Üniter, Jekoben Politikanın
Çıkmazı
Yılmaz Çamlıbel
Sömürgeci imparatorlukların acımasız
soygunu sonucunda, dünya düzenini alt üst edecek
yeni bir sınıf doğdu. Tarih sahnesine
çıkan burjuva sınıfı, 1789 yılında
Fransa’da feodalizmi yıkarak, dünyanın
ilk burjuva devletini kurdu.
Bu ideolojinin yarattığı yeni dünya
düzeni, tüm dünyayı etkisi altına aldı.
Bu modern sınıf, geniş halk kitlelerinin
desteğini alarak -onları daha iyi bir
ekonomik ve sosyal düzeye çıkararak- dünyadaki
mevcut imparatorlukları yıkmaya başladı.
Bu yeni dünya düzeninin sağladığı
özgürlükler sonucunda, kilisenin çember içine aldığı
insan beyni, kölelik zincirini kırdı.
Özgürleşen, düşünen ve bu yüzden yaratıcı
hale gelen insan beyni statik toplumu dinamik hale
getirdi. İnsanlık bilim, teknik, ekonomi,
sanat ve edebiyat konusunda büyük bir sıçrama
yaptı. İcat, keşif, rönesans çağı
açılmış oldu.
Sosyo ekonomik yapısı, burjuva sınıfını
yaratamaya uygun olmayan toplumlarda ise; halka
rağmen halkı mutlu etme politikası
güden küçük burjuva aydınları, burjuva
devrimini gerçekleştirdiler. Bu durum onları,
halka burun ucuyla bakan, seçkinci, yasakçı,
baskıcı ve totaliter bir kalıba soktu.
Burjuva sınıfının öncülüğünde
gerçekleştiren devrimlerin aksine, küçük burjuva
kadrolar insan beynini, kilisenin çemberinden kurtardılar.
Ama bu sefer de, oluşturdukları resmi
ideolojinin dar çemberi içine sıkıştırdılar.
Böylece düşünen ve yaratan bir aydın tabakanın
oluşmasını engellediler. Siyasi literatürde
bu politikayı benimseyen insanlara, jekoben
deniliyor.
Burjuva sınıfından sonra tarih sahnesine
çıkan işçi sınıfı ve onun
ideolojisi olan sosyalizm, 1917’de Sosyalist Devrimi
gerçekleştirdi. Bu sefer de bu yeni düzen,
dünyayı etkilemeye başladı. Onun
da sağladığı yeni kazanımlar
sonucunda bu günkü, çok sesli, çok renkli, katılımcı,
paylaşımcı, çoğulcu, demokratik
yaşam anlayışına ulaşmış
olduk.
Ama bazı kişi ve örgütler, hala toplumu
200 yıl önceki halk egemenliğini kabul
etmeyen jekoben anlayışlarla yönetmek
istiyorlar. Bu ülkelerden birisi de Türkiye’dir.
Örneğin, Atatürk’ün partisi olan CHP’ye bakalım.
Kemalist küçük burjuva aydınları bundan
80 yıl önce, bir burjuva devleti kurdular.
27 yıl boyunca, ülkeyi tek partili bir rejim
içinde yönettiler. Halk, 1950 seçimlerinde bu partiyi
iktidardan uzaklaştırdı. Ecevit’in
solculuk yaptığı -bir yıllık-
dönem hariç, bir daha iktidar yüzü de görmediler.
Onlara göre,Türk halkı hala kendini yönetecek
bir seviyeye ulaşmış değil.
Bu yüzden halkın istek ve beklentilerine bakmıyorlar.
Halk adına, her şeye onlar karar veriyorlar.
Halktan oy alamamalarını da, halkın
cehaletine, doğruyla eğriyi ayırt
edememesine bağlıyorlar. Halkın,
bu çağdışı politikayı benimsemediğini
bir türlü kabul etmiyorlar.
Kemalistler, ülkenin en donanımlı ve
seçkin (!) kadrolarına sahip olmalarına
karşın neden iktidar olamadıklarını,
yıllardır tartışıp duruyorlar.
Hep, “kim genel başkan ve yönetime gelirse
iktidar oluruz” diye tartışıyorlar.
İdeolojisini, program hedeflerini, halkçı
ve devrimci ilkelerini asla tartışmıyorlar.
Çünkü onlara göre, ulu önder Atatürk’ün belirlediği
bu ilkeler, asla yanlış olamaz. Allah’ın
ve mukaddes kitapların bile tartışıldığı
günümüzde, onlar Kemalizm’i tartışma gereği
duymuyorlar ve tartışanları acımasızca
eziyorlar. Son olağanüstü kurultayda da aynı
şey yapıldı. Partinin politikalarını
değil, Deniz Baykal’ın gidip gitmemesi
tartışıldı.
Kürtlerde de durum aynı. Kemalizm, sadece
Türkleri değil, bazı Kürdleri de siyasi
körlüğe itti, çağdışı politikalara
sarılmaya yöneltti. Örneğin PKK’ye göre
partinin tüzük ve programı, Kuran-i Kerim gibi
tartışılmaz doğrulardır.
