Kemal Burkay'ın 7. kongrede
yaptığı açış konuşması
Değerli yoldaşlar,
Partimizin 7. Kongresi’ne hoş geldiniz.
Bir önceki kongrede aramızda olan partimizin Genel
Sekreter Yardımcısı Nurettin Yoldaş’la
eski MK üyesi Yavuz Yoldaş ne yazık ki bugün aramızda
değiller; onları trafik kazalarında yitirdik.
Onların yanı sıra, yine trafik kazalarında
yitirdiğimiz Enis, Vedat ve Bozan yoldaşları,
hastalık sonucu yitirdiğimiz Kazım, Edip
ve Hasan Harmancı yoldaşları saygıyla
anıyorum.
Bildiğiniz gibi 6. Büyük Kongremiz 2000 yılı
Temmuz ayında yapılmıştı. O tarihten
bu yana üç yılı aşkın bir zaman geçti.
Bu süre içindeki parti çalışmalarımıza
ilişkin Merkez Komitesi Raporu size yazılı
olarak sunuldu. Ben ise konuşmamda daha çok son üç
yıllık süre içinde uluslararası ve ulusal
plandaki önemli gelişmelerden, buna ilişkin parti
politikamızdan özetle söz etmek istiyorum.
Yoldaşlar,
Son üç yıl içinde uluslararası plandaki en önemli
gelişme 11 Eylül’de ABD’nin New York ve Vaşington’daki
önemli merkezlerine yönelik saldırı ve bunu izleyen
gelişmeler oldu. El-Kaide tarafından yapıldığı
söylenen ve üzerinde birhayli spekülasyon yapılan bu
saldırı, İslami terör örgütleri tarafından
ABD’ye dünyanın çeşitli yerlerinde ve bizzat kendi
ülkesinde yöneltilen bir dizi saldırının
doruk noktası oldu ve hem ABD’de hem de tüm dünyada
büyük yankı yarattı.
Bu saldırının ABD tarafında yarattığı
tepki ve bunun sonuçları hepinizin malumu. ABD “teröre”
ve “şer ekseni” diye nitelediği güçlere karşı
dünya ölçüsünde savaş ilan etti ve önce terör yuvası
olarak nitelediği ve El-Kaide’nin ana üssü olan Afganistan’a
yöneldi. 2002 yılı başlarında Taliban
rejimi yıkıldı ve Kabul’de Amerikan yanlısı
yeni bir hükümet kuruldu. Ancak terör örgütünün liderleri
olarak nitelenen Usame Bin Laden ve Molla Ömer hala yakalanmış
değiller. Bu ülkedeki uluslararası barış
gücü ve yeni hükümet, başkent Kabul dışında
tam bir denetim kurabilmiş değil. Bugün de çoğu
yerde “savaş beyleri”denen kabile reislerinin borusu
ötüyor. Ülkenin inşası yönünde de fazla bir şey
yapılabilmiş değil.
Afganistan daha hale yola girmeden Amerika Irak’a yöneldi.
ABD Afganistan’a yönelik askeri harekette, başta Avrupa
olmak üzere yanında geniş bir ulusalararası
destek bulmuştu. Irak içinse aynı şey söylenemez.
ABD, 2003 yılı Mart-Nisan aylarında gerçekleştirdiği
ve halen süregelmekte olan Irak’a yönelik söz konusu operasyonda
BM’nin ve NATO’nun desteğini alamadı. Uluslararası
kamuoyu, operasyona gönüllü gönülsüz destek veren İngiltere,
İspanya, İtalya dahil, yoğun tepki gösterdi.
Irak’ta savaş, ya da savaşın ilk perdesi,
beklenenden kısa sürdü, 19 Mart’ta başladı
ve 9 Nisan’da Bağdat’ın düşmesi ve Irak ordusunun
savaş alanından silinmesiyle sonuçlandı.
Ancak savaşın tümden sona erdiği söylenemez.
9. Nisan’ın hemen ardından özellikle Sünni Arap
nüfusun yoğun yaşadığı Bağdat
ve çevresinde ABD askerlerine yönelik saldırılar
bugüne kadar artarak devam etmekte. Direniş yeni bir
biçim aldı. Direnişin eski Baas kadrolarına,
bunun yanısıra radikal İslamcı militanlara
dayandığı görülüyor. Söz konusu radikal İslamcıların
bir bölümü dışardan Irak’a sızıyor.
Baas’ın önde gelen birçok kadrosunun yakalanmasına
ve iki oğlu bir operasyonda öldürülmesine rağmen
Saddam hala yakalanmış değil ve ses bandları
yoluyla taraftarlarını direnişe çağırmaya
devam ediyor.
Söz konusu direniş nedeniyle ABD oldukça sıkışık
durumda ve 150 bine varan askeri gücüne rağmen duruma
bir türlü hakim olamıyor, bu gidişle olması
da güç görünüyor.
Saddam rejimi gibi acımasız bir diktatörlüğün
yıkılışının ardından
bu durum nasıl açıklanabilir? Orta kesimdeki Sünni
nüfusun tepkisi anlaşılırdır. Bu kesim
Baas Partisi’nin, ordunun, istihbarat örgütünün temel dayanağını
oluşturuyordu, yani geçmiş iktidarın nimetlerini
paylaşıyordu, içinde rejimin pek çok suç ortağı
vardı. Saddam’ın bu kesimi bir işgal durumuna
göre belli bir ölçüde hazırlayıp örgütlediğine
de kuşku yok.
Öte yandan, Kürtler dışında Irak’ın
geriye kalan nüfusunun da ABD işgalini hoş karşıladığı
söylenemez. Özellikle Irak nüfusunun yüzde 60’ını
oluşturan Şii Arapların, Saddam’dan çok çekmiş
olmalarına ve rejimin yıkılışından
memnunluk duymalarına rağmen bir ABD işgalini
hiç de hoş karşılamamaları doğaldır.
ABD ile onların amaçları çelişiyor. ABD düne
kadar komünizme karşı “yeşil kuşak”
siyaseti güderek beslediği, kışkırttığı
İslamcı akımlarla şimdi boğaz boğaza
gelmiştir. Fas’tan Pakistan’a kadar olan alandaki rejimleri
–ki bunların hepsi Müslüman ülkeler- dönüştürmekten,
laik ve demokratik rejimler kurmaktan söz ediyor. Bu rejimleri
en azından ılımlı, ABD yanlısı
olanlarla değiştirmek istiyor. Şiilerin ise
ne demokrasi ne de laiklik diye bir dertleri var. Bu kesimin
ezici çoğunluğu İslami değerlerin ve
kendilerine özgü sembollerin derin etkisinde ve Saddam rejiminin
yerine kendi düzenlerini kurmak istiyor. Bu ise İran
benzeri bir rejim olabilir ki Amerika’nın en korktuğu
budur.
