ANAYASA, MİLLİYETÇİLİK,
KADERİNİ TAYİN HAKKI VE ULUSAL DEVLET
Munzur Çem
Milliyetçiliğin Her Türlüsü
Kötü mü?
Anayasa tartışmaları ile bağlantı
içerisinde Kürt sorunu, milliyetçilik,
globalizm ve ulusal devlet gibi kavramlar üzerine
yapılan tartışmalara önümüzdeki
dönemde daha sıkça rastlıyacağımızı
söylemek yanlış olmaz. Özellikle de
kimi liberal çevreler, bu konulara hayli yoğun
ilgi gösteriyor, bilerek ya da bilmeyerek, gerçeğe
pek te uygun düşmeyen yorumlarda bulunmaktan
kaçınmıyorlar.
Bu bağlamda, milliyetçiliğin her türlüsünün
kötü olduğu, ona karşı olmak
gerektiği, bu gibileri arasında hayli itibar
gören bir eğilim halindedir.
Peki bu gerçekçi bir yaklaşım
mı? Bütün milliyetçilikler kötü
şeyler mi? Hiç kuşkusuz değil. Hele
de, ezen ve ezilen ulus milliyetçilikleri arasına
fark koymamak, onları aynı nitelikte göstererek
sözde tarafsız kalmak, özünde ezen
ulus milliyetçiliğini savunmaktan başka
bir şey değil.
Hiç kuşku yok ki, T.C. sınırları
içerisinde yaşayan bir ermeni ya da süryani
gibi bir kürdün de kendisini milliyetçi
olarak nitelendirmesinde her hangi bir sakınca ya
da yanlışlık yok. Çünkü
bu günkü koşullarda, onun milliyetçiliği
yurtseverliktir. O, ırkçı-şöven
Türk milliyetçiliğinin karşısında
yer alır, özgürlükçüdür.
Kürt halkı, vermekte olduğu mücadelede
başarıya ulaşırsa ne olur? Her şeyden
önce, ülkesi sömürgeci boyunduruktan
kurtulur, halkımız temel hak ve özgürlüklerine
kavuşur, kendi kendisini yönetme olanağı
elde eder.
Bahsini ettiğimiz özgürlükçü
anlayış, üç ana ayak üzerinde
hayata geçer:
1. Alan, genel demokratik haklarla ilgilidir. Özgürlükçü
hareket, sınıfsal duruma bakmaksızın,
tüm toplumsal kesimlerin temel hak ve özgürlüklerine
saygıyı esas alan bir programa sahip olur, daha
doğrusu olması gerekir. Bunun tek istisnası,
ırkçılık ve nefret yayma çabasıdır.
2. Alan, farklı ulusal kimlik mensuplarının
hak ve özgürlükleri ile ilgilidir. Ezilen
ulus yurtsever hareketinin, bu durumda olan toplumsal
kesimler arasında eşitliği esas alan bir
modeli hayata geçirmeye çalışır.
3. Alan, farklı din ve mezheplere sahip kesimlerin,
bu özelliklerinden doğan haklarına ilişkin
olup farklı inançlar arasında tam eşitliğe
dayalı bir modeli hayata geçirmeyi esas almasıdır.
Peki ya ezen ulus milliyetçiliği olan Türk
milliyetçiliği! Onun böyle bir özelliği
var mı? Olmadığı açık.
Olmadığına göre de milliyetçiliğin
her ikisine aynı derecede karşı olmak,
siyah ile beyazı aynı saymaktan farksız
bir tutumdur.
Beri taraftan, elbette eğer ezilen ulus milliyetçiliği
şu veya bu şekilde söz konusu özgürlükçü
karakterinden uzaklaşır ve başka halklar
ile dinsel grupları baskı altına almaya
yönelirse, bu da onun özgürlükçü
karaketirinden uzaklaştığına işaret
eder.
Ulus ve Ulusal Devlet
Söz konusu kafa karışıklığının
göze çarptığı bir diğer
alan, „ulus“ ve „ulusal devlet“
kavramları üzerine yapılan spekülasyonlardır.
