PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Kemal Burkay'ın 7. kongrede yaptığı açış konuşması

Değerli yoldaşlar,

Partimizin 7. Kongresi’ne hoş geldiniz.

Bir önceki kongrede aramızda olan partimizin Genel Sekreter Yardımcısı Nurettin Yoldaş’la eski MK üyesi Yavuz Yoldaş ne yazık ki bugün aramızda değiller; onları trafik kazalarında yitirdik. Onların yanı sıra, yine trafik kazalarında yitirdiğimiz Enis, Vedat ve Bozan yoldaşları, hastalık sonucu yitirdiğimiz Kazım, Edip ve Hasan Harmancı yoldaşları saygıyla anıyorum.

Bildiğiniz gibi 6. Büyük Kongremiz 2000 yılı Temmuz ayında yapılmıştı. O tarihten bu yana üç yılı aşkın bir zaman geçti. Bu süre içindeki parti çalışmalarımıza ilişkin Merkez Komitesi Raporu size yazılı olarak sunuldu. Ben ise konuşmamda daha çok son üç yıllık süre içinde uluslararası ve ulusal plandaki önemli gelişmelerden, buna ilişkin parti politikamızdan özetle söz etmek istiyorum.

Yoldaşlar,

Son üç yıl içinde uluslararası plandaki en önemli gelişme 11 Eylül’de ABD’nin New York ve Vaşington’daki önemli merkezlerine yönelik saldırı ve bunu izleyen gelişmeler oldu. El-Kaide tarafından yapıldığı söylenen ve üzerinde birhayli spekülasyon yapılan bu saldırı, İslami terör örgütleri tarafından ABD’ye dünyanın çeşitli yerlerinde ve bizzat kendi ülkesinde yöneltilen bir dizi saldırının doruk noktası oldu ve hem ABD’de hem de tüm dünyada büyük yankı yarattı.

Bu saldırının ABD tarafında yarattığı tepki ve bunun sonuçları hepinizin malumu. ABD “teröre” ve “şer ekseni” diye nitelediği güçlere karşı dünya ölçüsünde savaş ilan etti ve önce terör yuvası olarak nitelediği ve El-Kaide’nin ana üssü olan Afganistan’a yöneldi. 2002 yılı başlarında Taliban rejimi yıkıldı ve Kabul’de Amerikan yanlısı yeni bir hükümet kuruldu. Ancak terör örgütünün liderleri olarak nitelenen Usame Bin Laden ve Molla Ömer hala yakalanmış değiller. Bu ülkedeki uluslararası barış gücü ve yeni hükümet, başkent Kabul dışında tam bir denetim kurabilmiş değil. Bugün de çoğu yerde “savaş beyleri”denen kabile reislerinin borusu ötüyor. Ülkenin inşası yönünde de fazla bir şey yapılabilmiş değil.

Afganistan daha hale yola girmeden Amerika Irak’a yöneldi.

ABD Afganistan’a yönelik askeri harekette, başta Avrupa olmak üzere yanında geniş bir ulusalararası destek bulmuştu. Irak içinse aynı şey söylenemez. ABD, 2003 yılı Mart-Nisan aylarında gerçekleştirdiği ve halen süregelmekte olan Irak’a yönelik söz konusu operasyonda BM’nin ve NATO’nun desteğini alamadı. Uluslararası kamuoyu, operasyona gönüllü gönülsüz destek veren İngiltere, İspanya, İtalya dahil, yoğun tepki gösterdi.

Irak’ta savaş, ya da savaşın ilk perdesi, beklenenden kısa sürdü, 19 Mart’ta başladı ve 9 Nisan’da Bağdat’ın düşmesi ve Irak ordusunun savaş alanından silinmesiyle sonuçlandı. Ancak savaşın tümden sona erdiği söylenemez. 9. Nisan’ın hemen ardından özellikle Sünni Arap nüfusun yoğun yaşadığı Bağdat ve çevresinde ABD askerlerine yönelik saldırılar bugüne kadar artarak devam etmekte. Direniş yeni bir biçim aldı. Direnişin eski Baas kadrolarına, bunun yanısıra radikal İslamcı militanlara dayandığı görülüyor. Söz konusu radikal İslamcıların bir bölümü dışardan Irak’a sızıyor. Baas’ın önde gelen birçok kadrosunun yakalanmasına ve iki oğlu bir operasyonda öldürülmesine rağmen Saddam hala yakalanmış değil ve ses bandları yoluyla taraftarlarını direnişe çağırmaya devam ediyor.

Söz konusu direniş nedeniyle ABD oldukça sıkışık durumda ve 150 bine varan askeri gücüne rağmen duruma bir türlü hakim olamıyor, bu gidişle olması da güç görünüyor.

Saddam rejimi gibi acımasız bir diktatörlüğün yıkılışının ardından bu durum nasıl açıklanabilir? Orta kesimdeki Sünni nüfusun tepkisi anlaşılırdır. Bu kesim Baas Partisi’nin, ordunun, istihbarat örgütünün temel dayanağını oluşturuyordu, yani geçmiş iktidarın nimetlerini paylaşıyordu, içinde rejimin pek çok suç ortağı vardı. Saddam’ın bu kesimi bir işgal durumuna göre belli bir ölçüde hazırlayıp örgütlediğine de kuşku yok.

Öte yandan, Kürtler dışında Irak’ın geriye kalan nüfusunun da ABD işgalini hoş karşıladığı söylenemez. Özellikle Irak nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan Şii Arapların, Saddam’dan çok çekmiş olmalarına ve rejimin yıkılışından memnunluk duymalarına rağmen bir ABD işgalini hiç de hoş karşılamamaları doğaldır. ABD ile onların amaçları çelişiyor. ABD düne kadar komünizme karşı “yeşil kuşak” siyaseti güderek beslediği, kışkırttığı İslamcı akımlarla şimdi boğaz boğaza gelmiştir. Fas’tan Pakistan’a kadar olan alandaki rejimleri –ki bunların hepsi Müslüman ülkeler- dönüştürmekten, laik ve demokratik rejimler kurmaktan söz ediyor. Bu rejimleri en azından ılımlı, ABD yanlısı olanlarla değiştirmek istiyor. Şiilerin ise ne demokrasi ne de laiklik diye bir dertleri var. Bu kesimin ezici çoğunluğu İslami değerlerin ve kendilerine özgü sembollerin derin etkisinde ve Saddam rejiminin yerine kendi düzenlerini kurmak istiyor. Bu ise İran benzeri bir rejim olabilir ki Amerika’nın en korktuğu budur.

