psk@kurdistan.nu
PSK PSK Bulten Komkar Komjin Roja Nû Weşan / Yayın Arşiv Link Webmaster
Dengê Kurdistan
 PSK
PSK Bulten
 KOMKAR
Komjin
 Roja Nû
 Weşan/Yayın
 Arşiv
 Link
Webmaster
 

TUFAN SONRASI

Sevda Kuran

     Balkonu bile tahta olan ahşap bir yalı yavrusu bu ev. Evin alabildiğine geniş, bir o kadar da yüksek tavanlı  sofasına aşağıdaki girişin yani koridorun en sonundaki merdivenle ulaşılıyor. Bir kaç kez tamir  gördüğü belli olan bu tahta merdivenin üstünde tahta balkon arka bahçeye doğru bir çıkış yapmış. Aslında şirin mi şirin bir sırça köşk gibi. Tavandaki oymalar, caddeye bakan taraftaki kocaman oturma odasının çıkması da kışlık bir balkon gibi. Çıkmanın üç tarafı da boydan boya pencerelerle kaplı. Bu pencerelerin önüne monte edilmiş sedire oturduğunda bütün caddeyi (Aslantepe Caddesi) rahatlıkla hem yukarısından, hem alt tarafından izleme olanağı sağlıyor. Buraya Malatya’lılar “Kutan’ların Evi” diyorlar. Yan taraftaki ikiziyle birlikte. Belli ki eşraftan saygın ve zengin bir aileye ev sahipliği yapmış. Çünkü etraftaki diğer evlerin hiç biri bu güzellikte ve büyüklükte degil. Hatta birçoğu kerpiç ve tek katlı evler ama, aralarında  Kutanların evi kadar olmasa da ona benzeyenler var. Gene de bu ev bir başka. Bulunduğu yer dört yol ağzı  ve köşe başı.

     Altta bizim gibi bir başka kiracı oturuyor. İki kanatlı ’giriş kapısı’nı birlikte kullanıyoruz. Biz üst kata giriş kapısının ardında uzanan geniş ve oldukça uzun, “karo” kaplı koridorun sonundaki merdiven başına sonradan yaptırıldığı rahatça anlaşılan bir kapıdan ulaşıyoruz. Alttaki kiracı ise koridor boyu sıralanan üç-dört odanın kapısını tek tek kilitlemek ve açmak durumunda. Yukarıda bizim bu kocaman eve göre oldukça küçük bir mutfağımız var. Daha doğrusu sonradan mutfak tezgahı falan yerleştirilmiş küçük bir sandık odası burası. Mutfak, kiler, çalışanların kaldığı yer, belli ki aşağısıymış; ama sahibinden burayı satın alan, tarlalarını satıp şehre göç eden bir “köy zengini” , akıllı düşünüp bu köşk yavrusunu ikiye bölmüş. Yan tarafa, köşe başını tutan ikiz eve kendileri yerleşirken,  üst taraftaki ikizini ikiye bölüp kiraya vermiş. Böylece tarla paralarına para katarken bizim gibi bir tufan sonrası yaprak dökümüne uğramışlara da sığınılacak bir liman olmuş. Tabii ki o zamanın koşullarına göre oldukça yüksek bir kira karşılığında.

      Ben ilk okulu yeni bitirmiş bir hayal ülkesi sakiniyim. Orta okula Malatya’da başlayacağım. Ev, gelir gelmez öndeki çıkması, arkadaki tahta balkonu ile masallarımın baş köşesine kuruluyor. Ah bir de kedim ya da köpeğim olsa derken annem taşınmamızın bir kaç hafta sonrasında elinde siyah bir kumaş parçası ile dış kapıdan içeri giriyor. Getirdiği iki üç haftalık, simsiyah bir kedi yavrusu. Açlıktan ha öldü ha ölecek derken  annemin adını “Arap Baba” (Harput’daki meşhur mumya ziyaret) koymasından mıdır, yoksa kedilerin yedi canlı olmasından mıdır, yoksa çok ama çok büyük bir ihtimalle annemin onu okşayan sihirli, otayan ellerinin şifasından mıdır, Arap Baba diriliyor. Şirin mi şirin bir o kadar da pire torbası haliyle masal dünyamda yerini alıyor. Bazen oturup saatlerce üzerindeki pireleri iki baş parmağımın arasına alıp, “çıt” diye öldürüyorum. Ben bu işleri bir gazete parçasının üzerinde yaparken o hiç sesini çıkarmıyor. Neden mi? Geldiği  ilk günden o bebek haliyle süte susamış Arap Baba’ya annem tülbentini süte batırıp ağzına vererek anne memesi sundu da ondan. O günden sonra önüne sütsüz falan o tülbenti atıyoruz, Arap Baba bir parçasını ağzına alıp bir yandan bıçır bıçır emerken bir yandan da kısa bir mırlamanın ardından derin bir bebek uykusuna dalıyor. Değil pirelerini öldürmek kuyruğundan tutup dışarı atsan bile duymaz!

