HAKKARİ’DE BİR
KONFERANS
Munzur Çem
Van’a Doğru Uçarken
Konferansa Kurdolojiyê
ya Zanîngeha Hakariyê / Hakkâri Üniversitesi Kürdoloji
Konferansı’na katılmak üzere 24 Mayıs günü
İstanbul’dan havalandığımda hayli
sevinçliydim. Sevincim, sadece böyle bir konferansın
düzenlenmiş olması, konuşmacılardan
biri olarak ona katılmam ve 5 gün boyunca Kürdoloji
alanına giren onlarca konunun tartışılması
değildi. Sevincimin bir nedeni de ülkemin bu yöresine
ilk kez gidiyor olmamdı. Daha önceleri Van’a çeşitli
kereler gitmeme rağmen Colemerg’i görme fırsatım
olmamıştı.
Şansımıza hava alabildiğine açık
ve doğal olarak fırsat buldukça da aşağılara
bakıyorum. Git, git, git; yol bitmeyecekmiş
gibi geliyor insana. Oysa topu topuna iki saatlik bir
yolculuktur yaptığımız. Derken sol
yanım akmakta olan bir nehir ilişiyor gözüme.
Bunun, Murat olduğunu bilmem zor olmuyor. En az
10 km.
yüksekte olmamıza rağmen çok heybetli bir görünüşü
var Murat’ın. Daralıp genişleyerek, bir
yılanınkini andıran kavislerle ovaları,
dar vadileri geride bırakıp ilerliyor kocaman
bilge. Suyu da bulanık mı bulanık, dersiniz
ki bir çamur deryasıdır akmakta olan. Ne de
olsa dağlarında karların eridiği mevsimdeyiz
Kürdistan’ın. Ona baktıkça geçmişe uzanıyor,
tarihi düşünüyorsunuz; doğanın olağanüstü
gücü, insana sunduğu olanaklar takılıyor
aklınız ve tabi bir sevinç hatta bir gurur dalgası
sarıyor içinizi. Ama bir yandan da erozyon denilen
canavarı görüyorsunuz yürek sızısı
hissederek. Kürdistan, her yıl bu sularla ne kadar
toprak kaybediyor acaba, diye sormaktan alamıyorum
kendimi.
Muş’u geride bıraktıktan
az sonra, alçalmaya başlama anonsu duyuyoruz. Ötelerde,
kuzey kıyıları gözüken Van Gölü giderek
bize doğru geliyor gibi. Yakınlaştıkça,
onun mavi yüzünün inceliklerini daha iyi görebiliyoruz.
Sol yanda, yani gölün kuzey yakasında olanca görkemiyle
Sîpan (Süphan), güney yakasında ise Artos!.. Bu dağların,
hele hele Sîpan’ın doruklarını böylesine
net görmek pek kolay değil. Tepeleri genellikle dumanlıdır
bunların. Ama o gün şanslıyız! Anlaşılan,
doğa torpil geçiyor bize. Gri örtüyü bir kenara atmış,
zirveleri cömertçe sermiş gözlerimizin önüne.
Uçak, Edremit’in üzerinden
geçerken yine yürek sızısı ile sarsılmamak
mümkün değil. 30-40 yıl önceki halini hatırlıyorum
bu yörenin. O zamanlar, dünyamızın en yüksek
hayal gücüne sahip bir ressamın fırçasından
çıkmış kadar güzeldi buralar. Onun sırtını
dayadığı yüce dağlar, yılın
büyük bir bölümünde karla kaplıdır. Nisan ve
Mayıs ayalarında, doruklardan aşağıya
inildikçe beyaz örtü önce azalıyor, sonra da hepten
kayboluyor ve yerini otlaklara bırakıyordu.
Göle yakın yerler, ağırlığı
meyvelerde olan bir ağaç deryası gibiydi. Sonra,
o yeşillik göl mavisi ile devam ediyor, karşı
kıyılarda, sizi başka zirvelerle buluşturacak
olan yeni yamaçlarla buluşturuyordu.
Sonraki yıllarda,
bir ara Edremit’e bir çimento fabrikası yapıldığını
duyduğumda kulaklarıma inanamadım. İnsan
bazen inanmak istemediği için, gözünün önündeki şeylere
bile inanmakta zorlanıyor, gördüklerinin değil,
görmek istediklerinin gerçek olmasını istiyor.
Benimkisi de öyle bir şeydi. Ancak yine de gerçek
gerçekti, dilek ve temenniler, onun varlığını
ortadan kaldırma gücüne sahip değillerdi.
Onca boş arazi dururken
fabrikayı, üstelik de bir çimento fabrikasını
harika güzellikte bir doğa parçasının ortasına
oturtmak neyin nesiydi?
Bu kez o fabrikayı
gördüm. Bir hayalet gibi duruyordu kıyıda. Edremit’e
neler kaybettirdiğini görmek ise tabı ki zor
değildi. Eski Edremit’ten eser kalmamıştı
geriye.
İnşaat yapımı
nedeniyle yeşil kuşak çok büyük yara almış.
Sonraki yıllarda ise fabrika tozları yine doğal
güzelliklerden çok şey çalmış. Yıllarca
yapraklar yeşil yerine gri renkle gözükmüşler.