Kürtlere gelince, geçmişte ABD tarafından iki kez aldatılıp zorba rejim karşısında yalnız bırakılmalarına ve bu yüzden ABD’ye karşı duydukları güvensizliğe rağmen, Saddam rejiminin yıkılmasından büyük sevinç duydular ve bu nedenle ABD ile ittifak yaptılar. Savaş sonrası da ilişkiler şimdiye kadar iyi yürüdü sayılır. Böylece Kerkük dahil, Kürdistan’ın geriye kalan bölümü de Baas işgalinden kurtuldu. Daha önce sürgüne uğramış Kürt nüfusun önemli bir bölümü geri döndü. Oralarda yeni yerel yönetimler işbaşına geldi.

Baas rejiminin yıkılması Irak’ta federal bir düzenin kurulma olanağını da gündeme soktu. Ayrıca Kürtler Irak’ta demokrasi isteyen başlıca grup; bu konuda iyi kötü bir deneyimleri var. Yıllarca ağır bir ulusal baskıya hedef olmuş ve özgürlük için direnmiş Kürt toplumunda, doğal olarak ulusal istemler güçlü, buna karşılık islami bir rejim kurma eğilimleri ise şu anda ancak bazı marjinal grupların özlemi.

Tüm bu nedenlerle, Saddam rejiminin yıkılması gibi Irak’ta demokratik bir düzen kurulması noktasında da Kürtlerle ABD arasında bir çelişki yok. Kürdistan bölgesi ABD askerleri için en sorunsuz bölge. Burada herhangi bir saldırıya hedef değiller. Yani orada daha şimdiden güvenlik sağlanmış durumda. Eğer Türkiye önümüzdeki dönemde, orada var olan ve daha da bölgeye sokmaya hazırlandığı askeri güçleri ve işbirlikçileri eliyle bu güvenliği ve istikrarı bozmayı başaramazsa..

Ancak Kürtler bakımından da Amerikan işgali elbet sorunsuz değil. Operasyonun hazırlık döneminde önemli bir Türk askeri gücünün de ABD’ninkilerle birlikte Kürdistan’a girmesi gibi sıkıntılı bir dönem yaşandı. Buna ilişkin olarak ABD ile Türkiye arasında pazarlıklar yapıldı. Yani ABD az kalsın üçüncü kez Kürtleri harcıyordu. Türk Meclisinin tümüyle başka kaygılarla 2. Tezkereyi geçirmemesi bunu önledi.. Kürtlerin buna karşı kararlı tutumunun ve yurt içinde ve dışındaki kitlesel tepkilerinin de bu pazarlığın şoven ve yayılmacı Türk rejiminin gönlüne göre sonuçlanmamasında etkisi oldu.

Ancak bu risk kısa süre önce bir kez daha gündeme geldi. Irak’ta sıkıntıya düşen ABD bölgeye Türk askeri konuşlandırarak üzerindeki yükü hafifletmek istiyordu. Türk hükümeti de, hem ABD ile ilişkileri düzeltmek, hem de mart ayında kaçırdığı fırsatı yeniden ele geçirmek için asker göndermeye çoktan hazırdı ve yeni izin tezkeresi 7 Ekim’de meclisten geçti. Ama Irak içinde, başta Kürtler olmak üzere, Türk askerine karşı oluşan güçlü tepkiler nedeniyle ABD tereddüde düştü. Türk askerinin, istikrara katkıda bulunmak şurda kalsın, onu daha da bozacağı, ülkenin tek güvenlikli bölgesi Güney Kürdistan’ı da karıştırabileceği endişesi ağır basmaya başladı. Sonunda ABD Türk askeri istemekten caydı ve böylece Türkiye’deki militarist, yayılmacı güçlerin hevesleri bir kez daha kursaklarında kaldı.

Biz tüm bu dönem boyunca gelişmeleri MK’da değerlendirdik, görüşlerimizi raporlar, bildiriler halinde veya basınımızda yer alan yazılarla tabanımıza ve kamuoyuna yansıttık. Bunları tekrarlamam gerekmez.

Özetle belirtmek gerekirse, terörün ortaya çıkışında bizzat ABD’nin sorumluluğunu gösterdik. Terörün asıl nedenlerine ve çok daha acımasız devlet terörüne işaret ettik. Terörün ortadan kaldırılmasının daha fazla karşı terörle değil, ancak dünyamızdaki haksızlıkların, eşitsizliklerin, pervasızca sömürü ve zulmün son bulmasıyla, uluslararası sorunların adil biçimde çözümüyle mümkün olduğunu söyledik. Gelişmiş ülkelerin kaynaklarının silaha ve savaşa değil, buna yöneltilmesini önerdik. Bugün de o kanıdayız.

Öte yandan, Amerika’nın bu eylemler öncesi ve sonrası hesapları ne olursa olsun, bu olayların ve bunu izleyen tepkilerin, Afganistan ve Irak’tan başlayarak, bölgede önemli değişikliklere yol açacağına, Ortadoğu’da statükonun sarsılacağına, hatta sınırların değişebileceğine de işaret ettik. Bu ise hem Kürt halkının, hem de hemen tamamı diktatörlük rejimleri altında yaşayan bu ülkelerin halklarının yararına idi.

Soruna formel hukuk açısından yaklaşan kimileri, ABD ve yandaşlarının Afganistan ve Irak gibi ülkelere müdahalesini, bağımsız ülkelere müdahale diye niteleyip uluslararası hukuka aykırı buldular, karşı çıktılar.

Kimi sol çevreler, ABD’nin dünya üzerinde egemenlik kurma ve bölgedeki enerji kaynaklarını kendi denetimine alma hesaplarından yola çıkarak, ilericilik ve antiemperyalizm adına bu müdahalelere karşı çıktılar.

Her zaman olduğu gibi, haklı haksız ayrımı yapmadan ve yol açabileceği sonuçları tartışmadan, savaşa karşı tavır alan barış hareketinin tutumu da malum..

