.“
Sonra ne oldu dersiniz? Sonra 1930 yılında
Pülümür Harekatı başlatıldı,
Kürtler şidedetli direniş gösterdiler;
her iki taraftan da kayıplar oldu. Arkasından
da Erzincan yöresinde Kürtçe çok katı bir şekilde
yasaklandı.
Bu yasakla ilgili olarak Doç. Dr. Fikret Başkaya
şunları yazıyor:
„Nüfusunun %3 ile % 4 dışında
Kürtçe`den başka dil bilmediği dönemde,
Kürtçe`nin kullanılması yasaklanmıştı.
(Resmi olmayan durumlarda) Kürtlerin yaşadığı
kent merkezlerinde bu yasağa uyulmasını
sağlamak amacıyla memurlar görevlendiriliyordu.
Köyünden sınırlı artık satmaya
gelen Kürt köylüleri hiç Türkçe bilmediklerim için
„kontrol memurları“na yakalanmaktan kurtulamıyorlardı.
Erzincan Valisi Ali Kemali Bey`in yazdığına
göre, her Kürtçe kelime için beş kuruş
ceza kesiliyordu. Bir koyunun eli kuruşa satıldığı
dönemde 1930`lu yıllarda beş kelimelik
iki cümleyle meramını ifade etmek zorundaki
bir kişi bir koyun değerinde ceza ödemek
zorunda kalıyordu... Satış için çevirmene
başvurma zorunluluğu nedeniyle satıştan
elde edilen gelir, ceza olarak ödenip elden gidiliyoru.“
(Doç. Dr. Fikret Başkaya, Paradigmanın
flası, Doz Yayınları, İstanbul,
1991, s.56)
Burada şunu da unutmamak gerekir; Türklerin
asimilasyonuna dair yapılan bu tür değerlendirmeler,
Alevi Kürtlerin yaşadıkları bölgelerle
sınırlı kalmıyor. Sünni Kürt
bölgeleri için de benzeri tablolar sık sık
karşımıza çıkmaktadır.
Bence 1930`lu yıllarda yazılan bu tür
raporları değerlendirirken, en başta
devletin o yıllardaki Kürt politikasını
gözardı etmemek gerekir. Nedir bu politika?
1930`lu yıllar, ırkçı „Türk Tarih
Tezi“nin şekillendiği ve buna uygun katı
adımların atıldığı
yıllardır. Bu teze göre, Türkler çok eski
dönemlerde yaşadıkları bölgelerden
çıkarak dünyanın dört bir yanına
yayılmışlar, oralara medeniyet taşımışlar.
Eski büyük uygarlıklar, (Mezopotamya, Mısır,
Anadolu, Çin, Latin Amerika dakiler dahil) Türklerin
eseridir. Türkler medeniyetin babasıdırlar.
Türk Dili bütün dünya dillerinin anasıdır
(Güneş-Dil Teorisi) vs.
Bu dönem, aynı zaman Kürtlerin varlığının
inkar edildiği, onların dağ Türkleri
olarak ilan edildikleri yıllardır. Resmi
teze göre Kürt diye bir halk olmadığı
gibi, Kürtçe diye bir dil de yoktur. Kürtçe denilen
dil, Türkçenin dağlarda yaşayan bozuk
bir şivesidir. „Kürtlerin kökeni, kimliği,
dili ve kültürü ile ilgili“ resmi raporların
ise bu ideoloji ve politikaya hizmet etmek amacıyla
hazırlandığı tartışma
götürmez. Tabi aynı devlet bir yandan Kürtlerle
ilgili ısmarlama tezler hazırlatırken,
bir yandan da bu konuda en küçük bir farklı
görüşe hayat hakkı tanımıyor,
tartışma olanağını ortadan
kaldırıyordu. Bu, öyle bir dönemdi ki
resmi teze aykırı anlamda Kürt sözcüğünü
kullanmak bile kelleyi koltuğa almakla eşanlamlıydı.
Devlet yöneticilerinin bu yönde yazıp söyledikleri,
bu dönemde Kürt halkına karşı sürdürülen
baskı ve şiddet politikasına, inkar
ve asimilasyon çabalarına uygun zemin hazırlamak
ya da onun haklılığını
kanıtlamak çabasından ibarettir. Devletçe
verilmek istenen mesaj özünde şu idi: Kürtlerin
yaşadıkları bölgelerede eskiden Türkler
vardı, bu Türkler asimile oldular, dolayısıyla
da Kürt diye bilinenler Türktürler. Kürtlerin Türkleri
asimile etmeleri durumu bugün hala da devam ediyor.
Türklük tehlikededir. Böyle olunca da Kürtlerin
şiddetle cezalandırılmarı ve
Türkleştirmenin yangınlaştırılması
hem Türklere yönelik güncel tehlikeleri önlemek
bakımından önemlidir ve hem de bu yolla
eskiden Türk olan insanların asıllarına
dönmeleri sağlanır ki bu tarihi adaletin
gerçekleşmesi anlamına gelir.
Beri taraftan, Alevi ibadetinde Türkçe duaların
bulunuşunun, etnik kimlikle bir ilişkisi
olamıyacağı da gerçeğin bir
diğer yüzüdür. Diyelim ki İslam dininde
ibadet Arapçadır. Bundan hareketle Araplar
dışında kalan müslüman halkları
ve tabi bu arada Türklerle Kürtleri Arap asıllı
olarak görmemiz mi gerekir?
Öte yandan Türklükle Alevilik arasında sunni
bağlar kuran ve hatta Aleviliği „Türk
Düşünce Tarzı“ ya da „Türk İslamı“
diye yutturmaya kalkışanların, şu
noktaları nasıl açıklayacakları
merak konusudur.
1. Cemal Şener`in de belirttiği gibi
Türkler Alevilikle 10-11. yüzyıllarda tanıştılar.
Peki ondan önce Alevilik yok muydu? Elbet her yönüyle
bugünkü gibi olmasa da vardı. Aleviliği
Îslam`ın bir mezhebi olarak algılasanız
da vardı, onu bu satırların yazarı
gibi İslam`dan etkilelen islamdışı
bir inanç olarak görseniz de...
2. Saptayabildiğim kadarıyla, Alevi
din adamlarının sıfatları ile
ibadette kullanılan temel terimlerin hiç biri
Türkçe değil. Örneğin, Pir, rehber, dede,
ana, baba, mürşid, şıx (şıh),
sêyid (sêy), derviş, talib, Gulbang (Gulvang),
sema, ziyaret, cem, çıra, çıralıx,
bêyit vs. Bunların bir bölümü Farsca ve Kürtçe,
diğer bölümü ise Arapça ya da öteki dillerden
gelmedir.
3. Heteredoks, ya da islamdışı
bağımsız dinler olarak kabul edilen
dinlerin kaynağı Kürdistan`dır. Diyleim
ki Ehli-Haq, Ezdilik, Şebeklik gibi
Aleviliğe çok yakın olan inançlar, Kürt
halkı arasında varlıklarını
sürdürmekteler.
Aleviliği elbet bir halka maletmek mümkün
değil. O, değişik halklardan insanların
inancıdır. Ama eğer tarih içersinde
değişik toplumların bu inançla ilişkileri
irdelenecek olursa, Kürtlerin ona en yakın
halklardan biri olduğu da rahatça görülebilir.
Daha doğrusu İrani bir halk olan Kürtler,
Türkler gibi sonradan gelip Alevilikle karşılaşmadılar.
Onlar, bu inancın şekilendiği toprakların
bir halkı olarak uzun süren tarihi süreçte,
onun temelini oluşturan inanç ve kültürlerle
içiçe, yanyana yaşadılar. Bu hamurun yoğurulmasında
onların payı küçümsenecek gibi değil.
Osmanlı Devleti Türkleri asimile mi etti?
Cemal Sener, yazısının bir yerinde
„Demek ki; Aleviler önce Türkçe biliyorlar. Türkçe`nin
yerini Kürtçe ya da Zazaca alıyor. Bu durum,
Türk tarihi, Osmanli-Alevi ilişkileri, Osmanlı-Kürt
ilişkileri ile de koşut sayılır.
Osmanlı`da kuruluş yıllarında
Türkmen ayrılığı vardı.
Bu Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar devam etti.
Dönme devşirme geleneği Osmanlı`da
hakim oldukça Türkmen düşmanlığına
koşut olarak Alevi düşmanlığı
da arttı. Türkmen`in önünde iki yol vardı.
Ya Sünnileşip ümmetleşecekti veya „katli
vacip“ti. İşte Osmanlıya karşı
bitip tükenmek bilmeyen Celali Ayaklanmaları
böyle başladı. Merkezi otoritenin güçleri
karşısında yenilen Türkmen`in önünde
canını kurtarmak için tek yol kalmıştı.
Kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerine
yerleşmek Türkçeyi derhal unutup Kürtçe ya
da Zazaca öğrenip canlarını kurtarmak.
İşte Horasan Türklerinin Kürtleşme
macerası böyle başlıyor.“
Aslında bu satırlara gözatan sıradan
biri, burada yapılanın tarihe ilişkin
bir yorumdan çok, bir senaryo yaratmak olduğunu
anlamakta zorluk çekmez sanıyorum. Bir kere
yazar, Celali isyanlarını sırf Alevi
Türkmen isyanları olarak görüyor ve bunlara
neden olarak da Osmanlı‘nın Alevi politikasını
gösteriyor ki her iki belirleme de gerçekçi değil.
Ne Celali İsyanları sırf Türkmen
isyanlarıdır, ne de onların tek neden
Aleviliğe yönelik baskı politikasıdır.
İsyanların temelinde, bundan öte bir dizi
ekonomik ve sosyal nedenler var.
Peki bu isyanlar sırasında Türkmen ya
da öteki halklardan insanların canların
kurtarmak için Kürdistan`nın dağlık
bölgelerine sığınmış oldukları
düşünülemez mi? Elbet düşünülebilir. Ne
var ki bu iş oldu mu omadı mı, olduysa
hangi dönemde, nasıl oldu? Kimler gelip gittiler,
nerelere yerleştiler; gerçekten asimile mi
oldular, yoksa asimile mi ettiler; bunlar ciddi
araştırma konularıdır. Oysa
Şener, bu koulara ilişikin tek bir somut
bilge ve belge veremiyor. Somut verilere dayalı
olmayan şeylerin ise bir iddia olmaktan öteye
gitmeyecekleri açıktır.
Ancak eğer Osmanlı döneminde asimilasyon
olayı irdelenirse, ortaya çıkacak sonucun
hiç de Şener`e haklılık kazandıracak
tarzda olamıyacağını peşinen
söylelyelim. Bakın nasıl?
Bir kere Osmanlının devlet dili Osmanlıcadır;
yani Osmanlı Türkçesi.. Devletle halk arasındaki
ilişkilerde kullanılan dilin Türkçe olması
ise ister istemez Türkçenin yaygınlaşmasına
hizmet eder ve pratikte de öyle olmuştur.
Osmanlı tarihinin aynı zamanda bir devşirme
tarihi olduğu biliniyor. Sırf Yeniçeri
Ocakları`nın yüzyıllarca Hristiyan
çocuklarını devşirmekle; diğer
bir deyişle onlara Türkçe öğretip asker
yapmakla, oynadığı role bakmak bile,
Şener`in söylediklerinin ne kadar havadan şeyler
olduğunu ortaya koyar.
Söz bu konulardan açılmışken, Bektaşi
Tekkeleri`nin rollerine değinmeden geçmek de
olmaz. Kimi araştırmacılar tarafından
„İskan ve Kolonolizasyon“ kurumları olarak
nitelendirilen bu Tekkeler, yüzyıllarca, bir
yandan Aleviliği Bektaşiliğe çekme,
diğer yandan Türkçeyi yaygınlaştırma
gibi bir fonksiyona sahip oldular.
Asimilasyon üzerine konuşurken şunu
utmayalım; Türk boyları Anadolu‘ya geldiklerinde
nüfusun oldukça küçük bir bölümünü oluşturmaktaydılar.
Ama Türkler iyi organize oldular, devletler kurdular
ve zamanla dillerini yaygınlaştırdılar.
Bugün Türk olduklarını söyleyenlerin büyük
çoğunluğunun asimile edilmiş bu yerli
halkların, özellikle de Hristiyan halkların
çocukları oldukları tartışma
götürmez. Açık söylemek gerekirse; eğer
C. Şener`in mantığıyla yola
çıkılırsa, Türklerin Anadolu`da bir
azınlık durumuna düşerler. Yani o
ve onun gibilerinin, Dimyat`a pirince giderken evdeki
bulgurdan olmaları işten bile değil.
Öte yandan, pratikte de rahatlıkla görülebileceği
gibi Arnavut, Boşnak, Bulgar ve öteki bir çok
halktan insanlar, Alevi ya da Bektaşi olup
türkleşirlerken, Kürdistan`da neden bu çark
hep tersine dönmüş olsun? Diğer bir deyişle
neden hep Türkmenler asimile olmuş olsunlar?
Kürtlerin de asimile oldukları düşünülemez
mi? Günümüzde eğer bazı yerlerde Kürtçe
bilmeyen, yani Türkçe konuşan Aleviler kendilerine
Kürt diyorlarsa, nedeni nedir bunun? Bu, en başta
onların asimile olmuş Kürtler olmalarından
ileri gelmiyor mu?
Bütün bunlar gözönüne alındığında
ise Cemal Şener‘in Osmanlı dönemini değerlendirirken
„Türkçe bilenin `katli vacip`tir“ demesi ya da
„Ben babam`ın Kürt olsa idi asimile olamıyacağını
tam tersine Türk olduğu için asimile olduğunu,
Türk Tarihini, Osmanlı Tarihini ve Alevi Tarihini
okuyunca öğrendim,“ demesinin bir değer
taşımayacağı açıktır.