Son yıllarda filtre takmak sureti ile tahribat kısmen
azaltılmış ama neye yarar! Giden gitmiş!
Sadece Edremit mi? Van
tamamı bakımından da durum bundan farklı
değil. Özellikle de 1990’larda yaşanan sürgün
ve göç kentte çok büyük bir nüfus patlamasına yol
açmış. Bu da kaçınılmaz olarak kentsel
sorunları büyüttükçe büyütmüş. Hızlı
ve sağlıksız kentleşmenin ilk kurbanı
ise her zamanki gibi yeşil alanlar olmuş. Bir
dönemlerin ağaç denizi olan Urartu başkenti,
o gün bu gündür bu özelliğini görülmedik bir hızla
kaybediyor, betonlaşıyor, kalabalıklaşıyor,
çirkinleşiyor.
Konuştuğum
kişilerden, Van Belediye Başkanı’nın
çalışmaları ile ilgili hayli olumlu şeyler
duydum. Ama yeşil alanların korunması konusunda
o da yetersiz kalıyor. Kanımca Van’ın,
çok ciddi çalışan, güçlü çevreyi koruma örgütlerine
acil ihtiyacı var.
Dünyanın Damında Hakkarî’ye Doğru
Şimdi Van’ın
sorunlarını bir kenara bırakalım ve
yeniden yolculuğumuza dönelim.
İstanbul’da uçağa
bindiğimde, tam eşyalarımı yerleştiriyordum
ki biri „Merhaba“ dedi. Tanıdık sesin sahibi
Malmisanij’dı. Ben Almanya’dan o ise İsveç’ten
geliyordu ve ikimiz de Hakkari’deki konferansa gidiyorduk.
Van havaalanında eşyaları beklerken, başka
tanıdık yüzlerle de karşılaştık.
Dışarıya çıktığımızda,
Hakkari Üniversitesi’ne ait servis araçları bizi
bekliyordu. Minibüs olan bu araçlardan bir tanesine bindik
ve Gürpınar üzerinden Hakkâri’ye doğru yola
koyulduk.
Bu yörede yol alırken
dünyanın damında gezer gibisiniz. Çünkü burada
yüksek olan sadece dağlar değil, arazi bir bütün
olarak oldukça yüksek rakıma sahip. Diyelim ki Van
Gölü’nün deniz seviyesinden yüksekliği 1700 metrenin
üzerindedir. Gürpınar’ın yanı başından
vadi boyunca ilerledikçe yükseklik de ha bire artıyor.
Karlı dağlarla adeta kucaklaşa kucaklaşa
Türkçeleştirilmiş adı „Güzeldere“ olan
geçide ulaştığımızda deniz seviyesinden
yüksekliğimiz 2760
m.yi buluyor. Dile kolay bu yükseklilerde
yaşam sürdürmek! Ancak onu geçer geçmez bu kez baş
aşağı yolculuğu başlıyor.
Yörede düzlük alanlar
fazla olmasalar da varlar. Ne var ki toprak adeta bakiredir.
Nereye baksanız insan eli değmemiş meralar
uzayıp gidiyor. Yerleşim birimleri, yani köy
sayısı bakımından da çok yoksul gözüküyor
yöre. Ara sıra karşı karşıya
kalınan köyler ise oldukça yoksul, oldukça cansızlar.
Neyse ki vadi boyunca sık sık karşımıza
çıkan Koçer çadırları ve yine onlara ait
koyun sürüleri, biraz olsun rahatlatıyorlar içimizi.
Bu yörelerin nüfus yoğunluğu bakımından
zayıf durumda olduklarını biliyorum. Bunun
nedenleri hakkında da bilgi sahibi sayılırım
ama yine de o andan başlayarak fırsat buldukça
çevremdekilere de sormaya başladım. Ana neden
hep aynı oldu:
„Şerê qirêj!“ (Kirli
Savaş)!
Tabi bölgede rakımın
yüksek olması, tarım açısından bir
dezavantaj oluşturuyor ama hayvancılık
öyle değil. Zaten hayvan besiciliği eskiden
bölge ekonomisinin belkemiği imiş. 1990’lı
yıllarda uygulanan yayla yasağı, faili
meçhul cinayet dalgasının da dâhil olduğu
sınırsız baskılar ve köylerin zorla
boşaltılması, hayvancılığı
öldürmüş. Bütün bunlara tam bir parazitleştirme
aracı olan koruculuk ta eklenince, bölgede üretim
diye bir şey kalmamış.
Derken vadinin bir noktasında
tam virajlardan birini dönerken, sol tarafta modern bir
kaç yapı çıkıyor karşımıza.
Kürdistan’ın küçük yerleşim birimlerindeki bu
tür yapılar, hemen daima devlete ait yerlerdir. Nitekim
bu yöndeki tahminim doğru çıkıyor. Burası
yatılı bölge okulu, daha doğrusu Kürt çocuklarını
Türkleştirme yuvası. Tabi böyle bir beldeyi
karakolsuz düşünmek olmaz. O da, asimilasyon yuvasının
yanı başında kendisine ait binada duruyor.