Ama bunların hiçbiri bu gerici ve diktatoral rejimlerin Afganistan ve Irak halklarına çektirdiği zulümleri düşünmedi, ya da önemsemediler. Bunlar, Afganistan’da kadınlar kafese sokulur ve taşlanıp öldürülürken, başları vurulurken, Irak’ta Kürtler kimyasal silahlarla kırılırken, binler halinde toplu mezarlara gömülürken BM’nin, öteki uluslararası kurumların, barış güçlerinin nerede olduklarını izah etme gereğini duymadılar..

Enerji kaynaklarına gelince, onlar zaten hiçbir dönemde halkın olmadılar. Bu ülkelerin hem petrolü, hem de öteki yeraltı ve yerüstü kaynakları şimdiye dek hep emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri olan söz konusu şeyhler, emirler, diktatörler tarafından ortaklaşa sömürülmekte idi. Bu işte halkın kaybedeceği bir şey yoktur. Aksine, bu dönüşüm süreciyle birlikte bu ülkelerde ekonomik ve sosyal yaşamın iyileşmesi, refah düzeyinin yükselmesiyle kaynaklar bir ölçüde halkın da hizmetine sunulabilir..

Kanımca, gelişmeler daha şimdiden, şu ya da bu kişinin, şu yada bu gücün, ülkenin hesaplarından, iradesinden bağımsız olarak olumlu sonuçlar vermiştir.

Talibanlardan çok çeken Afgan halkı bu dış müdahaleye sevindi. Biz Kürtler de acımasız ve hunhar Saddam rejiminden kurtuluşumuzu bir bayram sevinciyle, coşkuyla kutladık. Bunda şaşacak bir şey yok; kim bizim yerimizde olsa bunu yapardı.

Afganistan’daki değişim olumludur. Irak’taki de öyle.

Son gelişmelerle Ortadoğu’da ve Güney Asya’da taşlar yerinden oynadı ve iş burada kalmıyacaktır. Kanımca sürecin daha başındayız. Önümüzdeki on yıllar çok şeyi değiştirecek.

Bölgemizde şu anda olup bitenler globalleşme sürecinin belli yansımalarıdır. Çağa ters düşen rejimler, yapılar, uzunluğunu şimdiden kestiremiyeceğimiz bir süreç boyunca tasfiye olacak, köklü değişimler yaşanacaktır.

Bununla elbet ABD emperyalizminin ve yandaşlarının devrimci niyetler taşıdıkları, ya da bunların sömürücü ve hegemonyacı karakterlerinin değiştiği gibi bir görüşte değilim. Aksine ABD bugün, tek süper güç olmaktan yararlanarak dünyamızda enerji kaynaklarını denetimine almak, etki alanını genişletmek için her zamankinden daha pervasızca davranıyor. Ancak şu anda olup bitenler salt bununla açıklanamaz. ABD’nin aynı zamanda, SSCB gibi kendisini de “büyük şeytan” olarak niteleyen, radikal İslam ve terör biçiminde dışa vuran geri yapılarla burun buruna geldiği de ortada. Sıkça belirttiğim gibi, geçen dönemde bu tür zehirli otların gelişip serpilmesinde bizzat ABD ve öteki batılı ortaklarının büyük rolü var. Ancak Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte ABD onlarla başbaşa kaldı. O şimdi kendi bahçesine, balkonuna kadar uzanan bu zehirli otları temizlemek gereğini duyuyor. Varsın bunu yapsın, bunda herkesin çıkarı var!

Öte yandan ABD, bizzat kendi huzurunu ve çıkarlarını tehdit eden ve globalleşmenin önünde bir ayak bağına dönüşen bu geri yapıları  temizlerken, aynı zamanda kendisi de yorgun düşüyor, yıpranıyor. Söz konusu Afganistan, özellikle de Irak operasyonu sırasında ABD uluslararası kamuoyunda geniş tepki topladı. Fransa, Almanya gibi batılı müttefiklerinin bir bölümü bile ona karşı çıktılar. Amerikan ekonomisi gittikçe taşınması zorlaşan önemli yükler altında kaldı. Bu bir büyük gücün kan ve itibar kaybı, yıpranmasıdır.

Bir başka deyişle, henüz daha başlangıcında olan ve ABD’nin kolayca vazgeçemiyeceği bu kavga, aynı zamanda onu da kaçınılmaz sonuna götürebilir. Bütün büyük imparatorlukların yükselmesinde bir doruk noktası vardır ve bu sonun başlangıcıdır. Napolyon da Avrupa’yı fethederken hem birçok krallığı yıktı, feodal yapıları dağıttı, Fransız devriminin yeni görüşlerini ve kurumlarını Avrupa’ya yaydı, hem de kendi sonunu getirdi.

Elbet, Amerika’nın da SSCB gibi bir anda sürpriz bir yıkıma uğrayacağını söylemiyorum, böyle olacağını da sanmıyorum. Ama tek başına askeri ve ekonomik güce dayanarak dünyaya egemen olmak olanaksızdır. Geleceğin dünyasının salt bugünkü ABD yöneticilerinin, Bush ve adamlarının düşündüğü gibi olmayacağını, güç dengelerinin başka türlü şekilleneceğini düşünüyorum. Kanımca yeni bir sentez oluşacaktır.

Yoldaşlar,

11 Eylül olaylarından bu yana geçen iki yıl boyunca, yalnızca gelişmeleri yorumlamakla kalmadık, buna uygun politikalar da oluşturduk; iç ve dış kamuoyunu, politik çevreleri, karar mercii durumundaki devlet adamlarını Kürt halkını ilgilendiren gelişmelerle ilgili olarak uyarmak, etkilemek için çaba gösterdik.

2003 yılı başlarında Türkiye’nin Güney Kürdistan’a askeri birlik sokma çabalarına karşı ulusal ve uluslararası planda yoğun bir kampanya yürüttük. Yoldaşlarımız Avrupa çapında yapılan eylemlerin içinde, çoğu yerde başında oldular.

                      *   *   *

Yoldaşlar,

Türkiye’nin AB ile aday üyelik ilişkisi son üç yıl içinde ne koptu ne de tam üyeliğe dönüştü. AB, üye adayı ülkelerden on tanesinin üyeliğini kabul etti; bunlar –Kıbrıs da içinde- 2004 yılında tam üye statüsü kazanacaklar. İki ülkeye, Bulgaristan ve Romanya’ya ise müzakere tarihi verildi. Onların da tam üyeliği fazla gecikmeyecek görünüyor.

