TUFAN SONRASI
Sevda Kuran
Balkonu bile tahta olan ahşap bir yalı
yavrusu bu ev. Evin alabildiğine geniş, bir
o kadar da yüksek tavanlı sofasına aşağıdaki
girişin yani koridorun en sonundaki merdivenle ulaşılıyor.
Bir kaç kez tamir gördüğü belli olan bu tahta merdivenin
üstünde tahta balkon arka bahçeye doğru bir çıkış
yapmış. Aslında şirin mi şirin
bir sırça köşk gibi. Tavandaki oymalar, caddeye
bakan taraftaki kocaman oturma odasının çıkması
da kışlık bir balkon gibi. Çıkmanın
üç tarafı da boydan boya pencerelerle kaplı.
Bu pencerelerin önüne monte edilmiş sedire oturduğunda
bütün caddeyi (Aslantepe Caddesi) rahatlıkla hem
yukarısından, hem alt tarafından izleme
olanağı sağlıyor. Buraya Malatya’lılar
“Kutan’ların Evi” diyorlar. Yan taraftaki ikiziyle
birlikte. Belli ki eşraftan saygın ve zengin
bir aileye ev sahipliği yapmış. Çünkü etraftaki
diğer evlerin hiç biri bu güzellikte ve büyüklükte
degil. Hatta birçoğu kerpiç ve tek katlı evler
ama, aralarında Kutanların evi kadar olmasa
da ona benzeyenler var. Gene de bu ev bir başka.
Bulunduğu yer dört yol ağzı ve köşe
başı.
Altta bizim gibi bir başka kiracı oturuyor.
İki kanatlı ’giriş kapısı’nı
birlikte kullanıyoruz. Biz üst kata giriş kapısının
ardında uzanan geniş ve oldukça uzun, “karo”
kaplı koridorun sonundaki merdiven başına
sonradan yaptırıldığı rahatça
anlaşılan bir kapıdan ulaşıyoruz.
Alttaki kiracı ise koridor boyu sıralanan üç-dört
odanın kapısını tek tek kilitlemek
ve açmak durumunda. Yukarıda bizim bu kocaman eve
göre oldukça küçük bir mutfağımız var.
Daha doğrusu sonradan mutfak tezgahı falan yerleştirilmiş
küçük bir sandık odası burası. Mutfak,
kiler, çalışanların kaldığı
yer, belli ki aşağısıymış;
ama sahibinden burayı satın alan, tarlalarını
satıp şehre göç eden bir “köy zengini” , akıllı
düşünüp bu köşk yavrusunu ikiye bölmüş.
Yan tarafa, köşe başını tutan ikiz
eve kendileri yerleşirken, üst taraftaki ikizini
ikiye bölüp kiraya vermiş. Böylece tarla paralarına
para katarken bizim gibi bir tufan sonrası yaprak
dökümüne uğramışlara da sığınılacak
bir liman olmuş. Tabii ki o zamanın koşullarına
göre oldukça yüksek bir kira karşılığında.
Ben ilk okulu yeni bitirmiş bir hayal ülkesi
sakiniyim. Orta okula Malatya’da başlayacağım.
Ev, gelir gelmez öndeki çıkması, arkadaki tahta
balkonu ile masallarımın baş köşesine
kuruluyor. Ah bir de kedim ya da köpeğim olsa derken
annem taşınmamızın bir kaç hafta sonrasında
elinde siyah bir kumaş parçası ile dış
kapıdan içeri giriyor. Getirdiği iki üç haftalık,
simsiyah bir kedi yavrusu. Açlıktan ha öldü ha ölecek
derken annemin adını “Arap Baba” (Harput’daki
meşhur mumya ziyaret) koymasından mıdır,
yoksa kedilerin yedi canlı olmasından mıdır,
yoksa çok ama çok büyük bir ihtimalle annemin onu okşayan
sihirli, otayan ellerinin şifasından mıdır,
Arap Baba diriliyor. Şirin mi şirin bir o kadar
da pire torbası haliyle masal dünyamda yerini alıyor.
Bazen oturup saatlerce üzerindeki pireleri iki baş
parmağımın arasına alıp, “çıt”
diye öldürüyorum. Ben bu işleri bir gazete parçasının
üzerinde yaparken o hiç sesini çıkarmıyor. Neden
mi? Geldiği ilk günden o bebek haliyle süte susamış
Arap Baba’ya annem tülbentini süte batırıp ağzına
vererek anne memesi sundu da ondan. O günden sonra önüne
sütsüz falan o tülbenti atıyoruz, Arap Baba bir parçasını
ağzına alıp bir yandan bıçır
bıçır emerken bir yandan da kısa bir mırlamanın
ardından derin bir bebek uykusuna dalıyor. Değil
pirelerini öldürmek kuyruğundan tutup dışarı
atsan bile duymaz!