Kürtlere gelince, geçmişte ABD tarafından iki
kez aldatılıp zorba rejim karşısında
yalnız bırakılmalarına ve bu yüzden
ABD’ye karşı duydukları güvensizliğe
rağmen, Saddam rejiminin yıkılmasından
büyük sevinç duydular ve bu nedenle ABD ile ittifak yaptılar.
Savaş sonrası da ilişkiler şimdiye kadar
iyi yürüdü sayılır. Böylece Kerkük dahil, Kürdistan’ın
geriye kalan bölümü de Baas işgalinden kurtuldu. Daha
önce sürgüne uğramış Kürt nüfusun önemli
bir bölümü geri döndü. Oralarda yeni yerel yönetimler işbaşına
geldi.
Baas rejiminin yıkılması Irak’ta federal
bir düzenin kurulma olanağını da gündeme
soktu. Ayrıca Kürtler Irak’ta demokrasi isteyen başlıca
grup; bu konuda iyi kötü bir deneyimleri var. Yıllarca
ağır bir ulusal baskıya hedef olmuş
ve özgürlük için direnmiş Kürt toplumunda, doğal
olarak ulusal istemler güçlü, buna karşılık
islami bir rejim kurma eğilimleri ise şu anda
ancak bazı marjinal grupların özlemi.
Tüm bu nedenlerle, Saddam rejiminin yıkılması
gibi Irak’ta demokratik bir düzen kurulması noktasında
da Kürtlerle ABD arasında bir çelişki yok. Kürdistan
bölgesi ABD askerleri için en sorunsuz bölge. Burada herhangi
bir saldırıya hedef değiller. Yani orada
daha şimdiden güvenlik sağlanmış durumda.
Eğer Türkiye önümüzdeki dönemde, orada var olan ve
daha da bölgeye sokmaya hazırlandığı
askeri güçleri ve işbirlikçileri eliyle bu güvenliği
ve istikrarı bozmayı başaramazsa..
Ancak Kürtler bakımından da Amerikan işgali
elbet sorunsuz değil. Operasyonun hazırlık
döneminde önemli bir Türk askeri gücünün de ABD’ninkilerle
birlikte Kürdistan’a girmesi gibi sıkıntılı
bir dönem yaşandı. Buna ilişkin olarak ABD
ile Türkiye arasında pazarlıklar yapıldı.
Yani ABD az kalsın üçüncü kez Kürtleri harcıyordu.
Türk Meclisinin tümüyle başka kaygılarla 2. Tezkereyi
geçirmemesi bunu önledi.. Kürtlerin buna karşı
kararlı tutumunun ve yurt içinde ve dışındaki
kitlesel tepkilerinin de bu pazarlığın şoven
ve yayılmacı Türk rejiminin gönlüne göre sonuçlanmamasında
etkisi oldu.
Ancak bu risk kısa süre önce bir kez daha gündeme
geldi. Irak’ta sıkıntıya düşen ABD bölgeye
Türk askeri konuşlandırarak üzerindeki yükü hafifletmek
istiyordu. Türk hükümeti de, hem ABD ile ilişkileri
düzeltmek, hem de mart ayında kaçırdığı
fırsatı yeniden ele geçirmek için asker göndermeye
çoktan hazırdı ve yeni izin tezkeresi 7 Ekim’de
meclisten geçti. Ama Irak içinde, başta Kürtler olmak
üzere, Türk askerine karşı oluşan güçlü tepkiler
nedeniyle ABD tereddüde düştü. Türk askerinin, istikrara
katkıda bulunmak şurda kalsın, onu daha da
bozacağı, ülkenin tek güvenlikli bölgesi Güney
Kürdistan’ı da karıştırabileceği
endişesi ağır basmaya başladı.
Sonunda ABD Türk askeri istemekten caydı ve böylece
Türkiye’deki militarist, yayılmacı güçlerin hevesleri
bir kez daha kursaklarında kaldı.
Biz tüm bu dönem boyunca gelişmeleri MK’da değerlendirdik,
görüşlerimizi raporlar, bildiriler halinde veya basınımızda
yer alan yazılarla tabanımıza ve kamuoyuna
yansıttık. Bunları tekrarlamam gerekmez.
Özetle belirtmek gerekirse, terörün ortaya çıkışında
bizzat ABD’nin sorumluluğunu gösterdik. Terörün asıl
nedenlerine ve çok daha acımasız devlet terörüne
işaret ettik. Terörün ortadan kaldırılmasının
daha fazla karşı terörle değil, ancak dünyamızdaki
haksızlıkların, eşitsizliklerin, pervasızca
sömürü ve zulmün son bulmasıyla, uluslararası
sorunların adil biçimde çözümüyle mümkün olduğunu
söyledik. Gelişmiş ülkelerin kaynaklarının
silaha ve savaşa değil, buna yöneltilmesini önerdik.
Bugün de o kanıdayız.
Öte yandan, Amerika’nın bu eylemler öncesi ve sonrası
hesapları ne olursa olsun, bu olayların ve bunu
izleyen tepkilerin, Afganistan ve Irak’tan başlayarak,
bölgede önemli değişikliklere yol açacağına,
Ortadoğu’da statükonun sarsılacağına,
hatta sınırların değişebileceğine
de işaret ettik. Bu ise hem Kürt halkının,
hem de hemen tamamı diktatörlük rejimleri altında
yaşayan bu ülkelerin halklarının yararına
idi.
Soruna formel hukuk açısından yaklaşan kimileri,
ABD ve yandaşlarının Afganistan ve Irak gibi
ülkelere müdahalesini, bağımsız ülkelere
müdahale diye niteleyip uluslararası hukuka aykırı
buldular, karşı çıktılar.
Kimi sol çevreler, ABD’nin dünya üzerinde egemenlik kurma
ve bölgedeki enerji kaynaklarını kendi denetimine
alma hesaplarından yola çıkarak, ilericilik ve
antiemperyalizm adına bu müdahalelere karşı
çıktılar.
Her zaman olduğu gibi, haklı haksız ayrımı
yapmadan ve yol açabileceği sonuçları tartışmadan,
savaşa karşı tavır alan barış
hareketinin tutumu da malum..
