PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK) 7. Kongre Sonuç Bildirisi

11 Eylül 2001 tarihinde, New York’taki İkiz Kulelere yapılan saldırı sonrası, ABD’nin “uluslararası teröre” ve “şer ekseni ülkelere” karşı savaş ilan etmesiyle başlayan süreç, tüm karmaşıklığıyla devam ediyor. 2002 yılında, El-Kaide’nin üslendiği Afganistan’a yönelen ABD, Birleşmiş Milletler’in, NATO’nun ve batılı ülkelerin de güçlü desteğiyle bu ülkedeki Taliban yönetimine son verdi; ABD ve batı yanlısı bir hükümet oluşturdu.

ABD’nin soğuk savaş döneminde örgütlenmelerine yardımcı olduğu, hatta bir bölümüyle örgütlediği, SSCB’ye karşı savaşta destekleyip iktidara getirdiği radikal islamcı güçleri, bu kez de savaş yoluyla iktidardan uzaklaştırmasına karşın, Afganistan’da barış ve huzurun tesis edildiğini söylemek mümkün değil. ABD ve Batı yanlısı hükümet, ülkedeki barış gücüne rağmen, başkent Kabil dışında hakimiyetini tam olarak sağlayamamış durumda. Kabil dışındaki bölgelerde, yine aşiret reislerinin, büyük din adamlarıyla Taliban rejimi kalıntılarının etkinliği sürüyor. ABD ve öteki batılı ülkeler, Afganistan’ın yeniden inşası amacıyla bugüne kadar ciddi adımlar atmadılar. Bu yapılmadıkça, kitleleri aşiret reislerine, din adamlarına bağlayan, muhtaç kılan bağlardan kurtaracak adımlar atılmadıkça, sadece güvenlik kaygıları ve askeri önlemlerle yetinildikçe, Afganistan ve benzeri durumda olan ülkelere barışın gelmesi, huzur ve güvenin sağlanması mümkün görünmüyor.

Afganistan’ın ardından sıradaki Irak’a yönelen ABD, bu kez, Afganistan’da olduğu gibi BM’nin, NATO’nun, İngiltere dışındaki güçlü batılı ülkelerin desteğini yanında bulamadı. Dünyanın her yerinde gerçekleştirilen karşıt eylemlere rağmen ABD ve müttefikleri Irak’a girdiler; beklenenden daha kısa bir sürede bu ülkeyi işgal edip Saddam’ın iktidarına son verdiler.

ABD ve müttefikleri, Afganistan’da olduğu gibi Irak’ta da, savaş sonrası süreçte, eski rejimin kalıntılarının direnişiyle karşılaştılar. El Kaide ve benzeri radikal islamcı gruplar da, Irak’a sızdırdıkları elemanları vasıtasıyla terörü kızıştırıp Saddam yandaşlarına destek veriyor, ülkede barış ve istikrarın kuruluşunu engellemeye çalışıyorlar.

Terörle başa çıkmanın yolu, daha çok karşı terör değil,
Daha adil ve eşitlikçi bir dünya yaratmaktır

Öte yandan, günümüzde giderek genişleyen, uluslararası hale gelen, barış ve toplumsal huzur açısından daha tehlikeli biçimlere bürünen terörün, onu yaratan ekonomik ve sosyal nedenlere inilmeden, bu nedenler ortadan kaldırılmadan, etkisizleştirilmesi mümkün değildir. Bu terörü dünyamızdaki büyük eşitsizlikler, dünya nüfusunun büyük bir bölümünü saran açlık, işsizlik, eğitimsizlik, yer yer süregelmekte olan ulusal zulüm, etnik ve dinsel baskılar doğuruyor.

Terörü tek yanlı düşünmekse bir başka yanılgı ve hatta bilinçli çarpıtmadır. Dünyamızda devletlerin, sömürü ve eşitsizlik rejimlerini sürdürmek için uyguladıkları, çoğu zaman en acımasız biçimler kazanan baskı çarkı, yani devlet terörü görmezden gelinmemeli. Hatta son olayların da gösterdiği gibi, birçok terör örgütünün ortaya çıkışı bizzat devletlerin bilinçli seçimi ve çabasının ürünüdür. El-Kaide ve Türk Hizbullahı buna örnektir.

Terörü önlemek için başlıca araç olarak şiddete, silahlı güce, yani devlet terörüne güvenmekse, ateşin üzerine benzinle gitmektir.

