Hakemliğe soyunmadan
sorunu bilmek gerekir
Munzur Çem
28 Kasım Günü e-mail adresime gelen Prof. Baskın
Oran`a ait „Dersim: bir toparlama„ başlıklı
yazı olmasaydı, sizler bu satırları
okumuyor olacaktınız. Ne var ki, onun Dersim
ve Kürtler hakkında ileri sürdüğü kimi iddialara
değinmeden önce, 1937-38 soykırımı
ile ilgili olarak son bir ayda Berlin`de gerçekleştirilen
iki etkinliğe bir kaç cümle ile de olsa değinmek
istiyorum. Zaten Prof. Oran`ın yazısının
omurgasını da konuşmacı olarak katıldığı
bu etkinliklerden biri oluşturuyor.
Etkinliklerden birincisi, 14 Kasım günü Dersim Gemeinde (Dersim
Cemaati)`nde „Tertelê Dersimi“ adıyla düzenlenen
bir panel, ikincisi ise 24. Kasım günü Berlin Eyaleti
Parlamentosu (Abgeordnetenhaus Von Berlin)`nda gerçekleştirilen
konferanstı.
Parlamentodaki Konferansın düzenleyicisi, Sol Parti Fraksiyonu (Die
Linkefraktion) idi. Partisi adına Konferansı
düzenleme çalışmalarını, bu Parti`den
eyalet Parlamenteri olan Giyasettin Sayan üstlenmişti.
Bazı Kürt kuruluşları ise bu işte
Sol Parti Fraksiyonu`na aktif destek sunmaktaydılar.
Gün boyunca süren Konferans, hem kitlesel katılım,
hem program yönünden hayli zengin ve başarılıydı.
Konferansın, Eyalet Parlamentosu`na ait binada, bir
Alman partisinin organizatörlüğünde gerçekleşmesine
ek olarak Parlamento Başkanı SPD`li Walter Momper`in
katılması ve bir açış konuşması
yapması, kuşkusuz, eylemin önemini daha da arttıran
bir durumdu.
Konferans sonucunda yayınlanan sonuç bildirgesinde de 1937-38`de
Dersim`de yapılan kitlesel katliam bir soykırım
olarak nitelendiriliyor ve uluslararası kamuoyuna,
olayın bu şekilde kabul edilmesi için çaba harcama
cağrısında bulunuluyor.
3 konuşmacının hazır bulunduğu 14 Kasım
paneli de kitlesel katılım bakımından
başarılıydı. Konuşmacılar,
kendi baskış açılarıyla, Dersim`i
ve Dersim`de gerçekleşmiş olan 1937-38`i soykırımını
anlatmaya çalıştılar. Panelistlerin, bu
olaya değinirken, onun temel nedeni olan Dersim`in
Kürt kimliğine vurgu yapmaktan kaçınmaları,
kanımca panelin en zayıf yanıydı.
Prof. Baskın Oran`ın, konuşmacı olarak katıldığı
panel buydu. Oran, 1937-38 soykırımına
değinirken, Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerinin izlediği
politika ile ilgili kimi gerçekleri dile getirmekte hayli
başarılıydı. Ancak yine de, Dersim
hakkındaki bilgilerinin zaman zaman yüzeysel kaldığı
gözden kaçmıyordu. Bazı noktalarda ise düpedüz
yanlış şeyler söyledi.
Diyelim ki 1937-38 döneminden bahsederken Dersimliler için „Dünyadan
haberleri yoktu“ derken, aslında kendisinin Dersim
ve dersimlilerden hayli habersiz olduğunu ortaya
koyuyordu. 1920`lerde, Dil ve kültürel haklardan tutun
da, bağımsız bir devlet istemeye kadar
varan istemler ileri süren ve bunları gerçekleştirme
uğruna, silahlısı dahil, politik mücadele
yürüten bir bölgenin halkını hiç bir ayırıma
tabi tutmadan „dünyadan habersiz“ ilan etmek, gerçekle
ne derece bağdaşır, düşünmek gerekir.
Baskın Oran`ın, CHP milletvekili Onur Öymen`in parlamentodaki
konuşmasından önce Dersim soykırımının
tartışılmadığını ve
unutulduğunu söylemesi ise bir yönü ile doğru,
bir yönü ile yanlıştı.
Kemalistler şurda kalsın, demokrasi mücadelesi veren Türk entellektüelleri
bakımından bile bu konular öteden beri pek te
ilgilenilmeye değer şeyler olamadı ve genellikle
de tabu olarak kaldı. Bu, işin doğru yanıdır.