O binaların hemen altında, dere yatağında
ise modern evler, diğer bir deyişle lojmanlar
sıralanmış.
Lojmanlardan öteye halkın
oturduğu evler var. Sıradan Kürt köy evlerinden
farklı bir yanları yok. Tek ya da iki katlı,
çoğu toprak damlı evler!. Yöredeki yoksulluğu
tarif etmek için başka kanıta gerek yok sanıyorum.
Adını söylemedik;
burası „Xoşav!“ Ama levhada yazılı
olan bu gerçek ad değil. Kürdistan’daki tüm yerleşim
birimleri gibi buranın ismi de resmiyette Türkçeleştirilmiş.
“Xoşav”ı türkçeye çevirmiş „Güzel Su“demişler
ona. Hani kardeşiz ya! „Türk kardeşler“imiz,
böylesini uygun görmüşler bizim için.
Beri taraftan „Xoşav“
denince, akla ilk gelen bu adla bilinen kalesi oluyor.
Bir yamaca, daha doğrusu uçuruma inşaa edilmiş
kaleyi gezmek, programımızda yok. Ama bakarken
şaşırmaktan alamıyor insan kendisini.
Buna „hayranlık duymak“ ta diyebilirsiniz. Hangi
matematik, hangi inşaat tekniği ve bilgi ile
oraya yapıldı o koca kale; yanıt vermek
kolay değil.
Van’a bağlı
Başkale ilçesini geride bıraktıktan bir
süre sonra, Halk arasındaki adı „Zê“ olan Zap
nehri ile buluşuyoruz. Ondan sonra da Hakkâri’ye
kadar ayrılmıyoruz birbirimizden. Yanı
başımızda, bizimle yarışır
gibi akıp gidiyor Zê.
Ona baktıkça halk
arasında „Mizur“, yazılı kaynaklarda ise
„Munzur“ olarak gecehen Dersim’in ünlü nehrini düşünyorum
hep. Daha doğrusu ben düşünmüyorum, Zê ya da
Zap getiriyor aklıma. Bazı özellikleri farklı
olsa da birbirlerine çok benziyorlar. Diyelim ki Mizur
vadisi daha dik, daha haşindir. Daha da önemlisi
genellikle ormanla kaplıdır. Oysa Zê vadisi,
bu yönden bambaşka bir görünüm arz ediyor. Ağaç
yönünden olaganüstü derecede yoksulluğu dikkatimi
çekiyor. Hakkari kentine yakın bölgelerde, yeni yaprak
açmış meşe ve sögütler bir yana, ağaç
göremiyorsunuz yol boyunca.
Derken, vadinin sarp
yamaçlarla kuşatılmış alabildiğine
derin bir yerinde, yol boyunca sık sık karşınıza
çıkan askeri kontrol noktalarından birini daha
aşıp köprüyü geride bırakırken yol
arkadaşımız Zê’yi kaybediyoruz. Arkaya
dönüyorum, yanlara bakıyorum; yok; dersiniz ki yer
yarıldı da içine girip kayboldu.
Colemerg ya da Hakkâri ve Dersim: Benzerlikler, Ayrılıklar
Gözlerim Ze’yi arayadursun,
bir kaç dakika sonra kentin kenar mahallelerinde olduğumuzu
fark ediyorum. Dersim’de Tunceli il merkezinin bulunduğu
Mamekiye ile hayli benzeştir bu kent. Bu, durum sadece
benim değil, her iki yöreyi görmüş olan başkaları
için de dikkat çekici oluyor. Örneğin, aynı
minibüste yolculuk ettiğimiz Malmisanij bu izlenimini
yüksek sesle dile getirmekte gecikmiyor. Sonraki günlerde,
her iki kentin benzerliklerinin bununla sınırlı
olmadığını görüyoruz. Örneğin,
Van’a ayak bastığımızdan beri her
yerde karşımıza çikan rivês/ribês (Türkçesi:
işkın), bu mevsimde her iki kentte de seyyar
satıcı arabalarının süsleyicileri
arasındalar. Dersim’de çok olan „hêluge“ ya da „gulıke“ye
ise burada rastlamadım. Her iki kentin nüfus büyüklükleri
aşağı yukarı aynıdır. Bence
en önemli benzerliklerden biri sosyal alanda göze çarpıyor.
Her iki yörenin halkı arasında dini inanç farkı
var. Hakkârililer Müslüman (Sünni), Dersimliler ise Alevidirler.
Ama her iki ilde de otoriter, insanları belli kurallara
uymaya zorlayan inanca dayalı bağnazlık
yok. Örneğin, Hakkâri’de kaldığım
günler içerisinde sadece üniversitede az sayıda türbanlı
kadına rastladım ki onlar da hem başka
yörelerden gelenlerdi hem de bu giysiyi isteyerek kullanıyorlardı.
Diğer bir deyişle bir zorlama sonucu değildi.
Kendi tercihleri olunca da doğal olarak kimsenin
bir diyeceği olamaz, haklarıdır.