Bütün bu nedenlerle, terörle mücadele, onun ortadan kaldırılması, etkisizleştirilmesi hem uluslararası ortak çabaları gerektirir, hem de bu çabalar asıl olarak terörü yaratan nedenleri, açlığı, yoksulluğu, eşitsizliği, baskıları önlemeye yönelik olmalıdır. Büyük güçler dikkatlerini en başta bu nokta üzerinde yoğunlaştırmalı; silahlanmaya ve savaşlara harcanan ve yılda yüzmilyarlarca doları bulan büyük fonlar, dünyamızda yoksullukla mücadeleye, sağlık ve eğitim hizmetlerine yönelmeli; ulusal çapta ve uluslararası eşitsizlikler, baskılar, adaletsizlikler, ortak çabalarla önlenmelidir. Bu ise dünya ölçeğinde yeni bir adalet anlayışı ve geniş ufuk gerektirir. Ancak böylesine bir anlayışla ve uluslararası güçlerin elbirliğiyle uluslararası sorunlara çözüm bulunabilir ve dünyamız barış ve güven içinde yaşanır hale getirilebilir.

Terörden çok yakınanlar, onun ortaya çıkışındaki kendi temel sorumluluklarını da görmeli ve değişime kendilerinden başlamalıdırlar.

Federal ve Demokratik Irak istemini destekliyoruz

Uzun yıllar boyu yürüttükleri özgürlük mücadelesinde, ABD ve öteki batılı ülkelerden destek görmeyen, aksine bu ülkelerin hem ekonomik, hem de askeri ve siyasi alanlarda BAAS diktatörlüğüne destek olduklarının bilincinde olan Kürtler, üstelik ABD tarafından iki kez aldatılıp şoven ve ırkçı rejimin saldırıları karşısında yalnız bırakılmalarına rağmen, salt Saddam rejiminin devrilmesi amacıyla, bu savaşta ABD ve müttefikleriyle aynı cephede yer aldılar.

1991 yılında Saddam rejiminin, yenilgi ve bozgun sonucu Kürdistan’dan çekilmesi ve bölgenin BM kararıyla “Çekiç Güç” tarafından korunması sayesinde, burada bir Kürt baharı yaşandı. Güney Kürdistan halkımız bu olumlu durumu değerlendirip bölgede kendi yönetimini kurdu, demokratik alanda azımsanmayacak bir deneyim kazandı. Kürt halkı, şimdi demokratik ve federal bir Irak istiyor. Bu istem Kürtleri, Irak’a yönelik benzeri talepleri olan ABD’ye yakınlaştırıyor, bölgedeki önemli müttefiklerinden biri haline getiriyor.

Oysa Irak’ta nufusun yüzde 60’a yakın bir bölümünü oluşturan Şiiler için aynı şeyleri ileri sürmek mümkün değil. BAAS rejiminden en çok çeken gruplardan biri olan ve Saddam diktatörlüğünün yıkılmasından hoşnut kalan Şiiler arasında demokrasi yönündeki eğilim pek güçlü değil. Şiiler içinde örgütlü ve etkin İslami partiler, daha ziyade İran islam rejimi benzeri bir yapının oluşturulmasından yanalar. Bu ise ABD ve müttefiklerinin bölgeye yönelik planlarıyla pek uyuşmuyor ve demokrasi konusundaki çabaları zora sokuyor.

ABD karşıtı direniş, çoğunlukla BAAS Partisi ve iktidarının dayandığı Sünni Arap nüfusun yaşadığı bölgelerde yaşanıyor. Geçmiş dönemde BAAS rejiminin nimetlerinden yararlananlar, diktatörlük rejiminin değişik kademelerinde sorumluluk alanlar, ABD karşıtı direnişin dayandığı tabanı oluşturuyorlar. Bu kesimler bir yandan kaybettikleri imtiyazları ele geçirmek, diğer yandan da geçmişte yaptıklarının hesabını vermekten korktukları için direniyorlar.

Şoven ve kanlı Saddam rejiminin ABD ve müttefiklerinin müdahalesi sonucu yıkılmasından memnunluk duyan Partimiz, Demokratik ve Federal Irak’ın bu ülkede yaşayan tüm halkların, dini ve etnik azınlıkların çıkarına olduğu inancındadır. Irak’ta yaşayan tüm dini ve etnik grupların haklarını güvence altına alan ve onların yönetime yansımalarını sağlayan bir yapı oluşturulmadan, bu ülkede barışın, güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağı inancında olan Partimiz, Güney Kürdistanlı güçlerin Irak’a ve ülkemizin bu parçasına yönelik taleplerini destekler.

