Dolmabahçe'de Plevne Müdafaası
Umay Gören
Başbakan'ın rektörlerle yaptığı
toplantıyı protesto etmek amacı ile Ankara'dan
gelen ve İstanbul kapılarında meydan dayağı
olarak bile adlandırılamayacak ölçüde yoğun
bir şiddete maruz kalan öğrenciler gündemi bir
süredir meşgul ediyor.
Yaşananlar gerçekten de vahimdi. Fotoğrafları
basına yansıyan bir öğrencinin burnu kırılmıştı
ve gözü mosmordu. Hamile bir genç kız da, polis darbı
sonucu bebeğini düşürdü. "Vurmayın,
hamileyim dememe rağmen karnıma kalaslar ve
coplarla vurdular" diyordu. Murat Belge'nin de dediği
gibi, polisleri bu vahşeti uygulamaya iten ruh hali,
kendilerini genç öğrencilerin karşısında
"vatan kurtaran aslan" modunda görmeleridir.
Silah sahibi olmanın verdiği o ortamsal iktidar
hali ("iktidarın buradaki temsili benim")
dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de
ideolojik motivasyonlarla besleniyor.
Yaşananlar ne derece vahim olursa olsun, kimi kesimlerin
bunu propaganda malzemesi yapmaktaki ivediliklerini gözden
kaçıramadı. Kitleleri cezbetmek için temel siyaseti,
son zamanlarda iyice AKP'ye "çatma" üzerinden
prim yapma amaçlı bir yöne evrilen CHP çevresi hemen
gençlere sahip çıkacağının sözünü
verdi ve ardından sıkça duyduğumuz (ve
beklediğimiz) oportünist argüman da geliverdi: "AKP'nin
demokrasiden anladığı budur işte.
Referandum meydanlarında demokrasi nutukları
atan AKP sivil darbe yapıyor, buna 'coplu demokrasi'
denir."
CHP'nin eleştirisinin, "işte böyle elimize
düştünüz" mantığı ile bu menfi
olaydan da "faydalanmak" amaçlı yönünden
bağımsızca, temelde önemli noktalara işaret
ettiğini düşünüyorum. Bunu Başbakan'ın
nicedir dillendirdiği birtakım düşüncelerinde
daha rahat görebiliriz. Malumumuz olaydaki Öğrenci
Kollektifleri ve onlar gibi kimi öğrenci gruplarının
yerleşik önyargılarla, önkabullerle hareket
ettiklerini ve yumurta, ayakkabı vs. fırlatmanın
demokratik ölçüler içinde bir düşünceyi ifade hakkı
ve biçimi olarak değerlendirilemeyeceğini dile
getiriyor sık sık.
Burada iki önemli nokta var. İkincisinden başlayalım.
AKP her ne kadar Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana
tabu olan meselelerin bir bölümünde -iki ileri bir geri
de olsa- adımlar atabilmişse de, Türk siyasetinin
kronikleşmiş birçok rahatsızlığından
halen muzdarip görünüyor. Bunlardan biri de muhalefete
ve eleştiriye tahammülsüzlük.
Oklar kendisine yöneldiğinde, kabalaşıp
ağzını bozmaktan geri duramıyor Başbakan.
Bunu en son WikiLeaks'in açıkladığı
belgelerde yer alan kendisine yönelik iddialarda da gördük.
Bir siyasetçinin göstermesi gereken olgunluğu ve
güvenli duruşu gösteremiyor bir türlü. Başbakan'ın
öğrencilerin protestosuna yönelik bu tavrında
da eleştiriye tahammül edememe halinin izleri apaçık
görülüyor.
