2004 - Hem Türkiye
hem Kürtler bakımından önemli bir yıl
Kemal Burkay
2004 yılı Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği
açısından kritik bir yıl. Yıl sonunda
müzakere tarihi alabilecek mi, alamıyacak mı? Alırsa,
hemencecik değil ama, 8-10 yıllık bir süre
içinde AB üyesi olacak demektir. Bu da Türkiye’nin kaderini
etkiler.
Türkiye’de ağırlıklı bir kesim Türkiye’nin
AB’ye girmesinden yana. Bu kesimin içinde, Türkiye AB’ye girerse
işe ve aşa kavuşacağını uman
bir halk çoğunluğu var. AB’nin ekonomik desteği
ve akacak dış sermaye ile Türk ekonomisinin ağır
sorunlarını çözüp hızlı bir gelişme
içine girmesini uman işveren çevreleri var. AB’nin etkisiyle
Türkiye’nin demokratikleşeceğini, çağdaş
standartlara yaklaşacağını uman aydın
ve demokrat çevreler var. Bu kesim, doğal olarak Türkiye’nin
yıl sonunda AB’den müzakere tarihi almasını
istiyor.
Buna karşılık, oran olarak düşük olsa
da ideolojik ve örgütsel planda daha etkili bir kesim de Türkiye’nin
AB’ye girmesine karşı. Bunlar değişimin
kendi çıkarlarına zarar vereceğini düşünen
statükocular. Mevcut düzenden kendisine akıl almaz ekonomik
imtiyazlar sağlamış olan, ülke yönetiminde
de, iç ve dış politikayla ilgili en önemli ve temel
konularda dediği dedik, diğer bir deyişle ülkenin
gerçek yöneticisi olan ordu ve sivil bürokrasinin bir kesimi
bunun içinde. İşkencesiyle, zulmüyle namlı
polis örgütü, MHP türünden düzenin suç ortağı ve
tetikçisi ırkçı örgütler bunun içinde. Bu çağı
dolmuş düzenin ideolojik bekçileri Kemalistler bu kesimin
içinde. İşin ilginci, bir yandan kendi yanlışları,
diğer yandan rejim tarafından habire başına
vurulduğu için şaşıran, yozlaşan,
kitlelerden kopan ve sonunda ordunun yanına savrulan
(bunların bir bölümü daha başından böyleydi
ya), ülkenin namlı ırkçı ve faşistleriyle
aynı statüko kazanında buluşan bir bölüm sol
da bunun içinde. Bunlar Türkiye’nin AB’ye girmesini önlemek,
bu yolu sabote etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Kıbrıs bu araçlardan biridir. Kıbrıs’ta
çözümsüzlük, aynı zamanda AB’ye girişin önünde de
önemli bir engeldi. Bu nedenle Kıbrıs, epeyce bir
zamandır, Türk ve Rumların değil, ama Türk
tarafındanki söz konusu iki kesimin savaş alanı
oldu…Bu engel son dönemde, dış baskıların
ve AKP hükümetinin çabasıyla, aşılma sürecine
girmiş görünüyor. Türkiye’deki ve Kıbrıs’taki
statükocular bu süreci sabote etmeyi başaramazlarsa,
önümüzdeki 2-3 ay içinde bu engel aşılacaktır.
Besbelli AB üyeliğinin önündeki tek engel Kıbrıs
değil. Asıl olarak da Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni
yerine getirmesi gerekiyor. Nitekim, genişleme süreci
içindeki 12 ülkenin çoğu, bu kriterlere uyum sağlamak
için iyi niyetle çaba göstererek, gerekli adımları
atarak AB tam üyeliğine hak kazandılar; ikisine
ise (Romanya ve Bulgaristan) müzakere tarihi verildi. Bu sürece
ayak uyduramıyan, bu nedenle hala müzakere tarihi alamamış
olan bir tek Türkiye.
Türkiye özellikle siyasi kriterlere uyum sağlamamakta
direniyor. Bu kriterler demokratikleşmeyi ve “azınlık
sorunlarının” çözümünü kapsıyor; sonuçta Kürt
sorununu da yakından ilgilendiriyor.
Türkiye bu alanda sözde adımlar attı; hatta, öteki
aday ülkelerden belki on kat daha fazla mevzuatıyla oynadı,
yasaları değiştirdi, yasalar çıkardı.