Hakkâri il merkezi, rakım
olarak Mamekiye (“Tunceli”)’den daha yüksektir. Yamaçlar
daha dik ve tabi çıplaktır. Güneye düşen
yamaçta ve kente hakim yükseklikte Hakkari Kalesi, daha
doğrusu kalenin kalıntıları var. Hakkâri
Mirliğinin mekânı olan kale, 1969 yılında
vali Hüseyin Öğütçen tarafından yıktırılmış.
1980 darbesi olur olmaz da halka yasaklanmış
burası. Hakkâri halkı, o gün bu gündür, kendi
atalarına ait bu tarihi yeri görme ve tanıma
hakkından yoksun. Şimdi bir askeri birlik barınıyor
orada. Yamacın ona yakın bir yerinde ise beyaz
taşların yan yana dizilmesiyle „Ne Mutlu Türküm
Diyene“ sloganı göze çarpıyor. Zulüm ile slogan
birbirlerine çok yakışıyorlar doğrusu.
Kentin Doğu tarafında
yükselen Sümbül dağı, bazen ürkütücü olabiliyor.
Öyle oluyor, çünkü her an insanın kafasına düşecek
gibidir duruşu.
Nehrin, o dağın
dibine sokulan yatağı o kadar derin ki kent
merkezinden onu göremiyor, sesini duyamıyor, varlığını
başka türlü hissedemiyorsunuz. Oysa Mamekiye’de durum
bunun tam tersidir. Munzur Vadisi ağaç bakımından
zengindir. Kentin bir bölümünden bir kartal bakışı
ile nehri izleyebilirsiniz. Bir bölümü ise zaten onun
yatağına kuruludur.
Hakkâri’de Türkçeyi ancak gençlerle çocuklardan duyabilirsiniz.
Bunun dışında, halk Kürtçe konuşur.
Ama Dersimliler böyle değiller. Onlar büyük ölçüde
kendi dillerinden kopmuş durumdalar. Diyarbekir gibi
Dersim’in çarşı-pazar dili Türkçedir. Hem Dersim’de
hem da Hakkâri’de „Ne Mutlu Türküm Diyene“ türünden ırkçı
sloganlar hala yerlerinde duruyor. Ben şahsen bunu
politik ilgisizlik ile bilinç zaafı kadar, bir kişilik
dejenerasyonu göstergesi olarak ta görüyorum. Eğer
dejenere olmamış olsaydık, bizi yok sayan,
küçük düşüren ve aynı zamanda ölüm fermanımız
anlamına gelen bu tür sloganları sineye çekip
kuzu-kuzu yerimizde oturur muyduk? Bunların çoktan
sökülüp ortadan kaldırılmaları gerekmez
miydi?
Yine her iki ilde de
dükkân tabelalarının nerdeyse tamamı Türkçedir
ki bundan da halk olarak kendi duyarsızlığımızın
büyük payı var. BDP’nin bu güne kadar, bu alanda
güçlü bir program ortaya koyamamasını ve pratikte
gerekli çabayı harcamamış olmasını
ne ile açıklamak gerekir, bilemiyorum.
Zengin Kaynaklar Arasında Yoksulluk Diz Boyu
Dersim ile Hakkâri’nin
yüksek dağları, hayvan besiciliğine çok
elverişli geniş otlaklarla örtülüdür. Her iki
yörede olağanüstü derecede zengin su kaynakları
var. Derin vadileri gibi balı ve cevizi de ünlüdür
buraların. Suya dayalı enerji, hayvancılık
ve turizm bakımından sahip oldukları muazzam
potansiyele rağmen her iki yörede de üretim adeta
sıfır düzeydedir. Dersim gibi Hakkâri’ye de
yoğurt bile batıdan geliyor.
Doğal Benzerliği Kardeşliğe Dönüştürmek!
Söz iki kentin benzerliklerinden
açılmışken bir önerimi dile getirmek istiyorum.
Bence Hakkâri ve Dersim Merkez (Tunceli) belediyeleri,
iki kenti „kardeş kentler“ ya da İl Genel Meclisleri
onları „kardeş iller“ olarak ilan edebilirler,
etmeliler. Hem de bu kardeşlik soyutta da kalmamalı,
iki yöre arasında bir sosyal ilişkileri geliştirme
programına dayanmalı. Örneğin bu amaçla
tarihi, kültürel ve coğrafi tanıtım çalışmaları
yapılabilir, karşılıklı turistik
geziler düzenlenebilir vs. Hakkârili gençlerin Dersim’de
Dersimli gençlerle, Dersimli gençlerin ise Hakkâri’de
Hakkarili gençlerle ele ele tutuşup türkü söylediklerini,
birlikte govende durduklarını görmek çok hoş
olur doğrusu.
Bir Boykot, Bir Destek ve Bir Protesto
Hakkâri’ye gidişimizden
kısa bir süre önce iki Türk sömürgeci partisinin
genel başkanları peş peşe Hakkâri’ye
gitmişlerdi. Politik olarak BDP’nin etkisi altında
olan Hakkâri’de halk, bu partinin aldığı
karara uyarak Erdoğan’ın mitingine gitmemişti.
Başbakan gerçek anlamda hayalet bir kent ile karşı
karşıya kalmış, polis ve kimi memurlardan
oluşan küçük bir gruba hitap etmek zorunda kalmıştı.
Boykotun etkisini, AKP’ye taraf basından da anlamak
mümkündü.