O istese, Osmanlı döneminde, Kürtlerin asimile
edilişlerine ilişkin bir sürü bilgiyi
edinebilir, pek çok örnek olay görebilirdi. Gezip
gördüğünü söylediği Erzincan, Elazığ
ve Malatya yöresinde, böylesi düzinelerle köy var.
20. Yüzyılın başalarında Kürdistan`da
bir geziye çıkmış olan Binbaşı
Noel, anılarında bu konuya ilişkin
olarak bakın neler söylüyor?
„Kürecik Kürtleri arasında
2 Eylül 1919
Gurrejik (Kürecik) Kürtlerinin başı
olan Ömer Ağa`nın ikametgahına varmak
için bugün Urem köyüne kısa bir yolculuk yaptık...
Aşiret toplam 2520 haneli 38 köyden oluşmaktadır.
Bunların içinde 495 haneli 4 Türk köyü de
bulunmaktadır.
Yola yakın ovada bulunan ve hükümet ile
daha yakın ilişki içinde bulunan büyük
köylerden üç veya dördünde köylüler, özellikle de
daha eğitimli olanlar, Türkçe`yi Kürtçe`ye
tercih etmektedirler ve gerçekten de bazıları
Kürtce’yi tamamen unutmuşlar. Kendi dillerini
bilmedikleri için ayıplandıklarında
ise, akıcı bir şekilde Türkçe kullanmadıkları
zaman, hükümet memurlarına ulaşamadıklarını
söyleyerek kendilkerini haklı çıkarmaya
çalışıyorlar. Köylerin coğunda
ise, köylüler sadece Kürtçe konuşmaktadır;
sadece bir-iki büyük Türkçe bilmektedir.“ (Binbaşı
Noel`in Günlüğünde Orta Anadolu Kürtleri-6,
haftalık Hêvi Gazetesi Mayıs 1998, sayı
77, İngilizceden çeviri: Huri Tuşik Özkurt)
Horasan`dan gelme olayı ve Alevilik, Kürtlük,
Türklük
Aleviliği bir Türk inancı, Alevi Kürtleri
de Türk göstermeye çalışanların vazgeçilmez
malzemelerinden biri de Horasan`dan gelme olayıdır.
Tabi kimler, ne zaman, nasıl gelmişler;
bu konuda netlik yok. Sözkonusu olan, kimi söylentilerdir.
Horasan`dan gelenler üzerine kafa yorarken en
başta şunun unutulmaması gerekir.
Horasan`da yalnız Türkmenler değil, Farslar
ve Kürtler de yaşıyorlar. Yani Horasan
bir Türk yurdu değil, Farsın, Kürdün,
Türkmenin ortak yurdudur. Dolayısıyla
da bu ülkeden Kürdistan`a söylendiği tarzda
göçler olmuşsa bile bu, gelenlerin mutlaka
Türkmen olduklarını göstermez. Bunlar
pekala Kürt de olabilirler ki öyledir de. Kaldı
ki Dersim yöresinden bu ülkeye, yani Horasan`a Kürtler`in
yollandığı, daha sonra ise orayı
Dersim arasında gel-gitler olduğu bilinen
bir gerçektir.
"...İran`ın Kuzeydoğu eyaleti
kuzey-doğu Horasan`da bir kaç yüzbin Kürt yaşamaktadır.
(...) Buradaki aşiretler üç grupta toplanmıştır.
Şadlû, Zefiranlû ve Keyvanlû.
Kullandıkları dil Kurmanci`dir. (...)
Özgün gelenekleriyle, Çemişkezek diye
adlandırılan geniş aşiretten
gelmekteler. Çemişkezek`liler buraya, 1600`de
şah Abbas tarafından Özbek ve Türkmen`lere
karşı sınır korumacılığı
için gönderildiler. Daha küçük Kürt aşiretlerinden
küçük gruplar, bir süreden beridir buralara yerleşmiş
durumdalardı zaten. Geriye kalanlar da daha
sonra, gene şahlar tatafından oraya gönderilmişlerdi."
(M. von Bruinessen, Ağa, şey ve Devlet,
s. 213.)
Yazar Mehmet Bayrak ise aynı konuya
ilişkin şöyle söylemektedir:
"Safevi şahları tarafından
Kuzey Horasan`a yerleştirilen ve kuzeydeki
sünni Özbeklere ve Türkmenlere karşı kullanılan
Dersim kökenli bu Alevi-Kürt aşiret topluluklarından
bir bölümü, savaş sonrası barış
aşamasında eski topraklarına geri
dönüyorlar. İşte "Horasan`dan gelme
olayı" budur.
Gerçekten bugünkü aşiret durumuna bakılırsa,
Horasan`daki aşiretlerin -ki buradaki iki aşiret
konfederasyonundan biri Zafiranlû (Çemişgezek),
diğeri şadlû`dur. Birincisi
Dersim`i n Çemişgezek, öteki şadyan
aşiretiyle bağlantılıdır.
Aşiret alt birimleri Dersim`in bir yansıması
gibidir." (Mehmet Bayrak, Azadi Gazetesi,
12-18 şubat 1995 ve 19-25 şubat 1995)
Beri taraftan, Dersim`e daha büyük göçlerin
bugünkü İran ve Îrak Kürdistanı`ndan olduğuna
da kuşku yok. Örneğin, İşak
Sunguroğlu`nun bu göçlerle ilgili olarak verdıği
bilgiler dikkat çekicidir.
"... Şah Îsmail ise, zaptettiği
bölgelerde emniyeti temin etmek için kendi tebaasından
olan Dinbilli aşiretini tedibe girişince
etrafında bulunan bütün Îrak Kürtleri
korkularından batıya doğru kaçmağa
başlamışlar ve gelip Van, Bitlis,
Diyarbekir, Harput gibi dağlık bölgelere
yayılmışlar ve bunlardan bir kısmı
bilhassa sarp dağlara ve vahşi meşe
ormanlarına sahip ve aynı zamanda yol
uğrağı da olmayan Dersim`i bir
yurd olarak seçmişler ve buraya yerleşmişlerdi."
(İşak Sunguroğlu, Harput Yollarında,
1958, c. 1. s.134-135. Malmisanıj, Kırd,
Kırmanc, Dımıli veya Yaya Kürtleri,
Deng Yayınları Broşür dizisi, 1996,
s.41-42`den naklen)
Kırmancki (Zazaki) konuşan Kürtlere
aynı zamanda Dımıl dendiği,
Dinbilli de dahil bu terimin çeşitli varyantları
olduğu bilinmektedir.
Sunguroğlu`nun verdiği bilgilerden de
anlaşılacağı gibi, Îrak Kürdistanı`ndan
kuzey-batıya doğru gerçekleşen göç,
sadece Dersim`e değil, aynı zamanda Van,
Diyarbekir, Bitlis ve Harput yörelerinedir. Bugün
Dersim`de bulunan bazı aşiretler (Alan,
Demenan, Haydaran), aynı isimlerle Ağrı,
Van ve Hakkari yörelerinde de yaşıyorlar.
Diyarbekir, Bitlis, Bingöl ve Elazığ illerinde
yoğun bir Zaza/Dımıl nüfus var. Bu
göçlerin yapıldığı yerlerde;
yani Kürdistan`ın Güney parçasında Lolan
ve Alan bölgelerinin bulunması ise ayrıca
dikkat değer bir olgudur.
Sunguroğlu yukarıya alınan sözlerinin
devamında, bahsi geçen göçten sonra şah
İsmail`in Rumyeli Nur Ali Halife adında
bir Kızılbaş şeyhini Dersim`e
yolladığını, onun da orada şiiliği
yaygınlaştırarak mezhep çelişkilerini
yaygınlaşmasına neden olduğunu
da söylüyor. Dersimlilerin şii değil de
Alevi oluşları gerçeği bir yana bırakılırsa
verilen bu bilgiler doğrudur.
Cemal Şener`in aktardığına
göre, araştırmacı İrena Melikoff
Alevi Türklere Kürt denildiği şeklinde
bir görüşe sahip. Melikoff`un, bunu neye dayanarak
söylediğini bilmiyorum. Kesin olarak „böyle
bir belirleme yoktur“ demek istemem ama Alevi Kürt
bir aileden gelmeme, 30 yılı aşkın
süredir bu kesim içerisinde çeşitli çalışmalar
yapmama rağmen bu tür bir belirlemeye şahsen
rastlamış değilim. Dersim`de Türk
Aleviler için „Tirkê Elewi“ (Alevi Türkler) deniyor.
Ama Kürt olup da asimile olmuş Kürtlere „Kürt“
dendiğini de yakından bilenlerdenim. Elazığ,
Erzincan ve Malatya yörelerinde bu durumdaki Kürtlere
rastlamak mümkün. Yozgat, Tokat yörelerinde de böylelerinin
bulunduğunu farklı kişilerden duymuşumdur.
Nitekim bu belirlemeye, yani Alevi Türklere „Türk“
denilmesine, Dersim halk türkülerinde de rastlanıyor.
Örneğin, 1930`lu yıllarda komşu Boliyan
aşiret reislerinden Diyap Ağa tarafından
öldürtülen, Keçelan büyüklerinden ünlü Munzur
Ağa üzerine söylenen türkünün bir varyantında:
Munzur Axayi sare no ra,
Bêrê şêrê diyarê Erzıngani
Sıma ve Heq kenê,
Bayremê Tırkan o“
Munzur Ağa cansız yatıyor
Tanrı aşkına gelin
Cıkın Zirveye bakın Erzincan`a
Türklerin bayramıdır.
Bir diğer varyanta da:
„Mircani ser o tef û duman o
Vanê, sona diyarê dewanê Tirkan
Bayremê Tirkan o
Vanê, „no wo ke kişiyo begê kirmancan
o.“
Mırcan`ın tepesi duman
Derler „Türk köylerine bakan zirvelere gidersen
Türklerin bayramını görürsün
Derler „Öldürülen, Kürtlerin Beyidir.“
Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekir:
Munzur Ağa`nın köyü Mırcan, Mırcan
(Mercan) değının eteklerinde ve Dersim
tarafındadır. Dağın öte yakası
ise Erzincan sınırları içerisindedir
ve buralarda Kürtler, Ermenilerle birlikte Türk
köyleri de var. Sözkonusu Türkler, Alevidirler.
Munzur Ağa`nın öldürülüşünün onlar
arasında büyük sevinç yarattığı
ve bunu bir bayram havasında karşıladıkları
ise doğrudur.
Dersimlilerin Türkçe macerası
Resmi tezci araştırmacıların
ve özellikle de bölgede görev yapmış yöneticilerin,
ötedenberi Alevilerle ve özellikle de Dersimlilerle
ilgili yazılarında bu bölgede Türkçe konuşanların
miktarına ilişkin gerçekte varolmayan
tablolar çizdikleri biliniyor. Daha önce değinilen
J. Genel Komutanlığı raporunda da
belirtildiği gibi, yerine göre bir yanda bu
tür yanlış bilgiler „Herkes ayinlerde
Türkçe konuşmak zorundadır,“ noktasına
kadar vardırılırken, bir yandan da
„Kürtlerin, Alevilikten yararlanarak Türkleri asimile
ettikleri“ ileri sürülüyor. Yani resmi araştırmacılar,
politik amaçlarına bağlı olarak yerine
göre, durumu değiştiriyor, birbirine zıt
şeyler söylüyorlar.
Beri taraftan bugünü bir kenara bırakalım;
elbet Dersimliler içerisinde eskiden de Türkçe bilenler
vardı. Bunun nedeni ise kimilerinin iddia ettikleri
gibi onların Türk ya da Türkmen olmaları
değil, başka şeylerdi:
1-Alevi Kürtler coğrafi yerleşim itibariyle
Türklere komşudurlar. Bu da ister istemez onları
bir çok yerde günlük yaşamda (çarşı-pazarda)
yüzyüze getiriyordu.
Alevi Türklerle Kürtlerin yanyana ya da içiçe
yaşadıkları bölgelerde din adamları
genellikle Kürtlerdendir. Yani Kürt din adamları,
sadece oradaki Kürtlerin değil, aynı zamanda
Türk Alevilerin de pir ve rehberleridirler. Dersim`li
pir ve rehberlerin, Bayburt`a, Gümüşhane’ye,
Sıvas`a kadar giderek taliplerini ziyaret ettikleri
biliniyor. Böyle olunca da din adamlarının
talipleriyle daha iyi anlaşabilmek için Türkçe
öğrenmeleri doğaldır.
2-Devletle ilişkiler nedeniyle insanların
Türkçe öğrenme gereğini sürekli duydukları
bilinen bir gerçek. Zaten başka türlüsünü düşünmek
de mantıki değil.
3-İnanç ortaklığının,
Alevi Kürt ile Türk arasında, iki yanlı
olarak birbirlerinin dillerini öğrenmeyi teşvik
eden bir neden olduğunu kabul etmek de aynı
şekilde mantıkidir.
4- Dersim, Erzincan ve Malatya yöresi Alevi Kürtleri,
eskidenberi geçim nedeniyle Türkiye`nin batısındaki
iş merkezlerine gidip çalışmaktalar.
Erzincan-Trabzon ve Îstanbul hattının
hem geçen yüzyıllarda, hem de 20. Yüzyılın
ortalarına kadar oldukça canlı olduğu
ve birhayli Dersim Türküsünde ondan bahsedildiği
biliniyor. 19. Yüzyılın sonlarında,
Îstanbul`daki Kürt hamalların çoğunluğunun
Alevi Kürtlerden oluştuğu söylenebilir.