Ama bunların hiçbiri bu gerici ve diktatoral rejimlerin
Afganistan ve Irak halklarına çektirdiği zulümleri
düşünmedi, ya da önemsemediler. Bunlar, Afganistan’da
kadınlar kafese sokulur ve taşlanıp öldürülürken,
başları vurulurken, Irak’ta Kürtler kimyasal silahlarla
kırılırken, binler halinde toplu mezarlara
gömülürken BM’nin, öteki uluslararası kurumların,
barış güçlerinin nerede olduklarını
izah etme gereğini duymadılar..
Enerji kaynaklarına gelince, onlar zaten hiçbir dönemde
halkın olmadılar. Bu ülkelerin hem petrolü, hem
de öteki yeraltı ve yerüstü kaynakları şimdiye
dek hep emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri
olan söz konusu şeyhler, emirler, diktatörler tarafından
ortaklaşa sömürülmekte idi. Bu işte halkın
kaybedeceği bir şey yoktur. Aksine, bu dönüşüm
süreciyle birlikte bu ülkelerde ekonomik ve sosyal yaşamın
iyileşmesi, refah düzeyinin yükselmesiyle kaynaklar
bir ölçüde halkın da hizmetine sunulabilir..
Kanımca, gelişmeler daha şimdiden, şu
ya da bu kişinin, şu yada bu gücün, ülkenin hesaplarından,
iradesinden bağımsız olarak olumlu sonuçlar
vermiştir.
Talibanlardan çok çeken Afgan halkı bu dış
müdahaleye sevindi. Biz Kürtler de acımasız ve
hunhar Saddam rejiminden kurtuluşumuzu bir bayram sevinciyle,
coşkuyla kutladık. Bunda şaşacak bir
şey yok; kim bizim yerimizde olsa bunu yapardı.
Afganistan’daki değişim olumludur. Irak’taki
de öyle.
Son gelişmelerle Ortadoğu’da ve Güney Asya’da
taşlar yerinden oynadı ve iş burada kalmıyacaktır.
Kanımca sürecin daha başındayız. Önümüzdeki
on yıllar çok şeyi değiştirecek.
Bölgemizde şu anda olup bitenler globalleşme
sürecinin belli yansımalarıdır. Çağa
ters düşen rejimler, yapılar, uzunluğunu
şimdiden kestiremiyeceğimiz bir süreç boyunca
tasfiye olacak, köklü değişimler yaşanacaktır.
Bununla elbet ABD emperyalizminin ve yandaşlarının
devrimci niyetler taşıdıkları, ya da
bunların sömürücü ve hegemonyacı karakterlerinin
değiştiği gibi bir görüşte değilim.
Aksine ABD bugün, tek süper güç olmaktan yararlanarak dünyamızda
enerji kaynaklarını denetimine almak, etki alanını
genişletmek için her zamankinden daha pervasızca
davranıyor. Ancak şu anda olup bitenler salt bununla
açıklanamaz. ABD’nin aynı zamanda, SSCB gibi kendisini
de “büyük şeytan” olarak niteleyen, radikal İslam
ve terör biçiminde dışa vuran geri yapılarla
burun buruna geldiği de ortada. Sıkça belirttiğim
gibi, geçen dönemde bu tür zehirli otların gelişip
serpilmesinde bizzat ABD ve öteki batılı ortaklarının
büyük rolü var. Ancak Sovyetler Birliği’nin çökmesi
ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte
ABD onlarla başbaşa kaldı. O şimdi kendi
bahçesine, balkonuna kadar uzanan bu zehirli otları
temizlemek gereğini duyuyor. Varsın bunu yapsın,
bunda herkesin çıkarı var!
Öte yandan ABD, bizzat kendi huzurunu ve çıkarlarını
tehdit eden ve globalleşmenin önünde bir ayak bağına
dönüşen bu geri yapıları temizlerken, aynı
zamanda kendisi de yorgun düşüyor, yıpranıyor.
Söz konusu Afganistan, özellikle de Irak operasyonu sırasında
ABD uluslararası kamuoyunda geniş tepki topladı.
Fransa, Almanya gibi batılı müttefiklerinin bir
bölümü bile ona karşı çıktılar. Amerikan
ekonomisi gittikçe taşınması zorlaşan
önemli yükler altında kaldı. Bu bir büyük gücün
kan ve itibar kaybı, yıpranmasıdır.
Bir başka deyişle, henüz daha başlangıcında
olan ve ABD’nin kolayca vazgeçemiyeceği bu kavga, aynı
zamanda onu da kaçınılmaz sonuna götürebilir.
Bütün büyük imparatorlukların yükselmesinde bir doruk
noktası vardır ve bu sonun başlangıcıdır.
Napolyon da Avrupa’yı fethederken hem birçok krallığı
yıktı, feodal yapıları dağıttı,
Fransız devriminin yeni görüşlerini ve kurumlarını
Avrupa’ya yaydı, hem de kendi sonunu getirdi.
Elbet, Amerika’nın da SSCB gibi bir anda sürpriz bir
yıkıma uğrayacağını söylemiyorum,
böyle olacağını da sanmıyorum. Ama tek
başına askeri ve ekonomik güce dayanarak dünyaya
egemen olmak olanaksızdır. Geleceğin dünyasının
salt bugünkü ABD yöneticilerinin, Bush ve adamlarının
düşündüğü gibi olmayacağını, güç
dengelerinin başka türlü şekilleneceğini
düşünüyorum. Kanımca yeni bir sentez oluşacaktır.
Yoldaşlar,
11 Eylül olaylarından bu yana geçen iki yıl boyunca,
yalnızca gelişmeleri yorumlamakla kalmadık,
buna uygun politikalar da oluşturduk; iç ve dış
kamuoyunu, politik çevreleri, karar mercii durumundaki devlet
adamlarını Kürt halkını ilgilendiren
gelişmelerle ilgili olarak uyarmak, etkilemek için
çaba gösterdik.
2003 yılı başlarında Türkiye’nin Güney
Kürdistan’a askeri birlik sokma çabalarına karşı
ulusal ve uluslararası planda yoğun bir kampanya
yürüttük. Yoldaşlarımız Avrupa çapında
yapılan eylemlerin içinde, çoğu yerde başında
oldular.
* * *
Yoldaşlar,
Türkiye’nin AB ile aday üyelik ilişkisi son üç yıl
içinde ne koptu ne de tam üyeliğe dönüştü. AB,
üye adayı ülkelerden on tanesinin üyeliğini kabul
etti; bunlar –Kıbrıs da içinde- 2004 yılında
tam üye statüsü kazanacaklar. İki ülkeye, Bulgaristan
ve Romanya’ya ise müzakere tarihi verildi. Onların
da tam üyeliği fazla gecikmeyecek görünüyor.
