PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
 PSK
PSK Bulten
 KOMKAR
 Roja Nû
 Weşan/Yayın
 Arşiv
 Link
Pirs û Bersîv
Soru / Cevap
Webmaster
1
 
 
 

Hırsızın hiç mi suçu yok?

Rafet Kılıçalp

 Aylardır süren Irak krizi

Aylarca önceden başladı Irak krizi. Önce BM denetçileri Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olup olmadığını yerinde tesbit için saf saf Irak’a gönderildi. Beklendiği gibi, eski roket başlıkları dışında belli bir menzil sınırını çok az biçimde aşan bir silah bulundu, onları da Saddam seve seve imha etti. Saddam’ın yasaklanmış silahları ortada bırakacaklarını mı sanıyordu acaba BM yetkilileri? Sanmıyorum.

Bu savaşın çıkacağı 11 Eylül New York – Washington terör eylemlerinden sonra belliydi. Nitekim domino taşı teorisi ayakları havada bir iddia değildi. Bölgede bir dönem ABD’nin desteklediği islami radikalizmin dayanakları olan koşullar ve rejimler değiştirilecek, görece daha demokratik rejimler ve daha istikrarlı bir bölge sağlanacaktı. Afganistan şimdilik adım adım ilerliyor. Sırada Irak vardı, bitti sayılır. İran ve Suriye’ye gözdağı veriliyor. ABD, bu dönem islami ülkelerden kendisine yönelen tepkileri azaltmak veya yok etmek için kendisine en uygun zamanda Filistin-İsrail sorunu konusunda ciddi adımlar attıracak veya kimbilir tamamen çözecektir.

Özetle bu savaşın çıkacağı belliydi ve oldu.

Savaş Karşıtlığı mı?

ABD ve İngiltere’nin ısrarlı çabalarına rağmen başta Almanya, Fransa ve Rusya’nın tavrı nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nden Irak’a askeri yaptırım kararı çıkartılamadı. Fransa ve Rusya Güvenlik Konseyi’nin daimi 5 üyesinden ikisi, Almanya ise resmen söz sahibi olmasa bile uluslararası politikada söz sahibi bir ülke.

Bu ülkelerin sözde barışçıl yolları sonuna kadar kullanma, BM silah denetçilerinin işlerine sonuna kadar devam etmesini sağlama gibi önerilerinin altında yatan nedenin barış güvercini olmaları değildir. 1991 yılından beri ekonomik yollardan Saddam rejimine karşı yaptırım uygulanıyor. 12 yıldır bunların hiçbiri sonuç vermedi. Hiçbir ülkede kalkıp, bunun sonuçlarını değerlendirme gereği bile duymadı. Irak’ın en önemli sorunlarından biri olan Kürt sorunun çözümüne yönelik uluslararası bir konferans düzenleme kararı alan ‘barış güvercinleri’ bu kararlarını çoktan unuttular. Bu üç ülkeden ilki olan Fransa’nın Irak petrollerinde yasal ayrıcalıkları var, Rusya ise son aylarda Irak ile yaptığı anlaşmalardan sonra bir çok ticari ilişkiye girdi. Kendisini AB’nin lideri gibi gören Almanya ise AB – ABD çekişmesinden dolayı ABD lehine olabilecek bir savaşa evet demek istemedi. Oysa Halepçe’de kullanılan ve binlerce Kürdün ölümüne onbinlercesinin de yaralanıp, sakat kalmasına neden olan kimyasal silahların yapımında Alman firmaları ve dolayısıyla da ona ihracat olanağı sağlayan Alman devletinin payı var. Almanya’nın bu konudaki borcunu ödeyeceği yere, istese de istemese de Saddam’ın yanında yeralmasını anlamak istemiyor insan.

Bunu da ifade etmekte yarar var ki, bu üç ülkenin baştan itibaren gösterdikleri savaş karşıtı tavır ve yoğun biçimdeki savaş karşıtı protestolar Saddam’ı cesaretlendirmiştir. Saddam bu kadar yoğun desteği ve ABD ile İngiltere’nin bu kadar kararlı tavrını tahmin etmemişti sanırım.

Gelgelelim uluslararası düzeyde geliştirilen savaş karşıtlığına. Dünyanın birçok yerinden sosyalistinden yeşiline, sosyal demokratından muhafazakarına kadar milyonlarca insan savaş karşıtı gösterilere katıldı. Gösterilerde dikkati çeken nokta ise genellikle ABD ve savaş karşıtlığıydı. ABD bayrakları yakıldı. Bush ve Blair’in resimlerinin bulunduğu plakatlarda onlara rest çekildi. Bunun yanında Saddam’ın caniliğne değinen, onun resmini yakanların sayısı devede kulak kalırdı. Hani bir söz vardır: hırsızın hiç mi suçu yok? Savaş karşıtlarının BM kararı olmadan savaşın başlamasını eleştirmesi anlaşılır değil. Bir insan açıkça pasifist olabilir ve BM kararı olsa da olmasa da karşı çıkar. Ama BM kararının olmaması onun gerekçesi olamaz, kendi içinde tutarsızlıktır.

