BİR DERSİM GEZİSİ
VE MUNZUR FESTİVALİNDEN İZLENİMLER
Munzur Çem
Yazıda Yer Alan Ara Başlıklar
A) GEZİ İZLENİMLERİ
-Giriş
-Dersim Hayranı iki Güney Kürdistanlı
-“Çimeyê Mizur Bavayî”(Munzur Gözeleri)‘ye doğru
-İçkili lokantaya dönüşen ziyaretlerden biri
-“O dili bilmiyorum, ben Türküm!“
- Çewres Çime/Çel Kanî
- Harçîge (Harçik) vadisinden Erzincan‘a
- Girlevik Şelalesindeyiz
- Pilvank Ziyareti, yani Şix Delilê Berxecan ile Piri Şevdin ‘in huzurundayız
- Doğa güzel ama!
- Doğduğum Köyün yolunda
- Nihayet Seter!
- Doğduğum köy sadece birkaç kilometre ötede ama gidemiyorum
- Kimi Kaygılar
- Kapıda, Dersimlileri bekleyen tehlike!
- Somut bir öneri
B) FESTİVAL İZLENİMLERİ VE ÖNERİLER
- Festival Programının İçeriğine Dair
- Festival programına ilişkin öneriler
- 1. Festivalin
Dili
- 2. Festival gündeminde yer alabilecek temalar
- Öteki kimi toplumsal konular
- Sorunları çözebilme yöntemine dair bir öneri
***
A) GEZİ İZLENİMLERİ
Giriş
Bu yıl Temmuz aynının
son 11 gününü, ben ve eşim Gulistan, ikisi Güney
Kürdistan‘nın Duhok kentinden, biri de Kafkasyalı
olan üç arkadaş ile birlikte Kürdistan‘ın kuzeyinde
geçirdik. Bu amaçla İstanbul‘dan havalandıktan
sonraki ilk durağımız Wan oldu. Bir zengin
tarih müzesi olan bu kent ve çevresini gezerken, Doğubayezit‘e
kadar uzanıp Ehmedê Xanî‘nin türbesi ile Halk arasında
“Qesra Behlul Paşayê“ (Behlül Paşa
Sarayı) olarak bilinen “İshak Paşa
Sarayı‘nı gezmeyi de ihmal etmedik. Araba ile
Van‘dan Dersim‘e hareket ederken yolumuz üzerindeki Memrut
dağına çıkıp oradaki krater gölünü
görmek, kuşkusuz gezimizin en hoş yanlarından
biri oldu.
Gezinin bir bölümü ile
ilgili izlenimlerimi anlatırken de öncelikle başıma
gelen talihsiz bir olaydan bahsetmek istiyorum.
İzin dönüşü izlenimlerimi yazmaya başlarken
doğal olarak Dersim‘den önce, gitmiş olduğum
Van ile Doğubayezit‘ten işe başladım.
Ancak sanki bitmesini bekliyormuş gibi, bu yörelerle
ilgili hazırladığım ilk bölüm tamamlanır
tamamlanmaz, bilgisayarda aniden meydana gelen bir sorun
bunları kaybetmeme neden oldu. Çok istememe rağmen,
düzelttirtmeyi beceremedim. İşin uzmanları
dahil hepimiz çaresiz kaldık. Fırsat bulup
bunları yeniden yazabilir miyim, bundan da emin değilim.
O nedenle sizlere, şimdilik gezi notlarımın
Dersim‘le ilgili 2. bölümünü sunabiliyorum.
Şimdi yeniden dönelim
gezi izlenimlerine.
Bu gezide, çok istememe
rağmen Bingöl‘de kalmayı ve gezmeyi beceremedim
ya da beceremedik. Zamanımız buna elverişli
değildi. Ama içinden geçmek bile benim için heyecan
verici oldu. Yanılmıyorsam en son 1978‘de gitmiştim
bu kente. Bingöl, o zamana göre hayli büyümüş, yeşili
ise bayağı artmış. Ormanları
eskisine oranla daha gür ve daha canlı. Kent merkezindeki
ağaç sayısı da yine eskiye göre çok daha
fazla gibi geldi bana.
Dersim‘i ise zaten her
gidişimde daha güzel buluyorum. Tabi güzel buluyorum
derken kast ettiğim doğasıdır. Yoksa
kültürel ve sosyal yönden, özellikle de politik açıdan
Dersim‘in hiç de iç açıcı bir durumda olmadığını
söylememe gerek yok sanıyorum.
Doğa güzelliği
bakımından bu yıl karşılaştığım
en büyük çirkinlik, baraj nedeniyle kenti bölen nehrin
daha şimdiden kirlenmiş bir göle dönüşmesidir.
Bu görünümün, oranın eski halini bilenlerde dayanılmaz
bir sinir bozukluğu yaratması kaçınılmazdır.
Benim üzerimdeki etkisi de böyle oldu.
Dersim Hayranı iki Güney Kürdistanlı
Birlikte olduğumuz
Duhoklu Dr. Fazıl Said ile Dr. Şêro Derweş
(Derviş), öteden beri Dersim‘e hayranlıkları
ile bildiğim iki arkadaşlar. Bu iki dost, Dersim‘in
adı ne zaman geçse, “Çîyek Pîroz e“
(Kutsal yerdir) diyerek onu saygı ile ananlardan.
Aslında, Dersim ile ilgili bu tür sözleri Kürdistan‘ın
pek çok yöresinde duymakta zorlanmıyor insan. Yıllardır,
Kürdistan‘ın farklı parçalarında, Dersim
sözcüğünün Kürt halkı arasında kutsal bir
çağrışım yarattığını
izleyen canlı bir tanığım.
Dr. Derviş ile Dr.Fazıl,
epeydir her fırsatta Dersim‘i görmek istediklerini
söyler dururlardı. İşin ilginci, eşim
Dr. Gulistan da bu güne kadar bu yöreyi görmemiş.
Bu gezi sonucunda onlar bu yöndeki isteklerine kavuştukları,
ben ise kendilerine yardımcı olduğum için
çok sevinçliyiz.
Dersim‘de toplam olarak
5 gün kaldık. Bu beş günün bir gününü Munzur
Gözelerine, bir gününü Harçig’e vadisinden Erzincan‘a,
bir günümüzü ise Nazımiye Kiğı yöresindeki
Peri Vadisi’ne ayırdık. Böylece, arkadaşlarım,
Dersim‘in olağanüstü derecede güzel ve büyüleyici
üç vadisini birden görme şansı elde etmiş
oldular.
“Çimeyê Mizur Bavayî” (Munzur Gözeleri)‘ye doğru
25 Temmuz günü akşam
saatlerinde Mamakiye‘ye (Tunceli il merkezinin bulunduğu
yer) varır varmaz, yaptığım ilk işlerden
biri, bizim gibi Almanya‘dan gelmesi gereken İbo‘yu
aramak oluyor. Her birini gerçek bir kardeş kadar
kendime yakın gördüğüm kardeşlerini arıyorum,
“Geldi ama şu an Elaziz‘de“ diyorlar.
Önemi yok, Elaziz uzak bir yer değil, gelir nasıl
olsa. O akşam telefonlaşıyoruz ve tahmin
ettiğimiz gibi ertesi gün sabahleyin erkenden henüz
bir yaşında olan Hotel Şaroğlu‘nun
kahvaltı salonunda buluyoruz kendisini. İbo
bir kez daha Hızır Servis olduğunu gösteriyor.
Aynı gün Mamekiye‘den
yola çıkıp Munzur Vadisi boyunca Gözelere doğru
ilerlemeye başlıyoruz. Yaklaşık beş
kilometre ötede Hênîyê Ana Fatma“ (Ana Fatma Çeşmesi)
var. Hem de tam yol üstünde. O yolu gidip de o çeşmenin
başında beklemeden, suyunu içmeden geçmek olmaz.
Duruyoruz. Dersim‘in bütün suları gibi bu çeşmenin
suyu da soğuk ve berraktır. Arkadaşlarıma
bu çeşmeye Ana Fatma adının verilmesinin,
Zerdüştilik ve Mitraizm‘e kadar uzanan bir gelenek
olduğu yolundaki kanımı anlatıyorum.
Kesin değil elbet ama çok güçlü bir olasılık.
Bu kanıya varışımın nedenini
ise şöyle açıklıyorum. “Bakın,
Dersimliler için Güneş, tıpkı Zerdüştülük‘te
olduğu gibi en önde gelen kutsal varlıklardan
biridir. Ona bakılarak dua edilir, kurbanlar ona
dönük olarak kesilir vs. Ama aynı Dersimliler, öteki
tanımlamaların yanı sıra onu ‘Muhameddin
Nuru‘ diye de tarif ediyorlar. Neden? Çünkü onlar, geçmişten
günümüze dek, bir yandan kutsal bildikleri güneşi
unutmak istemediler, bir yandan da İslami
baskılar yakalarını bırakmadı.
Sonunda ona İslami bir peçe geçirerek “Muhameddin
Nuru“ demek suretiyle hem Müslümanları sakinleştirebilecek
bir yola kavuştular. Hem de inançlarındaki önemli
bir öğeyi yaşatma olanağı bulmuş
oldular. Ana Fatma bakımından da durumun böyle
olduğunu düşünüyorum. Dersimliler Anahita‘yı
“Anahita“ olarak yaşatamayınca,
onu “Ana Fatma“ ya dönüştürerek yaşatma
yoluna başvurmuş olamazlar mı?
Bu kısa sohbetin
ardından yolumuza devam ediyoruz. Yaklaşık
10 dakika sonra, bu kez Holvorîye köyünün altındaki
kayalıklar çıkıyor karşımıza.
Onları görür görmez de arabayı yolun sağına
park ediyorum ve hem kendim iniyorum hem de arkadaşlarıma
“İnin! İnin size önemli bir şey
göstereceğim,“ diyorum. Dediğimi yapıp
iniyorlar.
Onlara 1938 soykırımı
sırasında, Halvorîye köyü halkından 380
civarında kişinin bu kayaların başında
kurşuna dizilerek aşağıya, yani nehre
atıldıklarını söylüyor ve detaylarına
geçiyorum. Bu olayı ilk kez, 1976 ya da 1977 yılında,
burada görüştüğüm Halvorîyeli Hesenê Sey Kemalî‘den
uzun uzadıya dinlemiştim. Aynı yörede,
nehrin hemen kıyısında bol sulu kaynaklar
var, bundan haberdarım. Bu kaynaklar, aynı zamanda
bir ziyaret, yani halkımızın kutsal olarak
gördüğü mekanlardan biridir. Bu bakımdan devlet,
inşa ettiği ve etmek istediği barajlarla
sadece bütün bu doğal güzellikleri yok etmiş
olmuyor. O, bu yolla, aynı zamanda kutsal mekanlarımız
ile insanlık suçlarını işlediği
yerleri suya gömmüş oluyor.
İçkili lokantaya dönüşen ziyaretlerden biri
Sözünü ettiğim kayalığın
yanı başında sağa dönüyor ve nehir
kenarına inen yola giriyoruz. Bir kaç yüz metre sonra
“Çimê Halvorîye“, Halvoriye Gözeleri’ndeyiz.
Burası da tıpkı Hênîyê Ana Fatma (Ana Fatma
Çeşmesi) gibi kutsal bir yer, yani bir ziyaret. Yöre
halkı, gerekli gördüğünde buraya gelir, kurban
keser, niyaz dağıtır, mum yakar ve dua
eder. Zaten oraya varır varmaz, kaynağın
en gür yerindeki siyah taşlar size mumun yakıldığı
yeri (Çiladêrike’yi) gösteriyor.
Neyse, etrafa şöyle
bir göz atıyoruz ve boş masalardan birine oturuyoruz.
Su dayanılamayacak derecede soğuk. Soğuk
dediğim, sırf çeşme suyu değil, nehrin
kendisi de öyle. Bu nedenle ayaklarımızı
onun içerisinde tutamıyoruz. Kimimiz, yanı başımızdaki
kuru ya da yaş ağaç dallarına, kimimiz
ise masanın ayaklarını birbirine bağlayan
demirlere ya da ağaç kalaslara...
Gözlerimiz, nerdeyse
90 dereceyi bulan bir diklikle suya inen kayalıklara,
ceviz ve meşe başta olmak üzere birbirinden
güzel ağaçlara, yüzünde güneş ışıltılarının
oynaştığı Munzur‘un sularına
ve soğukluğuna aldırmaksızın
içerisinde yüzen gençlerden ayrılamıyor bir
türlü.
Çayımızın
gelmesini beklerken de oraya buraya yayılmış
kimi masalara bira dahil alkollü içkiler verildiği
gözümden kaçmıyor. Doğrusunu isterseniz, bu
görüntünün bendeki etkisi hayli olumsuz. Bir ziyaretin,
insanlarımızın kutsal olarak bildikleri
bir yerin, bir kafa çekme yerine dönüşmesi bana göre
normal bir durum değil. Ayrıca, halk oraya dua
etmeye geldiğinde rahat olmak ister. Bu rahatlık
ta, ilgili ilgisiz pek çok göz üzerine çevrili iken olmaz
her halde.
Elbette benim alkollü
içkilerle ya da onu kullananlarla her hangi bir sorunum
yok. Buna o yüzden karşı çıkmıyorum.
İçki, pek ala bir 50 ya da 100 metre ötede de içilebilir.
Bu iş için restoranın ziyarete biraz uzakta
olmasını sağlamak yeterli.
Üstelik bu işi yapanlar halkımızın
inançlarına saygısızlığı
gelenek haline getirmiş malum çevreler değil,
Dersimlilerin kendileridir. Dersimliler kendi dil, kültür
ve kimliklerine, dini inançlarına sahip çıkma,
onları koruma konusunda çok duyarsızlar. Bir
nevi felç olmuş haldeler.
1976‘dan bu güne Kirmêle
Zaman geliyor ve oradan
da ayrılıyoruz. Bizi Munzur Gözeleri’ne götürecek
yola çıkar çıkmaz yine yolun kenarında
yeni bir karakol binası çıkıyor karşımıza.