Bu aday üyeler arasında bir tek Türkiye’ye müzakere
tarihi verilmedi. Bu ise doğaldır; Çünkü Türkiye
ne Kopenhag Kriterleri’ni hayata geçirmek için ne de Kıbrıs
sorununun çözümü için gerekli adımları atmadı.
Buna rağmen 2002 Aralık ayında yapılan
Kopenhag toplantısında Türkiye’ye kapı kapatılmadı.
Eğer Kopanhag Kriterleri’ni yerine getirir ve Kıbrıs
sorununun çözümü mümkün olursa, Türkiye’ye 2004 sonu veya
2005 başı itibariyle müzakere tarihi verilebileceği
belirtildi.
AB’nin Türkiye’nin üyeliğine ilişkin bu tutumu
anlaşılırdır. Kopenhag Kriterleri üyeliğin
olmazsa olmaz koşuludur. Bu olmadan Türkiye’yi üyeliğe
almazlar. Türk rejimi ise özellikle siyasi kriterleri yerine
getirmemek için direnirken üyeliğe alınmadığı
için de bağırıp çağırıyor.
Elbet Türkiye’nin içinde, başta asker ve sivil bürokrasi
olmak üzere, bu kriterlere karşı olan güçler var.
Böylesi bir değişim onların çıkarları
ve imtiyazlarıyla çelişiyor. Bu, eski bürokratik
sistemin ve onun ırkçı-şoven ideolojisi Kemalizmin
yıkımı olur.
AB bir yandan bu durumdaki Türkiye’ye kapıyı
tam açmazken, öte yandan tam da kapatmıyor, aralık
tutuyor ve değişim için onu özendiriyor.
Ancak, AB’nin son Kopenhag toplantısının
üzerinden de 11 ay geçtiği halde Türkiye’de özellikle
siyasi kriterler bakımından yine önemli bir değişiklik
yok. Yasal planda yapılan bazı değişiklikler
ise, abartıldığı gibi değil. Bunlar
hem göstermelik, hem de bugüne kadar uygulanmış
değiller ve bundan böyle de uygulanacakları şüpheli.
Türkiye bir kez daha şark kurnazlığı
yapıyor, iç ve dış kamuoyunu oyalıyor.
İşkence ve yargısız infazlar devam
ediyor.
Olağanüstü hal sözde kalktı, ama Kürdistan’da
durum fazla değişmiş değil; keyfi yönetim
ve baskılar devam ediyor.
Sürgünlerin köye dönüşüne izin verilmiyor.
Halka kan kusturan JİTEM ve özel timler bugün de aktifler..
Kürtçe isimler üzerindeki yasak sözde kalktı, ama
pratikte sürüyor.
Kürt kültürü üzerindeki baskılar sürüyor. Yayınlar
toplanıyor, yazarlara, sanatçılara yönelik koğuşturmalar
sürüyor.
Şu göstermelik, soytarılık denecek kadar
komik, Kürtçe TV yayını ve dil kursları bile
hayata geçmedi. Hayata geçseler ne olacak? 20 milyon Kürt
günde 30-40 dakikalık TV yayını veya üç-beş
dil kursuyla kültürel haklarına mı kavuşmuş
olacak?.
Kürt partileri, dernekleri bugün de yasak. Kürt adını
bile taşıyamayan bazı legal kuruluşlar,
kültürel kurumlar üzerindeki ağır baskılar
ise sürüyor.
Yüzde 10 barajı en başta Kürtleri parlamentoya
sokmamak için.
Başta Cunta Anayasası olmak üzere, 12 Eylül faşizminin
kurumları, MGK, YÖK, RTÜK ve DGM’ler ise devam ediyor.
Yıllardır ayak direten Türkiye’nin, şu önümüzdeki
birkaç ay içinde bütün bu engelleri kaldırması,
özgürlükler konusunda AB’ye uyum sağlaması beklenemez.
AB’nin böyle bir Türkiye’yi içine alması da..
Kuşkusuz, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin koşulu
yalnızca Kopenhag’ın siyasi kriterleri değil.
Ekonomik durum asgari ölçülerde de olsa düzelmedikçe AB’nin
Türkiye’yi bu enflasyonla, bunca işsiziyle, yetmiş
milyon nüfusuyla içine alması beklenemez.
Kıbrıs konusu ise bunun kadar önemli. Kıbrıs’ta
bir çözüm olmadıkça Türkiye’nin adaylık süreci
ilerleyemez ve müzakere tarihi de alamaz. Buna en başta
Yunanistan ve önümüzdeki Mayıs ayında tam üye
olacak Kıbrıs Cumhuriyeti evet demiyecektir. Nitekim
son “İlerleme Raporu”nda Kıbrıs konusunun
çözümü gereği açıkça dile getirildi.
Kürtlerin durumuna gelince.. İnsan hakları ve
Kopenhag Kriterleri kapsamında da olsa Kürtlerin hakları
AB için belli bir önem taşısa da, bu alanda AB’nin
bir çifte standart izlediği görülüyor. AB’nin bu konudaki
hassasiyetinin ölçüsü aynı zamanda ülke içindeki insan
hakları mücadelesinin ve Kürt halkının istemlerinin
düzeyidir. Bu istemler güçlü ve kitlesel olmazsa AB’nin
Türkler ve Kürtler adına kendisini fazla yorması
beklenemez. Bu nedenle, çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz
gibi, Kopenhag Kriterleri kapsamında Kürtler için bazı
olumlu adımlar atılabilmesi ve bu hakların
baypas ya da dejenere edilmemesi de sonuçta bizim mücadelemize
bağlı. Kürtler bu alanda yurt içinde ve yurt dışında
aktif olmalı.
Besbelli Türkiye Kopenhag Kriterleri’ni bunca ayak sürümeden,
sulandırmadan yerine getirse de Kürt sorunu çözülmüş
olmaz. Ancak sorunun çözümüne giden yolda önemli bir zemin
oluşur, Kürt halkının mücadele olanakları
önemli ölçüde artar.
Yoldaşlar,
Bildiğiniz gibi Partimiz öteden beri bu mücadelenin
öneminin bilincinde oldu ve bunun için çaba gösterdi. Son
üç yıl içinde de AB ülkelerinin devlet adamlarına
ve AB kurumlarına yönelik olarak bu konuyla ilgili
mektuplar gönderdik, raporlar sunduk.