Bu aday üyeler arasında bir tek Türkiye’ye müzakere tarihi verilmedi. Bu ise doğaldır; Çünkü Türkiye ne Kopenhag Kriterleri’ni hayata geçirmek için ne de Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli adımları atmadı. Buna rağmen 2002 Aralık ayında yapılan Kopenhag toplantısında Türkiye’ye kapı kapatılmadı. Eğer Kopanhag Kriterleri’ni yerine getirir ve Kıbrıs sorununun çözümü mümkün olursa, Türkiye’ye 2004 sonu veya 2005 başı itibariyle müzakere tarihi verilebileceği belirtildi.

AB’nin Türkiye’nin üyeliğine ilişkin bu tutumu anlaşılırdır. Kopenhag Kriterleri üyeliğin olmazsa olmaz koşuludur. Bu olmadan Türkiye’yi üyeliğe almazlar. Türk rejimi ise özellikle siyasi kriterleri yerine getirmemek için direnirken üyeliğe alınmadığı için de bağırıp çağırıyor. Elbet Türkiye’nin içinde, başta asker ve sivil bürokrasi olmak üzere, bu kriterlere karşı olan güçler var. Böylesi bir değişim onların çıkarları ve imtiyazlarıyla çelişiyor. Bu, eski bürokratik sistemin ve onun ırkçı-şoven ideolojisi Kemalizmin yıkımı olur.

AB bir yandan bu durumdaki Türkiye’ye kapıyı tam açmazken, öte yandan tam da kapatmıyor, aralık tutuyor ve değişim için onu özendiriyor.

Ancak, AB’nin son Kopenhag toplantısının üzerinden de 11 ay geçtiği halde Türkiye’de özellikle siyasi kriterler bakımından yine önemli bir değişiklik yok. Yasal planda yapılan bazı değişiklikler ise, abartıldığı gibi değil. Bunlar hem göstermelik, hem de bugüne kadar uygulanmış değiller ve bundan böyle de uygulanacakları şüpheli. Türkiye bir kez daha şark kurnazlığı yapıyor, iç ve dış kamuoyunu oyalıyor.

İşkence ve yargısız infazlar devam ediyor.

Olağanüstü hal sözde kalktı, ama Kürdistan’da durum fazla değişmiş değil; keyfi yönetim ve baskılar devam ediyor.

Sürgünlerin köye dönüşüne izin verilmiyor.

Halka kan kusturan JİTEM ve özel timler bugün de aktifler..

Kürtçe isimler üzerindeki yasak sözde kalktı, ama pratikte sürüyor.

Kürt kültürü üzerindeki baskılar sürüyor. Yayınlar toplanıyor, yazarlara, sanatçılara yönelik koğuşturmalar sürüyor.

Şu göstermelik, soytarılık denecek kadar komik, Kürtçe TV yayını ve dil kursları bile hayata geçmedi. Hayata geçseler ne olacak? 20 milyon Kürt günde 30-40 dakikalık TV yayını veya üç-beş dil kursuyla kültürel haklarına mı kavuşmuş olacak?.

Kürt partileri, dernekleri bugün de yasak. Kürt adını bile taşıyamayan bazı legal kuruluşlar, kültürel kurumlar üzerindeki ağır baskılar ise sürüyor.

Yüzde 10 barajı en başta Kürtleri parlamentoya sokmamak için.

Başta Cunta Anayasası olmak üzere, 12 Eylül faşizminin kurumları, MGK, YÖK, RTÜK ve DGM’ler ise devam ediyor.

Yıllardır ayak direten Türkiye’nin, şu önümüzdeki birkaç ay içinde bütün bu engelleri kaldırması, özgürlükler konusunda AB’ye uyum sağlaması beklenemez. AB’nin böyle bir Türkiye’yi içine alması da..

Kuşkusuz, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin koşulu yalnızca Kopenhag’ın siyasi kriterleri değil. Ekonomik durum asgari ölçülerde de olsa düzelmedikçe AB’nin Türkiye’yi bu enflasyonla, bunca işsiziyle, yetmiş milyon nüfusuyla içine alması beklenemez.

Kıbrıs konusu ise bunun kadar önemli. Kıbrıs’ta bir çözüm olmadıkça Türkiye’nin adaylık süreci ilerleyemez ve müzakere tarihi de alamaz. Buna en başta Yunanistan ve önümüzdeki Mayıs ayında tam üye olacak Kıbrıs Cumhuriyeti evet demiyecektir. Nitekim son “İlerleme Raporu”nda Kıbrıs konusunun çözümü gereği açıkça dile getirildi.

Kürtlerin durumuna gelince.. İnsan hakları ve Kopenhag Kriterleri kapsamında da olsa Kürtlerin hakları AB için belli bir önem taşısa da, bu alanda AB’nin bir çifte standart izlediği görülüyor. AB’nin bu konudaki hassasiyetinin ölçüsü aynı zamanda ülke içindeki insan hakları mücadelesinin ve Kürt halkının istemlerinin düzeyidir. Bu istemler güçlü ve kitlesel olmazsa AB’nin Türkler ve Kürtler adına kendisini fazla yorması beklenemez. Bu nedenle, çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi, Kopenhag Kriterleri kapsamında Kürtler için bazı olumlu adımlar atılabilmesi ve bu hakların baypas ya da dejenere edilmemesi de sonuçta bizim mücadelemize bağlı. Kürtler bu alanda yurt içinde ve yurt dışında aktif olmalı.

Besbelli Türkiye Kopenhag Kriterleri’ni bunca ayak sürümeden, sulandırmadan yerine getirse de Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Ancak sorunun çözümüne giden yolda önemli bir zemin oluşur, Kürt halkının mücadele olanakları önemli ölçüde artar.

Yoldaşlar,

Bildiğiniz gibi Partimiz öteden beri bu mücadelenin öneminin bilincinde oldu ve bunun için çaba gösterdi. Son üç yıl içinde de AB ülkelerinin devlet adamlarına ve AB kurumlarına yönelik olarak bu konuyla ilgili mektuplar gönderdik, raporlar sunduk.