Onun tam karşısında, nehrin öteki yakasında
ise bir başkası. Birbirlerini koruyacak şekilde
yapıldıkları anlaşılıyor.
Karakolun önünden geçerken, ağaç dalları arasından
gözüken duvardaki slogan dikkatimi çekiyor. Dikkatle bakınca
“Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır“
sözlerini okuyabiliyorum. İşte 1938‘de 400‘e
yakın insanın kurşunlanarak nehre atıldığı
bir noktada, karakol duvarına yazılı bu
slogan, dünyanın en ırkçı ve en kirli sisteminin
aynasıdır. O günden bu yana T.C. devletinin
Kürt politikasında hiç bir şeyin değişmediğini
bundan daha iyi ortaya koyacak bir gösterge zor bulunur.
Daha ileride sağ
yamaçlardaki yalçın kayalarla yüzleştiniz mi,
Mızur‘un Laç Deresi‘ne en yakın noktasındasınız
demektir. 1938‘in en uzun silahlı direniş noktasıdır
burası. Biraz daha gittiniz mi, yine sağ tarafta
bu kez de İksor vadisi ile yüz yüze gelirsiniz. Yönünüzü
kuzeye çevirirseniz Tujik Bava dağının
doğu yamaçlarının dibinde bulursunuz onu.
Bir kuşak gibi dolanmıştır beline,
yüce Tujik Bava‘nın.
Birbirini izleyen virajları
geride bıraka bıraka ilerlerken bu kez de yine
sürpriz yapmak istercesine aniden Kirmêle çıkıyor
karşımıza. Ancak 1970‘li yılların
ikinci yarısında defalarca gördüğümün tam
tersi bir görünümle. O zamankinin tersine, evleri yıkık.
Sessizlik ve hareketsizlik etkileyici ki bir tek insan
ya da ev hayvanının yaşamadığını
anlamakta hiç zorlanmıyorsunuz. O yıllarda,
bu köyde de 1938 üzerine röportajlar yapmıştım.
Tabi Sey Riza‘nın torunu Ali Rıza‘nın desteği
ile. O destek olmasa, o yörede böyle bir çalışmayı
yapma şansım büyük ihtimalle olmayacak ve bana
anlatılanları da bilemeyecektim. Ali Rıza
hayatta değil şimdi. Çok istemesine rağmen
bu romanı göremeden aramızdan ayrıldı.
Köyün tam girişindeki
ilk evlerden birisinin yıkıntısını
arkadaşlara gösteriyor ve “Bu evin sahibinden
1938 hakkında çok önemli bilgiler edinmiştim,“
diyorum. Gerçekten o olay şimdiki gibi aklımda
duruyor. Kırmele‘den 90 derece sağa sapıp
kuzeye doğru giderseniz, bir süre sonra Tujik Bava‘nın
tam karşısında Sey Rıza‘nın merkezi
köyü Ağdad çıkar önünüze. Duyduğuma göre
yıllardır o bölgeye gitmek olanaksız denilecek
kadar zormuş. “Vatandaşın can ve
malının koruyucuları“ oralara gitmeye
kolay kolay izin vermiyorlarmış. Elimden olmadan,
Ağdat‘a giden yol üzerinde ve bir kaç yüz metre ötedeki
tepeye kurulmuş karakola takılıyor gözüm,
dakikalarca bakıyorum.
Kirmele‘den bir kaç metre
ötede yolun sol tarafındaki düzlüğe yayılmış
arılar da öteki birçok şey gibi gözden kaçırılacak
gibi değil. Arabayı gölgeye park edip onların
yanı başındaki çeşmeye gidiyoruz.
Arıcı geliyor. İçimden “Büyük bir
ihtimalle karadenzlidir“ diyorum. Gerçi adam fizyonomik
olarak tipik bir Karadenizli değil, bu yönden kendisine
pek ala Dersimli de diyebilirsiniz ama ben yine de ona
oralı gözü ile bakıyorum. Çünkü Bingöl ve Dersim‘in
boşaltılmış alanlarına, her yıl
Karadeniz‘den arıcılar geldiğini biliyorum.
Devletin kafasında, bu bölgeleri Kürtlerden boşaltıp
Karadenizlileri yerleştirme düşüncesi olduğunu,
buna ilişkin plan ve programların kasalarda
hazır bekletildiğini bildiğim için de kuşkulanıyorum.
Haksız mıyım?
Adam geliyor, merhabalaşıyoruz.
Bir kaç cümlelik sohbetten sonra, “Buralılara
pek benzemiyorsun, memleket neresi hemşerim,“
diyorum.
“Hanım buralı. Ben karadenzliyim, Ordu‘dan geldim,“ diyor.
Tahminim doğruymuş.
“O dili bilmiyorum, ben Türküm!“
Bal yeme ve alma faslından
sonra “Karadenizli arıcı“ ile vedalaşıp
Pılur (Ovacık) istikametinde yolumuza devam
ediyoruz. Bir süre sonra 1800 nüfuslu olan bu ilçeyi de
geride bırakıyor, gözelere ulaşıyoruz.
Oraya adım atar atmaz ilk işimiz arabaları
park etmek oluyor. Tam da park ettiğimiz noktada
bir manav var. Yaşını 40‘ın üzerinde
tahmin ettiğim bir adam duruyor tezgahın arkasında.
Kendi kuralıma uyarak adamla Kırmancca (Zazaca)
konuşmaya başlıyorum. Çünkü bu yörede halk
bu lehçeyi konuşur. Bana verdiği yanıtlardan,
Kırmanccayı bilme konusunda bir sorunu olmadığı
anlaşılıyor. Ne var ki yanıtları
baştan sona kadar Türkçedir. Bu arada, yanı
başımızda, ayakta bekleyen 9-10 yaşlarında
sempatik bir kız çocuğu dikkatimi çekiyor. Laf
arasında kendisine dönüyor ve “Çitur a cêneka
delale?“ (Nasılsın cici kız) diyorum.
Bunu der demez çocuk kaşlarını çatarak
bana bakıyor, “O dili bilmiyorum, ben Türküm,“
diyor. Kızın tepkisi çok dikkat çekici. Belli
ki mehmetçik öğretmenler iyi çalışmış,
onun beynini yıkama işinde başarılı
olmuşlar. Kız bunu söylerken babası da
gülümseyerek “O Zaza“ diyor. “Peki
Zaza ise neden kendisine ‘Ben Zazayım‘ demesini öğretmiyorsun?“
demek geçiyor içimden ama vazgeçiyorum. Son dönemlerde
ortaya çıkan “Kürt olmasın da, ne olursa
olsun“ görüşündeki Dersimlileri bildiğim
için adamın dedikleri beni şaşırtmıyor.
Sadece “Peki diyorum, o Türk olsun, sen Zaza, Kürtlük
ise bana kalsın“ diyorum ve satın aldıklarımızı
kaptığımız gibi “hoşça
kal“ deyip “Çel Kanî“, ya da “Çewres
Çime“ye doğru ilerliyoruz.
Çewres Çime/Çel Kanî
Mizur (Munzur) Dağı‘nın
eteklerine yayılmış onlarca çeşmenin
bol ve soğuk suları, doğanın sahip
olduğu güzellik, orayı ilk kez gören arkadaşlarımı
şaşkına çeviriyor. Gerçi benim anlattıklarımdan
ötürü kafalarında bir imaj var ama yine de kendi
deyişleri ile bu kadarını düşünememişler.
1970‘li yıllara oranla gözelerden akan su miktarında
azalma olmuş gibi geldi bana. Yine burada da ziyaret
alanının tam ortasındaki restoran, çevreye
rast gele yayılmış oturma yerleri pek de
inanç kültürümüze uygun görüntüler değiller. Bence
ziyaret yeri ve yakın çevresi tümüyle doğal
halde, boş olarak kalmalı, restoran ve piknik
yeri ile aralarında belli bir mesafe olmalıydı.
Çeşmeler arasında geliş gidişi sağlayan
bağlantıların, merdivenlerin beton oluşu
ise doğal yapı ile uyumsuzluğun en belirgin
örneklerinden birini oluşturuyor. Bu tür yerlerde
geçiş yerlerini ağaç köprü ve basamaklarla,
o da olamadı mı, o yörede bol olan taşlarla
sağlamak, doğal görüntüyü bozmamak bakımından
en uygun yöntemdir. Ama Dersim‘in bu en cazip, en etkileyici
noktasında da bu kurala uyulmamış.
Orada bir kaç saat kaldıktan
sonra dönmek üzere eşyalarımızı topluyoruz.
Bu arada Dr. Fazıl, Kürtçe CD almak istediğini
söylüyor. Bu işi Mamekiye‘de yapmasını
öneriyorum ama “Yok, varsa burada almak istiyorum,
dayanışma olur,“ diyor. Gelirken Kürtçe
kaset çalan bir kulübeyi hatırlıyorum. Olsa
olsa orada olur diyerek, ona kadar yürüyorum. Önüne gelince
Kırmancki soruyorum ve gayet güzel bir Kırmancki
ile karşılık alıyorum. Yokmuş!
Ne var ki satış kulübesindeki iki genç sadece
yanıt vermekle kalmıyor, bir kaç adım yaklaşarak
gayet dostane şekilde selam veriyorlar. Bunun üzerine
Dr. Fazıl ile Dr. Derviş‘i tanıtıyorum;
“Duhoklular. Burayı görmeye geldiler, Kürtçe
CD almak istiyorlar.“ Onların Güney Kürdistanlı
olması daha da keyiflendiriyor kendilerini. Bizi
o andan itibaren konuk olarak gördükleri için oturup bir
şey içmemizi söylüyorlar. Zamanımızın
olmadığını belirterek bunu yapmıyoruz
ama aramızda kısa bir sohbet oluyor. Karşımdaki
gençlerden biri “Umarım burayı beğenmişler,“
diyor. “Burayı beğenmemek diye bir şey
olur mu? Mızur vadisinin güzelliğine kim ne
diyebilir? Eğer barajlar yutmazlarsa büyük bir zenginlik,
geleceği parlaktır,“ diyorum.
“Kim onlara baraj yaptırır. Ne olursa olsun yaptırtmayacağız.“
“Umarım başarırsınız.“
Gençlerle vedalaşıp
uzaklaşıyoruz. O an iki genci, Dersim‘in aydınlık
yüzünün simgeleri olarak görüyorum, ki şimdi de bu
görüşümü koruyorum.
Harçîge (Harçik) vadisinden Erzincan‘a
27 Temmuz günü sabah
saatlerinde kahvaltı yerine indiğimizde, yılların
dostu Elbistan‘ı görmek beni de Gulistan‘ı da
çok sevindiriyor. İkimiz de onu adeta aileden bir
büyüğümüz olarak kabul ediyor ve kendisini öyle karşılıyoruz.
Ne var ki uzun süre onunla
kalmamız mümkün değil. O, Mizur (Munzur) gözelerine
giderken biz yönümüzü bu kez Erzincan‘a çeviriyoruz. Bunun
için de önce Pilemurîye (Pülümür)‘ye kadar olan 60 km.
lik Harçiğe vadisini geride bırakmamız
gerekiyor. Harçîge‘ye Mizur‘un ikizi de diyebilirsiniz.
Mamekiye‘ye olan uzaklıkları, haşin ve
temiz doğası, ormanın yeşili ile nehir
mavisinin kucaklaşması ve öteki özellikleri
ile aynı iki vadi. Yola koyulup bir on dakika kadar
gittikten sonra sağ taraftaki Şovayîge köyünü
işaret ediyor ve “Bu köy aslında bana
ait,“ diyorum. Tabi bu espriden bir şey anlayamıyor
arkadaşlarım. Ama ben anlatmaya devam ediyorum.
“12 göbek önceki dedemin adı Alîyê Manqulî
imiş. Yörenin hakimi bir feodal olan Ali‘nin konağı
bu köyde imiş. Yani burası onun merkezi köyü.
Sonra bir hastalık çıkıyor, hem aile bireylerinden
çok kişi ölüyor, hem de hayvanları telef oluyor.
Sonunda ailenin geri kalanları buradan ayrılıp
dağılıyorlar.“ Şovayîge, kemalistlerin
1937-38 Dersim seferine kadar Kurêşan aşireti
reisi Aliyê Gaxî‘ye aitti. O Alîyê Gaxî ki yılarca
dersimilerin hakları için mücadele etmiş, “İdareyê
Kirmancîye“ (Kürt Yönetimi)‘nin kurulması
için büyük çaba harcamış ve bu amaçla da 1916
yılında Dersim‘in doğusunu tümüyle Osmanlılardan
kurtaranların önderliğini yapmıştı.
Ne var ki 1937-38 yıllarındaki kemalist saldırı
sırasında sessiz kalmayı tercih eden aynı
o Alîyê Gaxî, bu hatasının bedelini, 1938‘de
kendisi ile birlikte tüm ailesinin Kertê Mazgêrdî de kurşuna
dizilmesi ile ödemişti. Şovayîge’de şimdi
kim kalıyor, bilmiyorum.
Tıpkı Mizur vadisindeki gibi her noktası
virajlı olan yola devam ediyoruz. Şovayîge‘yi
sonra ünlü Derê Qutîye‘yi, Rabat‘ın kahvehane, okul
ve karakolunun enkazını geride bırakır
bırakmaz, önümüze çıkan köprüden yeniden nehrin
sol yakasına geçiyoruz. Azıcık ilerisi
Zaxge‘dir. Zaxge, Dersim‘in ünlü şahşiyetlerinden
Xidirê Ali öteki adıyla Xidê Alê İsme‘nin köyü
Pulê Tacînû‘nun hemen dibinde nehrin kenarındadır.