Örneğin 2001 yılı içinde, Türkiye’nin durumu
ve Kürt sorunuyla ilgili olarak bir deklarasyon hazırladık
ve diğer bazı siyasi ve demokratik Kürt örgütleriyle
ortaklaşa yayınladık, ortak bir heyetle Brüksel’deki
AB kurumlarını ziyaret ederek bu deklarasyonu
sunduk.
2002 yılında ise bu konuya ilişkin olarak
hazırladığımız kapsamlı bir
raporu Almanca ve İngilizce dillerine çevirerek AB
kurumlarına ve üye ülkelerin misyonlarına, devlet
adamlarına yaygın biçimde ilettik.
Ayrıca görüşlerimizi Berlin, Kopenhag ve başka
başkentlerde düzenlenen uluslararası toplantılarda
dile getirdik.
Bu dönemde AB kurumları ve yer yer üye ülkelerin misyonları
önünde bazı gösteriler de düzenledik. Ancak bu eylemlerin
çok sayıda ülkede yapıldığını
ve yeteri kadar kitlesel olduğunu söyleyemeyiz. Buna
yönelik olarak parti örgütünü ve taraftar kitleyi gereği
gibi mobilize edemedik.
Çoğu kişi ne yazık ki bu tür çaba ve eylemlerin
öneminin bilincinde değil. Oysa hem Türkiye’yi reformlar
konusunda sıkıştırmak, hem de AB kurumlarını
ve üye ülkeleri etkileyip söz konusu kriterlerle ilgili
kararlı bir tutum almalarını sağlamak
buna bağlı.
Ünlü halk deyişiyle: Ağlamayan çocuğa meme
yok!
* * *
Yoldaşlar,
Geçen kongremizden bu yana yer alan önemli gelişmelerden
biri de 2002 yılı içinde yer alan 3 Kasım
Seçimleri oldu.
Bu seçimlerde seçmen, son 30-40 yıldan bu yana ülkeyi
idare etmekte olan siyasi partilere ve liderlere iyi bir
ders verdi, onları sahnenin dışına itti.
Bazıları, başkaları için kurdukları
tuzağa düştüler, yüzde 10 seçim barajına
takıldılar. Ecevit gibileri ise sıfırı
tükettiler.
Asker-sivil bürokrasinin istemediği, engellemek için
elinden geleni yaptığı, İslamcı
gelenekten gelen bir parti, AKP, ezici bir çoğunlukla
parlamentoya girdi ve hükümeti kurdu.
Bu aynı zamanda, sözde “devrimci, laik, çağdaş”,
gerçekte ise despot ve tutucu Kemalist takımının
hezimetini gösteriyor.
Seçmen, yıllar yılıdır ülkenin sorunlarına
çözüm getiremeyenlere, vatan-millet ve şovenizm edebiyatıyla
kitleleri aldatanlara sonunda hayır dedi. Bu, Türkiye
politikasında bir anlamda bir dönüm noktasıdır
ve kitlelerin, bazılarının sandığı
gibi sürü olmadığını, ebediyete kadar
aldatılmalarının mümkün olmadığını
gösterdi.
Öte yandan, bununla sorunlar çözülmüş ya da çözüm
yoluna girmiş olmadı. Gidenler hak etmişlerdi,
ama gelenlerin bunu hak ettikleri söylenemez. AKP ne geçmişiyle,
ne kadrolarının birikimiyle, ne de programıyla
Türkiye’nin gerek duyduğu değişimi, köklü
reformları yapabilecek bir parti değil. Zaten
başından beri kuşatma altında. Fincancı
katırlarını ürkütmemek, kendisini iç ve dış
şer güçlerine kabul ettirip yerini sağlamlaştırmak
için çaba gösteriyor, risk almaktan kaçınıyor.
Başlangıçta farklı bir Kıbrıs
politikası izleyecek gibi görünürken süreç içinde derin
devletin politikalarına uyum sağladı.
Demokratik hak ve özgürlüklerin kendisine de gerekli olduğunun
farkında, bu nedenle Avrupa Birliği’ne girmekten
ve MGK’nın yetkilerini sınırlandırma
gibi kimi demokratik adımlardan yana. Ama bu alanda
atmaya çalıştığı kimi sınırlı
adımlar bile red cephesinde büyük tepkilere yol açıyor.
AKP, Kürt sorunundan ise daha baştan, eli yanacakmış
gibi kaçındı.
Sonuç olarak, kitleler bu kez de aradıklarını
bulamıyacaklar. Ama onların bir arayış
içine girmiş olmaları ve demokratik arenadaki
güçlerini fark etmiş olmaları yine de iyidir.
Kitleleri adeta esir almış olan Kemalist despotluğun
siyasal ve ideolojik planda sarsılması da iyidir.
Bu despotluk ve kışla kültürünün kendisi de artık
içerde ve dışarda sıkışmıştır
ve böyle sürüp gitmesi mümkün değildir. Değişime,
AB’ye karşı direnmesi, ülkede ve Ortadoğu’da
statükoyu korumak için çırpınması bundandır.
Ama korkunun ecele faydası yok, çağı dolan
gidecektir.
* * *
Yoldaşlar,
Yılların düzen partileri sorunları çözemeyip,
yozlaşıp, çöküp giderken neden yerlerine sol ve
değişimci partiler değil de, bu geçmişte
dolaylı da olsa payı olan, köklü bir değişim
programı ve birikimi olmayan AKP gibi bir parti geldi
ve muhalefete de ötekilerden farkı olmayan, bu olumsuz
geçmişte büyük payı olan, yılların CHP’si
oturdu? Üstelik yeni hiçbir şey vaat etmezken ve daha
da tutuculaşmışken?.
Çünkü sol buna hazır değildi. Sahnede kitlesel
gücü olan bir değişimci parti yoktu. Kitleler
ise, gitmesi gerekenlerle ilgili olarak açık seçik
bir fikre sahipken gelmesi gerekenlerle ilgili olarak böylesi
bir bilince sahip değildi.
Türkiye solu, geçmişte de bölük pörçüktü, ideolojik
olarak kafası karışıktı, bin telden
çalıyordu ve bu nedenle topluma yönelik güçlü bir ses
olamadı; kitlelerin önüne, onların gerek duyduğu
köklü bir program koyamadı, onları kazanamadı;
bir başka deyişle “öncülük görevini” yapamadı.
12 Eylül çarkı bu solu daha da ezdi, dağıttı.
Sosyalist sistemin çökmesi ise onun heyacanını
ve önemli dayanaklarını yok etti.