Örneğin, Erdoğan’ın
basın bülteni niteliğindeki Sabah gazetesinde,
yayın yönetmeni Erdal Şafak, PKK’nın kent
halkını zorla evlerinden alıp dağlara
götürdüğü iddiasını ciddiye alacak ve bunu
köşesinde yazacak kadar dengeyi yitirmişti.
Şahsen bu boykotu hem DBP hem de Hakkari halkı
bakımından önemli bir başarı olarak
kabul ediyorum.
Erdoğan’dan sonra
bu kez Hakkâri’yi ziyaret eden politikacı Kemal Kılıçdaroğlu
olmuştu. Erdoğan’ı boykot eden DPT, Kılıcdaroğlu
mitinginde tam tersini yapmış, taraftarlarını
alana yığmış, aslında bu kentte
varlığı olmayan CHP’ye on bin civarında
insan toplamıştı. İyi kıyak doğrusu!
Bu komik durumu ise sadece
BDP’nin değil, Kürt halkının bir trajedisi
olarak değerlendirmek gerekir.
Yazılarımı
okuyanlar bilirler; ben AKP’ye her hangi bir şekilde
güven duyan, ona umut bağlayanlardan değilim.
TRT-6’in yayın hayatına başlamasını,
Başbakan’ın Dersim’de 1938’de yaşananlarla
ilgili değerlendirmelerini, ordunun politika üzerindeki
tekelini kırmaya yönelik çabaları önemli görsem
ve desteklesem de, bu partinin, Kürt sorunun çözme konusunda
samimi olduğuna hiç inanmadım. Açıktır
ki AKP, 1924 anayasası ile devletin önüne konulan
Kürt stratejisini ana hatları itibariyle aynen benimsiyor
ve koruyor. AKP’nin kimi söylemleri ile pratik adımları
öze değil yönteme ilişkin şeylerdir. Yani
bu partinin yaptığı şey, Kemalistlerin
1924 yılında çizdikleri Kürt stratejisinin ortaya
koyduğu temel hedeflere ulaşmak için seçilen
yol ve yöntemlerde kimi değişiklikler yapma
çabasından öte bir şey değil.
Oysa CHP bu kadarından
bile uzak, klasik Kemalist çizgiden sapmayan, ergenkoncu
bir partidir. Bu partinin genel başkanı, bir
kaset darbesi sonucu ve adeta paraşütle onun başına
getirildiğinde, yaptığı ilk şeylerden
biri Hürriyet gazetesindeki bir köşe yazarı
kanalıyla aslını inkâr ederek Türkmenliğini
ilan etmek oldu. Erdoğan, Başbakan olarak 1938’de
Dersim’de yapılanları kınarken, Dersimli
Kılıçdaroğlu tam bir dönme tavrıyla
„Devrim dönemlerinde olur böyle şeyler,“ dedi ve
yapılanlara haklı gerekçeler göstermeye çalıştı.
AKP yönetimi hiç değilse Kürt sözcüğünü telaffuz
etmekten çekinmez, hatta lafta da olsa çözümden bahsederken
Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geldikten
6 ay sonran sözcüğünü ağzına alabildi.
Seçim sürecine girilmemiş olsaydı, eminim ki
bunu da yapmayacaktı.
CHP, Kürdistan’da bir
cesede dönüşmüş olan Kemalizmi canlandırmak
için yoğun bir çaba harcıyor. Onlar bunu yaparken
çıkarından başka bir şey düşünmeyen
kimi sürüngen Kürtleri yanlarına almayı da ihmal
etmiyorlar. Son zamanlarda demokrasi üzerine söylenenler
ve bu çerçevede daha sık kullanılmaya başlanan
„Kürt vatandaşlarımız“ sözleri, silindikleri
Kürdistan’da yeniden boy gösterme manevrasından öte
bir şey değil. Bu bir bakıma, yine CHP’nin,
1960’ların ortalarında piyasaya sürdüğü
“Ortanın Solu”nu andırıyor.
Bu bakımdan, BDP
Hakkâri’de bu partiye destek olmakla kanımca tarihi
bir hata yapmış oldu. Geçmişin ırkçı,
kanlı mirasını ret ve mahkûm etmedikçe
Kürtlerin CHP’ye destek olmaları, Yahudilerin Hitlerin
partisine destek vermelerinden farklı değil.
Erdoğan’ı boykot
eden, CHP’ye destek veren BDP, 25 Mayıs günü başlayan
ve 5 gün devam eden Kürdoloji Konferansında ne yaptı,
bir de ona bakalım:
Bahsedilen gün öğleden
sonra Konferans’ın açılışı başladığında
salon hayli kalabalıktı. Açılış
konuşmasını yapmak üzere, Dr. İbrahim
Seydo Aydoğan kürsüye geldi ve çok kısa bir
konuşmadan sonra, Diyarbekirli Sanatçı Mahmut
Kızıl’ı Sahneye davet etti. Kızıl,
sahnede yerini alıp ta selamlama anlamında söze
başlar başlamaz gürültü koptu. Birileri slogan
atıyorlardı. Garip bir uğultu halinde atılan
sloganlardan fazla bir şey anlamak mümkün olmadı
ise de bunun, DTP’lilere ait bir protesto gösterisi olduğu
belli idi. Bir kaç dakikalık sloganlardan sonra hemen
yanı başımda oturan bir genç ayağa
kalktı ve özetle, „Bu konferans seçim döneminde AKP
propagandasını yapmaktan başka bir şey
değil, bu tür konferansları ancak TZDK* yapma
hakkına sahiptir,” türünden sözler söyledikten sonra
grup toplu olarak salonu terk etti.