Güney’de, kazanımların elde edilmesi ve korunmasında, bu parçadaki yurtsever güçler arasında iyi ilişkilerin belirleyici bir etkisi vardır. YNK ve PDK arasındaki barış sürecinin güçlenip gelişmesinden, Kürdistan Parlamentosu’nun birleşmesinden sevinç duyan Partimiz, ortak parlamentonun Güney Kürdistan’a yönelik dış müdahalelere karşı aldığı karar başta olmak üzere, ulusal ve demokratik yapıyı koruyan tüm kararlarını destekler. Partimiz, Güney Kürdistan’daki yurtsever güçlere, sömürgeci güçlerin bölgeye yönelik çabalarını boşa çıkartmak ve elde edilen kazanımları korumak amacıyla işbirliğini daha da geliştirmeleri çağrısında bulunur.

Bölgede statükonun sarsılması, baskı altındaki halkların, demokrasi ve değişim güçlerinin yararınadır

ABD geçmişte Sovyet tehlikesine karşı desteklediği ve bazan da örgütlediği radikal İslamcı hareketlerle, bir süredir ciddi sorunlar yaşıyor, onların saldırılarına hedef oluyor, bu nedenle de onlardan kurtulmak istiyor. ABD şimdi, bir dönem, “yeşil kuşak” siyaseti izleyerek desteklediği islami rejimlerin değişmesinden bahsediyor, bu ülkelerde demokrasinin ve laikliğin yerleşmesi gerektiğini dile getiriyor. Çıkarları gereği bazan, Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi, bu ülkelere müdahale etmekten çekinmiyor. ABD böyle yapmakla ister istemez bölgedeki statükoyu sarsıyor, zorba ve diktatör rejimlerin sesini kıstığı demokratik güçlerin önünü açıyor, bölgede değişimden yana olanlarla eski statüyü korumak isteyenler arasında yeni çatışmaların ortaya çıkmasına neden oluyor. 

Bölgede insan haklarını çiğneyenler, değişimin ve ilerlemenin önünde engel olanlar, izledikleri baskı polikaları, şovenizm ve dinsel fanatizmle barışı, istikrarı bozanlar, sadece Afganistan ve Irak değil. Bu bölgedeki rejimlerin hemen hepsi, şu veya bu şekilde tutucu, baskıcı ve gericidirler; değişimin, ekonomik ve sosyal gelişmenin, barışçı ilişkilerin, demokratikleşmenin önünde engeldirler. Özellikle de Kürdistan’ı aralarında paylaşan Türkiye, İran ve Suriye böylesi ülkelerdir.

ABD’nin amacı ve hedefi ne olursa olsun, önce Afganistan’a, sonra da Irak’a müdahalesiyle bölgede taşlar yerinde oynadı, statüko sarsıldı, değişikliklerin yolu açıldı. Kuşku yok ki, bu sarsıntıdan en fazla Kürdistan’ı aralarında paylaşan devletler ürküyorlar. Olası değişimlerin yolunu tıkamak için bir yandan aralarındaki ilişki ve işbirliğini artırmaya çalışıyorlar, öte yandan, İran gibi bazıları, geçmişte ABD’yi “büyük şeytan” sayarken, şimdi onunla uzlaşmanın yollarını arıyorlar.

Bölgede yaşanan değişimleri, altüst oluşları, globalleşme sürecinin yansımaları olarak gören Partimiz, bu sürecin Kürt halkının özgürlük mücadelesinden yana sonuçlar yaratmasının, her parçadaki ulusal demokratik hareketin örgütlülük derecesine ve izlenecek politikaların doğruluğuna bağlı olduğu inancındadır. Her parçadaki yurtsever güçler, ülkemizin özgürleşme sürecini hızlandırmak için, gelişmeler karşısında hazırlıklı olmalı, kendi aralarında birlik sağlamalıdır.