1980‘li yıllara kadar “qarmê/qawirmeyê sacî
(Saç kavurması) ile ünlü bir restoran vardı
burada. Malatya, Elaziz ve Dersim‘i Erzincan ile Erzurum‘a
bağlayan o yoldan gelip gidenler burada ara vermeden
geçmezlerdi kolay kolay. Sonraki yıllarda, oranın
devletçe kapatıldığı ve hatta yıkıldığı
anlatılmıştı bana. Bakıyorum
doğru. Şimdi in cin top atıyor orada. Vadiye
dikkatle bakıyorum, 1980‘li yıllara kadar sol
taraftaki yamaca yaslanmış kayadan düşen
suyu göremiyorum. Ben mi göremiyorum, yoksa suya bir şey
mi oldu bilmiyorum; sormam gerekecek.
Yolun Pilemurîye‘den
sonraki bölümü, Awa Sîyaye (Karasu)‘ya kadar tümüyle dağlık
ve tümüyle virajlardan oluşuyor. Bir avuç içi kadar
bile düz alan yok. Önce bitmezmiş gibi gözüken virajları
birer birer geride bırakmak suretiyle Kertê Bêxî’nin
zirvesine, Türkçeleştirilmiş adı
ile Cankurtaran‘a yakın bir noktaya kadar gidiyoruz.
Zirveye varmadan önce uygun bir yerde durmamız gerekiyor,
öyle yapıyoruz. Görünüm, iki gün önce doruklarına
tırmandığımız Tatvan‘daki Nemrud
dağı ile aynı. Birbirine paralel ya da
keşişen dağ silsileleri. Göğün karnına
saplanmış gibi duran doruklar ve alabildiğine
geniş otlaklar. Bazı yerlerde otlar insanın
beline kadar yükselecek boya erişmişler.
Bulunduğumuz yörenin
Dersim tarihinde büyük öneme sahip olduğunu biliyorum.
Örneğin, 1915‘lerde Erzurum‘dan Erzincan‘a yürüyen
Rus ordularının geçiş yolu, bulunduğumuz
yerin öte tarafındaki Karasu vadisiydi. Dersimliler
bu yörede Ruslara karşı direndiler. Alîyê Gaxî‘nin
yönetimindeki Dersim delegasyonu anlaşma görüşmelerini
burada yapıp sonuca ulaştı. Dersimliler
1916‘da Osmanlı ordusunun 36. Tümenini buraya yakın
mesafedeki bir yerde esir etmiş ve silahlarına
el koymuşlardı. 1917‘de bölgedeki Osmanlı
ordusunun başında bulunan General Kazım
Karabekir‘in, Ruslara karşı savaş için
yardım istediği, ancak Arêzan aşireti lideri
Hesen Ağa‘dan “Biz Türk kanununu bilmeyiz,
biz Kürt kanununu tanırız,“ sözleri ile
ret yanıtını aldığı yer
de burasıydı.
1930 yılında
ise bu kez “Kürtçe konuşuyorlar“, “Kürtlük
fikri taşıyorlar“ ya da “Kürt
ırkına mensuplar,“ gerekçesi ile yapılan
büyük askeri operasyonun gerçekleştiği alan,
bu yöreden başkası değildi.
Alîyê Gaxi, şimdiki
CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu
ile ayni partiden milletvekili olan Hüseyin Aygün‘ün aşiretinin
lideriydi. Arêzanlı Hesen Ağa ise CHP‘nin öteki
milletvekili Kamer Gencinkinin. Nerden nereye?
Durduğumuz yerin
50 m. kadar ilerisinde bir ev var. Bahçesindeki ağaçların
durumundan, orada yaşayan birileri olduğunu
anlıyoruz. Yanı başında ise keyifle
otlamakta olan eşek var. İşin ilginci,
bizi görür görmez başlıyor zırlamaya hayvancağız.
İçimden “Bu dağın başında
her halde köpek görevini de üstlenmiş hayvancağız,“
diyorum.
Doğup büyüdüğüm
yörenin dağlarının da buradan gözükmesi
gerektiğini düşünerek dikkatle bakıyorum
hava o derece net değil, bir süre görüntü bulanıklaşıyor
ve bu yüzden de onları seçmeyi başaramıyorum.
Kertê Bexî (Cankurtaran)
oldukça yüksek bir geçit yeri. Eskiden sadece karayollarına
ait kurtarma ekiplerinin barınağı vardı
burada. Kış aylarında o yolu trafiğe
açık tutmak, ayrıca yollarda kalanlara yardımcı
olmak bakımından gerekliydi bu. Elbet şimdi
de bu gereklilik devam ediyor. Şimdi ise ona ek olarak
oldukça büyük bir karakol ya da başka türden bir
askeri birlik yerleşmiş. Dikenli teller, siperler,
nöbetçi kuleleri, silah namluları ile gerçek bir
cehennem parçası duruyor sol yanımızda.
Tabi hiç beklemiyor ve
baş aşağı inerek Ava Siyaye (Kara
Su) üzerinde bulunan Mutu köprüsüne ulaşıyoruz.
Burası, aynı zamanda Tunceli-Erzincan il sınırı
ve Erzincan-Erzurum-Tunceli yol ayırımıdır.
Awa Siyaye (Kara Su) nehrine ulaşılan noktada,
yani Mutu‘da bir çay içmek üzere yol kenarındaki
kahvehaneye oturuyoruz. Kahvehanenin bitişiğinde
ise yine karakol var.
Sıcak olduğu için bahçeye oturuyoruz. Ancak
oturur oturmaz bir asker geliyor ve yanı başımızda
dikilip beklemeye başlıyor. Aramızda en
fazla bir metre mesafe var. Bir an için şaşırıyoruz,
askerin burnumuzun dibinde işi ne? Ne var ki gitmesini
bekleyişimiz boşuna. Asker adeta bir beton parçası,
ne kıpırdıyor, ne bir şey söylüyor.
Öyle durmuş bakıyor. Sonunda dayanamadım
ve “Buyur asker ağa bir şey mi söyleyeceksin?“
diye sordum. “Yok bir şey“ demekle
yetindi ama uzaklaşmadı da. Baktım uzaklaşmaya
niyeti yok, tepemizde duracağına yanımıza
otursun daha iyi“ diye düşündüm ve “Otur
hele, otur da bir çay iç,“ dedim. Hiç itirazsız
oturdu. Ama sessizliği hala devam ediyor. O anda
durumu Türkçe bilmeyen arkadaşlara açıklamak
zorunda kalıyorum. Dr. Fazil bunun üzerine İngilizce
olarak nereli olduğunu soruyor, (Where are you from?)
Asker İngilizce bilmediği için karşısındakinin
ne demek istediğini anlayamadı. Bunun üzerine
tercüme etmek bana kaldı; “Bu arkadaş
Türkçe bilmiyor, onun için de soruyu İngilzce sordu.
Nereli olduğunu soruyor,“ dedim.
“Kırşehirliyim“.
Tabi sadece askerin Kırşehirli
olduğunu aktarmam yetmiyor, bir de Kırşehir‘in
nerede olduğunu anlatmam gerekiyor Güney Kürdistanlı
arkadaşıma. Bu yanıtı alınca
Dr. Fazil bu kez de; “Buralara gelmek zor değil
mi? Ailesi çocukları yok mu? Bu dağlarda askerlik
yapmak kolay olmasa gerek,“ dedi. Bunu aktardım
ama asker yanıt vermedi. Sadece hafifçe gülümseyiverdi.
İşin ilginç tarafı ben de askerin astsubay
olduğunu o anda fark edebiliyorum. Gömlek yakasındaki
apoletler hem koyu renk hem de gizlenmiş gibi duruyor.
Verdiği bilgiye göre yeni mezunmuş, buraya geleli
henüz bir kaç ay olmuş.
Çayımızı
içip kalkıyoruz. Biz arabamıza binip Erzincan‘a
yönelirken, astsubay da 10 metre kadar ötede beklemekte
olan zırhlı araca biniyor ve yamacı tırmanmaya
başlıyorlar. Arazi taramasına çıkıyor
olmalı. “Teröristlere karşı mücadele!“
Öyle zannediyor kendisi.
Dünyanın bu en aptalca
işini yapan bu askerin yaptığı şey
bir istisna değil kuşkusuz. Her insana ait şeyi
duymak, bilmek, anlamak gibi bir hastalığı
var asker ve polisin. Bu bütün diktatörlük rejimlerinde
rastlanan ortak bir tutuma işaret ediyor. Böyle oluyor,
çünkü zulümkarlık ile korku birbirlerine yapışık
iki kardeşler. Birini ötekinden ayırt edemezsiniz.
Korku zulümkarlığı, zulümkarlık ise
korkuyu besler. Kendi gölgesinden korkacak derecede paranoyak
olmak, çok, mutlaka çok zor bir şey. Düşünün
ki günün her dakikasında, her saniyesinde kendinizi
güven içerisinde hissetmiyorsunuz. Yüreğiniz sürekli
korku ile çarpıyor. Gözleriniz, kulaklarınız
korktuklarınızı aramaktan başka bir
şey yapamaz hale geliyor. Bir kuş cıvıltısı,
bir yaprak hışırtısı, bir su
şırıltısı yüreğinizin ağzınıza
gelmesine, ölümün soğuk pençesini ensenizde hissetmenize
yeter de artar da. Kuşku, tüm benliğinizi, yaşamınızı
esir almış, garip uğultular duymaktan bir
türlü kurtulamıyorsunuz. Böyle olmasa, Türk ordusunun
yaptığı gibi, insan dağa-taşa
kendisini öven, mertliğini ve korkusuzluğunu
dile getiren sloganlar yazar mı? Mert insan niye
“Bakın ben mertim!“ deme ihtiyacı
hissetsin ki? Kendine güveni olan bir kişi ya da
toplum bu tür küçüklüklere tenezül mi eder?
Yol genel olarak kötü
sayılmaz ama Mutu ile Erzincan arasındaki otoban
1. sınıf kaliteye sahip. Halinden yeni tamamlandığı
anlaşılıyor. O yolu kısa sürede bitirip
Erzincan‘a ulaşıyoruz. Erzincan eskiye göre
hayli değişmiş doğal olarak. Caddeler
canlı ve temiz gözüküyor. Ne var ki kenti gezmeye
ayıracak fazla zamanımız yok. Bizim programımızda
“Şelale“ye gidip, Dersim‘e geri dönmek
var.
Girlevik
Şelalesindeyiz
Şu an Vate dergisinin Almanya temsilcisi olan Daimi‘nin
köyünün o yörede olduğunu biliyorum. Almanya‘da iken
konuştuğumuzda “Kardeşlerim şu
sıralar köydeler. Bize uğrarsanız sevinirler,“
demişti. Bu yüzden de daha Erzincan‘a girmeden yolda
arıyoruz kendilerini, telefona Hakan çıkıyor.
Ondan aldığımız yol tarifine göre,
kent merkezinde sola sapıyor ve Şelale yoluna
düşüyoruz. Onların köyü de yol üstündeymiş.
Bir süre sonra da yüz yüze geliyoruz. Köy Erzincan ovasında,
bol meyveli bir yer.
Bahçede kısa bir
süre oturduktan sonra öteki kardeş Mustafa da geliyor.
Mustafa ile Hakan Berlin‘de oturuyorlar. Yaz sezonunda
izin nedeni ile gelmişler buraya. Anne ve ailenin
öteki bireyleri de dahil bir süre sohbet ettikten sonra
geldiğimiz yolu izleyerek Şelale’ye doğru
yola devam ediyoruz.
Şelale, önünüzde
aşılmaz bir duvar gibi gökyüzüne tırmanan
dağların eteklerinde, Gırlevık ya
da Cancıge denilen köyün sınırları
içerisinde. Bu dağlar, Mizur (Munzur) sıradağlarının
Erzincan‘a yönelik batı yakasını oluştururlar.
Öteki yüzü, daha doğrusu doğuya bakan tarafı
Dersim‘in Pilur (Ovacık) yöresidir. Gerçi bu yöre
aslında Dersim adıyla bilinen bölgeye girer
ama il olarak Erzincan‘dır. Daha önceki bilgilerim,
Gırlevık‘ın Kırmancca (Zazaca) konuşan
bir Kürt köyü olduğunu hatırlatıyor bana.
Sonunda ulaşıyoruz
Şelale‘ye. Açık söyliyeyim; bu derece harika
bir doğa parçası ile karşılaşabileceğimizi
düşünmemiştim. Gerçekten de “büyüleyici“
diye tanımlanan yerlerden biri. Şırıl
şırıl dimdik kayaların değişik
yerlerinden inen beyaz sular, daha uzakta iken başlıyorlar
yüzünüzü serinletmeye. Su oldukça temiz ve soğuk.
Şelale‘nin önündeki
kocaman alan insan kaynıyor; çok kalabalık.
Konuşmalar ile araç plakalarından Ege ve Marmara
bölgeleri ile bizim gibi Avrupa‘dan gelenlerin sayısının
hayli yüksek olduğunu görmek zor değil. Koca
restoranda oturacak bir yer bulmak pek de kolay olmamalı.
Neyse ki biz zorluk çekmeden başarılı oluyoruz
bunda. Şef garson gayet güzel bir Kırmancca
(Zazaca) ile konuşuyor benimle.
Yemeklerin masaya gelmesi
hayli uzuyor ama kalabalığı göz önüne getirdiğinizde,
rahatça “çabuk geldi“ de diyebilirsiniz.
Yemeğimizi yiyor ve yeniden yola düşüyoruz.
Yeniden ver elini Mamekiye!
Pilvank Ziyareti, yani Şix Delilê Berxecan ile Piri Şevdin‘in
huzurundayız
Bu arada, Dersim il Merkezine
(Mamekiye) yakın mesafedeki Pilvank ziyaretine gitmeyi
de ihmal etmedik. Pilvank, yeşile gömülü Munzur Vadisi’nin
doğu yakasına yerleşik mükemmel manzaraya
sahip köylerden biridir.
Pilvank, bir Kurmanc
aşiretidir ancak Kırmanccanın hakim olduğu
bir bölgede olduğu için bu lehçe giderek öne geçmiş.
Ancak böyle de olsa yaşı 40‘ın üzerinde
olanlar Kurmanciyi rahatça konuşabiliyorlar.
Köye varır varmaz önce selam verip grubu tanıtıyorum.