Ama Kürt yurtsever çevreleri bakımından durum
bunun tam tersidir. T.C.`nin 20. Yüzyıl Kürt politikası
ve bu çerçevede bu halkın çektiği acılar,
doğal olarak Kürtlerin gündemden hiç düşmedi.
Dersim ve özellikle de 1937-38 soykırımı
ise bu bu çabada hemen daima baş sırayı
işgal etti ki bu gün de bu durum değişmiş
değil. Sözün kısası, Baskın Oran
gibileri için yeni olan şey, bizim için oldum olası
aktüeldir.
Prof. Oran`ın Berlin toplantısında, 1923-38 döneminde,
Kuzey Kürdistan`da sürdürülen demiryolu yapım çalışmalarının
amacı üzerinde dururken, bunu „Dersimi Kuşatmak“la
sınırlı tutması da yine dikkat çekici
bir eksiklikti. Oysa bizzat kendisinin değindiği
belgelerde, devletin demiryollarını sırf
Dersim`i kuşatmak için değil, Kuzey Kürdistan`ın
tamamına hakim olmanın bir aracı olarak
yaptığı açık bir şekilde dile
getiriliyor.
Örneğin 1926 yılında kabul edilen „Şark Islahat Planı`nın
bu konuya ilişkin 20. Maddesi şu şekildedir:
„Şark şimendiferlerinin Erzincan`a, Sivas, Elâziz-Diyarbekir,
Elâziz-Çapakçur-Muş, Van Gölüne mümkün olduğu
kadar az zamanda varmasını temine çalışmak
lazımdır.“ (M. Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik
Mücadeleleri, 1993, Ankara, s. 488)
Baskın Oran, bahsi geçen toplantıda İsmet İnönü`den
„Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ulusal haklar
talep etmek hakkına sahiptir...“ alıntısını
yapmıştı. Oysa bu cümlenin yer aldığı
paragrafın tamamı, devletin Kürdistan`da, demiryolu
yapımı ile güttüğü amaçı açıklığa
kavuşturuyor. Paragraf şu şekildedir:
„Beş senden beri Doğu vilayetlerimizde meydana gelen
ve kökü dışarıda entrikalarla körüklenen
isyan bu gün gücünün yarısını kaybediyor.
Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ulusal haklar talep
etmek hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle
bir hakkı yoktur.„ ... Bu demiryolu sınıra
ulaştığı gün, her türlü tereddüt ortadan
kalkacak ve her türlü entrika, o zaman mutlak bir şekilde
yerleşmiş bu hakikatın önünde tesirsiz
kalacaktır.“ (C. Aladağ, Kürdistan`ın Sömürgeleştirilmesi
ve Kürt Ulusal Hareketleri, s.52`den naklen“.
İnönü bu konuşmayı 1930 yılında Sivas Demiryolu’nun
açılış töreninde yapmıştı.
Görüldüğü gibi Türk Başbakanı, olayı
her hangi bir bölge ile sınırlı tutmuyor,
Kuzey Kürdistan`ın tamamından bahsediyor. Onun,
beş seneden beri sürdüğünü söylediği isyan,
1925-30 yıllarında meydana gelen Kürt direnişleridir.
Bu yüzden de demiryolunun sınıra kadar uzatılmasına
vurgu yapıyor.
Yine anlaşılan, Baskın Oran`ın Dersim halkının
önemlice bir kesiminin Kurmancca konuştuğundan
haberi yoktu ki Berlin`deki panelde Dersimlilerin tamamının
Dımılice konuştukları anlamına
gelecek sözler söyledi.
Oran`ın konuşmasının sonunda, Dersimlilerin CHP`ye
sundukları desteği „Stockholm Sendromu“na
benzeterek açıklaması, salonda tartışmalara
neden oldu. Kendisi de konuşmacı olan Yrd.
Doc. Dr. Zeliha Hepkon buna şiddetle itiraz edenler
arasındaydı.
Kanımca Baskın Oran`ın bu saptaması yerinde ancak
eksikti. Dersim`de öteden beri Mustafa Kemal`e sahip çıkan,
onun 1937-38 soykırımından haberdar olmadığı
balonunu bıkıp usanmadan uçuran, dönemin tek
partisi CHP`ye destek veren önemli bir kitlenin bulunduğu
bir gerçektir. Hatta kendi anadillerinin konuşulmasına,
ona ilişkin haklar talep edilmesine bile en az kemalistler
kadar karşı çıkan dersimlilerin sayısı
da yabana atılır gibi değil.