Şu anda da geçmişle gelecek arasında şaşkın,
dağınık, ne yapacağını bilemez
haldedir. Hayatın binbir karmaşıklığını,
her bir sorunun ve durumun özgünlüğünü göz önüne almaksızın,
sol siyaseti anti Amerikancılık gibi kolaycı
bir tavra dönüştürmesi, bir bölümüyle Kemalistlerin
kuyruğuna takılması, hatta ırkçı-faşistlerin
yanına düşmesi, Türkiye solunun şu andaki
hazin manzarasıdır. Bu solun kendine gelmesi zaman
ister.
* * *
Yoldaşlar, Türkiye’de manzara özetle budur. Bu ülke,
tutucu güçlerin elinde çağa karşı direniyor.
İçerde yıllar, yüzyıllar boyu devlet terörüyle,
korkuyla, açlıkla terbiye edilmiş, uysallık
ve baş eğme telkin eden dini dogmaların yanı
sıra, eşi az görülür bir ırkçı-şoven
milliyetçilikle koşullandırılmış
kitleler, durumdan memnun olmasalar, değişim isteseler
bile, bunu nasıl yapabileceklerinin bilincinde değiller,
örgütsüz ve dağınıklar.
Türkiye bir yönüyle değişim için zorlanıyor.
Buna yol açan etkenler temelde bir türlü çözülmeyen, bu
nedenle gittikçe ağırlaşan sorunlardır.
Kürt sorunudur; bir bütün olarak yurttaşların
gerek duyduğu özgürlüklerdir; giderek artan bir yoksulluğa,
işsizliğe yol açan ekonomik sorunlardır.
Bunlar, kitleler arasında hoşnutsuzluğun
artmasına ve değişim arayışına
yol açıyor.
Buna rağmen söz konusu iç dinamikler, yukarda belirtilen
nedenlerle, kendi başlarına değişimi
sağlamaya yetmiyor.
Bunun yanı sıra, Türkiye’yi değişim
için zorlayan dış etkenler var. Bu etkenler günümüzde
her zamankinden çok daha güçlüdür.
Soğuk savaş dönemi, sağda ve solda despot
rejimlerin, faşist ve Baas türü diktatörlüklerin, ortaçağ
rejimlerinin yaşaması için uygun bir ortamdı.
Kimi sırtını NATO’ya, kimi Varşova Paktı’na
dayıyordu. Oysa şimdi bu dayanaklardan biri yok,
ötekinin de söz konusu rejimlere pek ihtiyacı kalmadı.
Günümüzde insan hakları önem kazanıyor. Dünya
ekonomisinde entegrasyon eğilimi daha da güç kazanırken,
çağa ters düşen ekonomik ve ideolojik yapılar;
ırkçılık, yabancı düşmanlığı;
Baasçı ve Kemalist türü şoven, militarist diktatörlükler;
Taliban, İran, Suudi Arabistan türü radikal dinci despotluklar
için yaşam alanı daralıyor. Toplumları
sert bir kabuk gibi kaplayan, değişime karşı
çıkan bu rejimler ya yeni koşulların zorlamasıyla
reformlar yaparak değişecekler, ya da Afganistan’da,
Irak’ta olduğu gibi kabuk dış etkenlerle
çatlayacak, bir altüst oluş yaşıyacaklar.
Şu anda Türkiye’de, kaplumbağa adımlarıyla
da olsa yaşanan değişim, işte söz konusu
dış dinamiklerle, zayıf da olsa iç dinamiklerin
ortak ürünüdür.
* * *
Değerli yoldaşlar,
Biz parti olarak politikamızı başından
beri yurt ve dünya koşullarını, iç ve dış
güç dengelerini göz önüne alarak belirledik.
1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yılların
başında sosyalist sitemin yaşadığı
önemli olumsuz gelişmeler ve sistemin çökmesi, sosyalist
devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri bakımından
yeni bir durum yarattı. Biz de o dönemde bu değişimi
geniş biçimde tartıştık, dersler çıkardık
ve 1992 yılında yaptığımız
3. Kongre ile programımızı ve ideolojik görüşlerimizi
bu dersler ışığında yeniledik.
1998 yılında PKK Başkanı Öcalan’ın
Suriye’den çıkarılması ve Kenya’da yakalanıp
Türk tarafına teslim edilmesinin ardından da Kürt
ulusal hareketi bakımından yeni bir durum ortaya
çıktı.
Öcalan’ın ilginç geçmişi, PKK’nın nasıl,
ne amaçla ve kimlerin eliyle kurulduğu, bu örgütün
başından beri izlediği sakat politikalar
üzerine geçmişte birhayli yazdık. Bunları
bir kez daha tekrarlamanın bir yararı yok.
İşin perde arkası bir yana, PKK, kurulduğu
1978 yılından 1998 yılına kadar, yani
20 yıl boyunca “bağımsız Kürdistan”
hedefini savunur göründü ve temel mücadele biçimi olarak
da silahlı mücadeleyi seçti. 1993’teki PSK-PKK protokolü
ile birlikte aynı zamanda federal çözümü de benimsedi.
Ancak Öcalan yakalandıktan sonra, herkesin bildiği
üzere, bir anda PKK’nın tüm eski politikaları,
savunur göründüğü tezler çöp sepetine atıldı.
Öcalan Türk devletinin hizmetine girdiğini açıkladı,
bağımsız Kürdistan istemi gibi federal çözümü
de bir yana bıraktı ve silahlı mücadeleyi
tümüyle durdurdu. Türk üniter devletini, onun ideolojisi
Kemalizmi savunur oldu. Partisi ise onu, bu “U” dönüşünde
tam bir sadakatle izledi…
Türk devleti bununla Kürtler karşısında
büyük bir üstünlük elde etti. Öcalan ve PKK eliyle Kürt
hareketini tümüyle pasifize etmek (daha önce de onlar eliyle
terörize etmişti) ve her bakımdan teslim almak
için o günden beri elinden geleni yapmakta.
Bu durumda gerçek devrimci ve yurtseverlerin ne yapması
gerekirdi? Benzer durumlarda PKK’nın hep yaptığı
gibi, “taktik” ve benzer sözlerle perdelenip Kürt halkına
benimsetilmek istenen bu ihanet ve teslimiyet politikasını
açıkça işaret etmek, kitleleri uyarmak ve buna
karşı Kürt hareketinin tüm diri, onurlu kesimlerini
bir araya getirerek karşı tarafın oyununu
bozmak ve ulusal hareketi sağlıklı bir alternatife
kavuşturmak için çaba göstermek değil mi?