Tabi konuşmalarımız tümüyle Kürtçe oluyor.
“Şu Dr. Gulistan, şu Dr. Derweş, şu Dr. Fazıl, şu
da Aza‘dır. Derweş ile Fazıl Türkçe bilmiyorlar.
Kendi dilinizle konuşabilirsiniz“.
O an içlerinden bir kaç
tanesi beni hatırlıyor. “Geçen sene Rıza
(Piro) ile gelmiştin diyorlar, değil mi?“
diyorlar; onaylıyorum.
Bu arada, kadınlardan
biri “Peki bunlar doktorsa Türkçe niye bilmiyorlar?
Türkçe bilmeden nasıl doktor olmuşlar?“
diye soruyor; gülüşüyoruz. Yanıtı Gülistan
veriyor ve Fazıl ile Derviş‘in Türkçeyi neden
bilmediklerini anlatmaya çalışıyor. Ne
var ki kadın soruyu tekrarlamaktan geri kalmıyor,
“Hem doktor hem Türkçe bilmiyor, olur mu
hiç?“
Gulistan ile onu baş
başa bırakıp, az ötedeki merdiveni getiriyor
ve duta tırmanıyorum. Bu arada 2002 yılında
yine Gulistan ile birlikte ziyaret ettiğimiz Yezidilerin
merkezi Laleş‘in dutlarını anlatıyorum
Derviş‘e.
Aynı anda kadınlardan
biri çay hazırlamakla görevlendiriliyor. İçeri
girip Six Delilê Berxecan ile Piri Sêvdin‘a ait mekanları
göreceğiz ama ziyaretin hizmetini gören kadın
yok. Birazdan geleceğini söylüyorlar. Bir yandan
onu bir yandan da çayı beklerken de köylülerden bir
tanesi bize Six Dêlilê Berxecan‘ın kerametini, o
köye nasıl geldiğini anlatmaya başlıyor.
Söyledikleri özetle şöyle:
“Six
Delilê Berxecan çok uzaklarda yaşıyormuş.
Bir gün eline bir kosevi (bir ucu yanmakta olan odun)
alıp fırlatıyor ’’Kosevi nereye düşerse
benim yerim orası, oraya giderim“ diyor. Kosevi
gelip bu köye düşüyor. Arkasından kendisi de
geliyor. Bu köyde o zaman keşiş (ermeni papaz)
varmış. Köy onunmuş. Tabi Keşiş,
Six Delilê Berxecan‘ın burada kalmasını
istememiş. Bunun üzerine Six Delil diyor ki “Bu
gece yatalım, yarın sabahleyin kim burada değil
de başka yerde gözlerini açarsa, o köyü terk etsin,“
diyor. Keşiş kabul ediyor. Keşiş ertesi
gün sabahleyin uykudan uyandığında bakıyor
ki Vank köyündedir. Ancak yine de kabul etmiyor, Delilê Berxecan‘dan
köyünü terk etmesini istiyor. Bunun üzerine Six yeni bir
keramet denemesinde bulunuyor. Bir kuzu kesmelerini istiyor.
Kuzuyu kesiyor, etini yiyorlar ve Delilê Berxecan kemiklere
dokunup onu yeniden canlandırıyor. Bu kerametin
ardından keşiş oradan ayrılıp
Vank‘a gitmeyi kabul, ediyor.“
Ondan bu sözleri duyunca aklıma Kakayiliğin
kurucusu Sultan Sahak ile ilgili olarak anlatılan
efsanelerden biri geldi. O da nehirden çıkartılıp
yenilen balığın kılçığına
dokunarak onu yeniden canlandırıyor.
Derken çaylar geliyor,
tam biz içmeye başlarken de ziyaret hizmeti gören
kadının (Ana) geldiğini söylüyorlar. Bakıyoruz,
kadın geliyor ama bizim yanımıza uğramadan
ziyarete yöneliyor. Kapı önünde beklemekte olan başka
bir grup var, onlara kapıyı açıyor ve içeri
giriyorlar. Çay yüzünden sıramızı kaybediyoruz.
Bir süre sonra sıra bize geliyor ve içeriye giriyoruz.
Ziyaretimizi geleneğe uygun şekilde gerçekleştirdikten
sonra da dışarı çıkıyoruz. Tam
çıkış kapısında ziyaret hizmeti
gören kadın birden “Wiy, sima ameyi, ez qedayê
şıma biceri“ (Way, siz mi geldiniz kurban
olduklarım“ diye ileriye atılıyor
ve oradaki iki gence sarılıyor. Arkasından
da bize dönüp ve “Nê lazê min ê“ (Bunlar
benim oğullarım) diye tanıtıyor gençleri.
Uzaktan uzağa selamlaşıyoruz. Kadın
başlıyor oğulları ile konuşmaya.
Dikkatimi çeken Ana Kürtçe konuşurken, onlar Türkçede
ısrar ediyorlar. Sanki Kürtçe konuşmamaya yeminliler.
Dersimlilerin bu başkalarına benzeme
özentisi bir kez daha sinirlerimi geriyor ama sesimi çıkarmıyorum.
Ne diyebilirim ki?
Oradan ayrılırken,
arkadaşlarımı mest eden, sadece köyün güzelliği
ve halkının samimi davranışları
değildi; özellikle de bir Yezidi Kürt olan Dr. Derviş,
bizim ziyaret geleneğimiz ile kendilerininkiler arasındaki
büyük benzerliği görünce şaşırmaktan
alamadı kendini.
Doğa güzel ama!
Dikkat edilirse izlenimlerimde
doğanın güzelliğine sık sık vurgu
yapıyorum. Bu, bir gerçeğin sıradan cümlelerle
dile getirilmesinden öte bir şey değil. Dersim
ve çevresi bu hatırlatmayı fazlasıyla hak
ediyorlar. Ancak, doğanın olağanüstü güzelliğine
karşın güzel olmayan şeyler de az sayılmaz.
Bunların başında ise kuşkusuz halka
adeta nefes aldırtmayan devlet varlığı
geliyor. Sinir bozucu, yorucu bir varlık! Örneğin,
nereye giderseniz gidin, bütün stratejik tepeleri işgal
etmiş olan askeri karakollar çıkıyor karşınıza.
Mamekiye (Tunceli) sokaklarında gezerken, başınızı
kaldırıp etrafınızdaki tepelere şöyle
bir göz attınız mı, en az beş askeri
nokta ile karşı karşıya geliyorsunuz.
Sivil olanlar bir yana, bellerindeki silahları sallaya
sallaya halkın arasında dolaşan özel timler,
sokak ve caddelerde hızla gidip gelen zırhlı
araçlar, gökte sürekli dolaşan askeri helikopterler,
say sayabildiğin kadar! Devlete göre bütün bunlar
“Vatandaşın huzur ve güvenini temin içindir“.
Peki “Huzur ve güveni temin ediliyor denilen yurttaşlar“
ne düşünüyorlar? Onlar bu durumdan memnunlar mı?
Bu önemli değil. Önemli olan askeri ve sivil bürokrasinin
ne düşündüğüdür. Neyin iyi neyin kötü olduğuna,
halkın yerine düşünüp karar verme hakkı
onlara aittir. Oldum olası kendilerini öyle görüyorlar.
Doğduğum Köyün yolunda
Riskli olduğunu
bilmeme rağmen 30 Temmuz günü Peri Vadisine kadar
uzanmak istiyorum. Doğup büyüdüğüm köy o vadidedir.
Otuz yıldan fazladır göremediğim yöreyi
müthiş özlemişimdir. İki arkadaşımız
gelmek istemediği için o günkü yolculuğa üç
kişi olarak başlıyoruz. Gulistan, Dr. Fazil
ve ben. Bir araba kiralıyor ve ver elini Harçige
(Harçik) vadisi deyip yola koyuluyoruz. Yaklaşık
yarım saat kadar da sonra Nazımiye yoluna sapıyoruz.
13 km. lik yokuşu bitirmeye yakın yerde “Koyê
Duzgi Bavayi“ (Duzgi Bava Dağı) koca
bir duvar gibi ortaya çıkıyor. Sağ ileride
yani güneyimizde kalıyor. Uygun bir yere gelince
Fazıl‘a arabayı durdurmasını söylüyorum
ve durur durmaz hep birlikte iniyoruz. Gulistan‘a, “Bak
bahsini ettiğimiz, üzerine beyitler söylenen ünlü
Duzgi Bava burası. Bura Dersim‘in en ünlü ziyareti
olarak bilinir,“ diyorum. Yine Fazıl‘ı
da aynı anda ünlü ziyaretin Dersim halkının
kültüründe ve özellikle de dini inancındaki yeri
hakkında bilgilendiriyorum. Bu arada, çocukluğumda
ailece oraya defalarca gidip gecelediğimizi eklemeyi
de ihmal etmiyorum.
Oradan, yeterince çevreyi
izledikten sonra yeniden arabaya biniyor ve sırtı
aşıyoruz, ayağımızın altında
Nazımiye. Ortaokulu okuduğum ilçe. İlginçtir,
neredeyse hiç değişmemiş. Göze batan tek
önemli değişiklik, asker sayısının
çokluğu ve benim ortaokulu okuduğum yıllarda
olmayan zırhlı araçlar!..
Ne var ki çok istememe
rağmen zaman darlığı nedeniyle orada
durmuyoruz. İlçeyi geride bırakır bırakmaz
karşınıza dikilen Hamık dağı,
onun bize dönük yamacında her zamanki gibi yemyeşil
Xosım köyü. Etrafımızdaki tek tük evler
arasından ilerleyip Dereyê Layi (Lay Deresi) vadisini
geride bıraktıktan sonra Yêresk/Êresk köyüne
giriyoruz. Burası nahiye, eskiden beri karakolu var.
Yêresk de yöredeki öteki köyler gibi yemyeşil bir
örtüye bürünmüş. Meyve ağaçlarından geçilmiyor.
Doksanlı yıllarda tamamen boşaltılmış
köyde bir kısmı yıkılmış
olsa da evlerin çoğu hala ayakta. Hatta yeni yapılan
modern evler de var. Ama ne bir insan göze çarpıyor,
ne de bir hayvan. Güzelim köye de tam bir mezarlık
sessizliği hakim.
Karakolu ise eski yerinden kaldırıp köyün yaslandığı
yamacın en yüksek noktasına kurmuşlar.
Yol, onun duvarlarını yalayarak geçiyor. Bu
köyün doğu tarafında, tam da evlerin bittíği
noktada, doğu tarafta derin bir vadi var. Gerçek
bir uçurum burası! Adı “Dereyê (Derê)
Çiri“dir buranın. 1938‘de bu köyün halkından
nerdeyse tamamını kadın ve çocukların
oluşturduğu 150 kişilik grubu burada kurşuna
dizmişler.
Yol arkadaşlarım
Dr. Gulistan ile Dr. Fazıl‘a bu katliamı anlatırken,
karakoldan hemen sonra başlayan “Deste“
düzlüğünü kaşla göz arasında aşıyoruz.
Buranın dikenli otları ile tavşanları
ünlüdür. Bir de kışın bol soğuğu
ve karı!
Deste‘den sonra önümüze
çıkan köyün adı Xariga Serêne‘dir. Resmiyetteki
adı ise Yukarı Doluca. Burası, o yörede
halkın terk etmediği ender köylerden biridir.
Nihayet Seter!
Ondan sonrası artık Seter‘dir. Seter kendi
köyüm sayılır. Hem benim köyüm ile sınırdaş,
hem buranın halkı içerisinde çok akrabam var
ve hem de ilkokulu burada okumuştum. Önümüze çıkan
sırtın adı “Vileyê (Vilê) Sovini‘dir.
Vileyê Sovini aynı zamanda bir ziyaret yeridir, çocukluk
ve gençlik döneminde, kesilmesi günah olan buradaki yaşlı
kutsal ağaçların gölgesinde çok oturmuşumdur.
Seter ile kendi köyümü
ayıran Koyê Kuri (Kur Dağı) tam karşımızda
duruyor. Elimi uzatsam dokunacakmışım gibi
geliyor bana. Yamaçlarını örten orman eskisine
oranla daha gür ve canlı gözüküyor. Köyün boşalması
ile keçilerin tahribatından ve kesimden kurtulmanın
sevincini yaşıyor olmalı. Gerçi 1984‘ten
bu yana defalarca bombalanmış, ateşe verilmiş
ama her keresinde inadına daha gür çıkmış.
Ağaçlardan ceviz ile birlikte meşe, hayvanlardan
da keklik Kürdistan‘ın sembolleridir. Halkı
gibi meşesi de direngendir ülkemin.
“Vileyê (Vilê) Sovıni“ bulunduğu yer Seter‘in yolumuzun
üzerindeki ilk mezrası Dale‘nin de sınırları
içerisindedir. Burası, aynı zamanda “Tunceli“
il sınırının bittiği ve Bingöl‘ünkinin
başladığı yerdir.
Yol çevresindeki köylerin
halkından Berlin‘de yaşayıp da Gulistan‘ın
da tanıdığı bir hayli aile var. O
ana kadar hep onlardan bahsetmiştim. “Bak
bu falancanın köyü, şu gördüğün ev filancaya
ait“ diye diye oraya kadar gelmiştik. Ama
orada artık sıra kendimde ve akrabalarımdadır.
Dayılarım, amcalarım, kirvelerim ve arkadaşlarım.
Kimi ölmüş, kimi köyünü terk etmek zorunda kalmış
ama kökleri, anıları orada duruyor. Hem de çok
canlı olarak. O nedenle ha bire onlara ait yerleri
tarif ediyor, gerekli bilgileri veriyorum. Derken, elimle
Kur dağının zirvesini işaret ederek
“Bak köyüm Qurze hemen onun arkasındadır,“
derken farkında olmadan çocukluk günlerime geri dönmüş,
onları yaşıyor gibiyim.