Beri taraftan, Dersim halkının, tümünün bu durumda olmadığı
gerçeğini de gözden uzak tutamayız. Kemalizmin
kuyruğuna takılmış kesimine karşılık,
Dersim`de sol ve demokratik saflarda yer alan, Kürt özgürlük
mücadelesinde büyük katkılar sunan ve bu yüzden çok
ağır bedeller ödeyen aydın ve mücadeleci
bir kesimin varlığı inkar edilebilir mi?
Şu an Dersim`in iki parlamenterinden biri ile merkez
Belediye Başkanı Kürt kimlikli bir partinin
mensuplarıdır, seçim kazanarak bu görevlere
gelmişlerdir. „Tunceli“ il merkezine „Sey Rıza“nin
heykelini onlar diktiler.
O halde, aslını inkar eden CHP Genel Başkanı ve benzerlerinin
varlığı ne kadar Dersim`in utancı
ise, kalemiyle, sazı, sözü ve öteki çabalarıyla
barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yer
alan Dersimlilerin varlığı hatta öteki
bir çok yöreye oransal çokluğu da oranın gururudur.
Ne var ki Baskın Oran, „Stockholm Sendromu“ benzetmesine duyulan
tepkilerden bir hayli rahatsız olmuşa benziyor.
Öyle olduğu içindir ki yukarıda bahsini ettiğim
makalesinde, Dr. Zeliha Hepkon için küçümseyici cümleler
kullanmış, onun akademisyen kimliğini alaya
almış vs.
Baskın Oran`ın o toplantıda söylediği ve yazısında
da tekrarladığı en ilginç görüş bence
şuydu:
“Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Akvaryumdaki
balık suyu kolayına anlayamaz. Suda olmayan
daha iyi bilir...
Mazlum kendisine “sen en büyüksün”den başkasının denmesini
istemez. Tahlil yaparsınız, “tahkir”
diye anlar; ikisi de t’yle başladığı
için herhalde.“
„Hoca“nın bu sözlerle kastettiği genelde Kürtler, özelde ise
Dersimlilerdir. Ona göre biz Kürtler, ezilen ve katliama
uğrayan taraf olduğumuz için, olayları,
onun gibi dışarıdan bakanlar kadar sağlıklı
bilemeyiz. Bizim durumumuzdakiler alıngandır,
hissi davranır ve „tahlil“ ile „tahkir“i birbirine
karıştırırlar vs.
Mazlumun hissi olması münmkündür bu doğru. Peki bundan hareketle,
Baskın Oran`ın yaptığı tarzda
bir genelleme yapılabilir mi? O kanıda değilim.
Örneğin, dışarıdan bakanlar, sudaki ısı
farklılaşmasını balıklar kadar
yakından bilemez, ses dalgalarını onların
algıladığı gibi algılıyamazlar.
Oksijen miktarı, kirlilik vs. bakımından
da öyle.
Sosyal olaylarda ise bu daha da belirgindir. İşkence görmeyen
biri, işkenceyi, onu gören kadar iyi tanıyamaz.
Tecavüze uğrayan bir kadının çektiği
acıyı başka birisinin aynı dercede
hissetmesi düşünülemez. Bir kürdün, dili ve kimliği
nedeniyle uğradığı haksızlık
karşısında hissettiklerini, bunu yaşamayan
bir türkün hissedebileceğini düşünmek gerçekçi
olmaz vs.
Diyelim ki bizim çocukluğumuz, 1937-38 soykırımı
üzerine anlatılanları dinlemekle geçti. O olayı
bilir, hissederiz. Daha da önemlisi biz Kürtler, on yılardır
1937-38 jenosidi başta olmak üzere Kürt kırımları
ile yakından ilgiliyiz ve bunu kamuoyuna duyurmak
için de oldukça aktif bir çalışma yapmaktayız.
Oysa, Türk aydınlarının ezici çoğunluğu
bu insanlık trajedisinden, Onur Öymen`nin parlamentoda
yaptığı o ünlü! konuşmadan sonra haberdar
oldular. İşte size suyun içerisinde olanla,
onun dışında kalan arasındaki farka
bir örnek.
Tabi Prof. Oran, suda yaşayanla, suyun dışında olan
arasındaki farkı durup duruken dile getirmiyor.
O, bundan hareketle suyun dışındakilere
ve tabi en başta da kendisine çok önemli röller veriyor.