Ulus tanımını ele alırken, öncelikle,
sömürgecilerin yaptığı tanımla,
sosyal bilimin ölçülerine göre yapılan
tanımı birbirilerinden kalın çizgilerle
ayırmak gerekir.
Daha çok Fransız modeli olarak bilinen ve
Türkiye`deki duruma da örnek olarak gösterilen
ulus tanımının gerçekte ulusu tanımladığını
söylemek olanaklı değil. Çünkü
her iki devletin politikalarında somutlaşan
model, esas olarak, işgal edilen ve sömürge
haline getirilen ülkelerin halklarını zorla
asimile etmeyi, kendilerine ait olmayan bir ulusal kimliği
onlara zorla benimsetmeyi esas alır. Bu tür
sunni ulus yaratma çabası ise pratikte hemen
daima ırkçı-şöven karaktere
bürünür ve büyük acılara
yol açar.
Açıktır ki bu tarz politik müdahalelerle
ve zor kullanılarak oluşturulan „ulus“un,
belli tarihi ve sosyolojik koşulların bir araya
gelmesiyle oluşan gerçek anlamdaki ulusla
her hangi bir benzerliği yok.
Bundan da öte kuruluş döneminde, T.C.
devletinin „ulus yaratma“ projesi, açıktan
açığa „ırk birliği“ne
dayanmaktaydı. Mustafa Kemal`in, Diyarbekir Orduevinin
duvarında bu gün hala da asılı duran
„Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu,
Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makdonyalı
hep bir ırkın evlatları, hep aynı
cevherlerin damarlarıdır,“1 sözleri, bahsini ettiğimiz
ırkçı anlayışın, hangi
mantık dışı boyutlara vardırılabileceğinin
bir örneğini teşkil ediyor.
Düşünün ki, Kürdistan`ı
bölen sınırların her iki tarafında
yaşayan Kürtler, aynı dile, tarihe, kültüre
ve ortak ideallere sahip olmalarına, büyük
bir kısmı arasında kan bağına
dayalı akrabalıklar bulunmasına rağmen,
aynı ırktan kabul edilmiyorlar. Buna karşılık,
bütün bu yönlerden aralarında her
hangi bir ortak yan olmayan binlerce kilometre ötedeki
halklarla aynı ırkın mensupları sayılıyorlar.
Globalizm Kimlikler ve Ulusal Devlet
Gerek politik ve gerekse entellektüel çevrelerde,
insanlığın globalleşmeyi yaşadığı
günümüzde, „acılarla dolu olan
ulus devlet modelinin“ artık geride kaldığını
ileri süren görüşler de yine hayli
yaygındır. Tabii türk entellektüel
çevrelerinin bir bölümü ile onlara
paralel hareket eden kimi Kürt kesimlerin bu anlayışa
sarılmaları, esas olarak devlet kurma fikrinin
ne kadar „yanlış ve tehlikeli!“
olduğunu Kürtlere anlatmaya yöneliktir.
Bu anlayış sahiplerinin içerisine düştükleri
yanlışlardan biri, „ulusal devleti“
ırk esasına dayanan ve o ırka mensup olmayan
etnik kimlik mensuplarını dışlayan,
baskı altına alan bir model olarak düşünmeleri
ya da öyle göstermek istemeleridir.
Her şeyden önce unutmamak gerekir ki baskı
altındaki halkların, özgürleşme
ve bunun sonucunda kendi ulusal devletlerini kurma mücadeleleri,
aynı zamanda uluslararası antlaşma ve sözleşmelere
dayanan bir haklılığa sahiptir. Yani, uluslarası
hukuk açısından da meşru bir haktır.
Daha önce de değinildiği gibi, teorik
olarak böyle bir mücadele sonucu kurulan ve
kurulacak olan devletler, üzerinde bulundukları
coğrafi alanda yaşayan farklı ulusal kimlik
mensupları arasında eştiliği esas
alırlar. Bu eşitlik nedeni ile de her kesim
o devleti kendine ait görür, sahiplenir. Söz
konusu devletin, bu prensibe uymaması, onun, oyunun
kuralları dışına çıktığını
gösterir. Bu tür bir olasılığa
karşı yapılacak şey, devlet sahibi
olmak ta dahil, ezilen ulusun temel haklarına karşı
çıkmak değil, sistemin demokratikleşmesi
yönünde çaba harcamak olmalı. Zaten
eğer ilke böyle olmasaydı, son yüzyılda,
ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucunda kurulan
çok sayıdaki devletin, en başta da BM
tarafından tanınmaması ve desteklenmemesi
gerekirdi. Oysa BM ilkesel olarak bu tür mücadeleleri
destekledi, yeni kurulan devletleri tanıdı,
onları üye olarak bünyesine aldı ve
bu günde aynı şeye devam ediyor.