Kopenhag Siyasi Kriterleri tam olarak yerine getirilmeden
Türkiye’ye tarih verilmemeli

Türkiye’nin AB üyeliği macerası son üç yılda da bu ülkenin ana gündem maddesini oluşturdu. Türkiye sözde, Helsinki Zirvesi’nde üyelik için önüne konulan ev ödevini yapmak amacıyla, göz boyama türünden bir hayli uyum paketi çıkardı, Anayasa değişiklikleri yaptı. Ama tüm bunlara karşın AB’den üyelik müzakerelerinin başlaması için henüz bir tarih alamadı. Bu da normal bir durumdur.

2002 yılında Kopenhag’da yapılan toplantıda AB, Türkiye’ye kapılarını kapatmamakla birlikte, üyelik görüşmelerine başlama tarihinin verilmesini de Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme şartına bağladı.

Türkiye Kapenhag Kriterleri’ni, özellikle de siyasi olanları yerine getirmede ayak sürüyor. Son iki yıl içinde çıkarılan uyum yasalarına, yapılan Anayasa değişikliklerine rağmen, pratikte atılan hiçbir adım yok. İşkence ve baskıdan el edemeyen değişim karşıtı tutucu güçler, AB üyeliğiyle imtiyazlarını yitirecek olan askerler ve onların hizmetinde olan bir kısım sivil bürokratlar, söz konusu göstermelik değişikliklerin bile hayata geçmesini önlüyorlar.

Türkiye’de işkence ve yargısız infazlar halen devam ediyor. 1960’lı yıllardan bu yana son derece aktif olan, bir dizi komplo ve provokasyonunun arkasındaki el olan Kontrgerilla örgütünün yanı sıra,15 yıl süren kirli savaşın ürünleri olan Köy Korucuları, JİTEM ve Özel Timler de varlıklarını sürdürüyorlar. Ata topraklarından sürülen Kürtlerin köylerine dönmelerine izin verilmiyor, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskılar acımasızca devam ediyor. Halen de yayınlar (özellikle Kürtçe olanları), kitaplar toplatılıyor. Yazarlara, sanatçılara yönelik kovuşturmalar, tutuklamalar eksilmedi. Kürtlerin kendilerini legal alanlarda ifade etmelerini önleyen engel ve yasaklar devam ediyor. Kürt partileri bugün de yasak; programında Kürt sorunundan bahseden legal partiler ise kapatılmayla yüzyüze. “Yerel dillerin” ögrenilmesine, bu dillerle radyo ve televizyonda yayın yapılmasına yönelik çıkartılan kanunlar uygulanmıyor. 20 milyonluk Kürt halkına reva görülen, günde en fazla bir saatlik radyo ve televizyon yayınının önüne, yönetmeliklerle binlerce engel çıkartılıyor. En önemlisi de 12 eylül faşizminin ürünleri olan Anayasa, MGK, DGM, YÖK, RTÜK gibi kurum ve kuruluşların varlıklarını sürdürüyor olması.

Tüm bunlar olurken, Türkiye, yasalarda yapılan bazı göstermelik değişiklikleri abartarak Avrupa’yı aldatmaya çalışıyor. Değişiyor gibi yaparak eski politikalarını sürdürmede usta olan Türkiye’nin bu planları tutmamışa benziyor. Yapılan değişikliklerin ise kağıt üzerinde kaldığı, pratikte uygulanmadığı, 5 Kasım 2003 tarihinde açıklanan AB’nin Türkiye’ye ilişkin “İlerleme Raporu”nda da dile getiriliyor.

Kopenhag Kriterleri’nin tam olarak uygulanması halinde bile Kürt sorununun temelden çözülemeyeceğinin bilincinde olan Partimiz, AB’den, Türkiye’nin bu prensipleri sulandırmadan uygulaması konusunda duyarlı olmasını, Kopenhag Siyasi Kriterleri tam olarak uygulanmadan Türkiye’ye tarih verilmemesini talep eder. AB’den, Kürt sorununu adını koyarak anmasını, bu konuda çifte standarttan vazgeçmesini, sorunun çözümü doğrultusunda adım atması için Türkiye’ye ekonomik ve siyasi baskı yapmasını ister. Günde en fazla bir saatlik Kürtçe radyo ve televizyon yayınını Kürtlerle dalga geçme olarak değerlendiren partimiz, Avrupa kamuoyunda mücadeleye destek bulmak ve Kürt halkının taleplerini AB nezdinde dile getirmek amacıyla yurtsever güçleri ortaklaşa devranmaya çağırır.

