Haftanın Yorumu
11 Eylüle’e üzülenler, sevinenler...
Kemal BURKAY
New York ve Washington’a yönelik 11 Eylül saldırısı
bazılarını üzdü bazılarını da
sevindirdi.
Üzülenler elbet, en başta bu olaydan şoke
olan, yakınlarını yitiren ve zarar gören Amerikan
halkıydı. Ama dünyanın her yerindeki demokrat
ve barışsever insanlar da, hangi amaçla yapılmış
olursa olsun, bu eylemin barışa, demokrasiye, gelişmeye
hizmet etmediğini, dünyamızda gerginliği arttırdığını,
silahlanma ve savaş yanlısı güçlere yaradığını
gördüler. Amerikan sistemini birçok yönden eleştiren
insanlar da böylesi kör ve acımasız terör yöntemleriyle
bir yere varılamıyacağını, hele hele
insanlığın yararına olan amaç ve ideallere
hizmet edilemiyeceğini biliyorlar.
Sevinenlere gelince, elbet bunların
başında ABD’nin düşmanları vardı
diyebilirsiniz. Ama onlar aynı zamanda, gelecek tepkileri
düşünüp korktular da. Oysa, sevinenler arasında
ABD’nin kimi “dostları” da vardı ki bunların
korku duymaları için bir neden yoktu; sadece sevindiler..
Bunlardan biri İsral’in başındaki Şaron
yönetimi idi. Şaron, bu olaydan sonra ABD’nin Ortadoğu’daki
“ortak düşmanlara” daha amansızca saldıracağını,
Filistinliler karşısında ise İsrail’in
elini tümüyle serbest bırakacağını düşündü.
Bunda haklıydı da. Nitekim Amerika Afganistan’a
karşı operasyona hazırlanır, Irak ve benzeri
bazı rejimlere meydan okurken, Şaron ondan da önce
davranarak, olayın hemen ertesi günü harekete geçti,
Filistin topraklarına daldı, bombaladı, işi
tam bir güç gösterisine dönüştürdü; ABD ise bunu seyretmekte..
Ama sonuç?. İsrail bundan kazançlı mı çıktı.
Besbelli hayır. Şiddet tırmandı ve durum
tam bir kaosa dönüştü. Şimdi Şaron’un kendisi
de içine düştüğü bataktan nasıl çıkacağını
bilemiyor. Her iki yanda da oluk gibi kan akıyor. Gelinen
durum iki halk açısından da tam bir çılgınlık
ve bunun sorumlusu, güç sarhoşu ve bu yönetemle tüm sorunları
çözeceğini sanan Şaron´dan başkası değil.
Belli ki sorunlar böyle çözülmez. Güçlü olmak herşeye
yetmiyor. Gücün yanında sağduyu da gerekiyor. Kibir
ve öfke ise insanların ve toplumların başına
büyük belalar açabiliyor.
Barış sürecinin uzamasından bıkan ve
Şaron’un radikal söylemlerinden, provokatif eylemlerinden
etkilenen İsrail halkı da, ona destek vermekle yaptığı
yanlışın bedelini ödüyor şimdi. İzlenen
sertlik politikasının bir çözüm getirmediğini,
tersine durumu daha da ağırlaştırdığını
farkediyor ve yüzünü Şaron’dan çeviriyor. İsrail’de
barış hareketi yeniden güçlenmekte.
İsrail ve Filistin bu durumdan nasıl çıkacaklar?
Besbelli şiddeti, kini, öfkeyi daha fazla tırmandırarak
değil, sağduyu ile. Diyalog ve uzlaşma yoluyla.
Son olarak Suudi Arabistan´dan gelen öneri bizce gerçekçidir.
İsrail 1967´de işgal ettiği topraklardan çekilmeli,
buna karşılık tüm Arap devletleri ve Filistinliler
İsrail’in varlığını tanımalı.
Böyle bir çözüm barışı getirebilir.
İsrail halkının da Filistinlilerin de yararına
olan budur.
11 Eylül olaylarına en çok sevinenlerden biri de, bildiniz
elbet, Türk yönetimi idi. Adamlar nerdeyse zil takıp
oynadılar. “Artık Amarika ve Avrupa bize hak verir!”
dediler. Artık kimse Kürtleri ezdikleri, insan haklarını
çiğnedikleri, işkence ettikleri, aydınları
içeri tıktıkları ya da düpedüz, sorgusuz yargısız
infaz ettikleri, ülkeyi bir uyuşturucu trafiği ve
kara para cennetine dönüştürdükleri için kendilerinden
hesap sormaz diye düşündüler. Türkiye’nin stratejik konumu
tekrar önem kazanır, siyasal destek ve paralar akar diye
hesap ettiler.
Bu hesapları ve umutları bir yönüyle doğru
çıkmadı değil. Terör korkusuna kapılan
Amerika gerçekten sertleşti ve yabancılara karşı
insan haklarını çiğnemenin yeni ve bol örneklerini
verdi. Türkiye’yi Ortadoğu’da kullanma ihtiyacı
ortaya çıktığı için de, soğuk savaş
dönemindekine benzer biçimde Türkleri okşayıcı
bir dil kullanmanın yanısıra, Türkiye’ye yeni
krediler akıtıldı ve bu yatalak ekonomiye biraz
nefes aldırıldı.
Ne var ki herşey Türkiye’yi yöneten bayların umduğu
gibi de yürümedi. Avrupalılar, terör paniğine kapılıp
insan haklarını askıya almadılar. Amerika’da
bile demokratik gelenekler bazı yaralar alsa bile, toplum
tümden sağduyusunu yitirmedi. Kimse Türkiye’ye benzemedi.