Enazından sayıca önemli bir kitleydi bunlar.
Balya ve öteki kimi maden yatakları da aynı
şekilde cazip iş merkezleridir.
Örneğin, Karesi eski Mutasarrafı M.
Ali Bey, anılarında, 1908 yılında
Balya Madenlerinde meydana gelen bir grevle ilgili
bilgiler verirken, önce Bandırmaya, oradan
da bir araba tutarak Balya`ya gittiğini, bir
kaç bin işçinin daha yolda iken kendisini karşıladığını
söylüyor ve, „İşçinin başnda
Kürt taifesinden Mevlüt isminde bir topal vardı.
Bu adam bana hitap ederek bir de nutuk söyledi.“
diye ekliyor.
(Oya Baydar, Türkiye İşçi Sınıfı
Tarihi`nden nakleden, A. Taş, Türkiye Kürdistanı:
Ekonomik ve Sosyal Yapı, 1985, s.181)
Zonguldak kömür madenleri, daha 19. Yüzyıldan
itibaren Dersim ve Erzincan`lılar için çok
sayıda kişinin çalışmaya gittiği
önemli bir iş alanıdır.
5-Dersimliler okumaya açık insanlardır.
O yüzden de, hali-vakti yerinde olanlar, ötedenberi
olanak buldukça çocuklarını okullara göndermekten
geri kalmazlar.
İşte bütün bunlar, Dersimliler arasında
Türkçe bilme oranını nisbeten yükselten
nedenlerdir. İslami eğitim görme isteği
nasıl ki Sünni Kürtleri, medreselere yöneltiyor
ve Arapça bilenlerin sayısının çoğalmasına
neden oluyorduysa, Alevi Kürtler de bu iş Türkçe`nin
lehine gelişiyor. Ne var ki Kürt medreselerinde
eğitim dili aynı zamanda Kürtçe olup,
öğrenciler buralarda Kürt dili ve edebiytını
öğrenme olanaklarına sahip iken, Alevi-Kürt
öğrenciler böyle bir olanaktan yoksundular.
Bu da ister istemez, daha fazla Türkçe düşünmeye,
konuşmaya ve yazmaya itti.
Ne var ki yine de Dersimliler arasında Türkçe
bilenler sanıldığı kadar çok
olmadı ve Türkçe, hiç bir dönemde halkın
günlük yaşamına giremedi.
Söz Türkçe konuşma meselesinden açılmışken,
İhsan Sabri Çağlayangil`in anılarında
yeralan bir olaya değinmek yerinde olur. 1937
yılında Elazığ`da görülen Sêy
Rıza ve arkadaşlarının davasını,
görevli polis komiseri olarak izleyen ve Sey Rıza`yı
darağacına bizzat götürmüş olan İhsan
Sabri Çağlayangil, anılarında bu
olaya değinirken „Sanıklar Türkçe bilmiyor.
Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi
idam cezasına çarptırılmış.
(...)
„Verilen hükmü iyi anlamadılar.
„“İdam Tünne“ diye bir veyvela koptu,“
diyor.
Üstelik, düşünün ki bu davada yargılananlar,
Dersim`in ileri gelenleri, yani Türkçe öğrenme
şansı en yüksek olan kesimidir.
Devlet yetkililerinin, köyleri ziyaretleri sırasında
sürkli olarak karşılaştıkları
kişiler, Türkçe konuşabilen bu kesimdi.
Türkçe bilmeyen erkeklerin ise doğal olarak
onlarla herhangi bir diyalogu olmazdı. Kadınlar
arasında ise Türkçe bilen zaten hemen hemen
yoktu. Dolayışıyla da günlük yaşamda
yeri omayan Türkçe`nin çocuklar tarafından
bilinmesi de mümkün değildi.
Türkçe`nin Dersim`de, çok sınırlı
da olsa günlük yaşama girmesinin ilk basamağı,
1938 sürgünlerinin 1950`lerde geri dönüşleridir.
Sayıları az da olsa sürgünden dönen bazı
ailelerin, biraz da fiyaka olsun diye zaman zaman
Türkçe konuştukları oluyordu. Ama bundan
da önemlisi, 1950`lerden sonra tamamen asimilasyona
göre programlanmış, devşirme yuvaları
niteliğindeki Yatılı Böge Okullarının
devreye girmesi, erkeklerin askere gidip gelmek
zorunda oluşları, iş amacıyla
bölge dışına kitlesel gidip-gelmelerin
ortaya çıkması, 1960`lardan itibaren okul
sayısında meydana gelen hızlı
artıştır. „Ulusal talepler önemli
değil, önemli olan sınıf mücadelsidir,
işçi sınıfının dili birdir,
dil ve kültürün fazla bir önemi yok,“ anlayışına
sahip olan Türk Sol hareketinin bu işe, yani
asimilasyona büyük katkı sağladığını
altını çizerek belirtmek gerekir.
Yeri gelmişken şunu da belirteyim; Alevilerle
ilgili yazı yazmaya başladığımdan
beri Dersim dışındaki bölgelerde
Alevi Kürtlerle sürekli konuşmaktayım.
Bunların ibadet dili ile ilgili verdikleri
bilgiler de Dersim`deki durumla paralellik gösteriyor.
Hemen tümünün söylediği şey, ibadet dilini
bir süre öncesine kadar Kürtçe olduğu, Türkçe`nin
sonradan yerleşmeye başladığı
şeklinde oldu.
Alevilerde ibadet dili ve Kürtçe dualar hakkında
daha geniş bilgi edinmek isteyenler, daha önce
de bahstettiğim bana ait „Dersim`de Alevilik“
isimli çalışmamın 123. sayfasındaki
„Kürt Alevilerde İbadet Dili ve Dualar“ bölümüne,
Mehmet Bayrak`ın „Alevilik ve Kürtler“ kitabının
120 ve sonraki sayfaları ile Deng ve Birnebûn
dergisinde çıkann yazılarına, Kırmancki
olarak yayınlanan Vate Dergsinin Wısar
2000, 11. Sayısında yer alan Ceko`ya ait
„Cem Cemat“ başlıklı yazıya
bakabilirler.
Yine yer adlarına ilişkin olarak da
gerçekte varolmayan, abartılı tablolar
çiziliyor. Hata yöneticiler bu yola başvururken,
önce yer ve aşiret isimlerini keyiflerine göre
değiştiriyor, Türkçeye çevirisini yapıyor
veya orijinalini değiştirip Türkçeye uygun
bir form veriyor, arkasından da bunu Türkçe
isimlere örnek olarak gösteriyorlar. Ya da hem Kürt
hem de Türk toplumunda kullanılan ortak kişi
isimlerini taşıyan aşiretlere ait
isimler, yine Türkçe isimler diye lanse ediliyor.
Bu nedenle de Dersim`de yer isimlerinin „çoğunluğunun“
ya da „büyük çoğunluğunun“ Türkçe olduklarına
ilişkin değerlendirmeler, gerçek durumu
yansıtmiyor.
Aşiret isimleri bakımından da durum
farklı değil. Örneğin, resmi dökümanlarda
ya da konuyla ilgilenen bazı kişilerin
çalışmalarında aşiret isminin
sonuna „lı“ eki, veya „uşağı“
sözüğü getiriliyor (Alanlı, demenanlı,
Lolan uşağı, şemkan Uşağı
vs).
Açıktır ki bunlar, Kürt aşiet isimlerinde
olmayan, sonradan eklenmiş şeylerdir.
Halk arasında kullanılmazlar. Kürtçe aşiert
isimlerinin sonunda normal olarak „an“ çoğul
eji var (Kurêşan, şixmamedan,
şadyan, Abasan...). Dersim`de
„an“ çoğul eki „ûn“ şeklinde
telaffuz edilir, hata pratikte, sondaki „n“
harfi de atılır ve „û“ ile bitirilir
((Kurêsû, şixmamedû, şadiyû,
Abasû...). Kimi yörelerde ise bu ek „on“
dur.
şöyle bir düşünüyorum da; Kurêşan,
Alan, Demenan, Lolan, Heyderan (Haydaran), Arêzan
(Areyan), Bamasuran, İzoliyan, şadiyan,
Suran, şıxmamedan, Pilvankiyan, Gulabiyan,
Baliyan (Boliyan), Karsanan, Çarekan, Zerkan, Melkişiyan,
Xormekan (Hormekan), Kımsoran, Alan, Usênan,
Kaliyan, Kalan, Gulniyan, Kudan, Sıxhesenan,
Abasiyan, Avasiyan, Bextiyaran, Kurmeşan, Pezgewran,
Kocan (Qozan) şemkan, Reşikan, Laçinan,
Qerebaliyan, Feratan, Dewrêşcemalan, Seydan,
Sekekan vb. aşiretlerden hangisinin ismi, neden
Türkçe olsun? Tabi listeyi daha da uzatmak mümkün.
İşte size, değindiğim çarpıtmalara
bir örnek:
Örneğin, Çankırı Milletvekili ve
TBMM Başkanı Abdulhaluk Renda, şeyh
Sait direnişinin hemen ardından hazırladıği
Kürdistan ile ile ilgili raporda, Dersim aşiertleri
ile ilgili olarak bir yerde şöyle diyor:
„... Abbas Uşağı, Ferhat Uşağı,
Aşağı Karaçallı, Yukarı
Karaballı, Bahtiyarlı, Koç Uşağı,
Maksut Uşağı, şam Uşağı,
Aslan Uşağı, Bit Uşağı
gibi isimlerin delaletiyle esasen Türk olup dil
ve Alevilik sebebiyle Kürtlük iddiasında bulunan
ve neslen, kendilerinin de itiraf ettikleri gibi
Horasan`dan gelme Türk oldukları anlaşılan
bu aşiretleri -Dersim`in hemen altında
erkekleri halen de Türkçe konuşabildikleri
cihetle- asimile etmek diğer Kürtleri asimile
etmekten daha kolaydır“ Deng Dergisi, yıl
1992, sayı 21`den nakleden).
1. Sözkonusu
aşiretlerin isimlerinin arkasındaki „uşağı“
sözcüğü ile „lı“ eki, dsaha önce de belirttiğim
gibi Milletvekilinin kendi eklemesidir. Dersimlilerin
kendileri bu sözcük ile bu ek`e yer vermezler.
2. Dersim`de
„Aşağı Karaçallı diye bir aşiret
yok. Renda, muhtemelen Aşağı Karaballı
demek istemiş. Beri taraftan bahsi geçen aşiretin
ismi „Karaballı“ değil, Qerebaliyan`dır.
Bu ikisi, hem form olarak hem de anlam olarak birbirlerinden
farklıdırlar. Yani doğrusu „Yukarı
Karaballı,“ „Aşağı Karaballı“
değil, „Qerebaliyanê Cori“, Qerebaliyanê Cêri“
dir. Renda, bu isimleri Türkçeye çevirip öyle yazmış.
Yine burada bahsedilen öteki aşiret isimleri
de şöyledir:
2. Bahtiyarlı:
Bextiyaran, Koç Uşağı: Qocan/Qozan,
Maksut Uşağı: Maksudan, şam
Uşağı: şemkan, Aslan Uşağı:
Aslanan, Bit Uşağı: Beytan`dır.
Alevilerin „Türklüğü“ne dair
Şener, Alevilerin Türklüklerini kanıtlamak
isterken kimi alıntılara başvuruyor
ve tek tek örneklerden hareketle genel sonçlara
varmaya çalışıyor.
Kaynaklarından biri yine M. von Bruinessen`in
sözkonusu yazısıdır. Bruinessen,
Bingöl, Muş, Varto bölgesinde bulunan Lolan,
Hormek ve Balaban aşiretlerinin şeyh Sait
hareketine destek vermediklerini, 1930`larda buyana
da bu aşiretlerin önde gelenlerinden bazılarının
kendilerini Türk saydıklarını yazıyor.
Kuşkusuz söylenenler doğru. Doğru
ama bunlar Şener`in Türklük tezine pek de yardımcı
olabilecek şeyler değiller. O aşiretlerin
Seyh Sait hareketine destek vermemeleri Kürt olmayışlarından
değil; Hamidiye Alaylarının yarattığı
sorunlar, bunların da etkisiyle alevlenen aşiret
çelişkileri ile Alevi-şünni çelişkisiydi.
Öte yandan Gımgım ve çevresinde bunlar
olurken, 1930`da Dersim-Erzincan yöresinde, Kürtçeyi
ve Kürtlüğü yaygınlaştırıyorlar
diye üzerine operasyon düzenlenen, köyleri yakılan
ve katledilenler içerisinde Lolan aşireti de
vardı. 1938 soykırımın dan yine
bu aşiretin önde gelenleri de paylarına
düşeni aldılar. Dersim Xormek (Hormek)`lerinin
durumu ise daha da kötü oldu. Airet lideri Bertal
Efendi ile ailenin öteki bireyleri yaş ve cinsiyet
ayrm yapılmaksızın öldürüldüler.
Kurtulabilen az sayıdaki kişi o an köyde
olmalyanlardı. Bu ailenin yeğeni ve aynı
aşiretten olan Sait Kırmızı
Toprak`ın politik düşünceleri ve çalışmaları
ise bilinmektedir. Demek oluyor ki, kendine Kürt
demeninin kelleyi koltuğa almak anlamına
geldiği bir dönemde, bazı Kürt aşiret
ileri gelenlerinin Türk olduklarını söylemeleri,
etnik kimlik saptama yönünde fazla anlamı olan
bir şey değil. Bu, Alevilerin „Hakiki
müslüman biziz“ demelerinin bir benzerdidir. Baskı
ve zulümden korunma duygusu, devletle iyi geçinerek
çıkar sağlama istemi ve asimilasyonun
etkisiyle toplumların tarihinde bu tür şeylere
rastlanabiliyor.