Aynı grubun hazırladıkları
afişte ise konferansa katılmış olan
bizlere „Size yumurta atacaktık ama düşündük
ki buna bile değmesiniz,“ sloganı yer alıyordu.
Bu tutumun nedeni ile
ilgili olarak iki şey sözlendi bize.
Bir görüşe göre,
Hakkâri mitinginde, Başbakan Erdoğan, kendi
iktidarı döneminin faaliyetlerine örnek olarak bu
konferansı göstermiş, “bakın biz Kürdoloji
konferansı düzenliyoruz” tarzında sözler söylemiş.
BDP’liler de bu yüzden tepki göstermişler.
Bir diğer görüşe
göre ise Erdoğan’ın sözleri sadece bir bahaneydi.
Başbakan bunları söylemeseydi de DTP boykot
edecekti. Nitekim daha önceki yıllarda yapılan
benzer nitelikte iki konferansa katılmış
olan BDP’ye yakın kişilerden hiç biri bu yıl
onda yer almıyordu.
Ne var ki hangi açıdan
bakarsanız bakın, BDP’nin Konferans ile ilgili
tutumu yanlıştı. Neden?
1)
Konferans,
halkımızın çıkarlarına uygun
ve oldukça zengin bir programa sahipti.
2)
Program,
baştan sona kadar Kürtçe idi. Kim hangi lehçeyi istiyorsa,
konuşmasını onunla yaptı. Rektörün
bir kaç dakikalık selamlama ve Kürtçe bilmeyen bir
dinleyicinin ara sıra sorduğu sorular dışında
Türkçeyi kullananlar, sadece protestocu BDP’liler oldular.
3)
Katılımcıların
bileşimi bakımından ise tablo daha da ilginçti:
Toplantıya
Kürdistan’ın tüm parçalarından, Xoresan (Horasan),
Ermenistan ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden
50 civarında Kürt entelektüeli katılmıştı.
Bilebildiğim kadarıyla yurtseverliğinden
kuşku duyulacak kimse yoktu içimizde. Bunlar Kürt
diline, kültürüne yıllarca hizmet etmiş, mücadeleye
omuz vermiş kişilerdi. Yürekleri Özgür bir Kürdistan
için çarpıyordu. Benim gibi, içlerinde BDP’nin politik
çizgisine yönelik eleştirici tutuma sahip olanlar
olsalar bile hiç biri ona düşman değildi, dosttular.
Şöyle
bir düşünelim; BDP, uzak durup düzenleyici ve katılımcılara
hakaret edeceğine, kendi kentlerinde düzenlenen bu
ölçüde düzeyli ve yararlı bir konferansa katılsa,
hatta destek verse, sunum yapmak üzere gelmiş olan
o entelektüellere Hakkari’nin sorunlarını anlatsa,
çözüm konusundaki önerileri hakkında bilgi verse
ve onlarla dostane diyaloglar kursa daha iyi olmaz mıydı?
Bunun yanıtını BDP’nin kendisine, özellikle
de onun fedakar tabanına bırakıyorum.
Beri
taraftan burada asıl üzerinde durulması gereken
nokta, işin ilkesel yanıdır. Kendisine
uygun düşmese bile, her hangi bir Kürt politik örgütünün
bu tür demokratik eylemeleri sabote etmek, düzenleyici
ve katılımcılara karşı küçük
düşürücü tavırlar sergilemek gibi bir hakkı
olabilir mi?
Bakın
bu konferanstan önce, MHP taraftarı faşistlerin
egemenliğindeki Bingöl Üniversitesi yönetimi, sözüm
ona Zazalarla ilgili bir sempozyum düzenlemişti.
Tümüyle politik amaçlarla düzenlenen, Kürt düşmanı
kişilerin cirit attığı sempozyumla
güdülen tek amaç, Zazaların Kürt olmadıkları
tezine teorik zemin hazırlamaktı. Asıl
protesto edilmesi gereken bu düşmanca eylem iken
BDP, kılını bile kıpırdatmadı
ve sempozyum, düzenleyenlerin istedikleri şekilde
sonra erdi. İnsan her iki eylemle ilgili tutuma bakınca
„Bu ne perhiz, ne lahana turşusu“ demekten alamıyor
kendini.
Dönüş Yolculuğu
İşlerim
nedeniyle maalesef Konferansı sonuna kadar izlemekten
yoksun bıraktım kendimi ve 27 Mayıs günü
öğleden sonra Seyitxan Kurij ile birlikte Van’a doğru
yola çıktık. Bindiğimiz aracın sürücüsü
genç bir Hakkâriliydi. BTP’li olduğu ise her halinden
belli olmaktaydı. Kentin hemen çıkışındaki
köprüde yapılan ilk kontrolü aşarak Zê(Zap)’ye
ters yönde yola devam ederken bu tür kontrollerle sık
sık karşılaşacağımızı
biliyoruz. Neyse ki aracımızın ön camında,
üniversite hizmetinde olduğunu belirten bir levha
konmuş olması işimizi kısmen kolaylaştırıyor.