Ama bunlar hep göstermelikti. Türk yönetimi askeri ve siviliyle,
demokrasi ve Kürt sorununun çözümü doğrultusunda (ki
bu ikisi birbiriyle sıkı biçimde bağlı)
adım atamıyor. Onyılların, hatta yüzyılların
koşullanmışlığı, iliklere ve
toplumun her gözeneğine işlemiş olan şovenizm,
baskı rejiminin kemikleşmiş alışkanlıkları,
eski yöntemler ve düşünce tarzı, bir türlü adam
gibi bir değişime el vermiyor. Bu nedenle yapılanlar
birer rötuştu, göz boyama türündendi. Son üç-beş
yıldır onca reklamı yapılan değişikliklere,
ve tüm demagojiye rağmen ortada ne düşünce ve basın
özgürlüğü var, ne işkence ve yargısız
infazlar, “faili meçhul cinayetler” sona erdi, ne de Kürt
sorununda bir iyileşme oldu.
Örneğin, genel olarak “azınlık haklarıyla”,
özel olarak da Kürtlerle ilgili olarak Kopenhag Kriterleri
neyi kapsıyor?
En başta eğitim hakkını. Eğitim
ise ilkokuldan üniversiteye kadar kendi anadilinde eğitim
yapabilmek demektir. Peki Türkiye’de bu yerine getirildi mi?
Yapılan değişiklikle Kürtlere de sözde anadillerinde
kurs açabilme hakkı tanınıyor. Yani İngilizce
öğrenir gibi paralı özel kurslar.. Oysa Kürtler,
bu ülkeye başka yerden gelmiş beş-on bin kişilik
bir göçmen grubu, böylesi bir “azınlık” değil,
salt Türkiye’deki nüfusları 20 milyona ulaşan bir
ulus. Türkiye’nin iki ana halkından biri. Irak, İran
ve Suriye’nin de ana halklarından biri oldukları
gibi. Söz konusu olan 40 milyonluk bir ulustur. Böyle bir
halkın eğitim hakkını üç-beş paralı
dil kursuna indirmek, o halkla ve bizzat Kopenhag Kriterleri’yle
alay etmektir.
Kopenhag Kriterleri’nden biri, kültürel haklar ve dil özgürlüğü
kapsamındadır. Buna anadilin kamu alanında,
yani resmi ilişkilerde kullanılması ve radyo-televizyon
hakkı da dahil. Peki bunun için yapılan ne? Yine
bazı “ulusal kanallarda” günde yarım saatlik bir
yayın.. Bu da Kürt halkının anadilinde yayın
hakkıyla alay etmek değil mi? Türkiye bununla, Kopenhag
Kriterleri’ne uyum sağlamak şurda kalsın, Lozan
Antlaşması’nın, tüm TC yurttaşlarına
anadillerini sosyal hayatın her alanında özgürce
kullanma hakkını tanıyan 39. maddesini de çiğnemeye
devam ediyor.
20 milyon Kürt de Türkler gibi vergi veriyorlar. Neden onlarınki
Türkler gibi ilkokul, lise, üniversite ve mesleki okullar
değil de paralı kurs? O da binbir engele bağlanmış,
polisin keyfine bırakılmış… Neden, tam
gün yayın yapan Kürtçe radyo ve televizyon değil
de, sınırlı kanallarda yarım saatlik ve
binbir kayda şarta bağlanmış yayın?..
Dil özgürlüğü bu mu? Kültürel haklar bu mu? Kopenhag
Kriterleri’nde yazılan bu mu?
Kopenhag Kriterleri’nde yazılı olan haklardan biri
de azınlık halkların kendi kimlikleriyle serbestçe
kültürel ve siyasal örgütler kurabilmesidir. Peki, bir azınlıktan
da öte bir ulus olan Kürtler bunu yapabiliyorlar mı?
Kürt siyasi partileri, kültür dernekleri serbestçe örgütlenebiliyor
mu? Yoksa, bir Kürt demokrat ya da sosyalist partisi kurmak
şurda kalsın, Kürtlerin varlığından,
kültürel haklarından söz eden herhangi bir parti bile
hemen kendisini Anayasa mahkemesinin karşısında
buluyor ve defteri dürülüyor mu?