Diğer bir nokta ise, hükümet kanadınca ellerinde
taş, sopa ve yumurtalarla gelen öğrencilere
polisin uyguladığı şiddetin bu yönüyle
"kabul edilebilir" ve hatta "savunulabilir"
olduğu yönünde yapılan açıklamalar. Başbakan'ın
toplantıya dahil olmak isteyen öğrencilerin
bu isteğini kabul ettiğinde, kameralar önünde
yumurtalı protestoya uğrayarak prestijinin düşmesinden
hayli endişe ettiği görülüyor. Ancak bu meydan
dayağı ile, "işte sizin demokrasiniz
bu" demek için hazırda bekleyen muhalefetin
eline de epeyce güçlü bir koz verilmiş oldu. Kaldı
ki, ellerinde "silah" olmadığı
polis kendilerine saldırdığında hiçbirinin
kullanmamasından belli olan öğrencilerin, anlaşılan
o ki; niyetleri yalnızca seslerini duyurabilmekti.
Başbakan'ın açıklamalarındaki bir
diğer unsur da, Öğrenci Kollektifleri ve üniversitelerde
örgütlü kimi grupların da yerleşik önkabullerden
feyz alarak hareket ettiklerine dair tespiti. Bu tespiti
ise, bir üniversite öğrencisi olarak bulunduğum
ortamlarda pek çok kez test etme olanağım oldu.
Gördüğüm şu ki; kendilerini 'sol görüşlü'
olarak konumlandırmış bu gruplar özgül
bir protesto kültüründen geliyor ve bu kültürü yeniden
üretiyor. Protesto nesneleri ise, 87 yıllık
Kemalist Cumhuriyet'in düşman ilan ettiği muhafazakar
özneler. Yani bu gruplar için Başbakan'ın yaptığı
herşey bir protesto sebebi olabiliyor. CHP'nin yanısıra,
TKP ile ÖDP gibi "sol görüşlü" olarak adlandırılan
partilerin şeriat ve "gericilik" argümanını
gençliğin verdiği hırs ve daha da popülist
bir söylemle daha bir sahipleniyorlar. Türkiye solunun
önemli bir bölümünce paylaşılan bu İslamofobik
yanlarına ek olarak, AKP onlar için ABD ve "sermaye
uşağı" bir figür; okullarına
her gelen hükümet yetkilisini yumurta yağmuruna tutup
"sermaye defol, üniversiteler bizimdir" sloganı
atmalarında da iddia ettikleri bu "anti-emperyalist"
yanlarına şahit olabiliriz.
Bu öğrenci gruplarının bir başka yönü
de, kendilerini Deniz Gezmişler'den gelen ilhamın
ve o dönemlerin direnişçi, özgürlükçü üniversiteli
ruhunun bugün taşıyıcısı olarak
görmeleri. Bir mirası genç bir hırsla sahiplenmeye
çalışıyorlar ve ona göre hareket ediyorlar.
"Direnişçi" yanlarının da nüvesi
bu kanımca. Parasız eğitim, ulaşım
ve barınma hakkını da bu bağlamda
savunuyorlar.
Fakat bu grupların önemli Türkiye meselelerindeki
ideolojik bakışları dolayısıyla
Kemalist söylemleri sürekli yeniden üreten Türkiye "sol"unun
üniversitelerdeki bir uzantısı olduğunu
söyleyebilirim. Ancak, onları üniversitelilik ruhunun
özgüllüğü içinde tahlil etmek daha doğru sonuçlar
verecektir.
Bunun yanında, Başbakan'ın Öğrenci
Kolektifleri'nin önyargılı olduğuna dair
yaptığı "savunma" hiçbir açıdan
bu yapılanlara bir gerekçe teşkil etmiyor ki;
diledikleri kadar önyargılı olsunlar senin gibi
düşünmeyenlere copla girişmek bir biçimde kendi
düşüncenin silah gücüne dayalı hegemonyasını
kurma çabası değil midir? Türkiye yıllardır
en çok bundan çekmedi mi? Başbakan'ın da önyargıyla
mücadelenin dövmekten geçmediğini öğrenmesi
gerekiyor. Sözlerimi de Başbakan'ın bu konuda
görevinin gereğini yapmasının sadece bulunduğu
konum itibariyle değil, aynı zamanda vicdani
bir yükümlülük de olduğunu söyleyerek bitirmek istiyorum.
09 Aralık 2010
|