Globalleşmeye gelince; o, ulusal ve dinsel kimliklerin
gizlenmesi, inkarı ya da reddedilmesi esasına
dayalı bir model değil. Tam tersine globalleşme,
kimliklerin açığa çıkmasını,
etnik ve dinsel grupların bundan kaynaklanan haklara
sahip olmalarını ve böylece eşitliğe
dayalı birliklerin gerçekleşmesini esas
alır. Elbet pratikte bu ilkeye ne ölçüde
uyulduğu sorgulanabilir ama teorik çerçeve
böyledir.
Bu bakımdan „farklı kimliklerimizi öne
çıkartmayalım, sonuçta hepimiz
insanız, insani yanımızı öne
çıkartalım,“ tarzı anlayış,
globalizmin ilkelerine uygun bir yaklaşım değil.
Hepimiz insanız ama farklı sınıfsal
konumları, ayrı ayrı dinsel ve ulusal kimlikleri
olan farklı insanlarız. Farklılıklarımızın
üstünü örterek, onları gizleyerek
değil, onları kabul ederek, onlardan doğan
haklara karşılıklı saygı göstererek
bir arada yaşamaya çalışmalıyız.
Eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine temellenmiş
bir sistemde, kimlikleri nedeniyle baskı görenlerden,
kimliklerini öne çıkartmamalarını
istemek, statükonun devamını istemekten
öte bir anlam ifade etmez.
Uluslararası Belgelerde Durum Nasıl?
Halklar arasında eşitlik, devlet kurmak dahil
geleceğini özgürce belirleme hakkı,
uluslarası antlaşma ve sözleşmelerle
garanti alınmış bir haktır. Birleşmiş
Milletler Örgütü bunu, „Hak eşitliği
ve kaderini belirleme hakkı“ olarak tanımlamaktadır.
2. Dünya Savaşı sürerken,1941 yılında,
Faşizme karşı ittifak yapmış
olan devletler, „Atlantik Sözleşmesi“
(Atlantic Charter) adıyla bir sözleşme
imzaladılar. 1942 yılında ise bu kez, 26
devlet tarafından, kaderini belirleme hakkını
karara bağlayan Birleşmiş Milletler
Deklerasyonu (Declaration
by United Nations) imzalandı. 1945 yılında
kabul edilen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi
(United Nations Charter),
kaderini tayin hakkını (right of self determination),
uluslarası hukuk ve diploması alanında
uyulması gereken bir üst ilke olarak kabul ve
ilan etti.
Yine 1975 yılında imzalanmış olan
Helsinki Nihayi Belgesi (Helsinki Final Act) `nin altında
imzası olan devletler de bu hakka saygı göstermeyi
ve gereğini yerine getirmeyi kabul ve ilan ettiler.
Türkiye`yi temsilen dönemin Başbakanı
Süleyman Demirel`in imzaladığı antlaşmanın
„Halkların Hak Eşitliği ve Kaderlerinin
Kendileri Tarafından Saptanması Hakkı“
başlıklı VIII. bölümünün
ilk iki paragrafı şu şekildedir:
„Katılan
- Devletler, halkların haklarının eşitliğine
ve kaderlerinin kendileri tarafından saptanması
hakkına, her zaman Birleşmiş Milletler
Andlaşmasının amaçları ve ilkelerine
ve Devletler Hukukunun, Devletlerin ülke bütünlüklerine
ilişkin kurallarını da kapsamak üzere,
ilgili kuralları uyarınca saygı gösterirler.