Yine Şener`in Melikoff`tan yaptığı
bir alıntı da dikkatı çekiyor. Şener
bu alıntıyı yaparken şöyle diyor:
„Kürtçe ya da zazaca konuşan Aleviler Kürt
ya da Zaza mı? Yoksa Türk mü? Bakalım
bu konuda Melikoff ne yazmış,“ diyor.
Bunları yazdıktan sonra da Melikoff`un
söylediklerine geçiyor ve şu alıntıyı
yapıyor:
„...Sorduğumda kaynaklarımdan biri
bana, `Soy olarak Kürt değiliz, fakat inançlarımız
dolayısıyla eza gördük, dağlara sığındık,
Kürtlere karıştık ve Kürtler olarak
adlandırıldık..
Bunu söyleyen bir çok ayaklanmada etkinliği
bulunan tanınmış Kürt aşireti
Koçkiri‘ lardandı.“
Dikkat edilirse bu sözleri söylediği ileri
sürülen kişi „Kürtlere karıştık
ve Kürtler olarak adlandırıldık,“
diyor. Yani onun sözlerinden Alevi-Kürt yok anlamı
değil, tersine var anlamı çıkıyor.
Üstelik Melikoff ondan bahsederken „kaynaklarımdan
biri“ diyor. Yani öteki kaynaklar bu görüşte
değiller.
Koçkiri aşiretinin geçmişte Kürt ulusal
mücadelesinde yeraldığı, savaştığı
ve bu yolda büyük bedeleller ödediği biliniyor.
Hal böyle iken içlerinden bir kişinin „Biz
Türkmeniz“ demesini onların „Türkmenliğinin“
kesin bir kanıt gibi kabul etmek, tam bir keyfiliktir.
Kaldı ki gerçekten bu aşiret Türkmen olsa
bile bundan, Şener`in iddia ettiği gibi
Alevilerin Kürt olmadıkları Türk oldukları
sonucu çıkmaz. Onca Kürt nüfusun yaşadığı
Koçkiri de bir aşiret Türkmen oldu diye herkes
Türkmen mi olur?
Bütün bunların ötesinde, Melikoff`un tarafsız
bir araştırmacı olduğunu söylemek
zor. Kürtlere sempatisi olduğu söylenemez.
Bektaşilerle Aleviler konusunda yazarken, bir
gözü hep kapalıdır onun. Yaklaşımında
türkçülük var. Son yıllarda bu eksiğini
kısmen de olsa kabul ettiği yolunda duyumlar
var ama ne derece doğru bilmiyorum.
Şener devam ediyor: „Koçgiri konusunda
araştırmalarıyla ünlü Baki Öz`de
bu konuda Ömer Lütfi Berkan ve İrena Melikoff`u
doğrulamaktadır. O da araştırması
sonucu: Koçgiri aşiretinin Ortasya`dan Anadoluya
gelen bir Türkmen aşireti olduğunu, esasen
İzolu olduklarını, Dersim´den buraya
yerleştiklerini Seyhhasan aşireti ile
akrabalık ilişkilerinin bulunduğunu,
sonradan Kürtleşmiş Türkmen boyu olduklarını
yazıyor.“
Dilin kemiği, resmi tarihçilerde ise yalanın
sınırı yok. Eline kalemi alan, canını
istediğini bir çırpıda ya Horasan
Türkmeni, ya Ortaasya Türkü yapıp çıkıveriyor.
Tabi bu arada sapla saman birbirine karışmış;
ideolojiye göre tarih yazanlar açısından
bunun bir önemi yok.
İzol aşireti, bilindiği gibi Kurmanci
konuşan, bir kesimi Alevi olmakla birlikte
büyük çoğunluğu Sünni olan ve Kürdistan`da
oldukça geniş bir alan yayılmış
bir Kürt aşiretidir. Seyhhasanan aşireti
ise Dersim`de yerleşiktir, Kirmancki (Zazaki)
konuşur. Ama yazar bir çırpıda bu
aşiretleri akraba yapıyor, Koçkiri aşiretini
de yanlarına kattıktan sonra hepsini birlikte
Ortaasya`ya bağlıyorlar. Anlaşılan,
1930`larda dünyayı Türk yapmaya kalkışan
uyduruk resmi tarih tezi ölmemiş, hala yaşıyor.
Bundan ayrı olarak Şener, Maraş
yöresi Kürtlerinin Türklüklerini isbat için de hayli
ter döküyor ve bu arada Alman Generali Moltke`nin
Atmalı, Sinemili ve Kılıçlı
kabileleri için „Türkmen kabileler,“ dediğini
belirterek yöre Kürtlerini Türkmen göstermekten
geri kalmıyor.
Her şeyden önce, sözkonusu üç aşiret,
iddia edildiği gibi Türkmen olsalar bile, yine
bu da o yörede Alevi-Kürt olmdığı
anlamına gelmez. Nitekim, Moltke de sözkonusu
mektubunda orada bulunan Kürt beylerinden bahsediyor.
Öte yandan, bu yöredeki Alevi Kürtlere Şener`in
belirttiği gibi „bazıları Kürt diyor,“
değiller. Bu, bizzat onların kendilerine
verdikleri addır. Daha doğrusu o yöre
halkımızın kendi ulusal kimliklerinden,
yani Kürtlüklerinden yana herhangi bir kuşkuları
yok. Peki bugün durum böyle de acaba geçmişte
nasıldı acaba? Kendilerini nasıl
nitelendiriyorlardı? Biz yine 20. Yüzyılın
başlarına dönelim ve sözü yine görgü tanığı
Noel`e bırakalım:
„“Gecelemek için Kızıran köyünde
durakladık. Bizi büyük bir konukseverlikle
karşılyan köy Atmalı Kürtlerinin
(Rıwıyan`ın alt grubu yaşadığı
40 haneden oluşmaktaydı. Bu Kürtler Kızılbaş
idi. (...) Kızılbaş olduklarını
öğrendiğimde büyük bir şaşkınlıga
uğradım. Kendi kendime şu soruyu
sordum: Bu insanları Kürtlerden ayıran
fark nedir? Onlar Kürtçe konuşuyor, Kürt giysileri
giyiyor, Kürt türküleri söylüyor, Kürt gelenek ve
ve göreneklerine inanıyorlardı. Bunun
da ötesinde büyük bir Kürt aşierti olan Atmalı
aşiertinden gelmektedirler ki bu aşiret,
içinde bir çok Sünni Kürt gruplarını da
barındırmaktadır (Haftalık Hêvi
gazetesi, 25 Nisan-1 Mayıs 1998)
(...)
Bu köylüler ile yaptığımız
konuşmalar, onların da en az Sünni Kürtler
kadar Kürt milliyetçisi ruhuna sahip olduklarını
göstermiştir. Kendini gösteren genel düşünceyi
ise şöyle ifade ediyorlar: `Biz Kürdüz ve burası
bizim ülkemiz. Ne yazık ki, bizi yerimizden
eden ve hükmedem şu belalı Türkler var
(Küçümseyerek romi`ler olarak adlandırmaktadırlar.)
Biz onları sevmiyoruz ve onların sıkıcı
varlıklarından kurtulmak istiyoruz.`Ev
sahibimiz Süleyman Ağa savaşın etkilerini
açıklarken, köyün büyük bir bölümünün askere
alınmamak için dağlara kaçtığını,
askere alınanların ise, ilk fırsatta
nasıl kaçtıklarını anlatarak
şunları ekledi:
„Türklerden ve kavgalarından bize ne“
(Hêvi, aynı sayı)
Yeri gelmişken, romi ya da rumi bir küçümseme
ifadesinden çok Kürtler arasında Osmanlılar
Romi, Osmanlı devleti ise „Dewleta Romê“ olarak
adlandırılıyor. Bu terim bir hayli
Kürt Türküsünde de geçmektedir.
Noel devam ediyor:
„Aksu Vadisi`nden (Kürtce`de Abê Spi)
yukarıya tırmanarak, Hasan Ağa Sarayı
diye bilinen ve Sinemmilli aşiretinin
iki reisi olan Tapu Ağa ve Asaf Ağa`nın
kışları kaldıkları köye
vardık. Sinemmilli sözcüğünün kökenine
ilişkin hikaye şöyle anlatılır:
`Altı yüzyıl önce Harput`un gümüş
madenlerinden buraya göçettik. Orada hamile olan
bir genç kız yaşamaktaydı. Onu canlı
canlı gömdüler. Kapatıldığı
kabirde (Kürtçede Sin) çocuğunu doğurdu
ve onu emzirdi. Sonunda yoldan geçen birisi, bebeğin
ağlamasını duydu ve mezarı açmak
için adam topladı. Çocuk büyüdü ve „Mezardan
gelenler“ (Sinemilli) diye anılan aşiretin
kurucusu oldu.“ (Hêvi, aynı sayı)
Sinemili aşireti mensupları bugün de
Dersim-Elazığ yöresinden Maraş`a
göçettiklerini söylerler. Bu arada Dersim`de Sine
isminde bir köyün varoluşu dikkat çekicidir.
Köy Hozat ilçesine bağlı olup şeyhasanan
aşietinin yerleşik olduğu yörededir.
„Mil“, „Mılan“ ise bir çok boyu olan büyük
bir Kürt aşiretinin adıdır ve yazının
bundan sonraki bölümlerinde yeralan Nuri Dersimi`nin
tarihçi M. Emin Zeki´den yaptığı
alıntıdan da anlaşılacaği
gibi bu aşiretin, Yavuz Sultan Selim zamanında
Dersim`den güneye göçettiğine ilişkin
bilgiler var. Muhtemelen Sinemıli aşireti
de „Mılli“lerin bir koludur ve ismi de „Sine
Mılli“leri ya da „Sine`nin Mılli“leri
anlamına geliyordur.
Dikkat edilirse Moltke`nin sözkonusu aşiretlerle
ilgili herhangi bir yakından incelemesi yok.
Oysa Noel yöreyi gezmiş, kendilerine konuk
olmuş, konuşmuş, gelenk ve göreneklerini,
dillerini, inançlarını yakından inceleme
olanağı bulmuş. Dolayısıyla
da onun gözleme dayanan bilgilerinin, muhtemelen
birilerinden duyduklarını aktaratan Moltke’ye
nazaran daha sağlıklı olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Hele bu bilgiler,
bugünün yasayan gerçeğiyle çakışıyorsa!
Şener, şeyhasanan aşireti ile ilgili
olarak da bir yerde „Dersim`de Zazaca konuşan
şeyhasan aşiretinin Malatya`daki köyünde
Zazaca konuşan bir tek kişi yoktur. Bu
da Zazacanın sonradan öğrenildiğini
gösterebilir,“ diyor.
İyi de bu köyün halkının asimile
olup Zazaca`yı unutması, Dersim dağları
arasında yaşayan koca aşiretin asimilasyonundan
daha kolay değil mi? Pek tabi bu daha mantıki
bir açıklama tarzıdır ama işine
gelmediği için Şener işin bu yanını
bir kenara bırakıyor.
Nuri Dersimi, şıxhasanan (Seyhhasanan)
aşiertinin bu günkü yerlerine gelmeleriyle
ilgili olarak şunları yazıyor:
„Binaenaleyh Çemişgezek Kürt emiri, zeka,
cömertlik, secaret ve karmanalığıyla
maruf büyük şığhasan`ın birhayli
zaman salatanat sürüp vefatından sonra sülalesinden
gelmiş olup 30 sene daha Çemişgezek Kürt
Emirliğinde kuvvetli bir saltanat kurmuş
olan Emir Pir Hüseyin`in 16 evladı olup öldükten
sonra Emirlik evlatları ve kardeşleri
arasında taksim edilmişti. Pir Hüseyin
Bey`in 5 evladından biri olan ÎÎ. Şığhasan`ın
Garbi Dersim`in şığhasanan aşiretlerinin
ecdadı olduğuna katiyen şuphe yoktur.
İşte Çemişgezek`in Kürt Emirliği
ahfadından olan ÎÎ. Şığhasan`ın
Karabal, Abbas, Kırgan ve Ferhat isimlerindeki
dört evladı Dersim`de bulunan esas yerli Kürt
kabileleri ve ahfadından miraslarını
alarak bugün birer teamül etmiş aşiret-kabile
haline gelmişlerdir.“ (V. Dr. M. Nuri Dersimi,
Hatıratım,Öz-Ge Yayınları 9,
Ankara, 1992, s.138)
Yeri gelmişken, sözkonusu Melkişi
Beyliği ile ilgili başka bilgiler vermek
te yararlı olur.
Şerefname`de Çemişgezek Beyleriyle
(Melkişiler) ilgili bölümün bir yerinde şu
bilgiler yer alıyor:
"Üç kısma ayrılan Melkişiler
Kürdistan'da büyük ihtişamları, hizmetçilerinin,
taraftarlarının ve kendilerine bağlı
olanların çokluğuyla ün yapmışlardır...
Ülkeleri ise genişlik ve önem bakımından,
uzak yakın herkesçe 'Kürdistan' özel adıyla
tanındı; öyle ki berat ve emirnamelerde
ve diğer sultanlık belgelerinde bu ad
geçtiği zaman, yalnız bu önemli vilayet
anlaşılır; ayrıca Kürtler arasında
'Kürdistan' sözcüğü geçtikçe, bundan yalnız
Çemişkezek Vilayeti kastedilir." (şeref
Han, şerefname, Yöntem Yayınları,
İstanbul 1975, s. 209)
Deng Dergisinin yıl 10, sayı
57 de yeralan bilgilere göre 1201`de Melik Muhammed
Melkişi bu beyliğin başındadır.