Partimiz son beş yıl boyunca işte bunu yapmaya
çalıştı. Tüm yurtsever çevreleri olan bitenler
konusunda uyardık. “Yenilen yanlış bir politikadır,
Kürt halkı yenilmemiştir!” dedik. Kürt yurtsever
hareketinin birliğini sağlamak, morali canlı
tutmak ve yurtsever hareketi canlandırmak için çok
daha enerjiyle çalıştık.
Partimiz kendi tarihindeki pek çok olumlu iş gibi
bununla da onur duyabilir.
PKK Kürt halkını zamansız, eşitsiz
bir savaşa sokmuş ve ona acı bir yenilgi
yaşatmıştı. Kürdistan’ın kırsal
kesimleri önemli oranda boşalmış, halk çok
acı çekmiş, milyonlar halinde göç etmiş,
yorgun ve bitkin düşmüştü. Bu koşullarda
yapılacak şey ikinci bir silahlı mücadele
macerası olamazdı. Kürt halkının yeni
durumda mücadelesini asıl olarak barışçı
siyasal yöntemlerle yürütmesi gerekiyordu. AB’ye adaylık
sürecinde olan bir Türkiye’de bu bakımdan yeni olanaklar
da doğuyordu. Türk devletinin elinde “terör” bahanesi
kalmadığı zaman demokratikleşme süreci
de hız kazanacaktı.
Bu nedenle yeni dönem için siyasal ve legal mücadelenin
önemini vurguladık ve teslimiyet politikasına
karşı çıkan, Kürt halkının temel
haklarını savunan tüm onurlu, yurtsever Kürtleri
ortak bir legal partide bir araya gelmeye çağırdık.
Bunun yanı sıra, özellikle de koşulların
uygun olduğu yurt dışında, Kürt siyasal
hareketinin, demokratik örgütlerinin ve Kürt aydınlarının
örgütlü ve koordine çalışmasının önemini
vurguladık. Buna yönelik çalışmalar 2000
yılı başından itibaren hız kazandı
ve iki yıl içinde belli sonuçlar verdi.
Bizim çağrılarımızla aydın toplantıları
düzenlendi, çeşitli ülkelerde aydın inisiyatifleri
oluştu ve bunlar 2002 yılında bir araya gelerek
çalışmalarını koordine etmek için bir
komite oluşturdular.
Avrupa ülkelerindeki çeşitli Kürt demokratik örgütleri
bir araya gelerek 2002 yılında DEMKURD’u oluşturdular.
Aynı yıl Kuzey Kürdistan siyasi örgütlerinin
birliği olan PNK, aydın inisiyatifleri ve DEMKURD
bir araya gelerek Avrupa Kürt Platformu’nu (kısa adıyla
PLATFORM) oluşturdular.
Bu, Kürt hareketi bakımından yeni bir durumdur
ve son derece önemlidir.
Yoldaşlar, görüldüğü gibi bizim önerilerimiz
yurt içinde ve dışında ürünler vermekte.
Elbette bu salt bizim değil, bir tüm olarak Kürt yurtsever
hareketinin başarısıdır. Kürt aydınları,
yurtseverleri, birliğin ve ortak çalışmanın
önemini, gereğini kavrıyorlar.
Besbelli bu henüz bizim özlediğimiz çapta ve kitlesellikte
değil. Ayrıca oluşan örgütlerin pratikte
etkin bir çalışma göstererek varlıklarını
kanıtlamaları, kitleleri kazanmaları gerekir.
Bunun içinse hem zamana ihtiyaç var, hem de kararlı
bir çabaya.
Zaten Kürt halkının başka seçeneği
yoktur.
Bu işte motor görevi ise bize düşüyor. Çünkü
siyasi ve demokratik planda nisbeten iyi biçimde örgütlü
ve belli bir eylem düzeyine sahip olan biziz. Biz inisiyatif
kullanabildiğimiz, gerekli öncülük görevini yapabildiğimiz
sürece öteki kesimleri de harekete geçirebiliriz.
Şu ana kadar söz konusu örgütlerin bazı ortak
çalışmaları oldu ve bunlar halkımızın
yurt dışındaki mücadelesine belli bir ivme
kazandırdı, yurt içini de olumlu yönde etkiledi.
Bunu daha da hızlandırmak, söz konusu birlikleri
kurumlaştırmak gerekir. Ancak, Platform’un oluşumunun
üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçtiği
halde bu alanda yapılabilenler azdır. Platformun
örgütlenme ve eylem planında önüne somut bir program
koyup bunu hayata geçirmek için aktif bir çalışma
yaptığından söz edilemez.
Dilerim bu konuda üstüne düşeni yapmak için daha fazla
gecikmez.
Yoldaşlar,
Bu dönemde önümüze koyduğumuz hedeflerden biri de
iletişim alanında, günlük gazete, TV ve benzeri
güçlü araçlara sahip olmak için güçleri birleştirmek
ve gerekli olanakları yaratmaktı. Bilindiği
gibi yurtsever insanlarımızın ortak çabalarıyla
bir şirket oluşturuldu. Ne yazık ki bir yandan
deneyimsizlik, diğer yandan da yeter ilgi ve destek
sağlanamadığı için söz konusu şirket
yeter sermayeyi henüz bir araya getirmeyi başaramadı
ve istenen adımlar henüz atılamadı. Ama en
azından bir araya getirilen maddi değerin korunması,
ticari işlemler yoluyla çoğaltılması
için çabalar var.
Dileğim o ki şirket olanaklarını büyütebilsin
ve amaçladığı değerli işleri yapabilsin.
* * *
Yoldaşlar,
Bildiğiniz gibi 2002 yılı Aralık başında
Partimizin 4. Yurtdışı Konferansı’nı
topladık. Amacımız, aynı zamanda Kongre
öncesi gündemdeki önemli konuları tartışmak
ve geleceğe yönelik önerileri saptamaktı. Bu nedenle
tartışma konularını yurtdışı
örgütünün yanı sıra, yurt içine de gönderip görüş
istedik.
Ancak, gerek birimlerden gelen görüşler, gerekse yurt
dışı konferansı sırasındaki
tartışmalar, kongreye sunulacak türden belirgin
öneri ve tartışma konularını ortaya
çıkarmadı.
Kongremizi aslında geçen Haziran ayında toplamayı
planlamıştık. Ama hem delegelerin katılım
işlemleri bakımından gecikme olduğunu
fark ettiğim, hem de MK’nın kongreye fikri planda
daha hazırlıklı gitmesinin yararlı olacağını
düşündüğüm için birkaç ay erteleme önerdim ve
böylece 7. Kongre Aralık ayına kaldı.