Az ileride, zaten bozuk
olan yol birden daha çok bozuluyor. Yolu genişletme
ve kumlama çalışması var, tesadüf greyder
o gün gelmiş kazıyor. Bir süre tereddüt ettikten
sonra yeniden ilerliyoruz. Dereyê Seteri ve Komêdaran‘ı
aştıktan sonra Seter‘in bir diğer mezrası
olan Yançırtan‘a ulaşıyoruz. Orada ilk
olarak yolun kenarında oturmakta olan bir adama rastlıyoruz.
Selam verip bir şey soruyorum ama anlamakta güçlük
çekiyor. O yörede Kurmancca konuşanlar da olduğu
için, sorumu bu lehçe ile, yani Kurmancca ile soruyorum
yanıt veriyor. İkinci sorum ise “Pismam
tu ji ku yi?“ (Nerelisin) oluyor.
“Ez xelkê van dera ninim, xelkê Bingolê me“ (Bu yöreden değilim,
Bingöllüyüm).
Ji kijan aliyê Bingolê
(Bingöl‘ün ne tarafından)?
“Ji merkezê me.“
Bunun üzerine Kırmanccanın
Bingöl ağzı ile “Ti Çewligij i, senên
i, keyf baş o?“ diyorum.
Kendi yöresinin ağzı
ile sorduğumu görünce hafif gülümsüyor, “Wille
ez baş a, Allah razi bo?“ (İyiyim, Allah
razı olsun).
“Ma ti tiya se keni, çi karê to esto“ (Peki burada ne arıyorsun,
ne işin var?).
“Ma tiya kêye virazeni“ (Burada ev yapıyoruz).
“Keye virazeni, kami rê?“ (Ev mi yapıyorsunuz, kime?). “Kazimi
rê“ (Kazım a).
Hatır isteyip ilerliyoruz.
Bir kaç yüz metre ötede uzaktan amcalarım olan “Çê
Gulavi“ (Gulavigiller)in en son gördüğüm evleri
enkaz halindeler. On yıllardır uğramadığınız
bildik yerlere yeniden döndüğünüzde yıkılmış
ya da bozulmuş her şey size hüzün verir. Çünkü
o durum, size bir şeyleri kaybettiğinizi, yitirdiğinizi
hatırlatıyor. Oysa siz fılen o hayatın
içerisinde olmasanız bile, o sizinle birlikte olmaya
devam ediyor, hep içinizdedir. Neyse ki amca çocukları
eskilerin yerine yeni evler yapmışlar da üzüntüm
azalıyor. Yavaş yavaş yeni bir hoşnutluk
dalgası kabarıyor yüreğimde.
Sonunda çoktandır
hayatta olmayan amca gile varıyoruz.
Varış ama ne varış! Bir köy evine
gidiyorsunuz, sizi engellemeye çalışan bir köpek
yok. Sağa sola göz gezdiriyorsunuz; ne bir eşek,
ne bir inek, ne bir koyun ne bir keçi, hatta ne de bir
tavuk görebiliyorsunuz. Göremiyorsunuz, çünkü her kes
gibi onlar da ailece dağılmışlar,
her biri bir tarafa gitmiş. Çoğunluk ise İstanbul‘da.
Yazın bir kaç aylığına köye geliyor,
sonra geri dönüyorlar. Ancak böyle de olsa yazın
koca köyde yaşayanların sayısı yüzü
bulamıyor. Kışın ise bu sayı
çok düşüyor. Tabi bunlar da yaşı ilerlemiş
olanlardır.
Neyse ki Cemile evde.
Güler yüzle karşılıyor bizi. Bakışlarından
beni tanımakta güçlük çektiğinin farkına
varıyorum. Beklemeden tanıtıyorum kendimi.
“Mi ki va belkiya ti Silêman a“ (Ben de seni Süleyman sandım) diyor
biraz mahçup bir halde. Süleyman dediği kardeşim.
Benden yaşça oldukça
hayli küçük olan Süleyman‘a benzetilmek, karşı
çıkacağım bir şey değil elbet.
Ya peki bizim Sülo duysa bunu! O da “Ben bu kadar
yaşlı mı gösteriyorum“ diye epeyce
bozulur her halde.
Hava, o yörede kolay
kolay rastlanmayacak derecede sıcak. Neyse ki cevizin
gölgesi ile hafif de olsa ara sıra tepemizdeki dalları
hışırdatan rüzgar yardımlarını
esirgemiyorlar. Cemile‘ye “Haydar nerede?“
diye eşini soruyorum; “İstanbul‘a gitti“
diyor.
Biraz sonra bizim geldiğimizi
haber alan bir kaç komşu yanımıza geliyor.
Gelenler, çocukluk arkadaşlarım. Tabi onlar
da ben de çok sevinçliyiz.
Doğduğum köy sadece birkaç kilometre ötede ama gidemiyorum
Saatler geçiyor, gözüm
hep köyün yaslanmış olduğu dağın
yamaçlarında. Kalkıp yola koyulsam en fazla
yarım saat sonra kendi köyüme hakim tepelerde olurum
ama buna imkan yok. Oranın fıli yasak bölgelerden
olduğunu biliyorum. Ancak yine de sormaktan alamıyorum
kendimi.
“Yok,
o tarafa doğru adım atmak mümkün değil.
Asker bırakmaz. Hem bıraksa bile tehlikelidir.
Kurşun‘un nerden geldiği belli olmuyor.“
“Şimdi
durum nasıl, çatışma falan var mı?“
Son yıllarda “dağdakileri“
görmediklerini söylüyorlar. Halk arasında gerillalar
için genellikle kullanılan terimler “Nêyê
Koyi“ (dağdakiler) ya da “Domanê Koyi“
(dağ çocukları) dır.
Buaraları iyi bilirim,
avucumun içi gibi!.. Doğu tarafta, yanı başımızdaki
sırtı aşıp da önce “Areyê
Pagasûre“ de vadiyi, sonra da devletin taş
taş üstünde bırakmamacasına harabeleştirdiği
Pagasûre‘nin kendisini arkada bırakır bırakmaz,
sola dönüp yüzümü ünlü kutsal mekanlarımızdan
“Koyê Sulvisi‘(Sulvıs Dağı)‘ye doğru
çevirsem, kısa sürede Deşte düzlüğünde
bulurum kendimi. Orada, uzaktan da olsa köyümü görebilir,
fotoğraf çekebilirim.
Hem bu arada eskiden
Kiğı‘nın nahiyesi, şimdi ise kaza
olan Xorxol (Türkçesi: Horhol)‘a da uğrayabilirim.
Amaç yöreyi görmek değil mi? Bu düşüncemi yanımdakilere
açar açmaz, şiddetli itirazlarla karşılıyorum:
“Burada
oturmuyorsunuz, yanınızda tanıdık
birileri de yok, karakoldan izin alıp geçmeniz mümkün
değil,“ diyorlar.
Bilmiyormuş gibi
“Geçiş izne mi tabi?“ diyorum.
“Hem
de nasıl?“
“Yine de denesek!“
“Burada yaşayan bizler, bir mezradan ötekine gidip gelirken çoğu kez
haber verip izin almak zorunda kalıyoruz, siz nasıl
yapacaksınız bu işi?“
“O niye peki?“
“Karakolun söylediği şu: ‘Asker arazide pusudadır. Haber vermeden
giderseniz, sizi terörist zannedip vurabilir. Böyle bir
şey olursa mesulü biz değiliz.“
“Yani gündüz gözü ile silahsız olarak dolaşan bir kişiyi asker
“terörist“ sanıp vurabilir öyle mi?“
“Söylenen o.“
“Peki ne yapacağız?“
“Buradan geri döneceksiniz?“
Bunları konuşurken de gözümüz köyün doğu
tarafında sırta kurulu karakoldan ayrılmıyor.
Aramızdaki mesafe 1 km. den de az. Karakol, biri
yolun sol tarafında, ötekisi ise sağındaki
iki yapıdan oluşuyor. Meğer sol taraftaki
eski karakol, sağ tarafta olanı ise yeni yapılanı.
Aslında bina olarak pek bir şey göremiyorsunuz.
Görünen, sadece kule ya da onun gibi bir kaç görüntü.
Yapı esas olarak mezara gömülmüş gibi. Çukurda
duruyor.
Orayı aşıp
da doğuya doğru gidememekten üzüntü
duymadığımı söylesem yalan olur. Yukarıda
da söyledim; bunu başarabilseydim, uzaktan da olsa
köyümü görme olanağına kavuşmuş olacaktım.
Şimdi biliyorum ki artık bundan yoksunum.
Köye gelmişken annemle
aynı köyde ve aynı dakikalarda dünyaya geldiğini
bildiğim Xecê Hanıma uğramadan gitmek olmaz.
Hep birlikte kalkıp onun evine doğru gidiyoruz.
Kapının önündeki sandalyelere oturup hoşbeş
ederken, yanımıza geliyor 91 yaşındaki
annemiz. Hep birlikte ayağa kalkıyor ve saygıyla
eğilip elini öpüyoruz, önce o sonra ise bizler oturur
oturmaz, sıra geliyor hal hatır sormaya.
Bu arada bize hizmet
eden kumral hanımın konuşma aksanındaki
farklılık dikkatimi çekiyor. Nereli olduğunu
soruyorum.
“Çikan, Çikanlıyım“ diye karşılık veriyor.
“Çıkanlı mı? Berlin‘de sizin köylü Faik isminde bir dostum var,
sık sık görüşür, sohbet ederiz.“
“Ben Faik‘in kardeşiyim,“ diyor.
Bunu der demez, hemen
konuşmayı Kırmancca (Zazaca) ‘dan Kurmanccaya
çevirip “Öyle mi Faik‘in kardeşi sen misin?
Kazımın hanımı.“
“Evet, benim,“ diyor.
Çikan uzak bir yer değil.
Türkçe‘ye “Değirmen Dere“ olarak çevrilmiş
olan “Geliyê Aşê“ yamaçlarında
bir köy.
Az sonra, etrafımızdakilerle
vedalaşıp güney yönünde ilerlemeye başlıyoruz.
Yamaçlar bazen sık, bazen seyrek meşe ağaçlarıyla
örtülü. Yerler ise sararmış otlarla kaplı.
Yaklaşık 15 dakika sonra, birden dikleşen
bir yamacın başına geliyoruz, Ayağımızın
altında, dünyanın en güzel melodilerinden birini
söyleyerek birbirinden güzel kıvrımlarla akan
Peri nehri. Perinin suyu, yeşilin ortasında
dans eden gümüşten bir şeridi andırıyor.
Bir kaç metre indikten
sonra onun kıyısındaki Zimtêg köyüne ulaşıyoruz.
Onu geride bırakıp sağa döndüğümüzde
Peri sol yanımızda kalıyor. Çok iyi bildiğim
vadi o kadar güzel ki, ikide bir o an arabayı kullanan
Dr. Fazıl‘a rica edip durmaktan ve fotoğraf
çekmekten alamıyorum kendimi. Gulistan bir yandan,
ben bir yandan. Fotoğraf makinalarımızın
tuşları “çık“ “çık“
edip duruyor. Bunu yapmakta pek de haksız sayılmam.
Çünkü bulunduğumuz noktadan 3-5 km. Güneyde yapılmakta
olan baraj yakında bitecek ve o bitince de bütün
bu güzellikler, köylerle birlikte sulara gömülecekler.
Türk devleti, kürdün Kürdistan‘ını Kürtsüz
Doğu Anadolu‘ya çevirme uğruna cenneti yok etmekten
çekinmiyor.
Peri Vadisi, sadece doğal
olarak değil, kültür yönü ile de Kürdistan‘ın
çok renkli bir yöresidir. Bu yörede, soykırımdan
önce az da olsa Ermeni köyleri varmış ama şimdi
maalesef onlardan hemen hemen kimse yok. Yörede halk olarak
sadece Kürtler yaşıyorlar. Ancak Kürtler de
homojen değiller. Dinsel yönden Alevi ile Sünni,
Kürtçenin lehçeleri bakımından da Kurmanc ile
Kırmanc köyleri, vadinin iki yakasında yan yana
ya da iç içe dizililer. Diyelim ki az önce geride bıraktığımız
Zimtêg ile sol yanda biraz ilerideki Çemê Zeyni köyleri
Kurmancca konuşan Sünni köyleridir. Karşı
yakadaki Oxçiyan da öyle. Buna karşılık
ileride sağ tarafta bulunan Xariga Binêne (Türkçesi:
Aşağı Doluca) Kirmancca konuşan Alevi
köyüdür. Nehrin öteki yakasındaki Paş ile Elbegan
da öyleler. Ama biraz daha güneydeki Seydan Kurmancca
konuşan Alevi köyüdür. Daha güneyde ise bu kez Kirrmancca
konuşan Sünni köyleri boy gösteriyor. Şunu da
belirteyim ki bu görüntü, o yöreye özgü bir istisna değil,
baştan sona kadar bütün Peri Vadisinin sosyal dokusu
böyledir. Ve daha da önemlisi, bu farklılıklar
bu güne kadar, yöre halkı arasında en küçük
bir çelişkiye dahi neden olmuş değil. Peri
Vadisi bu yönden gerçek bir doğal uyum müzesi gibidir.
Peri Vadisinden ayrılmak istemem doğrusu ama
başka seçeneğimiz yok. Paş köyümün tam
karşısındaki yoldan sağa dönüp Xariga
Binêne köyünün bahçeli güzel evlerini birer birer geride
bırakırken gözlerim sol yanda “Dewa Kurêşan“ı
arıyor fakat göremiyorum. Vadinin oldukça derin bir
noktasındadır o. Gözlerimin bu köyü araması
ise boşuna değil. Burası, Dersim‘in ünlü
evliyalarından Kurêşan Ocağı‘nın
bulunduğu mekandır. Bu Ocağın dibinde
kurulu olduğu Zargovit yamaçlarının devamı
olan görkemli Duzgı Bava, efsaneye göre ilk Kurêş‘in
oğludur. O Duzgı Bava, bu kez sol tarafımızda,
bize paralel şekilde yükseliyor.
O yokuşu tırmanırken
doğayı adeta esir almış olan sessizlik
her nedense bana Victor Hugo‘nun bir sözünü hatırlatıyor.