Serokê Netewînin her sözünde, bir keramet vardır.
PKK’nin temel politikası, bir doğru tespitle
başlamasına karşın, yanlışlıklarla
devam eden bir mantığa oturuyor. Mantık
şudur: “Kürd halkı kölelik zincirini kırıp
kaderini belirlemesi gerekiyor. Bu, ancak silahlı
bir halk ayaklanmasıyla gerçekleşebilir.
Bunun öncü müfrezesi PKK’dir. Apo da bu politikanın
ve Kürd ulusunun ebedi başkanıdır.”
Eğer bir insan bu mantıkla düşünmeye
başlarsa, doğal olarak düşüncesini
şu şekilde sürdürür. O halde. PKK’li olmayan
bir Kürd, Kürdistan’ın kurtuluşunu istemiyor
demektir. Dolayısıyla vatan hainidir ve
katli vaciptir.”
Öcalan’ın yakalanmasından ve teslimiyetçi
davranışlarının ortaya çıkmasından
sonra, parti içinde başlayan tartışmalar,
bu politikanın yanlışlığını
söyleyen kesimlerde bir umudun doğmasına
neden oldu. Kürd halkı her seferinde, “Ha şimdi
ulu önderin durumu ve parti programı tartışılacak”
diye beklemeye başladı. Ama her seferinde
tartışmalar, “Kim daha çok Apocu ?” zemininde
yürütüldü. Askeri, ideolojik ve politik yenilginin
nedenlerini tartışmak, kimsenin aklına
gelmedi. Kutsal önder ile mukaddes ayetleri hala,
yerli yerinde duruyor.
PKK’nin Kemalizm’i savunmasına şaşmamak
gerekir. Adına konuştukları halkı
küçümsemeleri, seçkinci tavırları, demagojiye
dayalı sistematik propagandaları, halka
rağmen halkı yönetme istemleri, kendi
gibi düşünmeyenleri düşman olarak görmesi,
oluşturdukları resmi ideolojiye karşı
çıkanları hain ilan edip yok etmeleri
v.s. bir birleriyle örtüşüyor. Çünkü her iki
tarafın da sosyal kökeni ve toplumu yönetme
anlayışında büyük bir paralellik
var. Çünkü, sınıfsal ve ideolojik kökenleri
tarihin aynı kaynağından besleniyor.
Kürd aydın ve politikacıları olarak
bu konu üzerinde, çok düşünüp tartışmamız
gerekiyor. Hala Kürd halkı içinde modern sınıflar
ortaya çıkmış değil. Kürd sorununa
duyarlı insanların büyük çoğunluğunu,
küçük burjuvalar oluşturuyor. Bu sosyal katman,
daha uzun bir süre, Kürd ulusal mücadelesinin en
dinamik unsuru olmaya devam edecektir. Yani, seçkinci,
üniter ve jekoben politikalar, Kürdlerin gündeminde
uzun bir süre var olmaya devam edecektir.
O halde, tarihin çöplüğüne atılmış
olan bu politikaya karşı, çok yönlü bir
mücadeleyi örgütlememiz gerekmektedir. Kendi toplumumuz
içinde yürütmemiz gereken bu mücadele, düşmanlara
karşı yürüttüklerimiz kadar önemlidir.
Bunu programlayıp yürürlüğe koymak, Kürd
aydın ve politikacılarına düşüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte,
Kürd aydınları bu yönetime karşı
çıkmaya başladılar. Tüm baskı,
işkence, hapis ve darağaçlarına karşın,
bu mücadele kararlılıkla yürütüldü. Aradan
geçen yıllar içinde, küçümsenmeyecek bir Kürd
entelektüel tabakası oluştu. Edebiyat,
sanat, basın-yayın ve politik alanlarda
yetenekli kadrolar ortaya çıktı. PKK,
okuyan, düşünen ve üreten bu toplumsal dinamiği
de heder etti. Özgür düşünceli Kürd aydınlarını,
parti aydınına çevirdi. Bence PKK’nin
Kürd halkına verdiği en büyük zarar, bin
bir emekle oluşan ve Kürd ulusal mücadelesinin
umudu haline gelen bu değerli kadroları,
çağdışı kalmış jekoben
politikanın içine çekip yok etmesidir.
Yapılan bu tahribatı onarmak ve mevcut
Kürd entelektüel potansiyelini yeniden harekete
geçirmemiz gerekiyor. Kendi kültürel dinamiklerimizden
hareketle, çağdaş bir Kürd toplumunu oluşturmamız
gerekiyor. Kaderimizi belirleme çalışmaları
içinde, çağdaş insanlık ailesinin
bireyi olmayı da, temel hedeflerimiz içine
almalıyız. Uygar bir toplum ve devlet,
ancak uygar bir kültür içinde var olur ve yaşayabilir.
Bu bakımdan, bizler de halkımız
içinde, Çok renkli, çok sesli, katılımcı,
paylaşımcı, demokratik bir kültürel
dokunun örülmesine çaba göstermeliyiz. “Şimdi
bunun sırası değil, hele bir devletleşelim
bunu sonra düşünürüz” demek büyük bir hata
ve görevden kaçmadır.
|