Gelgelelim Türkiye ve Kürdistan’daki savaş karşıtlığına. İktidar partisinin büyük bir kesimi, parlamento dışı ve parlamento içi bütün partiler, sendikalar, toplumun hemen hemen her kesiminden insanlar savaşa karşı çıktı. Baykal gibi birçok insanın gerekçesi açık: Onlar savaş sonrası değişecek statükonun kendi çıkarlarına uygun olmadığı düşüncesindeler. Savaşta binlerce insanın ölmesi, ülkenin harabeye dönmesi kuşkusuz kötü ama bu onların umurunda mı? Saddam ülkeyi açık bir cezaevine dönüştürürken, Güney Kürdistan’a kimyasal silah yağdırırken, birkaç yıl öncesine kadar Kuzey Kürdistan’da günde ortalama 30 kişi öldürülürken şehit edebiyatı yapanlar veya bu durumun karşısında susanlar şimdi barışsever kesilmeye başladılar. Dünyanın gözü önünde bu kadar ikiyizlülük olabilir mi? Sendikalar, sosyalistler, müslüman kardeşler neden Hakkari’yi, Şırnak’ı, Kürdistan’ın diğer şehirlerini bombalayan Türk askerini kınamadılar? Neden savaşa karşı çıkmadılar? Orada ölenler insan, harabeye dönen yerler köy-şehir, yakılan ormanlar orman değil miydi? Bu kadar ikiyüzlülük, bu kadar çifte standart ancak Türk usulü demokraside olabilir. Yurtdışındaki her görüşten Türk göçmenleri Brüksel ve Strasburg’da nerdeyse hergün savaş karşıtı gösteriler düzenlediler. Bunlar bırakın Kürdistan’daki katliamları, faili meçhulleri kınamayı, göçmen Kürtlerin anadilde eğitim hakkını bile çok görüp, hükümetlerinin politikalarına destek verdiler. Demokrasilerde çifte standart olmaz.

İşin diğer tarafı ise bazı Kürtlerin tavrı. Daha düne kadar silahı putlaştıranlar, sabahtan akşama kadar ‘Stalin gotê: Sîlah, sîlah û sîlah’ diyenler, birden her koşulda savaşa karşı olduklarını ifade etmekten ve bu konuda eylem yapmaktan geri kalmadılar. ‘Bunları anlamak güç’ diyemiyorum, onları iyi anlıyorum. Sahibinin sesi olmak zor zanaat!

Savaş karşıtı kesilen Türk politikacıları ve Türk basını, ipin ucunun kaçtığını, Kürtlerin yüreğinin attığı Kerkük’ün Kürtler tarafından özgürleştirilmesinden sonra ortalığı bulandırmaya başladılar. İlgili tezkere meclisten çıktı. Basın her gün ‘Kürtlerin Arap ve Türkmenlere zulmünü’ belgelemeye çalışıyor. Kerkük ve Musul’a Türkmen yerleştirme çabasına giren Türk devleti, korkunç bir propaganda bombardımanına başladı. Bu korkunçluğu, bu barbar tavrı kınayan, Kürtlerin haklarına dokunmayın diyen sendikaları, siyasi partileri, müslüman kardeşleri ve diğer barışseverleri gözlerim arıyor. Ben mi körüm? Kıbrıs’ta birkaç yüzbin Türk için dünyayı karşıya alan, konfederasyon isteyen Türkiye, sayısını milyonlara çıkarttığı Türkmenler için abartılı haklar talep ediyor. Sorun tabi ki Türkmenler değil, Musul ve Kerkük’teki dünyaca meşhur petrol yataklarının Kürtlerin eline geçmesini engellemek. Biliyorlar ki, o petrolü elinde bulunduracak olan Kürtler, bölge ve dünya politikasında söz sahibi olacaklardır.

Ben

Bir sosyalist olarak savaşı kabullenmek ve ona destek vermek oldukça güç. Bunun sancılarını uzun bir süre kendi içimde yaşadım. Ama Saddam gibi bir rejimin varlığının bölgede yaratacağı hasarlar ile olası bir savaşın hasarını karşılaştırdığımda, Saddam’ın varlığının birçok savaşa bedel olduğu kanaatine varıyorum. Biraz da duygusallığa verin. Halkım sürekli kurban veriyor. Ve bu beni kahrediyor. Güney Kürdistan için potansiyel bir tehlike olan, gözünü kırpmadan kimyasal gazlar kullanan Saddam’ın her ne pahasına olursa olsun gitmesi gerekiyordu ve gitti. Sivil halk zarar gördü. Peki savaşa karşı olan Irak halkının Saddam’ın anti-hıristiyan politikasına ve nutukları ile galeyana gelmesine ne dersiniz? Irak halkının Halepçe’ye suskun kalmasına ne dersiniz? Irak halkı bunu haketti mi? Bilmiyorum, dilim varmıyor, ama rahat bir vicdanla söyleyebilirim ki, yaşamım boyunca savaşı hiç onaylamadım ve ilk kez varsın olsun dedim. Umarım yaşam beni tekrar savaşa destek vermeye zorlamaz.

Barış güvercinin özgürce havalandığı bir dünya dileğiyle –tabi ki bu güvercin Kürtleri de görmeli!-

 

  Dengê Kurdistan © 2003