İşin garibi, Türk rejimi bazı yasaları
değiştirerek Türkçe dil kursuna ve günde yarım
saatlik radyo ve televizyon yayınına sözde izin
vermekle –üstelik bu komik adımlar bile henüz uygulamada
görünmezken- artık Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirdiğini
ve Kürt sorununu da nerdeyse çözdügünü iddia ediyor! Türk
basın yayını da bu alanda pişkince bir
propaganda yürütüyor. Ama daha da garibi, Batıda da kimi
resmi ağızların, kimi liderlerin aynı
yaygaraya prim vermeleri, Türk hükümetinin Kopenhag Kriterleri
bazında attığı önemli adımlardan
ve onun müzakere tarihi almaya hak kazanmış olmasından
dem vurmaları… Bu ise Kopenhag Kriterleri’ni esnetmenin,
hatta dejenere etmenin bir başka türüdür.
Mevcut durum bir bakıma şaşırtıcı
değil. Başa kim gelirse gelsin, ister Demirel türünden
liberal geçineni, ister Ecevit ve Baykal türünden sözde sosyal
demokratı, ister MHP türünden ırkçısı,
ister Refah ya da AKP türünden İslamcısı, isterse
doğrudan askeri ve faşist cuntası olsun, bu
rejimin ne mal olduğunu, kolay değişmeyeceğini,
özellikle Kürt sorunuyla ilgili politikalar bakımından
aralarında hiçbir fark olmadığını
nice deneyle biliriz. Bu ülke AB’ye girecek diye bu baylar
Kürt sorununu çözmezler. Hatta Kopenhag Kriterleri’ni de yerine
getirmeye filan hiç niyetleri yok.
Daha önceki yazılarımda da birçok kez değindim.
Kopenhag Kriterleri, böylesine yalancıktan değil,
gerçek anlamda yerine getirilseler bile Kürt sorununu çözmeye
yetmezler. Kürt sorunu ancak Kürt halkının kendi
kaderini özgürce belirlemesiyle çözülebilir. Bunun biçimi
ise bize göre ya ayrı devlet, ya da eşitlik temelinde
bir federasyondur. Ama Kopenhag Kriterleri gerçek anlamda
hayata geçseler, Türkiye’nin demokratikleşmesinin yanı
sıra, Kürt sorununun çözümü yönünde de olumlu bir zemin
yaratırlar. Örneğin, paralı dil kursu gibi
komik ve tam bir aldatma olan bir uygulama yerine, ilkokuldan
üniversiteye kadar Kürt halkının kendi anadilinde
eğitim görebilmesi sorunun çözümü yönünde çok önemli
bir adım olur. Bunun gibi, yarım saatlik, ve binbir
kayda şarta bağlı bir radyo ve televizyon yayını
yerine, özgürce ve tam gün yayına olanak veren bir yayın
uygulaması son derece önemlidir. Kürtlerin kendi kimlikleriyle
dernek ve parti kurmaları da öyle. Kopenhag Kriterleri’ne
göre, şiddete başvurmadıkça herkes özgürce
örgütlenip programını kamuoyuna sunabilir. Buna
azınlıklar da dahildir. Kürtler ise bırakın
azınlık olmayı, zaten nüfus ve kitle olarak
ülkenin iki asli unsurundan biridirler. Besbelli onların
hakları azınlıklarınkinden kat kat fazla
olacaktır.
Tüm bu nedenlerle 2004 yılı aynı zamanda Türkiye’de
Kürt sorununun geleceği bakımından da kritik
bir yıldır. Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ne uyum
sağlama yönende ciddi adımlar atması, Kürt
halkının mücadelesine bağlıdır. Bu
mücadele yüksek ve kitlesel olmadıkça ne Türkiye gerekli
adımları atacak, ne de Avrupa bunun için onu zorlayacaktır.
Özellikle Kıbrıs sorunu çözüm yoluna girdikten sonra,
AB’nin kağıt üzerindeki birtakım göstermelik
değişikliklere bakarak Türkiye’ye müzakere tarihi
vermesi sürpriz olmaz. Böyle bir durumda ise Kürtler bu süreci
kendileri açısında etkilemekte çok zayıf kalacaklardır.
AB yolunda mesafe alan Türkiye, Kürt isteklerine aldırış
etmeyecektir. Kimi Kürt çevrelerinin, bu durumu göz önüne
almadan, “Türkiye’ye müzakere tarihi verilsin, bu demokratikleşme
ve Kürtler için iyidir” diyerek Türkiye’ye AB yolunda şartsız
destek vermeleri akıl alacak şey değil. Böyle
bir desteğe en çok da Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmemek,
onları baypas etmek için ellerinden geleni yapan statükocular
memnun olur.