“Türk‘ün ayağının değdiği
yerde ot bitmez“ demiş büyük yazar. Dahice
bir tarif elbette. Ben de şu son bir haftadır
ülkemde olup bitenlere bakınca söylenecek başka
bir şey bulamıyorum. Tabi yerden göğe kadar
bu söze hak verirken, Türk sömürgeci çevrelerini, öteki
adıyla egemenleri kast ediyorum, yoksa Türk halkını
bu çerçevede değerlendirmek istemem elbette. Bir
Kürt olarak kendisinden yana şikayetlerim de olsa
böyle bir nitelendirmede bulunmayı haksızlık
olarak görüyorum.
Yêresek, Dereyê Layi,
Nazımiye derken, Dersim‘in ünlü simgelerinden kutsal
Jêle dağının karşısında,
nehrin doğu yakasındaki yamaçlara serpili Kirıg
köyünün tam dibinde yeniden Harçige çayı ile
buluşuyoruz. Oradan sola dönüp bir üç beş dakika
kadar yol aldıktan sonra, sağ taraftaki Dereyê
(Derê) Qutiye (Kutu Deresi) vadisi ile yeniden
göz göze geliyoruz. Onu geçer geçmez ise bu kez de sol
tarafta nehrin kıyısında birbirlerini izleyen
plajlar, restoranlar ve kahveler dikkatimizi çekiyor.
Akşam saatleri olduğu için plajlar boş
sayılır ama dik yamaçlara kurulu kahve ve restoranlar
tıklım tıklım. Ne var ki onlardan
birine oturmak çok cazip olsa da bunu yapmıyoruz.
Mamekiye (Tunceli)‘ye bir an önce ulaşmamız
gerekiyor.
Kimi Kaygılar
Hemen belirteyim ki Dersim‘de
insanlar sizi tanımadıkça politik konularda
kolay kolay renk vermezler. Eğer ilgilendiğiniz
şey “hassas konular“la ilgili ise işiniz
daha da zorlaşır. PKK-devlet ilişkisi,
en tabu konu sayılır. Sizi iyi tanımadıktan
sonra ağızlarından laf almanız deveye
hendek atlatmaktan daha zordur. Tabi haklılar.
Her şeye rağmen,
az sayıda insanla bu konuları konuşma fırsatım
oldu. Diyelim ki seçimde DTP adayının kazanmamasına
ilişkin değerlendirmelerde neden olarak farklı
noktalar ortaya çıkıyor. Ama genel bir mahcubiyet
ve pişmanlık havası da sezinliyorsunuz.
DTP, bu işin nedenlerinin sağlıklı
bir analizini yapabilir ve ona göre önlemler alırsa
önümüzdeki yıllarda bu negatifi pozitife çevirebilir;
bunu başaramazsa pek ala evdeki bulgurdan da olabilir.
Çatışmaların
yeniden yoğunlaşmasından duyulan huzursuzluğu
görmek hiç de zor değil. Ama büyük çoğunluk
bu işin asıl sorumlusunun hükümet olduğunu
söylüyor ki bunda yerden göğe kadar haklı. Neden
böyle?
- AKP hükümeti
parlamento çoğunluğuna sahip olmasına
rağmen Kürt halkına yapılan haksızlıklara
son verme, hiç değilse bu halkın asgari haklarında
bile iyileştirici her hangi bir adım atmadı.
- Zaman zaman
sözü edilen çözümlerin bir oyalama taktiği olduğunu
her gün yeniden doğrulayan gelişmeler gündemden
hiç düşmedi.
- Silahlı
Kürt örgütünün ilan ettiği ateşkesleri değerlendirme
yolunda en ufak bir çaba harcanmadı, operasyonlar
aralıksız devam etti.
- AKP hükümeti,
sandıkta yenilgiye uğratamadığı
sivil örgüte karşı intikamcı duygularla,
baskı uygulamaya devam etti. Ancak en katı
faşist rejimlerde rastlanılabilecek türden
bir dava olan KCK davası bunun en somut örneğidir.
- Erdoğan,
son seçimden önce, daha önce çözeceğini söylediği,
Kürt sorunu diye bir sorun olmadığından
dem vurmaya başladı. Sürekli tek millet, tek
bayrak, tek vatanı dillendirdi. Bu, onun T.C.yi
bu güne kadar yöneten ve Kürt sorununun yaratıcısı
olan anlayıştan zerre kadar sapmadığının
göstergesiydi.
- Seçim sonrasında
BDP’ye yönelik baskılar, ceza evinde bulunan parlamenterlerin
bırakılmamalarına karşı, hükümetten
her hangi bir tepki gelmedi. Tam tersine, AKP yönetimi,
tezgahlanan oyunun içerisinde olduğunu gösterecek
bir tutum sergiledi.
Ancak, buna rağmen
silahlar konuşturulmalı mıydı? PKK
sempatizanlarının utangaç sahiplenmeleri dışında
kimse bunu onaylamıyor. Açık ya da üstü kapalı
olarak Silvan‘da 13’ü asker 18 kişinin öldürülmesinin
provakasyon olduğuna inananlara çokça rastlanması
dikkatimi çekti. Kürt politikasının içerisinde
olan bir dostum “Bu eylem ile başlayan çatışmalar,
sivil siyaseti darağacına yolladı,“
demekten alamadı kendini.
Ondan bu sözleri duyunca
nedenini öğrenmek istedim, şöyle bir açıklama
getirdi:
“BDP, seçimlerde önemli bir başarı elde etti ve böylece Kürt hareketinde
sivil kesimin ağırlığı arttı.
Ama Silvan olayı bu ağırlığı
ve toplumdaki iyimser havayı bir çırpıda
yerle bir etti. Kürt halkı bakımından bunun
faturasının ne ölçüde ağır olduğu
ileride daha da iyi anlaşılacak“.
Van’da iken, gezi amacıyla
kiraladığımız aracın sürücüsü
de üstü kapalı olarak bu durumdan duyduğu rahatsızlığı
dile getirirken şunları söylemişti.
“Ülke dışından talepler geliyor, anlaşıyoruz ve gözümüz
yolda turist grubunu beklerken, bir yerde silah patlıyor
ve bir de bakıyoruz ki rezervasyon iptal edilmiş.
Biz, bir iş yapmak üzere kurulmuş ticari bir
kuruluşuz. Ticari bir işletme müşterisiz
yaşayabilir mi? Bakalım nereye kadar idare ederiz.“
Kapıda, Dersimlileri bekleyen tehlike!
Kuşkusuz devletin şu an Dersim‘de adım
başına karakol kurması, kırsal alanda
köyden dışarıya sıradan çıkışların
bile sorun haline getirilmesi, güvenliği sağlamakla
ilgisi olmayan uzun vadeli bir politikanın sonucudur.
Devletin amacı, bu yöre dahil Kürdistan‘ın elindeki
parçasını yaşanamaz hale getirip boşaltmaktır.
Baskılar nedeniyle genç yaştakiler köylere uğrayamıyorlar.
Yaşlılar ise bir süre sonra hayata veda edecekler.
İşte o zaman Türk milliyetçileri yüzyıllık
bir rüyalarını daha gerçekleştirme fırsatı
bulmuş olacaklar. Karadeniz‘den Lazları ya da
başka diyarların Türklerini getirip yerleştirecek
ve böylece Türkleştirmeyi tamamlayacaklar. Sakın
sakın kimse burada yazdıklarımı bir
fantezi ürünü olarak değerlendirmesin. Dersim ile
ilgili bu plan 1960‘lı yıllarda DPT (Devlet
Planlama Teşkilatı) tarafından ciddi olarak
tartışılan bir konuydu. Bu kurumda çalışan
tanıdıklardan o tarihlerde edindiğim bilgiler,
aynı politikayı Kuzey Kürdistan‘ın öteki
kimi bölgelerinde de hayata geçirmek üzere bu kuruluşa
raporlar hazırlatılmıştı. “Aşkale-Silopi
Yöresi İskan Sorunu“ bunların önemlilerinden
bir tanesiydi. Ancak ne yazık ki o zaman çok çaba
harcamama rağmen, o raporların bir kopyasını
elde edememiştim.
Bu gün yapımı
hızla sürmekte olan ve nehirlerimizi, hatta birçok
derelerimizi peş peşe yutan barajlarla güdülen
amaç asıl olarak bu Türkleştirne politikasının
bir sonucudur.
Dersimliler bakımından bunun kadar,
belki de bundan da daha büyük tehlike dil, kültür ve
kimliklerine sahip çıkmakta gösterdikleri gevşekliktir.
Korku ya da günlük bir takım çıkarlara bağlı
olarak aslını inkar eden, bu tür değerlerinin
tahrip edilmesine sessiz kalan, hatta ondan yana tavır
alan Dersimlilerin sayısı hiç de azımsanacak
gibi değil.
Dersimlilerin diğer bir sorunu ise çalışma
ve üretme konusundaki zaaflarıdır. Dersim halkı
bu bakımdan yaratıcı değil. Pek çok
insan yaşamını kahvehanelerde geçiriyor.
Dersim köylerine bakıyorsunuz büyük bir kesimde toprak
el değmemiş halde duruyor. Çok elverişli
koşullara rağmen domatesi, salatalığı,
sütü ve yoğurdu çarşı pazardan temin eden
köylünün durumunu nasıl açıklayabiliriz. Öte
yandan, eline üç-beş kuruş geçiren ortalama
bir Dersimlinin yaptığı ilk iş bir
yolunu bulup Batıya göç etmektir. Batı Avrupa
ülkelerinde çalışan Dersimlilerin ezici çoğunluğu,
en fazla bir ay kalabilecekleri yazlık evlerini Ege
ve Akdeniz sahillerinde almayı tercih ediyor. Denilebilir
ki onlar arasında bu bir hastalık şeklini
almış. Doğal güzelliğine, havasına
ve suyuna baktıkça, insan Marmara ve Ege‘ye yönelik
bu göçün anlamını kavramakta haklı olarak
zorluk çekiyor ama gerçek de budur.
Beri taraftan şu
gerçeği de görmek gerekir; aslını inkar
eden, başkalarına benzemeye can atan asimilasyon
döküntülerine karşın, kendi kültürel değerlerine
sahip çıkan, yurtsever ve demokratik mücadelede yerini
alarak ona önemli katkılar sunan Dersimli zinde güçler
de azımsanacak gibi değil. Bir diğer deyişle
çürümüş ve çürümekte olan yanı ile canlı,
her gün yeniden filiz veren yanı birbirine paralel
gidiyor Dersim‘in. Dersim‘i düşünür ve yorumlarken,
çürüyen yanını görmek ama ona takılıp
kalmamak, onun canlı, üreyen-üreten ve gelişen
yanını öne çıkartan bir perspektife sahip
olmak önemlidir.
Somut bir öneri
Bir şey çok açık.
Kürtlerin kendileri tarafından bu güne kadar izlenen
yöntemlerle ve sergilenen performansla Kuzey Kürdistan‘ın
tamamı gibi Dersim‘i bekleyen tehditleri bertaraf
etmek de kolay değil. Bu bakımdan Kürt yurtsever
güçleri diyalog, tartışma ve yenilenme bakımından
bir takım ciddi adımlar atmak zorundalar. Yeri
olmadığı için bu konunun detaylarını
bir kenara bırakarak Dersim ile ilgili bir önerimi
özetlemek istiyorum:
Bana göre Dersimlilerin geleceğe ilişkin
tehdit ve tehlikeleri de göz önüne alarak kimi somut sorunların
çözümü için somut bazı adımlar atmaları
gerekir. Örneğin, olabildiğince geniş
katılımlı bir konferans düzenlenebilir.
Konferansın düzenleneceği yer elbette Dersim
olmalı. Bunu ise Türkiye metropolleri ile Batı
Avrupa‘da ülkelerinin birinde düzenlenecek destekleyici
konferanslar izleyebilir. Böyle bir konferansta şu
ana temalar ele alınabilir.
- Dil, kültür
ve inanç,
- Doğayı
koruma,
- Ekonomiyi canlandırma
ve geliştirme,
- Baskıların
sona ermesi, köylere dönüş vs. için mücadele.
Ayrıca bu konularda
yapılacak çalışmalara devamlılık
kazandırmak amacı ile konferans tarafından
sürekli çalışan komisyonlar da oluşturulabilir.
Dil, kültür ve inanç komisyonu, doğayı koruma
komisyonu, ... vs.
Konferansın düzenlenmesine
Dersim (ilk merkezi) belediyesinin motor gücü olarak rol
oynaması mantıkidir. Belediye, ildeki politik
partiler, ilçe belediyeleri, esnaf kuruluşları,
demokratik kurum ve kuruluşlar, insan hakları
alanında çalışma yapan kurumlar, barolar
ile meslek odaları koordineli şekilde bu çalışmayı
yapabilir.
İyi planlanmış
ve hazırlıkları titizlikle yapılacak
böyle bir konferans Dersim halkının çok geniş
bir kesimini ortak sorunların çözümü konusunda bir
araya getirme şansına sahiptir. Örneğin
gelecek yılki Munzur Kültür ve Doğa Festivali‘nin
iki günü böyle bir konferansa ayrılabilir.
B) FESTİVAL İZLENİMLERİ VE ÖNERİLER
Bu yıl Munzur Kültür ve Doğa Festivali‘nin
yapıldığı günlerde Dersim‘deydim.
Bu sayede tümüne değilse de yapılan aktivitelerin
bazılarına katılma olanağım oldu.
Bu bakımdan kimi konularda görüşlerimi ve bu
arada önerilerimi sunmak istiyorum.
1.
Edindiğim bilgilere
göre, seçim çalışmaları etkisiyle, bu yıl
festival hazırlıklarına geç başlanmış,
bunun da program kalitesine olumsuz etkisi olmuş.
Geçen yılki festivalden sonra da değinmiştim;
bu tür festivallerin kendilerinden bekleneni vermesi,
çalışmaları yürütmekle görevli sürekli
bir organın varlığını gerektirmektedir.