Avrupa’nın kendi değerlerini ve insan haklarını
koruma hassasiyeti devam ediyor. Daha birkaç gün önce, Avrupa
Parlamentosu’ndan Ermeni soykırımını kınayan,
Türkiye’nin bunu tanımasını isteyen, ayrıca
HADEP’in kapatılma çabalarına karşı çıkan
ve anadil eğitimi istemine gösterilen saldırgan
tutumu eleştiren bir karar alındı. Avrupa,
Kopenhag Kriterleri’nin eksiksiz uygulanmasında ısrar
ediyor.
Rejimin Kürtlere yönelik politikası ile İslami
harekete karşı, bireysel hak ve özgürlükleri çiğneme
derecesine varan aşırı sert tutumu Amerika’da
da onay bulmuyor. Aksine, Amerikan Dışişleri
Bakanlığı’nın birkaç gün önce yayınlanan
2001 yılı Dünya İnsan Hakları Raporu,
Türkiye’ye yönelik sert eleştirilerle dolu, bu nedenle
de Türk yönetimi üzerinde düş kırıklığı
yarattı.
Rapor, insan haklarının ihlali bakımından
Türkiye’nin adını İran, Irak, Suriye gibi ülkelerle
birlikte sayıyor. Raporda, Kürtler “Türkiye’nin en büyük
etnik ve dil azınlığı” olarak niteleniyor
ve PKK’nın iki yıldır silahlı eylemlerine
son vermiş olmasına rağmen, Kürtlere yönelik
baskıların sürdüğü; anadilde okul, TV ve radyo
yayını haklarının bile tanınmadığı
belirtiliyor. Yine işkencenin, faili meçhul cinayetlerin
devam ettiği söyleniyor.
ABD ile Türkiye’nin Irak’a ilişkin politikaları
da birbirine nerdeyse 180 derece zıt. Irak’ın bölünüp
bölgede bir Kürt devleti oluşacağına dair Türk
politik çevrelerinde yaşanan paranoya derecesindeki korku,
Amerikan basınında bile alay konusu oluyor.
Türk yönetiminin tüm çabasına, öfkesine rağmen
ne Avrupa, ne de Amerika PKK’yı terör listesine almadı.
Kürt haklarını tanımamakta ısrar eden,
yurttaşlarına düşünce özgürlüğünü bile
tanımayan, pervasız bir baskı politikası
izleyen, böylece hem Kürtleri hem genel olarak muhalefeti
terörize eden böyle bir rejimi elbette kimse ciddiye almaz,
kimse onun kötülüklerine araç olmak istemez.
Bol keseden terör edebiyatı yapmak, “Türkiye teröre
karşı savaştan çok çekti” demek, kimseyi kandırmaya
yetmiyor. İnsanlar kör değil; asıl terörü Türk
devletinin yaptığını görüyor, biliyorlar.
Şimdi de hergün bunun onlarca örneği yaşanıyor.
Rejim, anadilde eğitim isteyen gençleri okullardan atıyor,
tutukluyor, onlara destek veren velilerin kafasını
gözünü yarıyor. Bir Kürtçe şarkı yüzünden bir
televizyon kanalını bir yıl kapatıyor!
Binlerce Kürdün isimlerini, Kürtçe diye zorla değiştirmeye
kalkıyor... Habire gazete kitap topluyor, siyasi parti
kapatıyor.
Son olarak, bizzat Kültür Bakanlığı’nın
parasal desteği ile hazırlanmış, sanat
çevrelerinde büyük beğeni toplayan ve bir dizi ödül alan
“Büyük Adam-Küçük Aşk” filmi, bölücülükle suçlanıp
yasaklandı. Nedeni ise küçük bir Kürt kızının
duygularının yansıtılmış olması..
Türkiye’yi yönetenler, bu rejimin sorumlu ve taraftarları,
yüzyüze oldukları ağır sorunları çağdaş
bir anlayışla çözüp uygar dünya ile bütünleşeceklerine,
dünyanın geriye gidip kendilerine benzemesini hayal ve
umut ediyorlar. Ne akıl ne akıl!
Ama dünya geriye gitmez. 11 Eylül ve benzeri olaylar
da demokrasi ve insan hakları alanında geçici bazı
zikzaklara yol açsalar bile, ırkçı-sömürgeci rejimin
bu türden hayal ve kuruntularının gerçekleşmesine
yetmezler. Bu çalkantılar geçtiği zaman ise dünya
daha ileri mevzilerde yeniden konumlanır. Bu çalkantılar,
aynı zamanda çağın dışına düşmüş,
yozlaşıp çürümüş, değişime direnen
kimi rejimleri de birlikte sürükleyip götürebilir..
Dünyada çatışmalardan, şiddetin tırmanmasından,
insan haklarının budanmasına yönelik rüzgarlardan
medet ummak ve bu ortamdan yararlanıp insan haklarını
daha da budamak, Kürtlerin ve öteki muhaliflerin üzerine daha
çok çullanmak, polis devletini güçlendirmek ne kadar ilkel
bir tutum. Türk yöneticiler bununla nereye varacaklarını
sanıyorlar?
Herhalde Şaron´un vardığı yerden
daha iyi bir yere değil. Bu tutumla sorunlar çözülmez,
ağırlaşır. Hayat bunu bu baylara onlarca
kez gösterdi;
yine de ders almamakta ısrar ediyorlar.
Ama yanlışta ısrarın da bir süresi
ve bedeli vardır; günü gelip de önlerine ağır bir
fatura çıkınca şaşırmasınlar
bari...
|