Örneğin 2001 yılı içinde, Türkiye’nin durumu ve Kürt sorunuyla ilgili olarak bir deklarasyon hazırladık ve diğer bazı siyasi ve demokratik Kürt örgütleriyle ortaklaşa yayınladık, ortak bir heyetle Brüksel’deki AB kurumlarını ziyaret ederek bu deklarasyonu sunduk.

2002 yılında ise bu konuya ilişkin olarak hazırladığımız kapsamlı bir raporu Almanca ve İngilizce dillerine çevirerek AB kurumlarına ve üye ülkelerin misyonlarına, devlet adamlarına yaygın biçimde ilettik.

Ayrıca görüşlerimizi Berlin, Kopenhag ve başka başkentlerde düzenlenen uluslararası toplantılarda dile getirdik.

Bu dönemde AB kurumları ve yer yer üye ülkelerin misyonları önünde bazı gösteriler de düzenledik. Ancak bu eylemlerin çok sayıda ülkede yapıldığını ve yeteri kadar kitlesel olduğunu söyleyemeyiz. Buna yönelik olarak parti örgütünü ve taraftar kitleyi gereği gibi mobilize edemedik.

Çoğu kişi ne yazık ki bu tür çaba ve eylemlerin öneminin bilincinde değil. Oysa hem Türkiye’yi reformlar konusunda sıkıştırmak, hem de AB kurumlarını ve üye ülkeleri etkileyip söz konusu kriterlerle ilgili kararlı bir tutum almalarını sağlamak buna bağlı.

Ünlü halk deyişiyle: Ağlamayan çocuğa meme yok!

                      *   *   *

Yoldaşlar,

Geçen kongremizden bu yana yer alan önemli gelişmelerden biri de 2002 yılı içinde yer alan 3 Kasım Seçimleri oldu.

Bu seçimlerde seçmen, son 30-40 yıldan bu yana ülkeyi idare etmekte olan siyasi partilere ve liderlere iyi bir ders verdi, onları sahnenin dışına itti.

Bazıları, başkaları için kurdukları tuzağa düştüler, yüzde 10 seçim barajına takıldılar. Ecevit gibileri ise sıfırı tükettiler.

Asker-sivil bürokrasinin istemediği, engellemek için elinden geleni yaptığı, İslamcı gelenekten gelen bir parti, AKP, ezici bir çoğunlukla parlamentoya girdi ve hükümeti kurdu.

Bu aynı zamanda, sözde “devrimci, laik, çağdaş”, gerçekte ise despot ve tutucu Kemalist takımının hezimetini gösteriyor.

Seçmen, yıllar yılıdır ülkenin sorunlarına çözüm getiremeyenlere, vatan-millet ve şovenizm edebiyatıyla kitleleri aldatanlara sonunda hayır dedi. Bu, Türkiye politikasında bir anlamda bir dönüm noktasıdır ve kitlelerin, bazılarının sandığı gibi sürü olmadığını, ebediyete kadar aldatılmalarının mümkün olmadığını gösterdi.

Öte yandan, bununla sorunlar çözülmüş ya da çözüm yoluna girmiş olmadı. Gidenler hak etmişlerdi, ama gelenlerin bunu hak ettikleri söylenemez. AKP ne geçmişiyle, ne kadrolarının birikimiyle, ne de programıyla Türkiye’nin gerek duyduğu değişimi, köklü reformları yapabilecek bir parti değil. Zaten başından beri kuşatma altında. Fincancı katırlarını ürkütmemek, kendisini iç ve dış şer güçlerine kabul ettirip yerini sağlamlaştırmak için çaba gösteriyor, risk almaktan kaçınıyor.

Başlangıçta farklı bir Kıbrıs politikası izleyecek gibi görünürken süreç içinde derin devletin politikalarına uyum sağladı.

Demokratik hak ve özgürlüklerin kendisine de gerekli olduğunun farkında, bu nedenle Avrupa Birliği’ne girmekten ve MGK’nın yetkilerini sınırlandırma gibi kimi demokratik adımlardan yana. Ama bu alanda atmaya çalıştığı kimi sınırlı adımlar bile red cephesinde büyük tepkilere yol açıyor.

AKP, Kürt sorunundan ise daha baştan, eli yanacakmış gibi kaçındı. 

Sonuç olarak, kitleler bu kez de aradıklarını bulamıyacaklar. Ama onların bir arayış içine girmiş olmaları ve demokratik arenadaki güçlerini fark etmiş olmaları yine de iyidir. Kitleleri adeta esir almış olan Kemalist despotluğun siyasal ve ideolojik planda sarsılması da iyidir. Bu despotluk ve kışla kültürünün kendisi de artık içerde ve dışarda sıkışmıştır ve böyle sürüp gitmesi mümkün değildir. Değişime, AB’ye karşı direnmesi, ülkede ve Ortadoğu’da statükoyu korumak için çırpınması bundandır.

Ama korkunun ecele faydası yok, çağı dolan gidecektir.

                      *   *   *

Yoldaşlar,

Yılların düzen partileri sorunları çözemeyip, yozlaşıp, çöküp giderken neden yerlerine sol ve değişimci partiler değil de, bu geçmişte dolaylı da olsa payı olan, köklü bir değişim programı ve birikimi olmayan AKP gibi bir parti geldi ve muhalefete de ötekilerden farkı olmayan, bu olumsuz geçmişte büyük payı olan, yılların CHP’si oturdu? Üstelik yeni hiçbir şey vaat etmezken ve daha da tutuculaşmışken?.

Çünkü sol buna hazır değildi. Sahnede kitlesel gücü olan bir değişimci parti yoktu. Kitleler ise, gitmesi gerekenlerle ilgili olarak açık seçik bir fikre sahipken gelmesi gerekenlerle ilgili olarak böylesi bir bilince sahip değildi.

Türkiye solu, geçmişte de bölük pörçüktü, ideolojik olarak kafası karışıktı, bin telden çalıyordu ve bu nedenle topluma yönelik güçlü bir ses olamadı; kitlelerin önüne, onların gerek duyduğu köklü bir program koyamadı, onları kazanamadı; bir başka deyişle “öncülük görevini” yapamadı.

12 Eylül çarkı bu solu daha da ezdi, dağıttı. Sosyalist sistemin çökmesi ise onun heyacanını ve önemli dayanaklarını yok etti.