Halkların haklarının eşitliği
ve kaderlerini kendilerinin saptamaları hakları
ilkesi uyarınca, bütün halklar, dışardan
bir karışma olmaksızın, istedikleri
zaman ve istedikleri biçimde, iç ve dış
siyasal statülerini özgür olarak saptama
ve siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini
diledikleri gibi sürdürme hakkına her zaman
sahipler.“
Bu metinde yer alan „Devletlerin ülke bütünlüklerine
ilişkin kurallarını da kapsamak üzere,“
ibaresini, halkların kendi devletlerini kurma hakkına
bir engel olarak görmemek gerekir. Bu belirleme o
anlama gelmiyor. Burada vurgulanan şey, „halkların
haklarının eşitliği ve kaderlerini
kendilerinin saptamaları hakkı“nın,
aynı devletin sınırları içerisinde
birlikte yaşamayı da bir alternatif olarak kabul
ettiğine ilişkindir.
Nitekim, bu cümlenin yer aldığı paragraftan
sonraki ikinci paragrafta, halkların söz konusu
haklarına vurgu yapılırken „ dışardan
bir karışma olmaksızın,“ ibaresine
yer verilerek, bu hakkı kullanma hakkının
hak sahibi halkın kendisine ait olduğunu her
hangi bir tereddüde yer vermeycek şekilde açıklığa
kavuşturuyor.
Bu ilke, Kürt halkının hakları üzerinde
konuşurken, kimi çevrelerın sık
sık „Türk haklı şunu kabul eder
ya da etmez“ şeklinde sözlerle dille getirdikleri
görüşlerin, ne ölçüde
ayakları havada şeyler olduklarının
da açık kanıtıdır.
Nitekim, globalleşmenin hız kazandığı
günümüzde, kaderini tayin hakkının
oldukça yaygın bir biçimde hayata geçirilmesi
çok dikkat çekici olsa gerek. Soyetler Birliği
ve Yugoslavya`nın dağılması ile kurulan
devletler, bunun çok çarpıcı örnekleridir.
10 dolayında halk, Sovyetler Birliği`nden ayrılıp
kendi bağımsız devletlerini kurmaya karar
verdiğinde, kimse ne „devlet sınırlarının
değişmezliği“ sözünü
ağzına aldı ne de Rus halkına bu konudaki
düşüncesi soruldu. Zaten, Ruslara sorulmuş
olsaydı muhtemelen söz konusu devletlerden hiç
birisi kurulamazdı.
Bu satırların yazıldığı
sıralarda, en son devlet, güney Sudan`da kurulmuş
bulunuyordu. Ve Güney Sudan devletleşirken de
o bölgede yaşayan halk dışındaki
Sudanlılar doğal olarak söz ve karar sahibi
olamadılar. Böyle olmasa, „kaderini tayin
hakkı“ diye bir haktan bahsetmek anlamsız
olurdu.
Hiç kuşkusuz, aynı durum Kürt halkı
bakımından da geçerlidir.
Kürt halkı bakımından Sorun Nedir?
Kürt sorunun çözümüne ilişkin
öneriler tartışılırken, kişi
ya da örgütlerin, kendi politik tercihlerini
ortaya koymaları doğaldır. Çözüm
önerisi olarak otonomi, federasyon ya da bağımsız
devlet modellerinden birini savunabilir ve savunduğumuz
modelin hayata geçmesi için çaba
harcıyabiliriz. Ama kendi modelimizi, bu günden,
halkın kesin tercihi imiş gibi sunamayız.
Bu tarz bir yönteme başvurmak, son derece yanlış,
yanlış olduğu kadar da sakıncalıdır
ki buna kimsenin hakkı yok.
Diyelim ki şu an Güney Kürdistan`da olduğu
gibi iç ve dış koşullar, Kürt
halkının ayrılıp kendi devletini kurmasına
elvermiyor olabilir. Ama bu, yarın koşullar
olgunlaştığında, halkımızın
kaderini tayin hakkını „kendi devletini
kurma“ şeklinde kullanmayacağı anlamına
gelmez. Bu gün başaramadığımız
şey, gelecekte pek ala bir gerçeğe dönüşebilir.