Bu, dönemde Melik Muhammed, Eyyübiler yanında
savaşa katılıyor ve fethedilen Eleşkirt
Çemişgezek topraklarına katılıyor.
Beylik, Uzun Hasan döneminde kısa bir süre
için Akkoyunluların denetiminde kalıyor,
ancak Emir Seyh Hasan kısa sürede ülkesini
onlardan kurtarıyor. Şeref Han, bu kurtarma
işini şu cümlelerle dile getirmektedir.
„(...) Emir şeyh Hasan önce Allah`a tevekkül
ederek, sonra da etrafında toplanmış
olan ülkesinin cesur ve kahraman Kürtlerine güvenerek,
ülkesini gaspedenlere karşı ansızın
harekete geçti ve onları ülkeden çıkardı.
(...) (Deng Dergisi a.g.s. dan naklen, s. 39-40)
Bir ara Çemişgezek beyliğinde iç huzursuzluklar
başgösteriyor ve olayları yatıştırmak
üzere Îran`dan Erdebil`li Sultan Hoca Ali (Sultan
Eliyê Siyahpuş) arabulucu olarak geliyor
ve onları barıştırıyor.
Barış amacıyla başkasının
değil de Erdebilli Sultan`ın gelişi
çok dikkat çekicidir. Ancak Dersimlilerle Erdebilliler
arasındaki ilişkiler bu kadarla sınırlı
değil, daha sıkı ve ileri düzeydedir.
„1477`de yönetim Hacı Rüstem Bey`e geçiyor.
Kürtler bu dönemde, genellikle Erdebilli şeyh
Cüneyt`e yaklaşıyorlar. Akrabalıklar
kuruluyor ve ve Safevi şeyhlerinin Kürtlükleri
öne çıkarak `Mam, Mamolar`la, yani `Amca`lık
deyimi Kürt prensleri ile Safe şeyhleri arasında
öne çıkıyor.“ (Kalecıwan, Deng
dergisi, s.43)
Koçhisar meydan muharebesinde ise Beyliğin
başındaki Pir Hüseyin Bey, İdris-i
Bitlisi`nin sol yanında yeralarak Safevi ordularına
karşı savaşıyor.
Demek oluyor ki:
1-Cemal Şener`in yazısında, Türkmenlerin
Anadolu`ya göçettikleri tarih olarak bahsettiği
dönemlerde Kürtler Dersim`de varlar. Başlangıç
tarihi 1200`den daha gerilere giden Melkişi
Beyliği bir Kürt Beyliği olarak yaşamını
sürdürmektedir.
2- Bu beyliğin hüküm sürdüğü topraklar
-ki merkez Dersim`dir- yüzyıllarca Kürdistan
ismiyle bilinip tanındı, öyle anıldı.
3-Melkişilerin, gerektiğinde öteki Kürtlerle
birlikte hareket etmekten çekinmedikleri İdris-i
Bitlisi ile yukarıda değinilen ilişkilerinden
de anlaşılıyor.
4- Melkişilerin İran Kürdistanı`yla;
özellikle de Erdebil şeyhleri kurdukları
ilişki dikkat çekicidir. Bilindiği gibi
Erdebil Tekkesi ve Erenlerinin, Alevilikte istisna
bir yeri var.
5- Baytar Nuri, şeyh Hasan`ın aşiretinin
ileri gelenlerinin Dersim`e geldikten sonra miraslarını
oralarda daha önce yaşamakta olan Kürtlerden
devraldıklarını söylüyor. Yeri gelmişken
bu görüşü doğrular nitelikte bir gözlemi
aktarmak istiyorum:
Bugün Bingöl`ün Kiğı ilçesine ait köylerden
iki tanesinin ismi Lêrtig ve Ağdad (Ağdat)`dır.
Her iksinde de Kurmanci konuşulur, inanç olarak
Sünnidirler. Bu köylerin halkı, Dersim`den
geldiklerini söylerler. Öte yandan Dersim`in şeyhhasanan
mıntıkasında Sêy Rıza`nın
köylerinin bulunduğu mıntıkanın
adı da Lêrtıg`dır. Onun merkezi köyünün
Ağdad olduğu ise biliniyor. Yine, Dersim`den
başka yerlere; örneğin Cizre, Îrak Kürdistan`ının
Sincar bölgesine göçler olduğunu bir çok araştırmacı
yazmaktadır. Dersim Kürtleri ile Sincar yöresi
Yêzidi Kürtleri arasında, hem fizyonomik ve
hem de inanç, gelenek ve töreler bakımından
var olan büyük benzerlik, araştırmacıların
dikkatini çeken bir durumdur.
Aynı konuya değinen Nuri Dersimi, tarihçi
M. Emin Zeki`ye atıfta bulunuyor ve; „Hülastü
Tarih El Kurd u Kurdistan adlı eserinin 419.
Sayfasının devamında „Mıl“ kabilesi
ahfadından Mılan aşiretine mensup
55 kabilenin isimlerini tamamen zikrediyor. Ve bu
55 aşiretin Sultan Selim zamanlarında
Dersim`den hicret ederek Elcezire`nin kuzey mıntıkası
bölgelerinde yerleşmiş olduklarını
anlatıyor,“ diyor (M. Nuri Dersimi, Hatıratım,
s.142)
Görülüyor ki Dersim`e gelen de, göçeden de Kürtlerdir.
Türkmenler ise piyasada yoklar.
Bir „Dede“nin incileri
Şener`in kaynaklarından biri de „Pir
Ahmet Dikme“dir. Şener, sözümona Dersimlilerin
kökeninden bahsederken sözü bu kişiye getiriyor
ve „ Pir Ahmet Dikme İşte bu tarihsel
altyapıyı bilerek kalkıp şöyle
yazabiliyor: `Munzur dediği dağın
güney yakasında bir tek Kürt yoktur. Orada
Yaşayan şeyh Hasan aşireti tamamen
Horasan kökenli Türklerdir. Daha doğuya, Pülümür`e
geldiğinde ise, Areli, Lolanlı, şahvelanlı,
Kemanlı, Çarekanli ve daha bir çok aşiret
orurmaktadır. Bu aşiretlerden hiç biri
Kürt değildir. Tamamen Türk kökneli aşiretlerdir.
Ben bu konuyu her platformda tartışmaya
hazırım.“
Gerçi bu yazının konusu „Pir Ahmet Dikme,“
nin görüşlerinin değerlendirilmesi değil
ama Şener onu kaynak olarak gösterdiğine
ve o da çok ciddi iddialarda bulunduğuna göre,
söylenenlere kısaca değinmek gerekir.
Bunu yaparken de önce „Pir Ahmet Dikme“nin kendisini
tanıtışıyla ilgili söylediklerine
bir kaç cümle ile değinek yerinde olur sanıyorum.
„Ahmet Dikme“ „Haykırıp Duyuramadıklarım“
kitabında ismini „Pir Ahmet Dikme“ olarak yazmış.
Bu „pir“ sözcüğü, eğer onun adı değil
de sıfat olarak kullanılmışsa
yanlıştır. Cünkü, Ahmetìn ailesinin
Alevi din adamları içerisindeki yeri „pirlik“
değil. Bu aile, gerçek anlamda rehber de değil.
Onun ailesi atanmış, yani tayin edilmiş
rehberlerdendir ve dinsel hiyerarşideki yeri
Mürşid, pir ve rehberden sonra gelir. Pir Ahmet`in
kendisine „Dede“ demesi de aynı şekilde
doğru değil. „Dikme“ sözcüğüne gelince;
bu durumdaki rehberlere „Tikme“ denir. „Tikme“ sözcüğünün
Türkçe`deki „Dikme“ anlamında olup olmadığı
noktası bir yana, bu kelime özel bir sıfatı
ifade ediyor ve dolayısıyla Türkçe`ye
uyarlanmış formunu ya da çevirisini değil,
orijinalini kullanmak gerekir. „Ahmet Dikme“nin
ailesine „Çê Tikmê Gole, “Tikme Arêzû,“ temsil ettikleri
dergaha ise kensinin de belirttiği gibi „Tekayê
Çê Tikmê Arêzû“ deniliyor.
Nu kısa bilgilendirmeden sonra gelelim „Pir
Ahmet Dikme“nin yukarıda söylediklerine. Onun,
kitabının yukarıda adı geçen
bir yerinde, „Munzur dediği dağın
güney yakasında bir tek Kürt yoktur,“ şeklinde
bir cümle geçiyor. „Pir Ahmet“ in burada kastettiği,
daha doğrusu eleştirmek istediği
kişi tanınmış yazar şevket
Süreyya Aydemir`dir. Pir Ahmet, kitapçığında
şevket Süreyya`dan bir kaç alıntı
yapmış ve kendisini „Yalancılıkla“
hatta „ajan-provakatörlükle“ suçlamış.
şimdi isterseniz, Pir Ahmet`in böylesine
köpürmesine neden olan şevket Süreyya`ya ait
görüşler nelerdir, ona bakalım.
Pir Ahmet, ş. Süreyya`nın Suyu Arayan
kitabından bir alıntı yapıyor.
Burada, ş. Süreyya yedek subay olarak Munzur
Dağlarının Ezincan`a taraf olan yakasında
askerlik yaparken başından geçenleri aktarmaktadır.
Anıların bir bölümünde şunlar var:
„...Fakat asıl şaşkınlığım
ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda oluştu
ki , bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını
değil, hangi miletten olduklarını
da bilmiyorlardı. Biz hangi milletteniz? Deyince
her kafadan bir ses çıktı? Biz Türk değil
miyiz deyince de, `estağfurullah` diye karşılık
verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı.“
Şevket Süreyya`nın bu anısına
karşılık „Pir Ahmet“in yazdıkları
ise şöyle:
„...Sizleri bilmem fakat ben yukarıdaki
satırları okuduğumda tüylerim diken
diken oldu. Düşünebiliyor musunuz, düşman
vatanımızı işgal etmiş,
halkımız vatan, namus ve can derdine düşmüş.
Îrk ve inanç farkı gözetmeksizin kendi vatanını
düşman istilasından kurtarma telaşi
içersindedir. Pir provakatör ajan gitmiş ve
bu ateş çemberi içerisinde o düşmana karşı
savaşan kahraman askerlerimizin arasına,
ırka ve inanç farkı sokmaktadır ve
ayrıca bu kahraman halk evlatlarını
cahillikle suçlamaktadır.“
Şöyle bir düşünelim: Burada Ş.
Süreyya`nın yaptığı şey
ne? O, askerlikte başından geçen bir olayı
anlatıyor, şöyle şöyle oldu, diyor.
Buna karşılık „Pir Ahmet“ ise bunların
yanlış olduklarında ısrar ediyor
ve yazara ağır suçlamalarda bulunuyor.
Peki „Pir Ahmet“ neye dayanarak böyle bir iddiada
bulunabiliyor? O, Şevket Süreyya`nın yanında
mıymış? Hayır. Kendisi o tarihlerde
henüz dünyaya bile gelmemiş. Yanında olan
birisiyle mi konuşmuş? Hayır. Elinde
ciddiye alınacak sağlam bir belge mi var?
Hayır, o da değil. O halde neye dayanarak
bu kadar kesin konuşabiliyor?
Ş. Süreyya askerlerden duyduklarından
memnun olsaydı, yani onların kendilerini
Türk görmemelerinden sevinç duysaydı, belki
de „Pir Ahmet“ kuşkuya düşer, onun gerçegi
tahrif ettiğini söylerdi ama öyle de değil.
Tersine askerler kendilerine Türk demedikleri için,
ş. Süreyya`nın yüreği „Pir Ahmet“inkinden
kat kat daha fazla yanıyor.
„Pir Ahmet“ kızıyor, çünkü Ş. Süreyya`nın
anlattıkları, onun „Dersimliler Türktür“
tezini, daha doğrusu sağa sola yutturmak
istediği safsataları toz-buz ediyor. Herhangi
bir ciddi gerekçeye sahip olmadığı
için de ajitasyon çekmeye kalkışıyor,
içi boş vatan, millet edebiyatıyla paçayı
kurtarmaya çalışıyor.
Ancak „Pir Ahmet“in sıkıntıları
bu kadarla da sınırlı değil.
Ş. Süreyya`nın görüp yaşadıkları,
onu çileden çıkarmaya devam ediyor.
„Yalnız bizim taburun değil, bütün
cephemizin en sağ kanadının dayandığı
Munzur dağlarının daimi karlarla
örtülü zirvelerinde, tehliklei geçitlerinde, ne
düşmanın, ne de bizim olmayan ve daha
ziyade her iki tarafa pusu kurup, iki tarafın
da canına kıyarak, silahına, cephanesine
konmak isteyen Kürt kabilelerinin gizlendikleri
yerlerde yapılan keşifler, bunların
en çetinleri oluyordu...“
Buna karşılık „Pir Ahmet“ in söyledikleri
ise şöyle:
„Şimdi yalanın ve cehaletin simgesi
olan bu satırlar husunuda kısa bir açıklama
yapmak istiyorum„ diyor `Munzur dediği
dağın güney yakasında bir tek Kürt
yoktur,“ diyor.
Görüldüğü gibi şevket Süreyya burada
da bizzat yaşadıklarını anlatırken,
„Pir Ahmet“ aynı kof sözlerle onun yalan söylediğini
ileri sürüyor. Bu arada sözlerinin bir yerinde,
„Gerek Pülümür ve gerekse Ovacık`ta olsun,
bir tek devlet askerine herhangi bir saldırı
olmamıştır...“ demekten de geri
kalmıyor.