Şu anda da geçmişle gelecek arasında şaşkın, dağınık, ne yapacağını bilemez haldedir. Hayatın binbir karmaşıklığını, her bir sorunun ve durumun özgünlüğünü göz önüne almaksızın, sol siyaseti anti Amerikancılık gibi kolaycı bir tavra dönüştürmesi, bir bölümüyle Kemalistlerin kuyruğuna takılması, hatta ırkçı-faşistlerin yanına düşmesi, Türkiye solunun şu andaki hazin manzarasıdır. Bu solun kendine gelmesi zaman ister.

                      *   *   *

Yoldaşlar, Türkiye’de manzara özetle budur. Bu ülke, tutucu güçlerin elinde çağa karşı direniyor. İçerde yıllar, yüzyıllar boyu devlet terörüyle, korkuyla, açlıkla terbiye edilmiş, uysallık ve baş eğme telkin eden dini dogmaların yanı sıra, eşi az görülür bir ırkçı-şoven milliyetçilikle koşullandırılmış kitleler, durumdan memnun olmasalar, değişim isteseler bile, bunu nasıl yapabileceklerinin bilincinde değiller, örgütsüz ve dağınıklar.

Türkiye bir yönüyle değişim için zorlanıyor. Buna yol açan etkenler temelde bir türlü çözülmeyen, bu nedenle gittikçe ağırlaşan sorunlardır. Kürt sorunudur; bir bütün olarak yurttaşların gerek duyduğu özgürlüklerdir; giderek artan bir yoksulluğa, işsizliğe yol açan ekonomik sorunlardır. Bunlar, kitleler arasında hoşnutsuzluğun artmasına ve değişim arayışına yol açıyor.

Buna rağmen söz konusu iç dinamikler, yukarda belirtilen nedenlerle, kendi başlarına değişimi sağlamaya yetmiyor.

Bunun yanı sıra, Türkiye’yi değişim için zorlayan dış etkenler var. Bu etkenler günümüzde her zamankinden çok daha güçlüdür.

Soğuk savaş dönemi, sağda ve solda despot rejimlerin, faşist ve Baas türü diktatörlüklerin, ortaçağ rejimlerinin yaşaması için uygun bir ortamdı. Kimi sırtını NATO’ya, kimi Varşova Paktı’na dayıyordu. Oysa şimdi bu dayanaklardan biri yok, ötekinin de söz konusu rejimlere pek ihtiyacı kalmadı.

Günümüzde insan hakları önem kazanıyor. Dünya ekonomisinde entegrasyon eğilimi daha da güç kazanırken, çağa ters düşen ekonomik ve ideolojik yapılar; ırkçılık, yabancı düşmanlığı; Baasçı ve Kemalist türü şoven, militarist diktatörlükler; Taliban, İran, Suudi Arabistan türü radikal dinci despotluklar için yaşam alanı daralıyor. Toplumları sert bir kabuk gibi kaplayan, değişime karşı çıkan bu rejimler ya yeni koşulların zorlamasıyla reformlar yaparak değişecekler, ya da Afganistan’da, Irak’ta olduğu gibi kabuk dış etkenlerle çatlayacak, bir altüst oluş yaşıyacaklar.

Şu anda Türkiye’de, kaplumbağa adımlarıyla da olsa yaşanan değişim, işte söz konusu dış dinamiklerle, zayıf da olsa iç dinamiklerin ortak ürünüdür.

                      *   *   *

Değerli yoldaşlar,

Biz parti olarak politikamızı başından beri yurt ve dünya koşullarını, iç ve dış güç dengelerini göz önüne alarak belirledik.

1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yılların başında sosyalist sitemin yaşadığı önemli olumsuz gelişmeler ve sistemin çökmesi, sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri bakımından yeni bir durum yarattı. Biz de o dönemde bu değişimi geniş biçimde tartıştık, dersler çıkardık ve 1992 yılında yaptığımız 3. Kongre ile programımızı ve ideolojik görüşlerimizi bu dersler ışığında yeniledik.

1998 yılında PKK Başkanı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Kenya’da yakalanıp Türk tarafına teslim edilmesinin ardından da Kürt ulusal hareketi bakımından yeni bir durum ortaya çıktı.

Öcalan’ın ilginç geçmişi, PKK’nın nasıl, ne amaçla ve kimlerin eliyle kurulduğu, bu örgütün başından beri izlediği sakat politikalar üzerine geçmişte birhayli yazdık. Bunları bir kez daha tekrarlamanın bir yararı yok.

İşin perde arkası bir yana, PKK, kurulduğu 1978 yılından 1998 yılına kadar, yani 20 yıl boyunca “bağımsız Kürdistan” hedefini savunur göründü ve temel mücadele biçimi olarak da silahlı mücadeleyi seçti. 1993’teki PSK-PKK protokolü ile birlikte aynı zamanda federal çözümü de benimsedi.

Ancak Öcalan yakalandıktan sonra, herkesin bildiği üzere, bir anda PKK’nın tüm eski politikaları, savunur göründüğü tezler çöp sepetine atıldı. Öcalan Türk devletinin hizmetine girdiğini açıkladı, bağımsız Kürdistan istemi gibi federal çözümü de bir yana bıraktı ve silahlı mücadeleyi tümüyle durdurdu. Türk üniter devletini, onun ideolojisi Kemalizmi savunur oldu. Partisi ise onu, bu “U” dönüşünde tam bir sadakatle izledi…

Türk devleti bununla Kürtler karşısında büyük bir üstünlük elde etti. Öcalan ve PKK eliyle Kürt hareketini tümüyle pasifize etmek (daha önce de onlar eliyle terörize etmişti) ve her bakımdan teslim almak için o günden beri elinden geleni yapmakta.

Bu durumda gerçek devrimci ve yurtseverlerin ne yapması gerekirdi? Benzer durumlarda PKK’nın hep yaptığı gibi, “taktik” ve benzer sözlerle perdelenip Kürt halkına benimsetilmek istenen bu ihanet ve teslimiyet politikasını açıkça işaret etmek, kitleleri uyarmak ve buna karşı Kürt hareketinin tüm diri, onurlu kesimlerini bir araya getirerek karşı tarafın oyununu bozmak ve ulusal hareketi sağlıklı bir alternatife kavuşturmak için çaba göstermek değil mi?