Örneğin, yukarıda bahsi geçen yazısı şu satırlarla
başlıyor:
„ Arı kovanına çomak sokan, sokulur. Normaldir.
Ama çok hayırlı bir iş olduğuna kuşku
yok. Çünkü Kürt-Zaza meselesi gibi tabulara bir an önce
neşter atılması teşhis ve tedaviyi
hızlandırır. Üstelik kardeşler birbirini
genellikle daha sert hırpaladıklarından,
bunun “dışarlıklı” tarafından
yapılması uygundur.“
Peki „Hoca“ nın söylediği tarzda bir Kürt-Zaza
meselesi var mı? Benim bildiğim, ister Kurmancca
konuşsun, isterse Kirmanncca (Zazaca) Kürt haklkının
böyle bir sorunu yok. 1980`nin ortalarından itibaren
Kırmancların (Zazaların) Kürt olmadıklarına
ilişkin bir tartışma başlatıldı,
bu doğrudur. Bu görüşü savunan her kesi devletin
adamı olarak damgalamak gibi bir yanlışa
düşmek istemem ama oyunun baş aktörü devletten
başkası değildi. Üstelik devlet bu işi
artık kapalı kapılar arkasında durarak
ta yapmıyor; oyunu, her kesin gözü önünde oynuyor.
İşte size Genelkurmay internet siteleri, kimi
üniversitelerdeki çabalar, bakan demeçleri, kemalist köşe
yazarlarının „Zaza aşkı“ vs. Eskiden
„Kürt yoktur“ diye çırpınan, bu yüzden insanlara
kan kusturanların, bu gün her fırsatta zazalara
ilanı aşk!“ etmeleri nedensiz değil herhalde.
Ne var ki Kürt halkı artık o eski halk değil.
Onu aldatmak, geçmişe oranla hayli zorlaştı.
Bu nedenle de harcanan bunca çabaya rağmen, Kırmancca
(Zazaca) konuşan Kürtlerin ezici coğunluğu,
oyunun farkındalar. Onların kendi kürtlüklerinden
yana her hangi bir kuşkuları yok ve ulusal kurtuluş
mücadelemizde çok aktif olarak yerlerini alıyorlar.
Zazaca konuşan küçük bir grubun „ Zazalar Kürt değil“
demesinin, „Kürt-Zaza“ sorununun varlığına
kanıt teşkil etmiyeceğini „Hoca“nın
bilmesi gerekir.
Prof. Oran bununla da kalmıyor, devam ediyor:
“15. Yüzyıldan beri Sünni kırımı yaşayagelmiş
Alevi Dersim, Hilafeti kaldırdığı
için Cumhuriyete çok sevindi.... Ama haksızlık
da etmemeli. Dersim’e uzatılan tek bir el çıkmadı.
Kimileri onun özel kimliğini reddedip benim bir uzantımdır
dedi, kimileri gidip köyüne zorla cami yaptı.” (aynı
yazı).
Açıktır ki Prof. Oran, burada yine yanılıyor ve bir
alışkanlığını tekrarlayarak
yabancısı olduğu bir konuda aynı temelsiz
şeyleri söylüyor..
Bir kere „ Alevi Dersim, Hilafeti kaldırdığı
için Cumhuriyete çok sevindi...“ sözlerinin gerçekle
bağdaşır tarafı yok. Bu söylem, ötedenberi
sol ve demokratik çevrelerde süregelen içi boş, kof
bir belirlemeden öte bir anlam ifade etmiyor. Dersimliler
acaba hangi eylem ve davranışları ile „Hilafeti
kaldırdı“ diye „Cumhuriyete çok sevindi“ler
acaba? Her nedense eline kalemi alan sol slogancılar
sürekli bu iddialarda bulunuyor ama bir tek somut kanıt
gösteremiyorlar.
Profesörün, Dersim halkı için „Kimileri onun özel kimliğini
reddedip benim bir uzantımdır dedi“ derken,
Kürtleri kastettiği açıktır. Baskın
Oran`a önerim, „küçük dağları ben yarattım“
havasını terk etmesi ve bu halkın son yüz
yılki tarihini ama özellikle de Dersimlilerinkini
çok dikkatli okusun. Prof., bu işi daha önce yapabilseydi,
eminim ki kendisini zor durumda bırakacak olan bu
gibi yanlış şeyi söyleme bahtsızlığına
uğramazdı.