Kürt sorunu konusunda AKP’nin ötekilerden farkı yok

3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimler, son 40 yıldan bu yana Türkiye’nin kaderini belirlemede söz sahibi olan partilerin hezimetiyle sonuçlandı. Seçimler sonucunda bu partilerin liderlerinden bir kısmı politika sahnesinden uzaklaştı. Buna karşılık, seçim sonuçları değişimden yana olan, ülkeye demokrasiyi getirecek, Kürt sorununun çözüm yolunu açacak yeni güçleri iktidara taşımadığı gibi, yılların kaşarlanmış CHP’sini de ana muhalefet konumuna yükseltti. Seçimler sonucunda, ülkenin bu duruma düşmesinde pay sahibi olan Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refeh Partisi geleneğinden gelenlerin oluşturduğu bir parti, AKP, tek başına ve ezici bir çoğunluk sağlayarak iktidara geldi. Halk yığınlarını ilelebet güdülecek sürü olarak görenlerin, Kürt muhalefetinin meclise yansımasını engellemek amacıyla konulan ve kendilerinin de uzun bir dönem onayladıkları yüzde 10 barajına takılmaları ve böylece bir kısım kemalist nitelikli ve düzen yanlısı partilerin defterinin kitleler tarafından dürülmesi ise tarihin bir ironisidir ve elbette olumludur.

AKP’nin ise ilkeli ve tutarlı bir politika yürütmesi, ülkeyi değişim yoluna sokacak adımlar atması beklenemez. Ne AKP’nin dünya görüşü ve programı buna müsaittir ne de AKP dönüşümü ve değişimi sağlayacak nitelikte kadro ve bilgi birikimine sahiptir. İslami bir tabana dayanan AKP’nin, tüm kurum ve kuruluşlarıyla demokrasiyi yerleştirme, insan haklarına saygılı bir yapı oluşturma, Kürtlerin en temel haklarını tanıma diye bir sorunu yok. O, demokrasi ve insan haklarını, kendisini tutucu asker-sivil bürokratların, kemalistlerin saldırılarından koruyup itidarını güvence altına alacak kadar, yani kendisine gerekli olduğu kadarıyla istiyor.

Geçmişte kemalistlerin, değişim karşıtı asker ve sivil bürokratların gözünde irticai güç olarak görülenler, laikliği ortadan kaldırıp İran benzeri bir hükümet kurmak istemekle suçlananlar, AB’ye üyeliği bir kurtuluş kapısı olarak görüyorlar. AKP, itidarını garanti altına almak, ordudan ve kemalistlerden gelen şeriatçı suçlamalarını bertaraf etmek için AB üyeliğini arzuluyor, bu amaçla geçmiş hükümetlerden daha fazla çaba sarfediyor; AB’ye uyum yasalarıyla askerlerin etkinliğini sınırlamak, MGK’nın yapısını değiştirmek istiyor. Bu her şeye rağmen olumludur.

AKP’nin bu çabaları, derin devletin asker-sivil bürokratlarıyla arasında gerginlik yaratıyor. İmtiyazlarını, devlet çarkı üzerindeki belirleyici etkilerini kaybetmek istemeyen tutucu güçler, AKP’nin AB’ye üye olmak amacıyla yapmak istediği değişikliklere karşı direniyorlar, YÖK gerginliği sırasında olduğu gibi “ordu göreve” diyerek askeri darbe kışkırtıcılığı bile yapıyorlar. AKP iktidarı ise bu direnişleri kırmak için kararlı ve ilkeli bir tavır sergileyemiyor; atılan naralar, kışkırtılan şoven duygular karşısında geri adım atıyor; vatan, millet, sakarya nutukları eşliğinde düzene ayak uyduruyor.

AKP iktidarının, giderek ağırlaşan ve ülkenin öteki tüm sorunlarını derinden etkileyen Kürt sorununu çözme, bu amaçla çağdaş ve cesur bir program ortaya koyup köklü adımlar atma diye bir derdi yok. Aksine o da bu konuda geçmişte -ve hala da- kanlı bıçaklı olduğu kemalistlerden pek farklı düşünmüyor.