Büyük oturma odasının yanındaki
küçük odayı misafir odası yapmışız.
Koyu sarı koltuk takımlarımız, ceviz
sehpalarımız ve şirin mi şirin ceviz
büfemiz bu odada. Yerdeki Isparta halısı bir
başka güzellik katıyor bu güneşi bol, ışıklı
odacığa. Büyükçe merdiven sahanlığından
oymalı ince tahta kapıların açılması
ile ulaşılan sofanın en üst, sağ tarafında
yer alan bu oda, en sevdiğim yer. Sırça köşkün
balkonundan sonra. Bunun nedeni, büfenin yanına,
yerleştirilmiş bir tahta sandıktaki kitaplar
da olabilir ama, ben en çok ışığının
bol olmasını seviyorum. Bu ufacık tefecik
oda tam çocukluğa veda etmeden önceki masal alemine
uygun bir “Tac Mahal”.
Sol taraftaki o güzel çıkması ile, yani
Elazığ ağzı ile “şan-ı şen”
ile bu evde ayrı bir yeri olan oturma odasının
alt duvarının üzerinde, tavana çok yakın
bir mesafede bir pencere var. Bu alt baştaki küçük
ve karanlık odanın penceresidir. Bu karanlık
odanın bir mahkumu vardır. O da benim yakışıklılığı
ve efendiliği, kopup geldiğimiz mahallemizde
hep konuşulmuş, sonra bir tufanın ortasında
geçmiş ve geleceğin belirsizliğinde o korkudan
bu şüpheye atılmış ABİMDİR.
Yalnız ve sessizdir hep. Tıpkı o güzelim
evin yalnız ve sessiz odası gibi.12 Mart faşizmi
ile “çatışmış”, o özlenen ve istenen
”her şeyde, her yerde, hep beraber”olmanın yerine,
idam kararları ile perçinlenen mahpuslukların,
işkencelerin getirdiği korku ve buhranın
ağlarında yitirilen “benlikler” ve dağılan
“devrim ordusu”nun yaşadığı yalnızlıktır
bu.
Evet yıl 1973’ü devirip 1974’e girerken bir
darbe ile paramparça edilmeye çalışılmış
bir kuşağın yalnızlığı
Malatya Aslantepe Cadde’sindeki bu ahşap köşk
yavrusunun kolları arasında en ağır,
en hüzünlü haliyle yaşanmaktadır.
Çok değil bir kaç ay öncesi Elazığdaki
evimizi saran bir tabur asker, saatlerce olanca kurşunlarını
evin başına boca etmişlerdi. Sonuç, ağır
yaralı ele geçen bir anarşist oğul, vücudu
kurşunlarla kalbura çevrilmiş onun Palu’lu anarşist
arkadaşı, havlayıp evdekilerini uyarmasın
diye asker palaskası ile bir çam ağacına
asılmış evin köpeği “Gara” ve yitmekle
bulunmak arası gidip gelen daha üç beş yaşam.
Yani bir tufan, bir alt-üst oluş ve bir yalnız
sessizlik.
En yakınlarımız, halalar, dayılar
bile sırtlarını dönmüştür. Darbe o
kadar kanlı ve ağır, biçiliş o kadar
insafsızcadır ki, insan egosu belki de doğal
olarak kendini savunmaya çekip, o darbeden olabildiğince
uzağa kaçmıştır. Uzaklara kaçışların
ardı arkası kesilmez, taa ki sığınılacak
bir liman bulununcaya kadar.
Biz buraya sığındığımızda,
darbe epeyi ağırdı. Gövdedeki yara derindi.
Epeyi “su almıştık” ve yorgun ve yoksulduk.
Televizyon yoktu. Radyo en büyük arkadaşımızdı.
Annem haberleri ve “mikrofonda tiyatro”yu ve “arkası
yarın” ı hiç ama hiç kaçırmazdı. Üçünde
de çıt diye bir ses duysa kulağı radyoda,
“susun hele” deyip dururdu. Bu bir doğal çıtırtı,
bir rüzgar sesi, dışarıdaki bir ağacın
yapraklarının hışırdaması
bile olsa. O ön tarafı yaldızlı kumaşla
kaplı “GRUNDIG” radyo bizim hem sevincimiz, hem
kederimiz, hem de arkadaşımızdı.