„Pir Ahmet“ kitabının önsözünde çok
okuduğunu, araştırdığını,
birkimli olduğunu söylüyor. Neden bunları
yazma ihtiyacı hisetti bilemem ama yukarıda
yaptığı belirlemeler çok değil,
sıradan bir „okumuşun“ dahi sarfedeceği
sözler değil.
„Pir Ahmet“ acaba o dönemde yaşananları,
Dersimlilerle Osmanlı ordusu arasında
meydana gelen ve resmi belgerde de yeralan onca
çatışmayı, uzun savaşları
bilmiyor mu gerçekten? Ötekilerini bir yana bırakalım,
Şevket Süreyya`nın anlattığı
dönemde kendi köyüne yakın sayılan mesafedeki
Cibice Boğazı`nda, oldukça kanlı
çatışmalar sonucu 36. Tümenin Dersimliler
tarafından teslim alınarak silahlarına
el konulmasını da mı habersiz?
Bu durumda „Pir Ahmet“ için doğal olarak
üç şey düşünülebilir. O, ya hiç okuyup
araştırmamış, ya okuduklarını
anlamamış, ya da gerçeği bile bile
tahrif etmeyi iş edinmiş. Bence, onun
durumuna uygun düşen şık, üçüncüsüdür.
O, gerçeği biliyor, bilmesine biliyor ama gerçek,
gönlünden geçenlere uymuyor. Uymadığı
için de haksız yere şevket Süreyya`ya
çatıyor.
Laf aramızda bana öyle geliyor ki „Pir Ahmet“`in
şevket Süreyya Aydemir`le ilgili fazla bir
bilgisi de yok. Bilindiği gibi şevket
Süreyya, ateşli bir Türk milliyetçisi ve rejimin
ideologlarındandı. Mustafa Kemal`in çok
güvendiği biriydi. O`nun ataması ile yıllarca
TBMM katipliği yaptı. M. Kemal‘ in yaşamının
anlatıldığı 3 ciltlik Tek
Adam kitabının yazarı da şevket
Süreyya`dan başkası değil. Ve işte
„Pir Ahmet“in, yalancılıkla, ajan-provakatörlükle
suçladığı şevket Süreyya`ya
bu şevket Süreyya`dır.
Tikme Ahmet`in ailesi Dersim`de „Tikme rehber“
olarak bilinen ve saygı duyulan bir ailelrden
biridir. Bu aileyi yakından tanıma olanağım
olmadı ama elbet inançları, duyguları
ve düşünceleri açısından öteki Dersimlilerden
farklı değiller. Onlar da geçmişte
Kirmancki (Zazaki) konuşan diger Dersimliler
gibi kendilerie „Kirmanc“ diyorlardı. Birileri
onlara „Türk“ deseydi, kuşkum yok ki bunu red
eder ve büyük bir ihtimalle de şevket Süreyya`nın
bahsettiği askerler gibi, „estağfurullah“
diye karşılık verirlerdi. Pir Ahmet`in
aslını inkar ederek Kırmanc ve Kirmanciye`yi
bir yana bırakıp Türkmenliğe sarıldığını
görselerdi, çok rahatsız olurlardı.
Hele hele, „Pir Ahmet“in, Alevilere tarihte eşine
az rastlanan ölçüde zulmeden, onları kırımlardan
geçiren, köylerini yakıp-yıkan, sürgüne
yollayan, dillerini, ibadetlerini yasaklayan birini
kendisine „Ata“ olarak seçtiğini bilselerdi
hiç afetmezlerdi onu.
Ne var ki „Pir Ahmet“ bu konuda yalnız değil.
1938 Jenosidi sonrası nesil içersinde aslını
bu şekilde inkar eden, başka kimlik peşinde
koşan ve kendilerine ata arayanların sayısı
hiç de az sayılmaz.
Elbet kendisini nasıl görüyorsa öyle tarif
etmesi, herkes gibi „Pir Ahmet“ gibilerinin hakkıdır.
Kimse bir başkasına zorla kimlik veremez.
Fakat, konu bu çerçeveyi aşıp bir bölgeyi,
bir halkı ilgilendirir hale geldi mi iş
değişir ve o zaman başkalarının
da söyleyecek sözü olur.
Bütün bu yazılanlardan sonra benim sözkonusu
iddiaların sahiplerine bir sorum olacak. Söylendiği
gibi eğer Horasan`dan gelen Türkmen aşiretleri
Dersim`e yerleşip asimile olduysalar ve orada
bir tek Kürt de yaşamıyorsa, peki Türkmenleri
kimler asimile etti? Yoksa götken birileri mi indiler
de yaptılar bu işi? Bu soru yanıt
bekliyor.
Horasan, Alevilik, Kürtlük ve Türklük
Şener`in yazısında Ocaklarla ilgili
olarak şu satırlara rastlıyoruz:
„...Dersim bölgesinde ocakların tümü kendilerinin
Horasan`dan gelme Türkmen aşireti olduğunu
ileri sürerler.“
Doğrusu, bu Horasan`dan gelme olayı
çok sık olarak söylenir. Ocakları temsil
edenlerin tümü olmasa bile önemli bir kesimi bunu
söylerler. Ama onların kendilerini „Türkmen
aşireti“ olarak nitelendirdikleri belirlemesi
Şenerìn kendi yaratmasıdır. Çünkü
Alevi din adamları geleneksel olarak peygamber
soyundan geldiklerini; yani „Ehlibeyt“ ya da „Evlad-ı
Resul“ olduklarını söylerler. Zaten bu
yazıda bunları yazan Şener, başka
bir yerde yazdıklarıyla da kendi kendisini
yalanlıyor. Örneğin Pir Ahmet Dikme`nin
daha önce bahsi geçen kitabına yazdıği
önsözde şöyle diyor:
„Alevilikte dedelik gelenek olarak babadan
oğula geçer. Çünkü Alevi dedesinin soyu
Hz. Ali`ye, 12 İmamlar yolu ile ulaşır.
Dolayısıyla inanca göre, dedeler „Evlad-ı
Resul“ yani peygamber neslindendirler.“
Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış,
Şener`inki o kadar da sürmüyor, ne yapalım?
Beri taraftan, din adamlarının peygamber
soyundan geldikleri yolundaki görüşün doğruluk
payı nedir, onun üzerinde de durmak gerekir.
Burada hemen şunu belirteyim ki, sadece Alevi
din adamları değil, Sünni din adamları
olan şeyhler de Muhammed soyundan geldiklerini
iddia ederler. Bir başına bu bile, sözkonusu
iddianın her iki kesim bakımından
da doğru olmadığının ortaya
koyar.
Gerçeği yansıtmasa da kimi din adamlarının
bu tür bir iddiada bulunmalarının mantıki
bir nedeni de var. İster Alevi, isterse Sünni
olsunlar, din adamlarının otoritlerini
kabul ettirme ve sürdürmede güçlü silahlara ihtiyaçları
var. Geleneksel toplumlarda hem soy-sopun saygı
gösterilen kutsal bir yere dayandırılması,
hem de sır-keramet sahibi olma, bu konuda başvurulan
en önemli iki araçtır. Dikkat edilirse Ocak
kurucuları sadece soylarını peygambere
dayandırmakla yetinmez, aynı zamanda
her birinin bir imtihan edilme macerası vardır.
Bu yolla da, onlar şöyle ve böyle, sır-keramet
sahibi olduklarını kanıtlamış
olmaktalar.
Dersimli ocak sahipleri, soylarını peygamber
soyuna dayandırsalar bile, pratikte Kirmanc
(Kürt) adını taşırlar. Bu bölgede
Kırmancki (Zazaki) konuşanlar kendilerini
kırmanc, kurmanci/Kırdaski konuşanlar
ise Kurmanc diye adlandırırlar.
Kurmanclar, Kırmancki konuşanlara Dımıli,
Kırmancki konuşanlar da kurmanci konuşanlara
bazan kırmanc, bazan da kırdas
derler.. Doğu Dersim`de Alevi ve Sünni farkı
gözetilmeksizin Kurmanci konuşanlara bu ad
verilirken, Bati Dersım`in bazı yörelerinde
Alevi Kürtler bir bütün olarak (Kırdaski ve
Kurmanci konuşanlar) Kırmanc, Sünnü
Kurmanclar ise „Tırk (Türk)“ diye adlandırılır.
Kirmanc adı, Kürdistan`ın değişik
bölglerinde yaşayan, farklı din ve mezhebe
sahip olan, farklı leçeleri konuşan Kürtlerin
kullandıkları ortak addır. „Kurd
(Kürt)“ sözcüğü bir kenara bırakılırsa,
Kırmanc, Kürtler arasında günümüzde en
yagın olarak kullanılan ortak addır.
Örneğin, Ahmedê Xani Kürtlerden bahsederken
hem „Kurmanc“ hem de „Kırmanc“
terimlerini kullanır. 19. yüzyılın
ikinci yarısı ile 20. Yüzyılın
başlarında yaşamış olan
Erdelan Beyliği ailesinden tarihçi ve şair
Mesture Hanım bu terimi „Kırmac“ olarak
yazar. İsmail Beşikçi ile Muzaffer Erdost`un
Kürtlerle ilgili araştırmalarına
da yansıdığı gibi Kırmanc
terimi Hakkari-Van yöresinde de halk arasında
kullanılmaktadır. Yine şırnak
ve Suriye`nin kuzeyindeki Kürt Dağı mıntıklarında
da kurmanci konuşan Kürtler kendilerini böyle
adlandırıyorlar. Kürt Dağı`nın
o yöredeki Kürtler arasında „Çiyayê Kirmenc“
dir. M. V. Bruinessen`in verdiği bilgilere
göre 20. Yüzyılın başlarında
Güney Kürdistan`daki 20 aşiret arasında
yapılan bir araştırmada, bunların
dokuz tanesi kendilerine „Kirmanc“ demektedirler.
Esasında bugün Güney ve Doğu Kürdistan`dan
gelen Kürtlerle konuştuğunuzda her an
bu terimi duyarsınız. Edebiyat ve politik
dilde ise bu terim hemen hemen en yaygın olarak
kullanılanıdır. Güney Kürdistan`lı
araştırmacılar, Kürtçeyi tasnif
ederken ilk elde onu Kuzey ve Güney diye iki gruba
ayırarak „Kırmanci Xwarû (Güney Kürtçesi),
Kürdistan`ın kuzeyinde konuşalan Kurmanciyê
ise Kırmancı Serû (Kuzey Kürtçesi)
diye tarif ederler.
Şimdi bir de Dersimli pir ve rehberlerin
kendilerini nasıl tarif ettiklerine bir gözatalım.
Onlar kendilerine Türkmen mi diyor, yoksa başka
bir sey mi hep birlikten izleyelim.
Bilindiği gibi, 1916 yılında Kurêşan
aşiret lideri Aliyê Gaxi Nazımiye, Mazgirt
ve Pertek üzerine yürüdü, devlet memurlarını
kovdu ve yönetime elkoydu.
Yine onun, 1. Dünya Svaşı sırasında
Ruslarla görüşmeler yaptığı,
Dersime girmemeleri yolunda talepte bulunduğu
bir çok Dersimli tarafından bilinmektedir.
Hatta onun Rus yetkilerle yaptığı
yazılı bir anlaşmadan da bahsediliyor.
A. Gaxi‘ nin torunu Kazım, dedesinin bu eylemi
ile ilgili olarak şöyle söylüyor:
„Evet, onun bu alanlarda da hayli çalışmaları
olmuş. Örneğin, 1. Dünya Savaşı
sırasında, Rus Ordusu Plemuriye tarafında
Soya Tole`ye kadar ilerlediğinde, o gidip Rus
komutanla konuşmuş. Yeri gelmişken
şunu da söylileyim, Aliyê Gaxi türkçe bilmiyormuş
ama Ermeniceyi rahat konuşuyormuş. Ruslarla
görüşmelerinde de Ermenice konuşmuş,
Ermeni tercumanlar aracılık etmiş,
çevirmişler.
Aliyê Gaxi, o görüşmeler sırasında
Rus komutana diyor ki "Biz Türk değiliz.
Kürdüz. Türklerle aramız bozuk ve onlarla savaş
halindeyiz. Dersime girmeyin, bize destek olun,
silah verin direnelim ki Türk zulmünden kurtulalım."
Orada bu konuda anlaşmaya varıyorlar ve
Ruslardan epey silah ve cephane alıyor. Türk
devletinin sürekli bize düşmanca davranması
ve sonunda da katletmesinin nedenlerinden biri budur.“
(Çem, Munzur, Tanıkların Diliyle Dersim`38,
Peri Yayınları, Îstanbul, 1999, s. 163)
Bir halkın gerçek dugularını ve
kullanılan sosyolojik kavramları en iyi
yansıtan kaynaklardan biri hiç kuşkusuz
halk türküleridir. Ben yaklaşık 30 yıldır,
Dersim Türküleriyle şöyle ve böyle ilgilenmekteyim.
Yaklaşık 120 türküyü, (bazılarının
birden çok varyantı) ortaya çıkmalarına
neden olan olaylarla birlikte 1993 yılında
„Tayê Kilamê Dêrsimi“ adıyla kitap halinde
yayınladım. Ondan sonra da Türkülere ilgim
kesilmedi. Sırf Kırmancki olan yaklaşık
150`den fazla türkü ile haşir-neşirim.