AKP hükümeti Kemalistlerin, sivil-asker bürokratların tepkisini çekmeme adına, 15 yıllık kirli savaşın ürünleri olan köy koruculuğu, JİTEM, Özel Tim gibi kurumları ortadan kaldırmak için parmağını dahi oynatmıyor. Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakları kaldırmak, okullarda Kürtçe eğitim verilmesini sağlamak amacıyla gerekli adımları atma yerine, AB’nin gözünü boyamak amacıyla 20 milyonluk bir halka radyo ve televizyonda günde en fazla bir saatlik yayını, şart ve şurta bağlayarak reva görüyor, Hazırladığı yönetmeliklerle Kürtçe kursların önüne sırat köprüsünden de zor olan engeller çıkartıyor. İstisnasız herkesin yararlanabileceği bir genel af yerine, “Topluma Kazandırma Yasası” adı altında, insanlara teslimiyeti, pişmanlığı dayatıyor.

AKP Hükümeti’nin, 15 Kasım 2003 günü, İstanbul’da iki sinagoga yapılan bombalı saldırı ve akabinde İngiltere Konsolosloğu ile bir İngiliz bankasına yapılan benzeri saldırılara karşı aldığı tutum da, onun Kürt sorunu konusunda, eski hükümetlerden farklı düşünmediğini ortaya koyuyor. Hükümet sözcüsü, saldırılar sonrası yaptığı açıklamada, Avrupa ülkelerini, Türkiye’yi teröre karşı mücadelede yalnız bırakmakla, “teröristleri” desteklemekle suçladı, onları Türkiye’yi anlamaya çağırdı. Bu, Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesini “terör” olarak gösteren resmi politikanın devam ettirilmesi demektir; derin ve derin olmayanıyla devletin, Kürt halkına uyguladığı  terörü aklama çabasıdır; son 15 yılda 4 binden fazla Kürt köyünün yerle bir edilmesinin, milyonlarca Kürdün yerinden yurdundan edilip sürgüne gönderilmesinin, binlerce Kürt aydını, politikacısı, gazetecisi ve işadamının sokak ortasında veya kaçırılarak öldürülmesinden sorumlu olan Kontrgerilla, JİTEM, Özel Tim ve uşaklarının yaptıklarını onaylamadır.

Sinagoglara yapılan saldırılar sonrası hemen harekete geçen sertlik yanlısı, ırkçı şoven güçler, saldırıların devam edeceğini dile getirerek güvenlik önlemlerinin arttırılmasını, güvenlik güçlerinin “ellerini bağlayan prangalardan” kurtarılması gerektiğini, AB’ye üyeliğin bir kenara bırakılarak ülke güvenliğinin ön plana alınmasını, sıkıyönetim ilan edilmesini talep ettiler. AKP Hükümeti de her zaman olduğu gibi bu kez de, tehditlerden ürktü, daha önce güdük de olsa yapılan bazı reformlardan geri adım attı. Çıkartılan MGK yasasıyla askerlerin kısıtlanan bazı hakları, yasanın uygulanması için çıkartılan tüzük ve yönetmelikle tekrar kendilerine iade edildi.

Bununla da yetinmeyen AKP Hükümeti, insanlık dışı, kanlı saldırıları nalıncı keseri gibi kendine yontarak ondan faydalanmak istiyor. Terör Avrupa kapılarına kadar dayandı diyerek AB’yi ürkütmeye çalışıyor; terörün Avrupa’ya sıçramasını önlemek için, müslüman ülkeler içinde “tek laik ülke” olan Türkiye’nin desteklenmesi gerektiğini, bunun yolunun da Kopenhag Kriterleri konusunda ince eleyip sık dokumayı, Kıbrıs sorununda çözüm istemeyi bir yana bırakarak Türkiye’nin bir an önce birliğin içine alınması olduğunu söylüyor.

Oysa terörü önlemenin yolu, devlet terörünü sistemleştirmek, bu terör karşısında sessiz kalıp onaylamak, kısıtlı olan hak ve özgürlükleri rafa kaldırıp, işkence ve baskıyı arttırmak değil. Aksine “ülke bölünüp parçalanır” korkusunu bir kenara bırakıp halk yığınlarını kelepçelerden kurtarmak, ülkede demokrasiyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleştirmek, insan haklarına saygılı, eşit ve paylaşımcı bir yapı oluşturmakla önlenir terör. Ne yazık ki Türkiye’nin görünür ve gizli yöneticilerinde ne böylesine çağdaş, cesur ve değişimci bir ruh var, ne de değişimden yana olan güçler yeterince örgütlü.