İşte bir gün babam ve annemin pür kulak
radyo dinlemelerinden gene “olağanüstü bir şeyler”
olduğunu anlıyorum. Haberler bitmemecesine verilirken
aralarda gene kahramanlık ve türklük marşları
gırla gidiyor. Evet nihayet anlıyorum. KIBRIS’LI
HAIN RUMLARA DERSLERI VERILMEKTE! Ecevit-Erbakan koalisyonu
hain rumlara karşı Kıbrıs çıkartmasını
gerçekleştirmekte. Malatya sokakları Rum’a dersini
vermek isteyenlerin gürültüsüyle beynimi örseliyor. Gençler,
orta yaşlılar kahraman ordumuza destek vermek
için gönüllülük yarışındalar. Kışlanın
önü gönüllü yazılmak isteyenlerle dolu. Çoğunluk
evimizde katledilen o Palu’lu zaza anarşiste inat
Plalu’lu zaza Kürtler, hatta tümü diyebilirim, bir kaç
MHP’li Türk hariç. Hepsi de kapıdan geri gönderiliyorlar.
Türk Ordusu’nun henüz onlara ihtiyacı yoktur!
İşte milliyetçi ve muhafazakar Malatya’da
ardımızda bıraktığımız
travma değil, yalnızlık yiyip bitiriyor
bizi. Malatya bize yurt olamıyor, biz Malatya için
milliyetçi muhafazakar olamıyoruz. Orada ortaokul
birinci sınıfı okudum diyemiyeceğim,
okumaya çalıştım demek daha yerinde bir
anlatım olur. 1973-1974’ün Malatya’sı bize göre
değildi. Türkçe öğretmenimiz daha ilk derste
“bu vatanın sizin gibi milliyetçilere ihtiyacı
var, ülkümüzden ve vatanseverlikten ayrılmayınız.”diyor.
Diyarbakır’lı öğretmenin adı soyadı
yıllar sonra bile belleğimde net. Türk, Kürt
ya da Araptan ziyade bir Afrikalıyı andırıyor
oldukça koyu rengiyle. Diyarbakır’lı türkçe
öğretmenim M.F. milliyetçi söylemlerine ağzından
köpükler saçarak ve gittikçe sesini yükselterek devam
ederken ben Elazığ Gazi Osman Paşa ilk
okuluna yollanıyorum. Bomboş bakan gözlerimi
türkçe öğretmenim M.F.’ya bırakarak.
Sabahın köründe müdür A. Bey hızla sınıfımıza
dalıyor. Öğretmenimiz TÖS’lü olduğu için
sonradan tutuklanıp mahpusa konulacak Niyazi Ç.’yi
hiç yokmuş gibi sayarak başlıyor heyecanla
anlatmaya. “Duydunuz mu çocuklar, vatan haini komünistlerin
idamları kesinleşti, onları götürüp asacaklar,
dilleri bir karış dışarı sarkacak,
nah böyle! (Bunu söylerken elini boğazına götürüp
sıkar gibi yapıyor ve dilini dışarı
sarkıtıyor). Sizler vatana, millete hayırlı
iyi bir milliyetçi olarak yetişin yoksa sonunuz böyle
olur,” deyip sınıfı terkediyor. Bunu boşuna
demiyor 10 yaşındaki çocuklara. Çünkü burası
Elazığ’ın Sako Mahallesi’dir. Adı
bile ermenicedir ve sakinlerinin neredeyse yüzde yüzü
Deniz’ler için gözyaşı dökmektedir. 12 Mart
faşizmi o müdüre , o gün o minicik beyinlere o mizanseli
yapma gücünü bahşetmiştir.
Ben iki gözü iki çeşme eve gelip anneme müdürün
söylediklerini anlatıyorum. Annem hiç etkilenmiyor.
Önündeki ocakta pişen çorbayı karıştırmayı
bırakıp gözünü uzaklara, çok uzaklara dikip,
kendinden emin konuşuyor. “Bırak o kana susamış
canavarı, it ürür kervan yürür.”
Söylediklerini tam olarak anlamasam da içime bir ferahlık
doğuyor, müdür bütün pisliği, caniliği,
kana susamışlığı ile havlayan
köpeklerin ve yürüyen kervanın eşliğinde
yitip gidiyor. Malatya Atatürk Ortaokulu’nun 1-K sınıfının
türkçe dersine geri döndüğümde öğretmen M.F.’nin
ırkçı, faşist söylemleri de buhar olup
uçuyor.
Atatürk Ortaokulu’nu, Kutanlar’ın o güzelim
evini, sırça köşkümü, Arap Baba’yı,
ve Malatya’yı ardımızda bırakıp
Ankara şehrine yollandığımızda
çok değil, üç-dört yıl sonra Malatya’yı
ziyaret ettiğimde, bir başka Malatya tanışacaktır
benimle. Kucak açan, direnen, karşı gelen bir
Malatya. Bedeli “Malatya olayları” ile, bir tür Maraş
katliamı provası diyebileceğimiz olaylarla
ödense bile.
|