Bu türkülerin hiç birinde Dersimlileri Türk ya da
Türkmen diye nitelendiren bir tek sözcük mevcut
değil. Ama bir çok Türkü de Dersimliler için-
ki bunlar arasında 1938 öncesinin en ünlü ve
etkili pir ve rehberleri de var- kırmanc sözcüğü
geçiyor.
Örneğin, 1933 yılında Dersimliler
tarafından öldürülen Sêy Rıza`nın
oğlu Bava İbrahim üzerine söylenen türküde,
Sêy Rıza`nın ağzından söylenen
sözler arasında şunlar var:
„Pir Bavayê mı
„tekito şiyo Xozato vêsaye,
„Cêno Begligêna Kirmanci.“
Pir Bava`m
Yanasıca Hozat`a gitmiş
Beyliğini alıyor Kürdün
1937-38 Savaşının anlatıldığı
tükülerin birinde ise İvisê Seykali`nin ağzından
şunlar söylenmektedir:
„Bira pêrodê na qewxa aşire niya,
Merevê Kirmancan û zalimanê Tirkan o.“
„Döğüşün kardeşler, bu aşiret
kavgası değil,
Kürtlerle zalim Türklerin hesaplaşmasıdır.“
Hozat cephesinin ünlü silahşörü şahan
üzerine söylenen türküde şöyle söylenmektedir:
„Ax de biye biye, Sahanê mi biye
Sahanê mi ke merdo nêmerdo
Sikiyo tilsimê kirmanciye.“
Ah oldu oldu, şahan`im oldu.
Şahan`ım öldü öleli
Kırılmış tılsımı
Kürtlüğün.“
sahan vano, „qederê canê xo bizanê
Ma ser o cêrenê qanunê kafiri.
Şahan diyor, „Canınızın kıymetini
bilin
Başımızda dolaşıyor kafirin
yasaları.“
Aşiri merdena mi rê qayil nêbenê
Tornê Bavayi kerdê Îmamê hêsiri.
Aşiretler ölümüme razı olmazlar,
Baba`nın torunlarını esir İmamlara
çevirmişler.
Tornê Bavayi (Baba`nın Torunları) Sêy
Rıza ailesi için söylenir. Îmamê hêsiri ile
kastedilenler ise 12 İmamlar`dır.
Bir diğer türküde de Haydaran aşiret
reislerinden Xıdırê Ali (Hıdır
Ağa)`nın ağzından şu sözcüklere
yer verilmektedir.
„Bira
Xidir vano, „No kelepurê ma
Wertê kirmanciye de
Çi ra honde biyo uciz“
Kardeş,
Hıdır diyor ki,
Talan edilişimiz, neden bu kadar basitleşti
Kürtler arasında.
Hozat yöresi Kurêşanların büyüğü,
Pir Usênê Sêydi 1937 de Elazığ`da Sêy
Rıza ile birlikte idam edildi. Ona yakılan
ağıtta:
„Hêfê mi yêno ve Sêy Usêni rê
Heqê dina cor vêneno ke rêisê kirmanci yo.“
Sey Usê için üzülüyorum
Gökteki Tanrı şahittir ki reisidir Kürtlerin.
Unutmayalım Usênê Sêydi, Dersim`in en etkili
Pirlik ocağı olan Kurêşan`dandır.
Hem aşiretin ileri gelenlerinden biri, hem
de pirdir.
Şu sözler de Usıvan aşiret reisi
Qemer (Kamer) Ağa`nın oğlu Fındık
için söylenen türküden alınmadır. Fındık
Ağa, Sêy Rıza ile birlikte idam edilen
Dersimlilerden biridir.
Tırko Tırko Tırko
Tırko, zındıq o
Berdo darde kerdo
Begê mı Fındıq o
Türk Türk Türk
Zındık Türk
Götürüp astıkları
Beyim Fındık
Türkünün bir diğer varyantında aynı
olay şu sözlerle ifade ediliyor:
Nê lawo Tırk o, lemın no zındıq
o
Lemın derdo derdo
O wo ke Elezizê vêsayi de lemın fito ve dare
De lawo bırayê mı Fındıq o.
Ah be Türk`tür, ah zındıktır.
Ah derdim, dert
Yanasıca Elazığ`a götürüp astıkları
Ah be, kardeşim Fındık‘tır.
Şener`in, Bruinessen`in, Dersim Alevilerini
Türkler`e yakınlaştıran bir diğer
adetin de Hacı Bektaş Tekkesi ile olan
ilişkiler olduğunu yazdığını
belirtiyor ve şu alıntıyı yapıyor:
„Hacı Bektaş`ın araştırmacı
Molneux-Seel (1914:66) tarafından da Dersim
dışındaki en önemli hac merkezi olarak
gösterilmiştir.“
„Bununla birlikte Batı Dersim`deki üç
küçük Seyit soyu, Ağuçan, Derviş Cemal
ve Sarı Saltuk Hacı Bektaşça tayin
edilen halifenin neslinden geldiklerini,`söylüyor„
diyor.
Bir an için varsayalım ki yukarıda sayılanların
hepsi doğrudur. Peki bunun Cemal Şener`in
görüşlerine katkısı ne?
Sedece Dersim`de değil, genel olarak Aleviler
içerisinde Hacı Bektaşi Veli`ye saygı
duyulur, bunda kimsenin kuşkusu yok. Ama Aleviler
ondan çok Hz. Ali`yi, Ana Fatma`yı, Hz. Hüseyin
ve öteki İmamları seviyorlar. Bundan hareketle
Aleviler Araplara özel bir sempati besliyorlar,
onlara yakınlar, ya da Arap asıllıdırlar
dememiz mi gerekir?
Burada belirtilmese bile, eğer kastedilen
Hacı Bektaşi Veli`nin kimliği ise
o da tartışmalıdır. Kimileri
onu Türk asıllı sayaraken, kimileri 7.
İmam Musayi Kazım`ın torunu olduğu
görüşündeler.
Bunu da geçelim; Hacı Bektaşı Veli
etnik kökenlerine göre ayırım gözeten
bir anlayışa mı sahipti? Kuşkusuz
değil. O nedenle de Şener boşuna
zahmet etmesin, bu gibi şeyher onun teorisine
katkı sağlamazlar.
Ne var ki Hacı Bektaş`a duyulan sevgi
ile Dersim- Hacı Bektaş Tekkesi ilişkilerini
birbirinden ayrı değerlendirmek gerekir.
Dersim`le Hacı Bektaş tekkesi arasında,
inanç yakınlığından ötürü bir
yakınlık ve sempatı olsa da, her
ikisinin yüzyıllarca karşıt noktalarda
yeraldıkları açıktır. Dersim,
baskılara karşı direnen, Osmanlı
otoritesini kabul etmek istemeyen bir siyasal çizgiye
sahip iken, Hacı Bektaş Tekkesi genellikle
devletten yana bir tutum içerisinde oldu. Hata Bektaşi
dedelerinin Kızılbaşlara karşı
şeyhulislamlar gibi „katli vaciptir,“ fetvaları
verdikleri bile olmuştur. Nitekim M. Bayrak
Piriştineli, Arnavut Bektaşı şairi
Seyyid`in:
„Yetmiş kafir öldürmekten sevaptır
Kim öldürür ise bir Kızılbaş`ı“
diye yazdığını belirtiyor. (M.
Bayrak, Alevilik ve Kürtler, s.76)
1. Dünya Savaşı yıllarında
Osmanlı Hükümeti`nin Dersimlilerim ikna edip
kendi tarafına çekmek için arabulucu olarak
görevlendirdiği Tekke`nin başındaki
Çelebi Efendi`nin, Dersimlilerden fazla yüz bulamayıp
eliboş olarak geri dönmesi ise bu konuda dikkatle
eğilinmesi gereken bir olaydır.
Geçen yüzyıllarda Dersimlilerin Hacı
Bketaş Tekkesi`ni ziyaretlerine gelince; bu
doğru mu değil mi bilemem ama olması
çok doğal bir şey. Dersim`deki bizim Duzgın
Bava, ya Dewa Kurêsû`ya da Gımgım (Varto),
Hınıs, Bayburt, Erzincan Gümüşhane
ve Sıvas`a kadar uzanan geniş bir alandan
ziyaretçiler geliyorlar.
Osmanlı zamanında Sinop`a sürülen Kurêşan
aşierti ileri gelenlerinden Dewrês Sılêman
(Derviş Süleyman)`ın türbesi ünlü bir
ziyaret yeridir, insanları oraya gidip dua
ediyor, kurbanlar kesiyor, derde dermen olur düşüncesiyle
toprak götürüyorlar. Şimdi ne durumdadır
bilemem ama 30-40 yıl önce böyleydi.
Ağuçan, Derviş Cemal ve Sarı Saltuk
Hacı Bektaşça tayin edilen halifenin neslinden
gelip gelmedikleri kesin değil. Sözkonusu olan
sadece bir söylentidir. Bu tür söylentilerde yakıştırmaların
çok olduğu ise belli olan bir şey.
Kaldı ki öyle olsalar bile bu onların
aslen Kürt olmadıkları anlamına gelmez.
Tersine Hacı Bektaşı Veli, eğer
bu işi yapmışsa, Kürt bölgelerinde
Kürt Halifeler görevlendirmesi akla en yatkın
ihtimaldir. Ancak bu kounda, bu varasyıma haklılık
kazandırmayacak bir durum var. Hacı Bektaş
Tekkesi`nde dini liderin belirlenmesinde, seçim,
yani kollektif kararla görevlendirme esas iken,
sözkonusu Seyitlerde babadan-oğula geçme prensibi
geçerlidir. Ayrıca aşiret mensuplarının
tümünün kutsal bir niteliğe sahip oldukları
kabul edilir ve pratikte din adami görevlerini yerine
getirmeseler de kendilerine saygı gösterilir,
elleri öpülür. Hacı Bektaş`ın görevlendirdiği
kişiler acaba ona karşı çalıştılar
da başka bir sistem mi oturttular ki bu farklılık
ortaya çıktı?
Okuyucuya komik gelecek ama Şener bu arada
Öcalan`a sığınmaktan da geri kalmıyor.
„Türk basınında; `Kürtleşmiş
Türk`ya da dağlı Türk` ifadelerine yıllarca
karşı çıkıp dalga geçenlere
bakın Öcalan Türklerin Kürtleşmesinde
olduğu gibi ne cevap veriyor: `Kürt- Türkü
veya Türk Kürdü böyle oluşuyor. Belirgin bir
özellik olarak bunu sürekli gözönüne getirmek, sağlam
objektif değerlendirmeler için büyük önem taşır.
Türk-Kürt kardeşliğinde böyle bilimsel
yaklaşmak büyük önem taşır.“
Öcalan hangi koşullarda ve hangi amaçlarla
bu tür sözler ediyor; bunun tartışılması
bir yana; Şener`in, söylenenleri yorumlaması
yine keyfidir. Öcalan, hem Kürtlerin türkleşmesinden
hem de Türklerin Kürtleşmesinden bahsederken,
Şener onu tek yanlı; sadece Türklerin
kürtleşmesinden bahsedilmiş gibi sunuyor.
O, Bruinesssen`in „Yüzyıllar boyunca izleri
sürülebilecek olan bazı aşiretler dillerini
Türkçe`den Kürtçe`ye ya da tam aksi şekilde
değiştirdiler,“ şeklindeki sözlerini
yorumlarken de olayın karşılıklı
olma özelliğinı bir yana bırakıyor,
hep Türkmenler asimile oldular iddiasında bulunuyor.
Yani kaynak olarak gösterdiği alıntıyı
yorumlarken bile dürüst davranmıyor.
Şener, „Bu satırların yazarı
olarak, son on yıldır Alevi olup da Kürtçe
ya da Zazaca konuştukları halde kendilerini
Türk olarak ifade eden Alevi yerleşimlerinin
%75`ini gezmiş, görmüş birisiyim....
`Kendileri Zazaca ya da Kürtçeyi bildikleri
halde hatta Türkçeyi bozuk bir şive ile konuştukları
halde bugün 60 yaşından yukarı olan
ve kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade eden yani
Türk olmdığını ifade eden bir
tek Aleviye rastlamadım. Kendisini Kürt ya
Zaza olarak ifade eden kesim ise son yıllarda
Kürtçülük ve radikal sol rüzgardan bir gençlik kesimidir...“
Burada önce ufak bir ayrıntıyı
değinmekle başlıyayım işe.
Dersimliler Zaza olmalarına rağmen kendilerini
asla bu isimle adlandırmazlar. Daha önce de
değindiğim gibi, onlar kendilerine „Kirmanc“
der, „Zaza“ adını ise biraz da küçümseyerek
Sünni Zazalar için kullanırlar. Bunun, dini
inanç ayrılığına dayanan tepkisel
bir ayırım olduğu kanısındayım.
Öte yandan hiç kuşkusuz, Şener`in „60
yaşından yukarı olan ve kendsini
Kürt ya da Zaza diye ifade eden yani Türk olmdığını
ifade eden bir tek Aleviye rastlamadım,“
belirlemesi, onun alışkanlık haline
getirdiği, gerçeği ters-yüz etme çabasından
öte bir şey değil. Bu satırların
yazarı, onun bahsettiği Alevi kesimindendir
ve o kesimden insanlarla hemen her gün yüzyüze yaşayan,
konuşan, röportajlar yapan, yazan biridir.
Eğer durum böyle olsaydı benim de görmem
gerekirdi. Şener, merak edip te Medya TV programlarına
da mı bakmadı acaba?
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, onun
bu sözleri yazmasına sevindim. İyi ki
de böyle yapmış. Çünkü bunu yapmasaydı,
belki de yazılarını okuyanlar içerisinde
kendisini ciddiye alanlar çıkardı.