Bu yüzden de önerilerimizi savunurken, toplumumuzun
geleceğini ipotek altına almaya neden olabilecek
davranışlardan ısrarla kaçınmamız
gerekir. Kendine ait bir devlete sahip olmak, her halk
gibi Kürt halkının da en doğal hakkıdır.
Bu arada kimi Kürt çevrelerin, geleceğe
ilişkin olarak Avrupa Birliği tarzında
bir Ortadoğu`dan bahsettiklerine de rastlıyoruz.
Elbet, ilkesel olarak bu çok olumlu, çok
ideal bir durumdur. Ancak, her ne şekilde olursa
olsun, uluslararası politikada söz ve karar
sahibi olabilmek için, buna olanak sağlayan
bir politik statünüzün olması gerekir.
Eğer böyle bir statünüz yok ve kendi
hakkınızda karar verme olanağından
yoksunsanız, bu tarz projelere ilişkin önerilerde
bulunmanızın anlamı da olmaz. Söz
ve karar sahibi olmak ise pratikte bir devletinizin olmasına
bağlıdır ki bu da iki şekilde mümkündür.
a) Federal bir devletin eşit
haklara sahip bir üyesi iseniz „ortak“
bir devletiniz var demektir. Bu durumda da, en az öteki
unsur ya da unsurlar kadar devleti yönetme hakkına
sahip olduğunuz için, politik gelişmelerde
rol sahibi olmanız mümkün.
b) Kendinize ait ayrı
bir devletiniz varsa yine koşullarınızın
elverdiği ölçüde aynı rolü
üstlenebilirsiniz.
Yeni Anayasa Sürecinde Kürt Halkını
Bekleyen Kimi Sorunlar
1. Türkiye`de yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla
ilgili çalışmalar devam ederken, Kürt
halkı bakımından yanıt bekleyen temel
soru, yeni anayasanın, onun temel haklarını
kapsayacak bir içeriğe sahip olup olamıyacağıdır.
Sanıyorum, bu tür soruya hiç terddüt
etmeden „Hayır!“ yanıtını
vermek yanlış olmaz. Günümüz
Türkiye’sinde ne iktidarın ne de devletçi
muhalefetin, böyle bir anayasayı düşünmek
dahi istemedikleri çok açıktır.
Zaten Başbakan seçimden önce „Kürt
sorunu yok“ der, „Tek millet, tek devlet,
tek bayrak“ sloganını yüksek sesle
haykırırken, aslında yeni anaysanın
çerçevesini açıklamış
oluyordu.
Ne var ki gerçek durum böyle olmasına
rağmen, Kürt tarafının nasıl
olsa bir şey çıkmayacak diye konuya ilgisiz
kalması da düşünülemez doğal
olarak. Kürt yurtsever güçleri, ülke
içerisinde ve dışında, her olanaktan
yararlanarak kendi anayasa alternatiflerini kamuoyuna
sunmalı ve etkin bir şekilde tartışmalılar.
Bu yöndeki istem ve önerilerimizi, ayrıca
ingilizce başta olmak üzere belli başlı
Batı dillerine de çevirerek dünyanın
gündemine yerleştirmeye çabalamak, ana
faaliyetlerimizden birini teşkil etmeli.
2. Silahlı çatışma ortamında
sağlıklı bir anayasa çalışması
yapmanın olanaklı olmadığını
söylemeye gerek yok sanıyorum. Kuşkusuz,
şu an yaşamakta olduğumuz kanlı tablonun
asıl sorumlusu devlettir. AKP yönetimi ve bizzat
Başbakan ise senaryonun baş aktörlerdir.
Ayrıca, AKP yönetimi, seçimlerde elde
ettiği başarıdan dolayı kendisini
güçlü hissediyor. „Arap Baharı“
diye adlandırılan değişimlerin yaşandığı
bu günlerde, Batı dünyası İran`ın
daha etkin bir güç haline gelmesini önlemek
için, Türkiye`deki „ılımlı
islama“ büyük değer veriyor ve onu
alternatif olarak öne çıkartıyor.
Osmanlı padişahı olma hayline fazlası
ile kapılmış gözüken Erdoğan`nın
çıkışları, aslında kendisine
verilmiş bir görevin yerine getirilmesi çabasıdır.