Yani bir nevi kurumlaşmaya gidilmesi ihtiyacı
var. Bu da bir komite, inisiyatif veya dernek şeklinde
olabilir. Festival işlerini pratikte yürütmekle görevli
böyle bir organ sayesinde çalışmalar süreklilik
kazanır, hazırlıkların zamanında
ve daha derli toplu şekilde yapılması olanağı
elde edilmiş olur. Elbet bu tarz bir çaba festival
çalışmalarına katılan ya da onu destekleyen
çevrelerin öneri ve taleplerini dikkate almayı dışlamaz.
Tersine, bir festival biter bitmez zaman yitirmeden bir
sonraki yılın hazırlıklarına
başlayacak olan düzenleme organı, onlarla diyalog
içerisinde, olanakları da hesaba katarak sağlıklı
bir program ortaya çıkartabilir.
2.
Festival programlarının ilkesel
çerçevesinin net olması elbette önemlidir. Bana göre
bu çerçeve çoğulculuk, hoşgörü ve diyalog olmalı.
Bu anlamda festivalleri, farklılıkların
karşılıklı saygı temelinde ve
özgürce sergilendiği ya da dile getirildiği
aktiviteler olarak görmek gerekir. Hele de konusu kültür
ve doğa olan festivallerde bunun tersini düşünmek
dahi anlamsız olur. Çünkü kültür ve doğa belli
bir grubun değil, toplumun tamamının ortak
değerleri, ortak ilgi alanlarıdır. O halde
yapılması gereken şey festival ve benzeri
aktiviteleri dar bir çerçeveye hapsetmek değil,
onları toplumun en geniş kesimlerini belli ilkeler
ve somut projeler etrafında bir araya getiren, ortak
sorumluluk duygusu ve dayanışmayı güçlendiren
bir kimliğe kavuşturmaktır. Başarının
bundan başka bir anahtarı olduğunu sanmıyorum.
Zaten örgütlü bir gücün ya da güçlerin kendi yandaşları
ile sınırlı kalmayarak topluma öncelik
etmesi, ona yön vermesi de bu demektir.
Festival Programının İçeriğine Dair
1.
Kürt halkının
karşı karşıya bulunduğu koşullar
bu tür festival programlarında asimilasyona karşı
mücadelenin en ön sırada tutulmasını zorunlu
kılmaktadır. Üstelik Dersim Kürdistan‘da sistematik
asimilasyon politikasının en yoğun olarak
uygulandığı ve tahribatının da
en ağır ölçüde yaşandığı
yerlerin başında geliyor. Bu nedenle de dil,
dini inanç dahil kültür ve kimliğe ilişkin konular
ile doğanın korunması çalışmalarına
öncelikli yer vermenin, Munzur Kültür ve Doğa Festivali‘nin
ana amacı olması doğaldır.
Peki
bu iş en etkili şekilde nasıl yapılabilir,
kısaca ona değinmekte de yarar var. Bu iş;
a.
Asimilasyoncu uygulamaları
ve sistemin kitleleri aldatma, onlara hedef şaşırtma
yöntemlerini teşhir ederek, halka gerçekleri göstererek,
b.
Dile, kültüre, kimliğe
ve tarihe sahip çıkarak, onları koruyup geliştirerek,
c.
Doğayı tahrip
edici her türden çabanın karşısına
dikilerek,
d.
Bu amaçlar için de bir
araya gelerek, ortak noktalar üzerinde uzlaşarak,
hep birlikte mücadeleyi baş ilke haline getirerek
mümkün olabilir.
Bu nedenle de, kimi gerekli haller dışında,
festivallerde mutlaka yöre halkının dilini,
yani Kürtçeyi hakim kılmak gerekir. Örneğin,
ben katılamadım ama izleyen tanıdıkların
verdikleri bilgiye göre 29 Temmuz günü yapılan “Dersim‘de
Kültür ve Edebiyat“ panelinde konuşulan dil
baştan sona kadar Türkçe olmuş. Dinleyicilerden
itirazlar gelmesi üzerine de konuşmacılardan
biri hızını alamayarak onları dayatmada
bulunmakla, hatta faşistlikle suçlamış.
Peki Dersim halkının dili ve edebiyatı
ile ilgili bir panele, konuya bu derece uzak, izleyicilere
karşı bu ölçüde saygısız davrananların
katılması normal bir durum mudur? Munzur Festivalini
izlemeye gelenler, bu gibilerine katlanmak zorundalar
mı?
Siz “Dersim‘de
Kültür ve Edebiyat“ konusunu işlerken, eğer
o yöre halkının şiirini, masalını,
türküsünü, duasını, atasözlerini, mizahını
vs. o halkın kendi dilinden dile getirmek istemez
ya da getiremezseniz, o toplantılarda işiniz
ne? Böyle bir toplantıyı yapmak niye gerekli
olsun?
“İşin gerçeği, programlardaki düzey geriliği bununla da sınırlı
değildi. Festival süresince yapılan başka
toplantılarda da bunu görmek mümkündü.
Örneğin 28 Temmuz
günü izlediğim “Dersim‘de Kızılbaş
Alevilik, Dinamikler-Karşı Dinamikler, Cemevleri
ve Cemaatleşme“ paneli için de aynı şeyleri
söyleyebiliriz. Türkiye Aleviler Federasyonu Başkan
Yardımcısı Kemal Bülbül‘ün olayı kısmen
geniş çerçevede ve somut bir perspektifle ele alan
sözleri bir yana, konuşmalar genellikle dağınık
ve yetersizdi. Böyle olunca da, çok gerekli olmasına
rağmen, ne Dersim`de Aleviliğin mevcut durumuyla
ilgili kayda değer bir değerlendirme ortaya
çıkabildi ne de geleceğe ilişkin yol gösterici
bir perspektif sunulabildi.
Örneğin, Hahcı Bektaş Tekkesi, son yıllarda
kimi çevreler tarafından bütün Aleviler için bir
“serçeşme” olarak ilan edilmekte ve Dersim Aleviler
dahil, bütün Alevilerona bağlanmak istenmektedir.
Oysa her bir gibi Hacı Bektasi Veli de Dersimliler
arasında saygı görmesine karşın, ne
onun kendisi ne de onun adına faaliyet gösteren Tekke
ile Dersimliler arasında hiç bir dönemde pirlik
taliplik ilişkisi yaşanmadı. Üstelik politik
yönden bu iki kesimin tutumu, yüz yıllarca hep birbirinin
tersi yönde oldu. Hacı Bektaş Tekkesi, uzunca
bir dönem Osmanlı devlet çarkının bir parçası,
bir sömürgeleştirme kurumu olarak faaliyet gösterirken,
Dersim ve çevre bölgelerin Alevileri, kendi inanç ve külütürlerini,
hatta ondan da öte, varlıklarını koruyabilmek
için doğduğu günden sona erdiği güne kadar
aynı Împaratorluğa karşı mücadele
verdiler. Düne kadar “Alevilik Kürtlüğü temsil ediyor”
diyerek, Alevilere karşı seferler düzeyenler,
bu gün Dersimli Alevilerin “türkmenliklerine” ilişkin
uydurma tezler üretmek ve yaymakla meşguller.
Daha da vahimi, Dersimliler içerisinde, kimi korkunun
etkisiyle, kimi çıkarlarını önde tuttuğu
ve kimi de doğrudan doğruya devlet güdümünde
olduğu için, aynı koroya katıların
sayıyı az değil. Sadece Dersimli Alevilere
ait ya da onların ağırlığında
olan Alevi kurum ve kuruluşlarında, Hacı
Bektaş Veli ile Tekkesi`ne böylesine büyük önem verilirken,
Dersim evliyalarının adı bile geçmiyor.
Bu gibi yerlerde, Hacı Bektaşı Veli, Hz.
Ali ve öteki Îmamların portleri asılı ama
Dersimli evliyalar olan Kurêş`in, Bamasûr (Bava Mansûr)`un,
Sey Sovın`ın, Axuçan (Ağuçan)`ın,
Dewrês Cemal`in, Dewrês Gewr`in, Six (Şıh) Delîlê
Berxecan`ın, Şıx (Şih) Hesen`in adlları
duyulmuyor. Sözüm ona Alevilğe hizmet amacı
ile kurulmuş Alevi Kültür Merkezleri ile Cem Evlerinde
bu evliylara ait bir tek figür ya da efsane yok. Buralarda,
Dersim ve çevre bölgelerdeki halkın dilinden, yani
Kürtçenin her iki lehçesinden bir tek dua örnnegine rastlanmaz.
Peki bu, kendi kendini inkar ve reddetmenin, asimilasyon
beşiğini sallamanın açık bir örneği
değil mi? Devletin Kürt dilini yasaklama, onunla
ibadet edilmesine dahi izin vermeme gerekcehssini anlamak
zor değil, peki Aleviliğe sahip çıkma gerekçesi
ile ortaya çıkmış bu “Kurum ve kuruluşlara”
ne oluyor? Bir kurêsanlı pir ya da rehber, eğer
kendi inancına sahip çıkmak istiyorsa, yedi
diyar öteden evliyalar ithal edeceğine, öncelikle
kendi “ceddi” ya da “wayır”(sahibi)`ı olan Kurêş`e,
onun oğlu ve “ziyaretlerin başı” olarak
bilinen “Bava Duzgın”a sahip çıkması gerekmez
mi? Tabi Kurêsanlı için geçerli olanlar öteki ocakzadeler
için de geçerlidir.
Böyle bir panelde, bizzat
aleviliğe çıkma adına sürdürülen alevileri
asimile etme politikasi teşir edilemez miydi? Dersim
Aleviliğinin ayakları ütünde nasıl durabileceği,
bu amaçla yapılması gereken çalışmalara
değinelemez, somut öneriler ortaya konualamaz mıydı?
Elbet konulabilirdi ama
yapılmadı.
Politik içerikli toplantılarda
ise kimi sol görüşlü konuşmacıların
eskiye ait kalıplaşmış sloganları
tekrarlayıp durmaları oldukça sıkıcıydı.
Solun eski hata ve yanlışlardan kurtulup kendisini
yenileyememesi, elbet de toplumun yararına
bir durum değil. Alevi Kürtler arasında şu
veya bu ölçüde taraftarı bulunan solun artık
yüzünü ulusal baskı altında bulunan kendi halkına,
onun sorunlarına çevirmesi gerekiyor. Dünyada bizim
Kürt Alevisi solcularımızdan başka kendi
halkının diline, kültürüne, tarihine ve kimliğine
ilgisiz, kendi kendini yönetme hakkı da dahil kendi
halkının ulusal-demokratik mücadelesine seyirci
gibi saha kenarından bakan bir sol var mı?
Panellerde hem benim
gördüğüm hem de başkalarından duyduğum
bir eksiklik ise panelist sayısının genellikle
çok olmasıdır. Bence sayıyı makul
bir düzeyde tutmak ve panelistlerin görüşlerini rahatça
dile getirebilecekleri kadar zamana sahip olmalarını
sağlamak daha etkileyicidir.
Festivalde müzik programlarının
çoğunu izleyemedim ama programın bu yönden hayli
zengin olduğu göze çarpmaktaydı.
Öte yandan, bu gün özellikle Dersimliler arasında,
Kırmancca konuşan Kürtler ile Kürt Alevilerin
ulusal kimlikleri, üzerinde çokça konuşulan konulardan
biridir. İlginç olan bu tür tartışmaların
büyük çoğunluğu esas olarak bölge halkını
dil, kimlik ve kültürel açıdan tanıma ihtiyacından
kaynaklanmıyor. Bu iş daha çok belli politik
sonuçlara varabilmek için yapılan propaganda şeklinde
gündemleştiriliyor. Böyle olunca da tartışma
gerçeği açığa çıkarma çabası
olmaktan çıkıp pek ala yalan üzerine kurulu
karalama kampanyalarına dönüşebiliyor ki, pratikte
çoğunlukla yapılan da budur. Alevi ile Sünniyi,
Kırmancca ile Kurmnacca konuşanı karşı
karşıya getirme çabası bu işin önemli
bir halkasını oluşturmaktadır. İster
devlet güdümünde ya da tepkilerinin esiri olsunlar, isterse
çıkar peşinde koşsunlar söz konusu çevrelerden
kaynaklanan bu tür iddiaların geniş kitleleri
olmasa da, toplumun belli kesimlerini etkileyebileceğini
bir olasılık olarak göz önünde tutmak gerekir.
Bu bakımdan, bu gibi konuların kitle önünde
her yönü ile açıkça tartışılmasında
yarar olduğuna inanıyorum.
Munzur festivali bu tür
tartışmalara öncülük edebilir. Bu amaçla düzenlenecek
panel ve konferans gibi etkinliklere yukarıda bahsini
ettiğim çevrelerden kişilerin de katılmalarını
sağlamak en doğru olanıdır. Diyelim
ki eğer içimizden bazıları Kırmancca
(Zazaca) konuşanların, Alevilerin ya da Dersimlilerin
Kürt olmadıklarını düşünüyor ve savunuyorsa,
bunu kitle önünde onlarla tartışmaktan kaçınmamak
gerekir.
Nedeni ne olursa olsun
Kürt karşıtlığını iş
edinmiş bu çevreler orada burada dedi kodu yapacaklarına,
gelsinler halkın huzurunda tezlerini dile getirsinler.
Dersim‘de, Munzur Festivalini
düzenleyenlere yakın bir dosta bunu aktardığımda,
“Gelmezler. O saçmalıklarla halkın karşısına
geçip ne söyleyecekler,“ karşılığını
verdi.
“Bu tespite katılıyorum ama biz yine de samimi olarak bunu gerçekleştirmeye
çalışmalıyız. Hakkında onca spekülasyon
yapılan şey bu halkın dili ve kimliği
değil mi? Halkın kimin neyi hangi verilere dayanarak
söylediğini bizzat iddiaların sahiplerinden
duyması ve bilmesinde sayısız yarar var,“
dedim.
Festival programına ilişkin öneriler
Hazır böyle bir
yazıyı kaleme almışken, Munzur Kültür
ve Doğa Festivali programlarına ilişkin
kimi önerilerimi de sunmak istiyorum:
1.