Partimiz son beş yıl boyunca işte bunu yapmaya çalıştı. Tüm yurtsever çevreleri olan bitenler konusunda uyardık. “Yenilen yanlış bir politikadır, Kürt halkı yenilmemiştir!” dedik. Kürt yurtsever hareketinin birliğini sağlamak, morali canlı tutmak ve yurtsever hareketi canlandırmak için çok daha enerjiyle çalıştık.

Partimiz kendi tarihindeki pek çok olumlu iş gibi bununla da onur duyabilir.

PKK Kürt halkını zamansız, eşitsiz bir savaşa sokmuş ve ona acı bir yenilgi yaşatmıştı. Kürdistan’ın kırsal kesimleri önemli oranda boşalmış, halk çok acı çekmiş, milyonlar halinde göç etmiş, yorgun ve bitkin düşmüştü. Bu koşullarda yapılacak şey ikinci bir silahlı mücadele macerası olamazdı. Kürt halkının yeni durumda mücadelesini asıl olarak barışçı siyasal yöntemlerle yürütmesi gerekiyordu. AB’ye adaylık sürecinde olan bir Türkiye’de bu bakımdan yeni olanaklar da doğuyordu. Türk devletinin elinde “terör” bahanesi kalmadığı zaman demokratikleşme süreci de hız kazanacaktı.

Bu nedenle yeni dönem için siyasal ve legal mücadelenin önemini vurguladık ve teslimiyet politikasına karşı çıkan, Kürt halkının temel haklarını savunan tüm onurlu, yurtsever Kürtleri ortak bir legal partide bir araya gelmeye çağırdık.

Bunun yanı sıra, özellikle de koşulların uygun olduğu yurt dışında, Kürt siyasal hareketinin, demokratik örgütlerinin ve Kürt aydınlarının örgütlü ve koordine çalışmasının önemini vurguladık. Buna yönelik çalışmalar 2000 yılı başından itibaren hız kazandı ve iki yıl içinde belli sonuçlar verdi.

Bizim çağrılarımızla aydın toplantıları düzenlendi, çeşitli ülkelerde aydın inisiyatifleri oluştu ve bunlar 2002 yılında bir araya gelerek çalışmalarını koordine etmek için bir komite oluşturdular.

Avrupa ülkelerindeki çeşitli Kürt demokratik örgütleri bir araya gelerek 2002 yılında DEMKURD’u oluşturdular.

Aynı yıl Kuzey Kürdistan siyasi örgütlerinin birliği olan PNK, aydın inisiyatifleri ve DEMKURD bir araya gelerek Avrupa Kürt Platformu’nu (kısa adıyla PLATFORM) oluşturdular.

Bu, Kürt hareketi bakımından yeni bir durumdur ve son derece önemlidir.

Yoldaşlar, görüldüğü gibi bizim önerilerimiz yurt içinde ve dışında ürünler vermekte. Elbette bu salt bizim değil, bir tüm olarak Kürt yurtsever hareketinin başarısıdır. Kürt aydınları, yurtseverleri, birliğin ve ortak çalışmanın önemini, gereğini kavrıyorlar.

Besbelli bu henüz bizim özlediğimiz çapta ve kitlesellikte değil. Ayrıca oluşan örgütlerin pratikte etkin bir çalışma göstererek varlıklarını kanıtlamaları, kitleleri kazanmaları gerekir. Bunun içinse hem zamana ihtiyaç var, hem de kararlı bir çabaya.

Zaten Kürt halkının başka seçeneği yoktur.

Bu işte motor görevi ise bize düşüyor. Çünkü siyasi ve demokratik planda nisbeten iyi biçimde örgütlü ve belli bir eylem düzeyine sahip olan biziz. Biz inisiyatif kullanabildiğimiz, gerekli öncülük görevini yapabildiğimiz sürece öteki kesimleri de harekete geçirebiliriz.

Şu ana kadar söz konusu örgütlerin bazı ortak çalışmaları oldu ve bunlar halkımızın yurt dışındaki mücadelesine belli bir ivme kazandırdı, yurt içini de olumlu yönde etkiledi. Bunu daha da hızlandırmak, söz konusu birlikleri kurumlaştırmak gerekir. Ancak, Platform’un oluşumunun üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçtiği halde bu alanda yapılabilenler azdır. Platformun örgütlenme ve eylem planında önüne somut bir program koyup bunu hayata geçirmek için aktif bir çalışma yaptığından söz edilemez.

Dilerim bu konuda üstüne düşeni yapmak için daha fazla gecikmez.

Yoldaşlar,

Bu dönemde önümüze koyduğumuz hedeflerden biri de iletişim alanında, günlük gazete, TV ve benzeri güçlü araçlara sahip olmak için güçleri birleştirmek ve gerekli olanakları yaratmaktı. Bilindiği gibi yurtsever insanlarımızın ortak çabalarıyla bir şirket oluşturuldu. Ne yazık ki bir yandan deneyimsizlik, diğer yandan da yeter ilgi ve destek sağlanamadığı için söz konusu şirket yeter sermayeyi henüz bir araya getirmeyi başaramadı ve istenen adımlar henüz atılamadı. Ama en azından bir araya getirilen maddi değerin korunması, ticari işlemler yoluyla çoğaltılması için çabalar var.

Dileğim o ki şirket olanaklarını büyütebilsin ve amaçladığı değerli işleri yapabilsin.

                      *   *   *

Yoldaşlar,

Bildiğiniz gibi 2002 yılı Aralık başında Partimizin 4. Yurtdışı Konferansı’nı topladık. Amacımız, aynı zamanda Kongre öncesi gündemdeki önemli konuları tartışmak ve geleceğe yönelik önerileri saptamaktı. Bu nedenle tartışma konularını yurtdışı örgütünün yanı sıra, yurt içine de gönderip görüş istedik.

Ancak, gerek birimlerden gelen görüşler, gerekse yurt dışı konferansı sırasındaki tartışmalar, kongreye sunulacak türden belirgin öneri ve tartışma konularını ortaya çıkarmadı.

Kongremizi aslında geçen Haziran ayında toplamayı planlamıştık. Ama hem delegelerin katılım işlemleri bakımından gecikme olduğunu fark ettiğim, hem de MK’nın kongreye fikri planda daha hazırlıklı gitmesinin yararlı olacağını düşündüğüm için birkaç ay erteleme önerdim ve böylece 7. Kongre Aralık ayına kaldı.