Hayli
esprili olan sürücü ile sohbet ede ede ilerlerken zaman
zaman söz dönüp dolaşıyor, devlet kaynaklı
baskılara geliyor. Kürdistan’da yaşamın
ne olduğunu yakından bilenlerden olmasak, muhtemelen
anlatılanlara inanmakta zorlanacağız ve
„Bu kadarı da olmaz“ diyeceğiz ama öyle yapmıyoruz
tabi. Anlatılanların, aslında gerçek durumu
dile getirmek bakımından devede kulak kaldığını
biliyoruz.
Vadinin
yine derin bir noktasında, pencerelerinde yanık
izi bulunan çatısız ve camsız tek katlı
betonarme binaya yaklaşınca, sürücü arabayı
yavaşlatıyor ve başlıyor hikâyesini
anlatmaya. Burası, eskiden tavuk çiftliği imiş.
Yakın bölgedeki bir çatışma sırasında
Türk güvenlik güçleri 12-13 civarında gerillayı
ölü ya da yaralı halde ele geçiriyorlar. Sonra, o
ölü ve yaralıları, çiftlik binasına getiriyor,
vücudun belden aşağısı içerde, üst
kısmı ise dışarıda olacak şekilde
pencerelerden sarkıtıyorlar. Amaç, gelen-gidenin
görmesini sağlamak! Bir günden fazla bir süre o şekilde
beklettikten sonra binayı ateşe veriyor, tavukları
da yaralı ve ölü gerillaları da yakıyorlar.
Daha
ilerilerde sürücümüzün anlattıklarına Başkale
yakınındaki bir köyde yaşanan bir başka
olay ekleniyor. Burası İran sınırına
yakın bir bölge. Halk öteden beri, devletin „sınır
kaçakçılığı“ özünde ise çok normal
olan ticari işlerle uğraşıyor. Bu
iş geçimin adeta vazgeçilemez bir parçasıdır
bu yörelerde. Sürücü, şu an adı aklımda
olmayan bir adam ile ilgili şu olayı aktarıyor.
Adam
90’lı yıllarda, zaman zaman yaptığı
gibi günün birinde yine İran’a geçiyor ve dolu benzin
bidonlarını bir katıra yükleyip bu tarafa
geçiyor. Ne var ki şansı yaver gitmiyor ve kontrole
takılıyor.
Yüzbaşı,
„Ne var katır sırtında?“ diye sorduğunda
köylü „Benzin“ diyor. „Ne yapacaksın benzini ulan?“
Adam
bunun üzerine „geçim meselesi, ekmek parası. Satıp
bir kaç kuruş kazanacağım,“ tarzından
yanıtlar veriyor ama yüzbaşı söylenenleri
duymuyor bile. Kasatura ile bidonları deliyor ve
kibritle tutuşturuyor. Tabi sırtındaki
yükün tutuşması ile alevler içerisinde kalan
katır, çılgınca köye dalıyor, oraya
buraya koşuyor ama nafile. Derdine derman bulamadan
can veriyor. Boşa mı „Bir Türk Dünyaya Bedeldir“
diye!
Xoşav’ı
geçer geçmez, vadiyi yukarıya doğru tırmanmaya
başlıyoruz. Sürücümüz ise anlatmaya devam ediyor.
Vadinin bir yerine „1990’larda gerillalar burada sık
sık yol kesiyor, propaganda yapıyorlardı,“
diyor.
Bir
an için duraksadıktan sonra, „Bir keresinde de Hakkâri
Özel Tim Şefini öldürdüler,“ diye ekliyor.
„Nerede?“
„Aha
bu vadide burada“
„Niye?“
“Çok
zalimdi, Hakkâri halkına çok çektirdi, çok can yaktı.”
“Peki,
önlem almamış mıydı, nereye gidiyordu
öyle.”
“Hakkâri
de çok başarılı gördükleri için mükâfat
olsun diye Demirel’in koruma müdürlüğüne atadılar.
Demirel o zaman Cumhurbaşkanı idi.
Van’a
yaklaşırken on yılların dostu ve Hak-Par
il başkanı Tayip Kızılyıldız’ı
arıyorum. Kent merkezinde bizi bekliyor. Onunla buluşurken
Hakkâri’den bizi getiren sürücüye candan teşekkür
edip ayrılıyoruz. Tayip’in önerisi üzerine emekli
öğretmen ve araştırmacı yazar İhsan
Çölemerikli’ye uğruyoruz. Eşi ve kızı
ile birlikte çok sıcak bir şekilde karşılaşıyorlar
bizi. Kürt konukseverliğinin bütün inceliklerini
görüyoruz o evde. Zaten evi de bir müze gibi Çölemerikli’nin.