      Büyük oturma odasının yanındaki küçük odayı misafir odası yapmışız. Koyu sarı koltuk takımlarımız, ceviz sehpalarımız ve şirin mi şirin ceviz büfemiz bu odada. Yerdeki Isparta halısı bir başka güzellik katıyor bu güneşi bol, ışıklı odacığa. Büyükçe merdiven sahanlığından oymalı ince tahta kapıların açılması ile ulaşılan sofanın en üst, sağ tarafında yer alan bu oda, en sevdiğim yer. Sırça köşkün balkonundan sonra. Bunun nedeni, büfenin yanına, yerleştirilmiş bir tahta sandıktaki kitaplar da olabilir ama, ben en çok ışığının bol olmasını seviyorum. Bu ufacık tefecik oda tam çocukluğa veda etmeden önceki masal alemine uygun bir “Tac Mahal”.

      Sol taraftaki o güzel çıkması ile, yani Elazığ ağzı ile “şan-ı şen” ile bu evde ayrı bir yeri olan oturma odasının alt duvarının üzerinde, tavana çok yakın bir mesafede bir pencere var. Bu alt baştaki küçük ve karanlık odanın penceresidir. Bu karanlık odanın bir mahkumu vardır. O da benim yakışıklılığı  ve efendiliği, kopup geldiğimiz mahallemizde hep konuşulmuş, sonra bir tufanın ortasında geçmiş ve geleceğin belirsizliğinde o korkudan bu şüpheye atılmış ABİMDİR. Yalnız ve sessizdir hep. Tıpkı o güzelim evin yalnız ve sessiz odası gibi.12 Mart faşizmi ile “çatışmış”, o özlenen ve istenen ”her şeyde, her yerde, hep beraber”olmanın yerine, idam kararları ile perçinlenen mahpuslukların, işkencelerin getirdiği korku ve buhranın ağlarında yitirilen “benlikler” ve dağılan “devrim ordusu”nun yaşadığı yalnızlıktır bu.

      Evet yıl 1973’ü devirip 1974’e girerken bir darbe ile paramparça edilmeye çalışılmış bir kuşağın yalnızlığı Malatya Aslantepe Cadde’sindeki bu ahşap köşk yavrusunun kolları arasında en ağır, en hüzünlü haliyle yaşanmaktadır.

      Çok değil bir kaç ay öncesi Elazığdaki evimizi saran bir tabur asker, saatlerce olanca kurşunlarını evin başına boca etmişlerdi. Sonuç, ağır yaralı ele geçen bir anarşist oğul, vücudu kurşunlarla kalbura çevrilmiş onun Palu’lu anarşist arkadaşı, havlayıp evdekilerini uyarmasın diye asker palaskası ile bir çam ağacına asılmış evin köpeği “Gara” ve yitmekle bulunmak arası gidip gelen daha üç beş yaşam. Yani bir tufan, bir alt-üst oluş ve bir yalnız sessizlik.

      En yakınlarımız, halalar, dayılar bile sırtlarını dönmüştür. Darbe o kadar kanlı ve ağır, biçiliş o kadar insafsızcadır ki, insan egosu belki de doğal olarak kendini savunmaya çekip, o darbeden olabildiğince uzağa kaçmıştır. Uzaklara kaçışların ardı arkası kesilmez, taa ki sığınılacak bir liman bulununcaya kadar.

 

      Biz buraya sığındığımızda, darbe epeyi ağırdı. Gövdedeki yara derindi. Epeyi “su almıştık” ve yorgun ve yoksulduk. Televizyon yoktu. Radyo en büyük arkadaşımızdı. Annem haberleri ve “mikrofonda tiyatro”yu ve “arkası yarın” ı hiç ama hiç kaçırmazdı. Üçünde de çıt diye bir ses duysa kulağı radyoda, “susun hele” deyip dururdu. Bu bir doğal çıtırtı, bir rüzgar sesi, dışarıdaki bir ağacın yapraklarının hışırdaması bile olsa. O ön tarafı yaldızlı kumaşla kaplı  “GRUNDIG” radyo bizim hem sevincimiz, hem kederimiz, hem de arkadaşımızdı.