Ben son MK toplantısına katılmadım, ama gönderdiğim raporda örgütün durumunun tartışılarak daha iyi bir fikri hazırlıkla, gerekiyorsa önerilerle kongreye gidilmesinin yararlı olacağını belirttim.

Bildiğiniz gibi ben, 6. Kongre’de, partimizin yeni bir isim ve programla da olsa tümüyle legal biçimlere geçmesini önermiştim. Bu öneri tartışılmış ve büyük çoğunlukla benimsenmemişti. Ben örgütümüzün kararına saygı duydum ve o zamandan bu yana konuyu gündeme getirmedim, tartışmadım. Konferans sırasında da bunu yapmadım ve şimdi de böyle bir niyetim yok. Bu elbette görüşümün değiştiği anlamına gelmiyor. Sadece, artık yönetici görevler almayacağım bir aşamada bu konuyu tekrar gündeme getirmeyi uygun bulmadım. Eğer MK veya Kongre böylesi bir konuyu tartışma gündemine almaya değer buluyorsa alır, bulmuyorsa, zaten sorun yok..

Yoldaşlar,

Bildiğiniz gibi, kuruluşundan, yani 29 yıldan beri partimizin genel sekreteriyim. Bu bir insan ömrü için oldukça uzun bir dönem.

Geçmişte birkaç kez genel sekreterlik görevini yoldaşlarıma devretmek istedim; ama her keresinde bu mümkün olmadı. Son olarak 2000 yılı Temmuzu’nda yapılan 6. Kongremizde Genel Sekreterlik görevini bırakmaya hazırlanmıştım ve bunu Kongrede dile getirdim, artık MK planında da yönetici görevler almıyacağımı söyledim. Hem uzun yıllar yaptığım bu görev beni yormuştu, hem de görevi yeni insanlara devretmenin gereğini ve yararını düşünmüştüm.

Ne yazık ki, bildiğiniz nedenlerle bu da mümkün olmadı. Kongre bir hafta süreyle bunu sorun yaptı ve sonunda beni kararımdan vazgeçmek zorunda bıraktı. Bu nedenle üç yılı aşkın bir süre daha bu görevi sürdürdüm.

Ama artık bu kongreyle bu görevi noktalıyorum.

Başta MK olmak üzere, yakın çalışma arkadaşlarım bu kongrede artık yöneticilik görevi almıyacağımı biliyorlar. Bu kararımı, değerlendirmeleri ve bu konuda hazırlıklı olmaları için, geçen Haziran ayında yapılan son MK toplantısı için hazırladığım raporda da belirttim ve konuyu rahatça tartışabilmeleri için söz konusu toplantıya katılmadım.

Bana bu kadar uzun bir süre bu onurlu görevi layık gördüğünüz için hepinize teşekkür ederim.

Örgütsel çalışma kollektif çalışmadır, ha safların başında olmuşsunuz ha sonlarda, hepsi de değerlidir.

Ben  artık MK düzeyinde de görev almıyacağım. Bundan böyle belki zamanımı daha çok, yoğun siyasal çalışma nedeniyle zaman ayıramadığım bazı yazı çalışmalarına ve kitaplarımın yayınına vereceğim; bunlar arasında, şu anda elimde hazır olan ve yayınlamak için uygun zamanı beklediğim, aynı zamanda partinin tarihini kapsayan, anılarımın 2. ve diğer ciltleri var. Ama elbet bunun dışında da partimizin çalışmalarına yapabileceğim katkılar varsa, zamanım elverdikçe onları da yapacağıma kuşku olmasın.

Ben başından beri şair ve yazar da olsam –Türkiye İşçi Partisi dönemiyle birlikte- kırk yıldır bir örgüt adamıyım, örgütlü çalışmanın öneminin bilincindeyim. Bu dönem boyunca yalnızca ben örgüte çok şey vermedim, örgüt de bana moral değeri olan çok şey kazandırdı.

Önlerine bir siyasal amaç koyanlar için, en başta da özgürlük mücadelesi için, örgüt en büyük silahtır; onsuz olmaz.

İş ve kültür hayatı, doğanın korunması dahil, sosyal hayatın her alanında örgüt gereklidir. Uygar ve demokratik bir toplum iyi örgütlü toplumdur.

Siyasal örgüt de, elbet tüm örgütler gibi amaç değil araçtır. Onun adı, biçimi, çalışma tarzı, programı koşullara uygun olarak değişebilir; ama siyasal bir örgüt bize, ülkemiz özgür oluncaya kadar da ondan sonra da, ülkemizi ve yeni hayatı inşa etmek için, sosyalizme yönelik yürüyüşü sürdürmek için gereklidir.

                      *   *   *

Yoldaşlar,

Partimiz önümüzdeki günlerde 29. kuruluş yılını tamamlıyor ve 30. yıla giriyor. Bu az bir zaman değil.

Ne yazık ki hedeflediğimiz amaçlara henüz ulaşmış değiliz. Bunda nesnel nedenlerin, yani bizim dışımızdaki etkenlerin yanı sıra, öznel nedenlerin, yani bizden kaynaklanan kusur ve yanlışların da payı olabilir, vardır. En azından daha güçlü, daha kitlesel bir parti olabilirdik. Ama bu otuz yıl boyunca tümüyle haklı bir dava için, sosyalizm ve Kürt halkının kurtuluşu için kararlıca mücadele ettiğimize, bu yolda büyük  bir emek harcadığımıza ve bu yöndeki genel mücadeleye önemli katkılarda bulunduğumuza kuşku yok.

Tüm yoldaşlarımız bundan onur duymalıdır.

Bu emeğin boşa gitmeyeceğinden eminim

Bu mücadelede payı olan insanlarımızı kutluyorum.

Bu yolda hayatlarını yitiren yoldaşlarımızı saygıyla anıyorum.

Partimizin 30. yılını bu yıldönümüne ve partimize layık bir biçimde kutlamalıyız ve bunun hazırlığını kongremizin ertesinden başlayarak yapmalıyız.

Bir kez daha kongremize başarılar diliyorum.

Hepinize özel ve örgütsel yaşamınızda başarılar ve mutluluklar diliyorum.

Kemal Burkay
Aralık 2003

 
PSK Bulten © 2003