Festivalin Dili:
1.1.
Yukarıda da değindiğim
gibi özel olarak Türkçe yapılmasında yarar görülen
aktiviteler dışında Festival programının
prensip olarak Kürtçenin, Dersim‘de konuşulan her
iki lehçesi ile yapılmasında yarar var.
1.2.
Bunun teknik yönden zorlukları
olacağı muhakkak ancak asimilasyona karşı
mücadele bütün bu güçlüklere katlanmayı ve buna göre
düzenlemeler yapmayı zorunlu kılıyor.
1.3.
Kürtçe olarak yapılan
sunumlar gerektiği ölçüde tercümanlar vasıtası
ile Türkçeye de çevrilebilir.
2.
Festival gündeminde yer
alabilecek temalar
2.1.
Dil,
etnik kimlik ve Tarih
2.2.
Halk
türküleri ve müzik aletleri
2.3.
Masallar,
destanlar, kahramanlık öyküleri
2.4.
Ata
sözleri
2.5.
Mizah
2.6.
Dua
ve beddualar,
2.7.
Kirvelik,
ahiret kardeşliği ya da musahiplik
2.8.
Kız
isteme, nişan, nikah ve düğünler,
2.9.
Kutsal
ve geleneksel günler (Gaxan, Xızır, Qereme Çarşeme,
Newroz, 12 İmam Orucu ve Aşure)
2.10.
Ateş
ve ocağın sönmemesinin kültürümüzdeki önemi,
çıra ve benzeri gelenekler,
2.11.
Dersim
Alevilerinin inancında güneş ve ayın yeri,
2.12.
Kutsal
yerler (ziyaretler) ve buralara yapılan ziyaretler
ve ibadet şekilleri, kurban kesme,
2.13.
Giysiler,
yiyecek ve içecekler,
2.14.
Ev
ve eklentileri, çiftçilik ve hayvancılık, kültür,
ticaret vs
2.15.
Sorunları
halletme ve bir adalet sağlama yöntemleri: Cem û
Cemat
2.16.
Dersim
ve Dersimliler hakkında yayınlanmış
eserlerin tanıtımı (kitap, makale, broşür
olarak, harita vs.)
2.17.
Dersim
ve Dersimliler üzerine yazan şair ve yazarların
katılacakları okuma akşamları, edebi,
dini inanç dahil kültürel ve tarihi konulara ilişkin
sohbetler
2.18.
Dersim
halkına ait inanç ve geleneklerin hem eski inanç
ve kültürlerle hem de günümüzde halen yaşamakta olanlarla
karşılaştırılması; benzerlikler,
farklılıklar vs.
Öteki kimi toplumsal konular
Yukarıda sıralanan
konular elbet genel bir çerçeve ile ilgilidir. Her festivalde
bunların tümüne yer verilemeyeceğine göre, bir
sıralama yapmak ve konuları belli bir sistem
dahilinde; göze ve kulağa hitap edecek şekilde
halkın bilgisine sunmak, bunlardan gerekli olanlarını
yayınlamak, filme almak ve arşivlemek ve böylece
gelecek kuşaklara aktarmak.
Öte yandan açıktır
ki burada genel bir çerçevesini sunduğumuz konuların
pratikte detaylandırılarak kitleye sunulması
gerekli, hatta bazen zorunlu olabilir.
Örneğin halk türkülerini
bu çerçevede ele alırken şöyle bir detaylandırma
düşünebiliriz:
a.
Sayı itibariyle
halk türkülerimizin durumu nedir; diğer bir deyişle
tahminen ne kadar türküye sahibiz, bunlar hangi dönemlerde
söylenmişler?
b.
Halk türkülerimizde yer
alan ana konular nelerdir (içerik)?
c.
Felsefi yönden halk türkülerimizin
durumu nedir?
d.
Halk türkülerimiz genellikle
somut bir olayı anlatan ağıtlardır,
hangi türkünün hangi olay ile ilgili olduğunun açıklığa
kavuşturulması yönünde bu güne kadar yapılmış
olan ve yapılabilecekler nelerdir?
e.
Söz ve müzik olarak bu
türküleri yaratanların adlarının saptanması,
böylece bu konuda var olan kargaşaya son verilmesi,
hiç değilse en az düzeye indirilmesi.
f.
Halk türkülerimizin modern
müziğimize etkisi ya da eski ile yeni arasındaki
ilişkiler.
g.
Halk müziğimize
ilişkin olarak görsel ve yazılı yönden
yapılmış derleme çalışmaları;
kitaplar, broşür ve makaleler, CD, Kaset ve videolar.
h.
Müziğimizin güncel
durumu, onu geleceğe aktarabilme olanaklarımız,
bütün bu yönlerden var olan sorunlar, güçlükler ve bunları
aşmanın yolları.
i.
Halk türküleri sanatçılarının
tanıtılması, bunların yer aldığı
etkin konserler, ödüllü veya ödülsüz yarışmalar
düzenlenmesi.
j.
Halk müziğimizde
kullanılan enstrümanlar.
Munzur Festivali‘nin
düzenlenmesinde başrolün bu kentin belediyesine ait
olduğu biliniyor. Şu anki Belediye Başkanı
Edibe Şahin‘in dil, kültür ve doğanın korunması
konusunda çok hassas olduğu da yine bilinen bir şey.
Onun bu güne kadarki deneylerine de dayanarak daha iyi
ve kaliteli bir festival için gerekli adımları
atmak isteyeceği umudu ile festival konusunu burada
noktalıyorum.
Sorunları çözebilme yöntemine dair bir öneri
Sol gruplar bakımından
Dersim toprağı oldukça verimlidir. Türkiye ve
Kürdistan‘ın başka yerlerinde kolay kolay göremeyeceğiniz
gruplara orada rastlayabilirsiniz. Söz konusu politik
çevrelerin birbirleriyle ilişkileri bakımından
da durum yine iç açıcı sayılmaz.
Kitle gücü bakımından
legal planda en etkili iki parti ise CHP ile BDP‘dir.
Yine AKP‘nin de yabana atılamayacak bir oyu var.
Politik parçalanmışlık
ve hoşgörüden yoksunluk ise en temel konularda bile
örgütlerin birbirlerinden uzakta durmalarına neden
olabiliyor.
Bunun birden çok nedeni
var ama bana göre iki tanesinden biri demokrasi kültürünün
zayıf oluşudur. İkincisi ise sistem partilerinin
aşırı merkeziyetçi ve devletçi olmaları,
bölgesel ya da yerel düzeylerde gerektiğinde farklı
tutum izleyememeleridir. Diyelim ki İspanya‘da bütün
İspanya toprakları üzerinde faaliyet gösteren
sosyal demokrat ve muhafazakar partiler var. Bu partiler,
Bask ya da Katalonya gibi ispanyol olmayan halkların
yaşadığı ülkelerde (bölgelerde) de
örgütlüler. İspanya genelinde faaliyet gösteren bu
partiler baskı altındaki halkları inkar
politikası gütmedikleri ve bu halklara dil, kültür,
kimlik ve yönetim planında geniş haklar tanıdıkları
için ayrılmak da dahil kendilerinden farklı
düşünen Bask ve Katalonlularla birlikte pek ala çalışmalar
yapabilirler. Türkiye‘de ise sistem kürdün varlığının
red ve inkarı üzerine kurulu olduğu için sistem
partileri olarak nitelendirebileceğimiz AKP, CHP
ve MHP gibi partilerin Kürdistan birimlerindeki yöneticileri
devletin izlediği baskı politikasına karşı
çıkmayı, onu eleştirmeyi akıllarından
bile geçirmiyorlar. Bunların Kürdistan birimleri
ile Kürt yurtsever çevreleri arasında ne Kürt ulusal-demokratik
talepleri konusunda ne de genel olarak demokrasi ve insan
hakları konusunda ortak bir çalışma yapmak
mümkün olamıyor. İspanya‘da merkezi hükümet
Bask halkının hakları ile ilgili olumsuz
bir adım atmaya kalkışsa bizzat iktidar
partisinin Bask ülkesindeki örgütünü dahi karşısında
bulabilir. Çünkü partinin BASK örgütü, bütün İspanya
çapındaki partinin bir parçası ama aynı
zamanda BASK‘lıdır, kendi halkının
örgütüdür. Kendi halkının haklarının
gasp edilmesini, ona haksızlık edilmesini istemez.
Gerektiğinde buna karşı çıkar, direnir.
Oysa Türk sömürgeci partilerine hakim kapıkulluğu
kültürü en küçük bir farklı kıpırdayışa
izin vermez. Bu yüzden de örneğin CHP ya da AKP‘nin
Kürdistan‘daki örgütleri kendi halkının yararına
olanları değil ona karşı olan merkezi
politikaları destekleyerek sömürgeci zulüm çarkının
bir parçası haline gelirler. Böyle olunca da Kürt
yurtsever partileri ile bunlar arasında diyalog kolay
kolay gerçekleşemiyor. Bu tür bir diyalog ve ortak
sorunları birlikte çözme eğilimi sisteme karşı
düşmanca bir tutum, bir ihanet olarak algılanır
ve teşebbüs edenler dışlanırlar.
Yine Kürt yurtsever hareketi
ile sol grupların bu konudaki zaafları da göz
ardı edilebilecek türden değiller. Bu çevreler
de dar düşünmekten, benden olan olmayan hesabı
yapmaktan kurtulamıyor, kapıları diyaloga
kapalı tutuyorlar.
Oysa günlük yaşam genel politik kalıpların
sınırları içerisine hapsedilemeyecek kadar
renklidir. Politik farklılıklar ne ölçüde büyük
olursa olsun küçük bir kentte, kasaba ya da köyde ilişkiler
çoğu kez kendine özgü kurallarla yürürler.
Halk kitleleri arasındaki
bu ilişkilerin öne çıkartılması, yerel
ya da grup olarak sahip olunan sorunlara çözüm bulmak
amacı ile bir araya gelinmesi büyük öneme sahiptir.
Söylemeye gerek yok ki bu tür bir araya gelme ve çalışmalar
tüm sorunları kapsamaz, ilk elde bunu beklemek de
gerekir. O zaman bunu yapılabilecek olanlarla sınırlı
tutmak ama daha ilerisi için de kapıları açık
tutmak gerekir. Bu konuda göz önünde tutulması gereken
ikinci nokta ise şudur: Birlikte çalışmayı
sizin dışınızdaki kesimlerin tümüyle
yapma şansınız olmayabilir. İlkesel
ve pratik etkenler pek ala buna engel olabilirler. Eğer
durum böyle ise mutlaka herkesi bir araya getirelim diye
bir noktaya takılıp kalmamanız gerekir.
Bir araya gelebileceklerle birlikte hareket eder, sorunları
bunlarla çözmeye çalışırsınız.
Kuşkusuz bu ilkeler başka yerlerdeki gibi Dersim bakımından
da üzerinde durulması gereken yaşamsal derecede
önemli konulardır. Bu yöredeki Kürt yurtsever güçeri
ile sol ve demokratik çevreler her şeyden önce kendi
politikalarını esastan gözden geçirmeyi becerebilmeli,
sorunların nerden kaynaklandığını,
zaaf ve yetersizliklerin neler olduğunu açığa
çıkartmalı, arkasından da bunların
aşılabilmesi için gerekli adımları
atmalılar. Politik farklılıklar ne olursa
olsun Dersim gibi bir bölgede dil, kültür ve kimliğe
ilişkin haklar, askeri operasyon ve baskıların
son bulması, doğanın korunması, ekonominin
canlandırılması ve öteki sosyal sorunların
çözülmesi yönünde geniş katılımlı
adımlar atılabilir. Bu gün gerçekleşmiyorsa,
yarına yönelik olarak düşünmek gerekir bunu.
Dersim Belediye Başkanı Edîba Sahin`i tanıyorum.
Onun, gecesini gündüzüne katarak çalıştığını
da biliyorum. Ancak bu sorunların çözümü kişi
olarak onu ve belediyeyi aşan boyutta çabaları
gerektirmektedir. Elbet, bu konuda en büyük sorumluluk
ve yük te BDP‘nin omuzlarındadır. Bunun dışında
ister birey olsun, isterse grup ya da örgüt, tüm yurtsever,
demokrat ve sol çevreler de aynı şekilde sorumluluk
sahibidirler. Dersim`de var olan sorunlar, doğrudan
doğruya Dersim`in ve Dersimlilerin geleceğini
ilgilendiren çözümü zor sorunlar olduğu için, bunlarla
başa çıkabilmek en üst düzeyde kollektif çaba
ve özveriyi gerektirmektedir. Yerel düzeyde kadro sorununu
çözebilmiş, kendi içinde uyumlu çalışan
ve kendi dışındaki yurtsever, sol ve demokrat
çevrelerle samimi diyaloglar kurabilen bir örgüt ya da
örgütler, kısa ve uzun vadeli sorunların çözümü
bakımından Dersim halkı için bir umut olabilirler.
Kaldığımız Grand Sharoğlu Hotel ile Sey Rizza`nın
heykeli aynı meydandalar. Bu nedenle de Dersimlilerin
Sey Rıza`ya olan ilgisini izleme olanağım
oldu. Hem de bol bol. Shunu sevinerek belirteyim ki bu
ilgi inanılmaz derecede yoğun, samimi ve canlıdır.
Etrafı her zaman dolup taşıyor Sey Rıza`nın.
Özellikle de genç oğulları ve kızları
hiç yalnız bırakmıyorlar onu. Dersim`deki
dinsel geleneğe uyarak o heykeli üç kez öpen, çiçek
bırakan, fotograf çektiren insan sayısı,
tahminimi çok çok aşan miktardaydı. Îşte
Dersim`in canlı, özgürlükçü ve direngen ruhu budur.
Halkımızı aydınlık geleceğe
taşıyacak olanlar bunlardır. Sorun, bu
direngen potansiyeli daha iyi örgütlemek, doğru ve
sağlam bir yolda, onu hedefe daha iyi bir şekilde
yönlendirmektir.
|