       İşte bir gün babam ve annemin pür kulak radyo dinlemelerinden gene “olağanüstü bir şeyler” olduğunu anlıyorum. Haberler bitmemecesine verilirken aralarda gene kahramanlık ve türklük marşları gırla gidiyor. Evet nihayet anlıyorum. KIBRIS’LI HAIN RUMLARA DERSLERI VERILMEKTE! Ecevit-Erbakan koalisyonu hain rumlara karşı Kıbrıs çıkartmasını gerçekleştirmekte. Malatya sokakları Rum’a dersini vermek isteyenlerin gürültüsüyle beynimi örseliyor. Gençler, orta yaşlılar kahraman ordumuza destek vermek için gönüllülük yarışındalar. Kışlanın önü gönüllü yazılmak isteyenlerle dolu. Çoğunluk evimizde katledilen o Palu’lu zaza anarşiste inat Plalu’lu zaza Kürtler, hatta tümü diyebilirim, bir kaç MHP’li Türk hariç. Hepsi de kapıdan geri gönderiliyorlar. Türk Ordusu’nun henüz onlara ihtiyacı yoktur!

       İşte milliyetçi ve muhafazakar Malatya’da ardımızda bıraktığımız travma değil, yalnızlık yiyip bitiriyor bizi. Malatya bize yurt olamıyor, biz  Malatya için milliyetçi muhafazakar olamıyoruz. Orada ortaokul birinci sınıfı okudum diyemiyeceğim, okumaya çalıştım demek daha yerinde bir anlatım olur. 1973-1974’ün Malatya’sı bize göre değildi. Türkçe öğretmenimiz daha ilk derste “bu vatanın sizin gibi milliyetçilere ihtiyacı var, ülkümüzden ve vatanseverlikten ayrılmayınız.”diyor. Diyarbakır’lı öğretmenin adı soyadı yıllar sonra bile belleğimde net. Türk, Kürt ya da Araptan ziyade bir Afrikalıyı  andırıyor oldukça koyu rengiyle. Diyarbakır’lı  türkçe öğretmenim M.F. milliyetçi söylemlerine ağzından köpükler saçarak ve gittikçe sesini yükselterek devam ederken ben Elazığ Gazi Osman Paşa ilk okuluna yollanıyorum. Bomboş bakan gözlerimi türkçe öğretmenim M.F.’ya bırakarak.

      Sabahın köründe müdür A. Bey hızla sınıfımıza dalıyor. Öğretmenimiz TÖS’lü olduğu için sonradan tutuklanıp mahpusa konulacak Niyazi Ç.’yi hiç yokmuş gibi sayarak başlıyor heyecanla anlatmaya. “Duydunuz mu çocuklar, vatan haini komünistlerin idamları kesinleşti, onları götürüp asacaklar, dilleri bir karış dışarı sarkacak, nah böyle! (Bunu söylerken elini boğazına götürüp sıkar gibi yapıyor ve dilini dışarı sarkıtıyor). Sizler vatana, millete hayırlı iyi bir milliyetçi olarak yetişin yoksa sonunuz böyle olur,” deyip sınıfı terkediyor. Bunu boşuna demiyor 10 yaşındaki çocuklara. Çünkü burası Elazığ’ın Sako Mahallesi’dir. Adı bile ermenicedir ve sakinlerinin neredeyse yüzde yüzü Deniz’ler için gözyaşı dökmektedir. 12 Mart faşizmi o müdüre , o gün o minicik beyinlere o mizanseli yapma gücünü bahşetmiştir.

      Ben iki gözü iki çeşme eve gelip anneme müdürün söylediklerini anlatıyorum. Annem hiç etkilenmiyor. Önündeki ocakta pişen çorbayı karıştırmayı bırakıp gözünü uzaklara, çok uzaklara dikip, kendinden emin konuşuyor. “Bırak o kana susamış canavarı, it ürür kervan yürür.”

Söylediklerini tam olarak anlamasam da içime bir ferahlık doğuyor, müdür bütün pisliği, caniliği, kana susamışlığı ile havlayan köpeklerin ve yürüyen kervanın eşliğinde yitip gidiyor. Malatya Atatürk Ortaokulu’nun 1-K sınıfının türkçe dersine geri döndüğümde öğretmen M.F.’nin ırkçı, faşist söylemleri de buhar olup uçuyor.

      Atatürk Ortaokulu’nu, Kutanlar’ın o güzelim evini, sırça köşkümü, Arap Baba’yı, ve  Malatya’yı ardımızda bırakıp Ankara şehrine yollandığımızda çok değil, üç-dört yıl sonra Malatya’yı ziyaret ettiğimde, bir başka Malatya tanışacaktır benimle. Kucak açan, direnen, karşı gelen bir Malatya. Bedeli “Malatya olayları” ile, bir tür Maraş katliamı provası diyebileceğimiz olaylarla ödense bile.

 

 
   
Dengê Kurdistan © 2011