Bu arada, Batı dünyasında ibre kendilerinden
yana iken Kürtlerin defterini dürmek te eskiden
olduğu gibi yine Türk devlet yönetiminin
ana hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Hem de
bu sadece kendi sömürgeleri olan Kürdistan`ın
kuzeyi ile sınırlı değil. AKP`nin,
en az son bir yıldır muhtemel bir rejim değişikliğinden
sonra, Suriye devlet sınırları içerisinde
yaşamakta olan Kürtlerin her hangi bir hakka
sahip olmamalarını sağlayabilmek için
nasıl çırpındığı
ortadadır.
3.Tabii ki devletin bu politikası, Kürt tarafına
yanlış yapma hakkını vermez. Yeri
gelmişken bir noktayı vurgulanmaktan kaçınmamak
gerekir; devletin en güçlü olduğu
alan askeri, en zayıf olduğu alan ise sivil
ve demokratik olanıdır. Anayasa tartışmaları
sürecinde silahın öne çıkmasından,
Kürt düşmanı çevrelerin çokça
sevindirdiğini söylemek bir kehanet olmasa gerek.
Hatta, seçimlerden sonra silahlı eylemlerin
tırmanışa geçerek sivil alanı
adeta boğmasında, devlet kaynaklı provakasyonların
rolü, sorgulanması gereken konulardan biridir.
Halihazır sürmekte olan kanlı ortam, ister
istemez Kürtleri, anayasa tartışmaları
dışına itiyor. Hatta hangi yönden
bakılırsa baskılsın gidişat,
Kürt halkının önümüzdeki
dönemde çok güçlü yeni bir
faşizm dalgası ile yüzyüze geleceğini
gösteriyor.
Bu yüzden de, silahlı Kürt örgütünün
bir an önce yeni bir ateşkes ilan etmesinde
büyük yarar olduğu inancındayım.
Bu, sivil güçlerin öne çıkmaları
ve daha rahat mücadele vermeleri için koşulları
olgunlaştırır. İçeride ve dışarıda
dikkatler, şiddet eylemleri yerine, anayasada yer
almasını istediğimiz temel hak ve özgürlüklerle
ilgili istemlerimize çevrilmiş olur. Bu çerçevede
bağımsız milletvekillerin, Başbakan`nın
lümpenlik örneği kışkırtıcı
sözlerine aldırmaksızın bir an önce
parlamentoya giderek mücadeleyi orada da sürdürmeleri
de büyük önem taşımaktadır.
Öte yandan, harcanan tüm çaabalara rağmen,
bir kere daha kürtsüz bir anayasa kabul edildiği
taktirde atacağımız adım ne olmalı?
Önümüzdeki dönemde, siyasal gündemimizi
en çok meşgul edecek sorulardan birinin bu
olacağı açıktır? Hiç
kuşkusuz, böyle bir durumda yapılacak ilk
iş, o anayasayı tanımadığımızı
bütün dünyaya ilan etmek ve yüzümüzü
kendimize ait bir devlete sahip olmaya çevirmek
olmalı. Bu, ahlaki ve politik olarak yüzde yüz
meşru bir adımdır. Hiç bir halk,
kendi varlığına ve temel insani haklarına
saygı göstermeyen bir devletin pençesi
altında yaşamaya mecbur edilemez. Kimsenin bizden
böyle bir şeyi istemeye hakkı yok. Yapılacak
en doğru iş, ülke içerisinde ve
dışında çok sıkı bir şekilde
kenetlenmek, sömürgeci uygulamaları adım
adım günlük yaşamın dışına
itmek, özgürlük mücadelemizin nihayi
zaferi için bayrağı daha da yükseklere
çıkarmaktır. Aslında şimdi
de olması gereken ama henüz ortak bir slogan
haline getirmeyi başaramadığımız,
„kaderini tayin hakkı,“ tüm yurtsever
kesimlerin üzerinde uzlaşabilecekleri bir slogandır.
Bu, ana ortak paydamızdır.
* Diyarbekir`de 17-18 Eylül 2011 tarihlerinde düzenlenen
"Türkiye`de Kürdistan Konferansı"na
Munzur Çem tarafından sunulan konuşma
metni.
|