Beri taraftan, kimileri tarafından sürekli gündeme getirilen ama
bir türlü adı da konmayan „Dersim`in özel kimliği“
nedir, onu da merak etmemek elde değil. Eğer
bununla kastedilen Alevilik ise, bu inanç, sadece Dersim`de
değil, Kürdistan`ın Dersim dışındaki
değişik yörelerinde, Türkiye`de ve daha başka
ülkelerde de var. Yok eğer bu kimlik vurgulaması
ile dil kastediliyorsa, bu daha da büyük bir yanılgı
olur. Çünkü, Dersim`de konuşulan Kurmancca ve Kırmancca
(Zazaca) lehçeleri de Dersim`le sınırlı
değiller. Her iki lehçe, Dersim dışında
da konuşulmaktadır. Onlara „Lehçe değil,
ayrı dillerdir“ deseniz bile bu gerçeği degiştiremezsiniz.
Güneşin kutsallığı, Gaxan ve Xizir (Hızır)
bayramları, ziyaretler, kirvelik ve musahiplik gibi
dinsel ya da dinsel olmayan gelenek ve töreler bakımından
da durum ana hatları itibariyle farklılık
arz etmiyor. Söz konusu inanç ve geleneklerin, bazı
bölgelerde göreceli olarak daha canlı olmaları
bu gerçeği değiştirmez.
Bir dile, kültüre ve kimliğe sahip çıkmak, onun yaşatılması
için çaba harcamak ve sonuçta ona sahip olanların
özgürlüklerini savunmak başka, bunu politik amaçlarla
istismar ederek farklı kalıplarda göstermeye
çalışmak başkadır. Bu bakımdan,
Baskın Oran gibileri dahil, „Dersim`in özel kimliği“nden
bahsedenlerin bununla neyi kast ettiklerini açık-seçik
ortaya koymaları gerekir. Bu da yetmez; Prof. Oran
ayrıca bu „özel kimliği“ kim, hangi
yol ve yöntemle „reddedip benim bir uzantımdır,“
demişse, bunun da somut verilerle söylenmesi
gerekiyor. Bulanık suda balık avlama sevdasında
olmayanların bundan kaçınmak isteyeceklerini
sanmıyorum.
Baskın Oran, Dersim`de Kırmancca (Zazaca)`nın seçimlik
ders olarak okutulmasına değinirken de yine
skandal niteliğinde bir yanlışa düşmekten
kurtulamıyor:
„Tunceli’de bir grup basın açıklaması
yaptı, üniversitede Kürtçenin yanı sıra
Zazacanın da seçimlik okutulması Kürt hareketini
bölmektir, dedi...“ (aynı yazı)
Oysa gerçek hiç te Prof. Oran`ın söylediği
gibi değil. „Bir Grup“ dediği için kimi kast
ettiğini tam olarak bilemiyorum ama Oran`ın
bahsettiği tarzda bir bildiri Tunceli Üniversitesi
Öğrenci Birliği tarafından yayınlanmıştı.
Bu yaz, Munzur festivali nedeniyle gittiğim Dersim`de,
o birliğin başkanı ile konuştum. Bahsedilen
bildiri de Kırmanccanın (Zazacanın) seçmeli
ders olarak okutulmasına karşı çıkılmak
diye bir şey yok. Bu iş için „Kürt hareketini
bölmektir“ tarzında bir belirlemede bulunulmuyordu.
Öğrencilerin karşı oldukları şey,
Üniversite yönetiminin „Kürtçe ve Zazaca“ şeklinde
bir ayırım yapmış olması, yani
Zazaca`yı fılen Kürtçeden ayrı bir dil
olarak ilan etmesiydi. Öğrenciler tepkilerinde haklıydılar,
çünkü yönetim, bu adlandırma ile hakkı olmayan
tarzda Kürtlerle ilgili politik bir belirlemede bulunmaktaydı.
Dersimliler, Kurmancca lehçesine „Kırdaski“, başka
yörelerde, „Kirdki“ „Dimilki“ ya da „Zazaki“ diye adlandırılan
lehçeye ise „Kırmancki“ diyorlar. Üniversite yönetimi
tartışmalı bir konuda taraf olacağına,
buna uygun bir adlandırma yapabilirdi, ama öyle yapmamış
bir politik tavır sergilemişti.
Şimdi bir de sıkı durun ve yazarın
şu sözlerine bakın:
„Dersimliler büyük ölçüde Alevilikten gelen çok farklı
bir kültüre/kimliğe sahip. Eğer Kürtler, Türk
devletinin kendilerine yaptığını Dersimlilere
yapacaklarsa, bu katiyen olmaz. Olur tabi de, Kürt Kemalizmi
olur. Anlıyorum, devletten sadece bunu gördüler.