Çalışmaları tarih üzerine olduğu için,
sohbetimizin ana teması bu konu oluyor. Ondan Van’ın
binlerce yıllık geçmişi hakkında birbirinden
farklı pek çok enteresan hikâyeler dinliyoruz. S.
Kurij’ın’ın o gece Bingöl’e giden otobüse yetişmesi
gerekiyor, dolayısıyla de erken kalkıyor.
Tayip ile ben ise 12’ye doğru vedalaşıyoruz
Cölmerikli ile.
Ayrılırken Sorular ve Yanıtlar!
Uçağım
ertesi gün saat 10. 00 da havalanıyor. Karlı
dağların kucağındaki Van Gölü üzerinde
gökyüzüne doğru yükselirken geride bıraktıklarımı
kafamda yeniden peş peşe diziyorum.
Kürtler,
bu güne kadar izledikleri politikalarla, karşı
karşıya bulundukları dev sorunların
üstesinden gelebilirler mi? Yanıtım tereddütsüz
„hayır“ oluyor. Peki, o halde ne yapmak gerekir?
1.
Zaman
yitirmeden bütün yurtsever güçleri bir araya getiren halkı
temsil yeteneğine sahip güçlü bir ulusal birliği
hayata geçirmek gerekir.
2.
Böyle
bir birliğe hayat verecek ortak stratejik payda „Kürt
sorununun, ulusların kaderlerini tayin etmesi“ ilkesi
çerçevesinde çözüme kavuşturulması olmalı.
Bu çerçevede hangi pratik çözüm yönteminin Kürt halkının
çıkarlarına uygun düşeceğini, zamanı
geldiğinde bu halkın kendisi kendi özgür iradesi
ile ortaya koyar Zaten son 20-25 yılda, 20’ye yakın
halk bakımından sorun bu yöntemle çözüme kavuşturuldu.
Eski Sovyetler Birliği, eski Yugoslavya, Kıbrıs,
Kanada, Çekoslovakya, Sudan’ın güneyi örnekleri ortadadır.
3.
Kürtler,
Türk ya da „Türkiyeli“ örgütlerin ne söyleyip ne yaptıklarına
bakmaksızın, yaşamın her alanında
kendi ulusal kurumlarını yaratmalılar.
Türk ya da Türkiyeli örgütler Kürt halkı bakımından
en ileri talepleri programlarına koysalar da bu gerçek
değişmez. Kürt halkı bakımından
birlikte örgütlenme değil, ayrı ayrı örgütlerimiz
kanalıyla birlikte çalışma esas alınmalı.
Çünkü çağımızda bir halk ya da ulus ancak
kendi örgütleri kanalıyla modern bir ulus olarak
varlığını sürdürebilir, kendisini
yönetebilir, toplum olarak kendisini geleceğe taşıyabilir.
4.
Toplumumuzda
özlemi çok duyulan ulusal birliğin gerçekleşmesi
ise en başta çok ciddi ve etkileyici bir iç dönüşümün
hayata geçmesine bağlıdır. Bölgemizde çokça
geçerli olan tekçi ve ben-merkezci anlayış,
bu gün hala Kürt yurtsever hareketini derin ölçüde etkisi
altında tutuyor. Bunun süratle terk edilmesi, yerine,
çoğulculuğu benimseyen, eşitlikçi ve demokratik
nitelikte yepyeni bir ilişki ve diyalog modelinin
hayata geçirilmesi her türlü olumlu gelişmenin anahtarı
durumundadır.
Birlik,
tabi ki farklı görüşleri ya a onların özgürce
savunulması hakkını ortadan kaldırmaz.
Tersine, bir araya gelen ve birlikte hareket eden çevreler,
gerektiğinde birbirlerini eleştirebilir, her
alanda, farklı görüş ve önerilerini ortaya koyabilirler.
Kuşkusuz
bu noktada, eleştirinin düzeyi, yöntemi de önemlidir.
Retçi ve küfre dayalı eleştiri yarar yerine
zarar getirir. Kaldı ki bir şeyi eleştirmek
yetmez, eleştiricinin, eleştirdiği şeyin
yerine neyi koymak istendiğini de açıkça ortaya
koyması gerekir.
Ulusal
örgütler, hayatın her alanını kapsayan
sorunlara (dil, kültür, kimlik, işsizlik, sağlık,
eğitim, çevresel sorunlar vs.) el atmalı, yol
gösterici, müdahaleci, çözümleyici olmak yükümlülüğü
ile karşı karşıya olduklarını
unutmalılar. Halkın içerisinde onunla birlikte
olmak ve onu ileriye götürmek budur.
Türk
yönetimi şimdiden devletin yüz yılını
dolduracağı 2023 yılı için hazırlık
yapmaya başladı. Açıktır ki Türk sömürgecileri
için şenlik nedeni olan her şey Kürt halkı
bakımından bir yas nedenidir. Bu bakımdan,
karşı bir çalışmanın hayata geçirilmesi
için şimdiden kolları sıvamakta yarar var.
Ve tabi asıl önemli olan, 2023 yılına,
bu günkü kölelik zincirleri ile değil, özgürlüğüne
kavuşmuş, diğer bir deyişle dünya
halklar ailesinin özgür bir üyesi olarak girmeliyiz. Temel
hedefimiz bu olmalı.
|