Kürt sorununun çözümü sınır ötesi maceralarda değil,
Türkiye’nin kendi sınırları içindedir

TC yöneticilerinin Kürtlere olan düşmanlığı sadece Türkiye Kürtleriyle sınırlı değil. Ayda bile olsa Kürtlerin en küçük bir kazanımı karşısında deli divane olan Türk yöneticileri, bu düşmanlıklarını gizleme gereği bile duymuyorlar.

Kürdistan ulusal demokratik mücadelesini bastırmak için askeri ve siyasi paktlar oluşturan, öteki sömürgeci devletler İran, Irak ve Suriye ile her türlü ilişkiyi kuran Türk yöneticilerindeki Kürt düşmanlığı, özellikle son Irak savaşından sonra tam bir çılgınlığa dönüştü.

1992 yılında, İkinci Körfez Savaşı sonrası Güney Kürdistan’da kurulan Kürdistan Parlamentosu ve hükümetini hazmedemiyen Türk devletinin, bu yeni ve körpe oluşumu ortadan kaldırmak için her türlü yola başvurduğu, örgütler arasında nifak tohumları ektiği, bölgede yaşayan bazı Türkmenleri koçbaşı olarak kullanmak amacıyla örgütlediği, gizli-açık askeri operasyonlar yaptığı, PKK’nin bölgedeki varlığını bahane ederek Güney Kürdistan topraklarına defelarca girdiği, havadan ve karadan bombaladığı, onlarca yerleşim birimini yerle bir ettiği biliniyor.

Türk devletinin sözcüleri, Irak’ta BM’nin ilan ettiği, Irak uçaklarının uçuşuna yasaklanan bölgeyi korumakla görevlendirilen “Çekiç Güç”e üs vermiş olmayı, Güneyli Kürtlerin başına kakıyorlar. “Nankör olmayın, bizim korumamız olmasaydı Saddam sizi yok ederdi” diyerek Kürtlerden, “akıllı olmalarını”, Türk devletinin çıkarlarına aykırı uygulamalardan uzak durmalarını istiyorlar. Kürtler, gönüllerine uygun davranmayınca da, “Saddam bize sizi ortadan kaldırmak için işbirliği önerdi ama biz kabul etmedik” diyor; böylece “keşke kabul etseydik diye” de hayıflanıyorlar.

Bir avuç namuslu, dürüst aydın ve yazarın dışında, sağcısından sözde solcusuna, islamcısına, laik ve kemalistine kadar herkes, Güney Kürdistan’daki gelişmelerden aynı kaygıyı duyuyor, bu parçada oluşturulan demokratik yapıyı küçümsemek ve aşağılamak için her türlü karalamaya başvuruyor, ömürlerini halkının özgürlük mücadelesine adamış, bu uğurda her türlü fedakarlığa katlanmış parti liderlerini “aşiret reisleri”, “savaş ağaları” olarak niteliyorlar. Türk hükümeti, küçümsediği, karaladığı Kürt liderleri ve yöneticileri, Irak Gecici Konseyi Başkanı ve heyet üyeleri olarak kabul etmek zorunda kaldığında da, bunlara en düşük düzeyde karşılama protokolu uygulayarak uluslararası kuralları ayaklar altına almaktan çekinmiyor. Hakkını isteyen ve bu amaçla gösteri yapan memuru, işçiyi, öğrenciyi acımasızca coplayıp dağıtan Türk polisi, sağcısı ve sözde solcusuyla Kürt düşmanı güçlerin Kürt liderlerine karşı yaptıkları izinsiz eylemlere tam bir özgürlük tanıyor, eylemcileri kışkırtarak Kürt liderlere gözdağı vermek istiyor.

ABD ve müttefiklerinin Irak’a müdahelesi öncesinde, bu ülkeyle, alacağı maddi yardım ve Kürt halkının geleceği ve iradesi üzerine çirkin pazarlıklar yapan Türk devleti, savaşta kaçırdığı trene yeniden binmek için çıkardığı ikinci tezkereyle de amacına ulaşamadı. ABD, bir kısım Türkmenler de dahil, Iraklı tüm güçlerin Türk ordusunun Irak’a gelmesine karşı gösterdikleri direnci dikkate alarak, Türkleri Irak’a davet etmekten vazgeçti. Ama Türk devleti Güney Kürdistan’a yönelik planlarından vazgeçmiş değil. Kürtlerin kendi topraklarında kendi yönetimlerini oluşturmalarını, huzur ve güveni sağlamalarını hazmedemeyen Türk devleti, Irak’ın diğer yerlerine oranla oldukça sakin ve güvenlikli olan Güney Kürdistan’da karışıklıklar çıkartıyor. Bu iş için orada bulunan özel askeri güçlerini, örgütlediği bir kısım Türkmenleri kullanıyor. Birkaç gün önce, failleri olarak 4 Türkün tutuklandığı, YNK ve PDK’nin Kerkük bürolarına yapılan bombalı saldırının, Türk devletinin son marifeti olduğuna kuşku yok.