Ama biz Türkiyeliler, Kemalizm’in bu yönünü Kürtler için
reddederken Dersimliler için kabul edemeyiz. Kürtçe konuşulduğunda
devlet “Birlik-beraberliği bozmayın; Kürtçülük
yapmayın” dedi; Kürtler Dersimlilere benzer durumda
“… Zazacılık yapmayın” diyor. Eğer
“Vakti zamanı gelince kardeşler arasında
çözeceğiz” demeye getiriyorsa, çok tanıdık
bir söz, Kürtlere M. Kemal TBMM’de 24.04.1920’de söylemişti
(bkz. R-2’deki yazım.“)
Peki Kürtler arasında böyle bir tartışma, Kürt kurum ve
kuruluşları içerisinde bu yönde her hangi bir
öneri ya da dayatmada bulunan var mı? Ben bu güne
kadar rastlamadım. Kim bilir belki de bu mücadeleye
ömür adamış bizlerin görmediği, duymadığı
şeyleri Prof. Oran fark etmiştir. Öyle ya ne
de olsa o „suyun dışında“ olandır
ve doğruları görüp neşter atma şansı
suyun içindeki bizlerden „daha yüksektir!“
İşin espirisi bir yana, ben şahsen „Prof. Oran gerçeklikten
bu derece uzak şeyler nerden buldu da ortaya attı
acaba?“ diye düşünmekten alıkoyamıyorum
kendimi. Bence Baskın Oran bir yerlerden, muhtemelen
de Zaza ve Dersim sevgisi! Kürt karşıtlığı
ile orantılı çevrelerden bilgiler aldı,
bunların doğruluğuna peşinen inandı
ve sonuçta da böylesine hatalı tutuma sürüklendi.
Kürt sürunun çözümünde bula bula „Türkiyeyilik“ denilen kemalizmin
restore edilmiş bir versiyonunu bulan „Hoca“, bütün
bu yazdıklarıyla „Kürt kemalizmi“ne karşı
çıkma adına, muhtemelen de farkında olmadan
gerçek kemalizmin değirmenine su taşımış
olmuyor mu.
Burada yeri gelmişken Türk entellektüellerinin tutumuna ve kendilerinden
beklentilerimize ilişkin bir kaç söz söylemeyi gerekli
görüyorum.
Şu bir gerçek ki Türk entellektüelleri, bir bütün olarak Kürt sorununu
irdelemeye hayli geç başladılar. Böyle olduğu
için de hem toplum olarak Kürtlere ve hem de onların
özgürleşme mücadelesine önemli ölçüde yabancı
kaldılar. Son yıllarda bu yönde gösterilen olumlu
çabalar var ama basılan zemin henüz yeterince sağlamlaşabilmiş
değil. Onlar, hayli çorak bir arazide ürün elde
etmeye çalışıyorlar ki bu da kolay olmuyor.
Bu gruba giren entellektüeller içerisinde samimi davranan mütevazi insanlar
elbet var. Çeşitli konularda bizimle aynı görüşte
olmamaları, kendileri ile uygarca diyaloğ kurmamıza
engel teskil etmez. Onlardan gelen eleştiri ve değerlendirmelerin,
Kürt sorununun nihayi çözümüne katkı sağlayacağı
tartışma götürmez. Örneğin iki Türk gazetcisinin;
Hasan Cemal ile Cengiz Çandar `ın 24 Kasım tarihli
Berlin Konferansında yaptıkları konuşmayı,
benim gibi bir çok Kürt zevkle dinledi ve kendilerinden
yararlandı.
Ne var ki Türk entellektüelleri içerisinde burnu havada dolaşanların
bulunduğu da bir gerçektir. Bunlar, kendilerini peşinen
bilmiş saydıkları için, yeterince araştırmadıkları,
hatta hiç bilmedikleri konularda bile uluorta konuşmaktan,
başkalarına yüksek perdeden ders vermekten pek
hoşlanıyorlar.
Söylemeye gerek yok ki güdülen amaç ne olursa olsun,
bu gibi tavırlar hem Kürt yurtsever hareketine hem
de iki halkın aydınları arasında,
en ileri düzeyde bulunması gereken diyaloğa
zarar veriyor.
-------------------------------------
Kaynak: Dengê Azad
|