Ben son MK toplantısına katılmadım,
ama gönderdiğim raporda örgütün durumunun tartışılarak
daha iyi bir fikri hazırlıkla, gerekiyorsa önerilerle
kongreye gidilmesinin yararlı olacağını
belirttim.
Bildiğiniz gibi ben, 6. Kongre’de, partimizin yeni
bir isim ve programla da olsa tümüyle legal biçimlere geçmesini
önermiştim. Bu öneri tartışılmış
ve büyük çoğunlukla benimsenmemişti. Ben örgütümüzün
kararına saygı duydum ve o zamandan bu yana konuyu
gündeme getirmedim, tartışmadım. Konferans
sırasında da bunu yapmadım ve şimdi
de böyle bir niyetim yok. Bu elbette görüşümün değiştiği
anlamına gelmiyor. Sadece, artık yönetici görevler
almayacağım bir aşamada bu konuyu tekrar
gündeme getirmeyi uygun bulmadım. Eğer MK veya
Kongre böylesi bir konuyu tartışma gündemine almaya
değer buluyorsa alır, bulmuyorsa, zaten sorun
yok..
Yoldaşlar,
Bildiğiniz gibi, kuruluşundan, yani 29 yıldan
beri partimizin genel sekreteriyim. Bu bir insan ömrü için
oldukça uzun bir dönem.
Geçmişte birkaç kez genel sekreterlik görevini yoldaşlarıma
devretmek istedim; ama her keresinde bu mümkün olmadı.
Son olarak 2000 yılı Temmuzu’nda yapılan
6. Kongremizde Genel Sekreterlik görevini bırakmaya
hazırlanmıştım ve bunu Kongrede dile
getirdim, artık MK planında da yönetici görevler
almıyacağımı söyledim. Hem uzun yıllar
yaptığım bu görev beni yormuştu, hem
de görevi yeni insanlara devretmenin gereğini ve yararını
düşünmüştüm.
Ne yazık ki, bildiğiniz nedenlerle bu da mümkün
olmadı. Kongre bir hafta süreyle bunu sorun yaptı
ve sonunda beni kararımdan vazgeçmek zorunda bıraktı.
Bu nedenle üç yılı aşkın bir süre daha
bu görevi sürdürdüm.
Ama artık bu kongreyle bu görevi noktalıyorum.
Başta MK olmak üzere, yakın çalışma
arkadaşlarım bu kongrede artık yöneticilik
görevi almıyacağımı biliyorlar. Bu kararımı,
değerlendirmeleri ve bu konuda hazırlıklı
olmaları için, geçen Haziran ayında yapılan
son MK toplantısı için hazırladığım
raporda da belirttim ve konuyu rahatça tartışabilmeleri
için söz konusu toplantıya katılmadım.
Bana bu kadar uzun bir süre bu onurlu görevi layık
gördüğünüz için hepinize teşekkür ederim.
Örgütsel çalışma kollektif çalışmadır,
ha safların başında olmuşsunuz ha sonlarda,
hepsi de değerlidir.
Ben artık MK düzeyinde de görev almıyacağım.
Bundan böyle belki zamanımı daha çok, yoğun
siyasal çalışma nedeniyle zaman ayıramadığım
bazı yazı çalışmalarına ve kitaplarımın
yayınına vereceğim; bunlar arasında,
şu anda elimde hazır olan ve yayınlamak için
uygun zamanı beklediğim, aynı zamanda partinin
tarihini kapsayan, anılarımın 2. ve diğer
ciltleri var. Ama elbet bunun dışında da
partimizin çalışmalarına yapabileceğim
katkılar varsa, zamanım elverdikçe onları
da yapacağıma kuşku olmasın.
Ben başından beri şair ve yazar da olsam
–Türkiye İşçi Partisi dönemiyle birlikte- kırk
yıldır bir örgüt adamıyım, örgütlü çalışmanın
öneminin bilincindeyim. Bu dönem boyunca yalnızca ben
örgüte çok şey vermedim, örgüt de bana moral değeri
olan çok şey kazandırdı.
Önlerine bir siyasal amaç koyanlar için, en başta
da özgürlük mücadelesi için, örgüt en büyük silahtır;
onsuz olmaz.
İş ve kültür hayatı, doğanın korunması
dahil, sosyal hayatın her alanında örgüt gereklidir.
Uygar ve demokratik bir toplum iyi örgütlü toplumdur.
Siyasal örgüt de, elbet tüm örgütler gibi amaç değil
araçtır. Onun adı, biçimi, çalışma tarzı,
programı koşullara uygun olarak değişebilir;
ama siyasal bir örgüt bize, ülkemiz özgür oluncaya kadar
da ondan sonra da, ülkemizi ve yeni hayatı inşa
etmek için, sosyalizme yönelik yürüyüşü sürdürmek için
gereklidir.
* * *
Yoldaşlar,
Partimiz önümüzdeki günlerde 29. kuruluş yılını
tamamlıyor ve 30. yıla giriyor. Bu az bir zaman
değil.
Ne yazık ki hedeflediğimiz amaçlara henüz ulaşmış
değiliz. Bunda nesnel nedenlerin, yani bizim dışımızdaki
etkenlerin yanı sıra, öznel nedenlerin, yani bizden
kaynaklanan kusur ve yanlışların da payı
olabilir, vardır. En azından daha güçlü, daha
kitlesel bir parti olabilirdik. Ama bu otuz yıl boyunca
tümüyle haklı bir dava için, sosyalizm ve Kürt halkının
kurtuluşu için kararlıca mücadele ettiğimize,
bu yolda büyük bir emek harcadığımıza
ve bu yöndeki genel mücadeleye önemli katkılarda bulunduğumuza
kuşku yok.
Tüm yoldaşlarımız bundan onur duymalıdır.
Bu emeğin boşa gitmeyeceğinden eminim
Bu mücadelede payı olan insanlarımızı
kutluyorum.
Bu yolda hayatlarını yitiren yoldaşlarımızı
saygıyla anıyorum.
Partimizin 30. yılını bu yıldönümüne
ve partimize layık bir biçimde kutlamalıyız
ve bunun hazırlığını kongremizin
ertesinden başlayarak yapmalıyız.
Bir kez daha kongremize başarılar diliyorum.
Hepinize özel ve örgütsel yaşamınızda başarılar
ve mutluluklar diliyorum.
Kemal Burkay
Aralık 2003