Evet, biz de Kürdistan Sosyalist Partisi olarak Türkiye’nin
AB üyeliğinden yanayız; ama Kopenhag Kriterleri’ni
dejenere ve baypas etmeden, gerçek anlamda uygulamak koşuluyla.
Bu ise, tüm öteki şartların yanı sıra,
ilkokuldan üniversiteye kadar Kürtçe eğitimi; basın-yayın
alanı dahil, Kürt dilinin ve kültürel haklarının
tam bir özgürlük içinde kullanılmasını (örneğin
tam gün radyo ve televizyon yayınını); Kürtçenin
kamu alanında da özgürce kullanılmasını;
bunun için Kürt kimliğini ve haklarını tanıyan
ciddi bir anayasa değişikliğini; Kürt siyasi
partilerinin serbestçe örgütlenip programlarını
kamuoyuna sunabilmelerini içerir. Bu koşulları yerine
getirmeyen bir Türkiye AB’ye alınmamalıdır.
Bunlar, Kürtler bakımından olmazsa olmaz koşullardır.
Kürtler bu istemlerini güçlü biçimde, örgütlü, sistemli,
kitlesel olarak dile getirebilmeli ve bunu Avrupa kamuoyuna
ve AB kurumlarına da gereği gibi iletmelidirler.
Kürdistan Sosyalist Partisi yazdığı mektuplar,
yayınladığı bildiriler, hazırladığı
raporlar, yaptığı diplomatik görüşmeler
ve düzenlediği toplantı ve konferanslarla yıllardır
kendi olanakları ölçüsünde bunun için çaba gösteriyor.
Ama Kürt örgütlerinin ve aydınlarının bir bütün
olarak bu işin öneminin bilincinde olduklarından
ve kendilerine düşeni yaptıklarından söz edilemez.
Bu nedenle Kürt potansiyeli gereği gibi harekete geçebilmiş
değil.
Kürt örgütleri, kurumları, aydınları bir an
önce toparlanmalı ve bu potansiyeli harekete geçirmeli.
30’u aşkın siyasal örgütü, demokratik derneği
ve aydın inisiyatifini kapsayan, bu haliyle Kuzey Kürdistan
ulusal hareketi bakımından önemli bir temsil yeteneğine
sahip olan Avrupa Kürt Platformu, bu işte önemli bir
rol oynayabilir ve oynamalı. Bunun için öncelikle çalışır
bir merkez yönetimi, bunun yanısıra, ortak politikalara
uygun olarak inisiyatif de kullanabilen ülke birimleri oluşturulmalı.
Platform, Yurt dışındaki 2 milyona yakın
Kürt kitlesini harekete geçirmek için gerekli zamanlarda merkezi
ve ülkeler planında kitle eylemleri düzenlemeli.
Platform, Kürt isteklerini Avrupa kurumlarına, hükümetlere,
siyasi partilere, insan hakları örgütlerine, en başta
da AB kurumlarına iletmek için diplomatik heyetler oluşturmalı.
Her ülkede, o ülkenin dilini bilen ve deneyimli insanlardan
oluşan üç-beş kişilik böylesine bir heyet kolaylıkla
oluşabilir ve bu heyet yoğun ziyaretlerle Kürt istemlerini
en geniş biçimde iletip dayanışma isteyebilir.
Platform bu amaçla İngilizce, Fransızca, Almanca
gibi önemli dillerde, ayrıca duruma göre ülke dillerinde
bildiri ve raporlar hazırlamalı ve sunmalıdır.
Böylesine yoğun bir çalışma Kürt sorunu konusundaki
yoğun sessizliği bozabilir, Türk rejiminin yalana
dayalı propagandasını boşa çıkarabilir,
onun, üstüne düşeni yapmadan, Kopenhag Kriterleri’ni
yerine getirmeden, ama yerine getirmiş gibi görünerek
eşikten geçmesini önleyebilir.
Sonuç olarak, yalnız Güney Kürdistan’da değil,
Kuzey’de de Kürt ulusal hareketinin kaderini ilgilendiren
bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde, örgüt ve kişi olarak
her yurtsever kurumun ve insanımızın üstüne
düşeni yapması gerekir.
Daha fazla gecikmeyelim.
|