Sorun Dersimlilerin kimliği olunca bir kaç
önemli konuya özet olarak değinmeden geçmek
olmaz.
1. Dersimlilerin
kimliklerine yer verilen türkülerden bazı örnekler
sundum. Bunun dışında da çok sayıda
türküde bu yönde belirlemeler var. Dersim türküleri
içersinde, onların Kürt olmadıklarına
ya da Türk olduklarına ilişkin bir tek
sözcük geçmiyor. Bir başına bu bile Şener`in
uyduruk teorisini paçavraya çevirecek bir durumdur.
2. Piyasa
sanatçıları dışında, yani
Dersim toplumu içersinde yaşayıp da o
çerçevede türkü söyleyen ozanlar içersinde Türkçeyi
dil olarak kullanan, onunla söyleyen bir tek sanatkar
mevcut değil. O tantik Dersim müziğinde
bir tek Türkçe örnek yer almıyor.
3. Geçmiş
yüzyıllarda ve 20. Yüzyılın başlarında
Alevi Kürtler içersine giden, oraları gezen,
kendileriyle röportjlar yapan onca yabancı
gözlemci var. Bunların anı, mektup ve
raporlarında, etnik kimliğin belirtilmesi
gerektiğinde, Alevi Kürtler hep „Kürt“ olarak
nitelendiriyorlar. Tabi bu keyfi bir tutumun sonucu
değil. Alevi Kürtlerin kendileri, kendilerini
Kürt olarak tanıtıyorlar. Yani onların
etnik kimliklerinden yana herhangi bir sorunları
yok.
4. 20. Yüzyılın
başlarında, özellikle 1908 Meşrutiyet
devrimi ile T.C. `nin kuruluşuna kadar, Kürtler
kültürel ve politik alanda faaliyet göseteren bir
hayli örgüt kurdular. Alevi Kürt Aydınlar,
özellikle de Dersimliler bu örgütlerin hem kuruluşlarında,
hem de sonraki faaliyetlerinde etkin olarak görev
aldılar.
Türk hükümetlerinin o dönemde bu örgütlerden büyük
rahatsızlık duyduğu ve ortadan kaldırılmaları
için çaba harcadığı ise biliniyor.
Örneğin M. Kemal`in Malatya`daki 15. Alay Komutranı
İlyas Bey`e yolladığı tamim
şöyledir:
„Malatya`da bulunan 15. Alay Komutranı
İlyas Bey`e
Sıvas-19.9.1919
(...) Bu sebeple evelemirde bu denilerin süratle
derdestleri ve Kürtlük cereyanına o taraflarda
asla müsait zemin bırakılmaması lazımdır.
(...) Kürtlük cereyanının kökünden sökülüp
atılması pek mühimdir.“
(Osman Aydın, Kürt Ulus Hareketi 1925, Weşanên
Weqfa Şêx Seid, s. 58)
Aynı Mustafa kemal, Sıvas`ta Heyeti
Temsiliye`ye aynı yönde kararlar aldırtmaktan
da geri kalmaz:
„26. Eylül 1919- Temsil Kurulu, İngilizler
hesabına çalıştığığı
ileri sürdüğü Aarapgir Kürdistan Yükselme Kurlu
Derneği ve benzerlerinin yok edilmesi için
Elazığ Vilayetinin dikkatini çekme kararı
aldı.“
(Abdurahman Arslan, Samsun`dan- Lozan`a Mustafa
Kemal ve Kürtler, (1919-1923) s. 52, nakleden O.
Aydın a,g.e. s. 59)
Görüldüğü gibi, İngilizlerin vizesi
ve onayı ile Anadolu`ya geçmiş olam M.
Kemal, daha o günden başlayarak Kürt yurtsever
kişi ve kuruluşlarını, keyfi
olarak ingilizlerle ilişki içerisinde göstermeye
çalışıyor ve bunların „Yokedilmelerş“ni
istiyor.
Dönemin en etkin politik örgütü olarak kabul edilen
Kürdsitan Teali Cemiyeti ile Alevi Kürtler`in bağları
ise yine oldukça ileri düzeydeydi. Koçkiri-Dersim
Kürtleri Cemiyet`te çok aktiftiler. Bu bölgelerde
Cemiyetin bir çok şubesi kurulmuştu. Onun
programı ve ilkeleri doğrultusunda yoğun
bir propaganda faaliyeti vardı. Cemiyet`in
gazetesi Jin bölgede çıkartılıp
dağıtılıyordu.
O dönem, Heyeti Temsiliye`nin Dersim`le ilgili
olarak Elazığ Valiliğine verdiği
talimat ise şöyledir:
„Harput Vali Vekili Servet Bey`e
Sıvas-9. Kasım.1919
„Dersim`deki Kürdistan Teali Cemiyeti gibi
iftiracı derneklere engel olunması...“
M. Kemal yönetimi tarafından alınan
bu kararlar ve yollanan tamimler de gösteriyor ki
Malatya, Dersim ve Sivas yörelerinde Kürt milliyetçiliği
hayli canlıdır.
Ayrıca, Dersim-Koçgiri Kürtleri bu dönemde
ulusal taleplerini açıkça dile geitrmekten
ve gerektiğinde onları silah zoru ile
almayı düşünmekten geri kalmadılar.
Çokça yayınlanmasına rağmen biz yine
de şu belgeyi vermeden geçmeyelim. Aşağıdaki
telgrafı Ankara`ya çeken Dersimlilerden başkaları
değillerdi.
"Elaziz Vilayeti Vasıtasıyla
Ankara Büyük Millet Meclisi Riyasetine
Sevr muahedesi mucibince Diyarbekir, Elaziz,
Van ve Bitlis vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan
teşekkül etmesi lazım geliyor, binaenaleyh
bu teşkil edilmelidir. Aksi taktirde bu hakkı
silah kuvvetiyle almaya mecbur kalaca¤ımızı
beyan eyleriz.
25 Teşrini Sani 1336 (1920 M.Ç.)
İmza
Garbi Dersim aşair rüesası"
Dersim-Koçkiri Kürtlerinin bu dönemdeki
ulusal-demokratik taleplerininin sıralandıği
daha başka yazılı belgeler de mevcut.
1920`de kurulan 1. TBMM`de yer alan 72 Kürt milletvekilinin
oluşturduğu parlamento gurbunun resmi
adı „Kürdistan Grubu“ydu ve Dersim milletvekilleri
de bunun aktif üyeleriydiler.
Kamuoyuna yönelik propagandada Kürt ulusal taleplerini
ve direnişlerini „gericilik“le, „yabancı
parmağı“ ile vs., açıklamaya çalışan
devlet, gizli belgelerinde ve zaman zaman da komuoyuna
yönelik açıklamalarda gerçeği dile getirmekten
geri kalmıyordu. Kürt direnmeleri ile ilgili
olarak Türkiye`nin eski Cumhurbaşkanlarından
Celal Bayar şunları söylüyor:
„"Şeyh Sait, Bir Kürt Cumhuriyeti
kurmak istiyordu. (...) Dersim İsyanı,
tamamen Kürtlerin siyasi düşünceleridir. Bunlar
ne anarşisttir, ne şudur, ne budur. Bunlar
doğrudan doğruya müstakil bir Kürt hükümetini
kurmak istiyorlardı. (...) Dersimliler'in,
Kürtlük hesabına en idealistleri Koçgiri'de
toplandılar, teşkilat yaptılar. Sivil,
asker bütün kuvvetleriyle oraya toplandılar.
Orada mühim bir kuvvet teşekkül etti. Koçgiri'de
isyan çıktı. (...) Koçgiri bence diğer
isyanların hepsinden mühimdir...“
diyor.
(Tercüman gazetesi 10, 9. 1986. Ayrıca Kurtul
Altuğ: Celal Bayar Anlatıyor. B. Nuri,
Hatıratım, Öz-Ge Yayınları,
Ekler Bölümü s. 230'dan naklen)
Sey Rıza, 1937`deki direniş sırasında
İngiliz Dışişleri Bakanlığı`na
yazdığı mektupta yine Türk hükümetinin
Kürt ve Kürdistan politikasına değiniyor,
Dersim`de olanları da bu çerçeveye oturtuyor.
Yani onun için Dersimliler Kürt, Dersim ise Kürdistan`ın
bir parçasıdır.
Dersimlilerin o dönemde Milletler Cemiyeti dahil
dışa yönelik olarak yaptıkları
başvurularda da Dersim`de olanar hep bu çerçevede
değerlendiriliyor. Yani kendi sorularını
Kürt sorunun bir parçası olarak görüyorlar.
Diğer taraftan, Alevi Kürtler içerisinde
kendisini Kürt olarak görmeyen, göstermeyen, hatta
„hepimiz Türküz“ diyenler yok mudur? Elbet Şener`in
söylediği gibi değil ama böyleleri de
var. Peki bu hangi koşulların ve dönemin
bir olgusudur?
Dikkat edilirse 1940`lara kadar Alevi Kürtler
kendi etnik kimlikleri konusunda çok netler. 1920
ya da 1930`larda devlet yöneticilerinin raporlarına
da yansıdıği gibi Alevilerin kendilerine
Türk demeleri şurda kalsın, bir çok yörede
Alevilik Kürtlükle, Sünnilik ise Türklükle aynı
anlamda kullanılmaktadır. Ne var ki özellikle
de 1938 soykırımından sonra bu durumda
bir değişiklik göze çarpıyor. Bu
yıllardan 1960`a gelene kadar ki nesil içerisinde
ulusal duygular bakımından bir zayıflama
var. Onca baskı ve terör, dünyanın hemen
hemen hiç bir yerinde rastlanmayacak katılıkta
sürdürülen ırkçı ve asimilasyoncu çabaları
gözönüne alınırsa, bunu da doğal
karşılamak gerekir. Bravo Kürtlere ki
yine de bütün bu barbarlıklar karşısında
hepten sinmediler ve dayanabildiler. Bu halkın,
dayanma gücünün çok yüksek olduğunu kabul etmek
gerekir. Dünyanın başka yerlerinde olsa,
kaç halk buna dayanır, direnirdi; bilemiyorum.
Kaldıki günümüzde kendilerine Kürt demeyen
Alevi kesimi içerisinde Türk olduklarını
söyleyenlerin sayısı yine de abartıldığı
gibi değil. Böylelerinin büyük çoğunluğu
Kürt ya da Türk yerine kendilerine „Alevi“ diyorlar.
Yani inançlarının ismine yanlış
bir anlam vererek onu etnik kimlik yerine koyuyorlar.
Bazıları ise Kürtlüklerini inkar etmemekle
birlikte, sırf bir alışkanlık
olarak kendilerine Türk diyorlar. Benim Malatyalı
Kürt tanıdıklarım var ve ulusal kimlikleriyle
ilgili bir sorunları da yok. Yani kendilerini
Kürt görüyorlar. Bu ailede, yaşı 60`ın
üzerinde olan baba, konuşma sırasında
sık sık „Bizim Türkler“ lafını
kullanıyor. Kürt olmasına rağmen
neden böyle söylediğini sorduğumda, „Tabi
biz Kürdüz ama, hepimiz aynı vatanda yaşıyoruz,
Kürdü Türkü farketmez, dilimiz alışmış
öyle söylüyoruz,“ diye yanıt verdi. Yine konuşma
anında, Kürtlere Türk diyen 40 yaş cıvarındaki
kızına aynı soruyu yönelttiğimde
ise „Elbette biz Kürdüz, aslımızı
inkar edcek değiliz. Ama işte okulda şurda-burda
hep öyle söylendi, dil alışkanlığı
olmuş,“ karşılığını
aldım. İlginçtir, hayli kalabalık
olan bu ailenin öteki bireyleri Türk kelimesini
aynı anlamda kullanmıyor, Kürde „Kürt,“
Türke ise „Türk“ diyorlar.
Söz, Kürtlerin kimliklerine sahip çıkma kararlılıklarından
açılmışken isterseniz size daha eskiye
dayanan bir başka gözlemimi anlatarak yazıyı
noktalıyayım: 1976 yılında Dersim`in
Pulur (Ovacık) ilçesine bağlı Ortinige
köyünde, 1938 sürgünleriyle konuşurken, Memed
(Mehmet) ismindeki köylü, aralarında kendisi
gibi sürgüne yollananların da bulunduğu
kalabalık köylü grubunun gözleri önünde vücudundaki
yara izlerini göstermiş, arkasından da
o izlerin hikayesini anlatmıştı bana.
1938´de sürgüne götürülürlerken, Pertek`de Murad
nehri kenarında günlerce bekletilerek işkenceden
geçirilmişler. İskencecilerin üzerinde
en çok durdukları şey ise, onlara kürt
değil türt olduklarının söyletmekmiş.
„Bize yapmadıklarını bırkakmadılar.
Çok acı çektik. Vücdumuzu yarıp yaralarımıza
tuz dökmek, en fazla acı vereniydi. Bu yara
izleri ondan kalmadır. Ama hiç birimiz `kürt
değiliz, türküz` demedik. Ne yaptıysalar
`Biz kürdüz, kürdoğlu kürdüz,` dedik,“ demişti.
Evet, soykırım koşullarında
bile Dersimlilerin sergiledikleri tavır buydu.
Ve işte Cemal Şener`in „60 yaşından
yukarı olanlar kendine Kürt demiyorlar“ dediği,
kimlik bulmaya çalıştığı
insanlar da bu insanlardır. O, 76 yıllık
sistemin bozuk plağını bir kez daha
dineleterek Alişêr, Sey Rıza, Aliyê Gaxi,
Usênê Sêydi ve Nuri Dersimi gibilerine kimlik yamamaya
çalışıyor. Komik değil mi?
|