Türk devleti bununla da yetinmiyor. KADEK’in yeni adıyla KGK’nin bölgedeki varlığını bahane ederek, Kuzey Kürtlerini ABD ve Güney Kürtleriyle karşı karşıya getirmek istiyor.  ABD’ye, “Terörist olarak gördüğün KADEK’i ya ortadan kaldır ya da ortadan kaldırmak için bize yardımcı ol, KADEK bölgede kaldığı müddetçe, bölgedeki askeri varlığımızı kabul et; suikast, bombalama, saldırı gibi eylemlerimize göz yum” diyor.

Oysa sorunların çözümü Qandil dağlarında değil. Bizzat bu ülkenin içinde, İstanbul’da, Ankara, İzmir, Adana’da, Dersim, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de. Çözüm demokraside, insan haklarının eksiksiz uygulanmasında, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını tanımada, militarist çarkı dağıtıp yerine barışçıl ve uygar bir yapı oluşturmada.

Ama bunları ne geçmişin düzen partileri gerçekleştirdi, ne de iktidarını korumak için sertlik yanlılarının, derin devletin asker ve sivil brokratlarının, kemalistlerin saldırıları karşısında sinen, onların dümen suyuna giren ve gönüllü olarak düzenin bir parçası haline gelen AKP iktidarı gerçekleştirebilir.

Bunları gerçekleştirecek olanlar, Türk ve Kürt halklarının değişimden yana olan, devrimci ve demokrat güçleridir, emekçi yığınlardır, çağının bilincine varmış dürüst ve yürekli aydınlardır. Türkiye’ye demokrasiyi getirecek, Kürt halkına eşit haklar tanıyan yapıyı oluşturacak olan güçler, tarihin labirentlerinde kalanlarla, tarihin çarkını geri çevirmek isteyenler değil, değişimden yana olan zinde güçlerdir.

Partimiz, bu güçleri, Türkiye’ye Demokrasi, Kürdistan’a Federasyon mücadelesinde el ele vermeye çağırır.

İmralı Konsepti Kürtleri pasifize etmeye yönelik

Abdullah Öcalan’ın yakalanıp İmralı adasına getirilmesiyle birlikte Kürt ulusal demokratik hareketinde ortaya çıkan yeni durum, içinde olumlu ve olumsuz öğeleri taşıyarak devam ediyor.

Türkiye’nin gerçek yöneticileri olan derin devletin asker-sivil bürokratlarınca hazırlanan ve Abdullah Öcalan vasıtasıyla ve lideri olduğu örgüt eliyle uygulamaya konulan İmralı konsepti uyarınca, Kürtleri pasifize edip teslim alma, ulusal demokratik mücadelenin hedefini şaşırtma, zihinlerde karmaşa yaratma çabaları tüm hızıyla sürüyor.

Türk yöneticileri, PKK eliyle terörize ettikleri Kürt ulusal hareketinin içini, KADEK veya yeni adıyla KGK eliyle boşaltmak istiyor. İçi boş “demokratik cumhuriyet”, “Türkiye üst kimliği çerçevesinde demokratik özgür birlik” gibi teranelerle, halkın bilincini bulandırmaya çalışan İmralı konseptinin uygulayıcıları, bu içi boş ve kof söylemlere karşı çıkanları da “barış karşıtı, savaş taraftarları” olarak karalamaktan geri durmuyorlar; teslimiyeti “barış” diye lanse etmekle, bu yüce kavramın içini boşaltıyorlar.

Otonomi, federasyon, bağımsız devlet gibi çözüm önerilerini dar milliyetçi, aşiret reisleri ve feodallerin çözümü olarak niteleyen Abdullah Öcalan ve onun peşinden gidenler, bu kavramlarla birlikte, içini boşaltarak önerdikleri “özgür ve gönüllü birlik” gibi kavramları da kirletiyorlar. Kürt halkıyla ilgili ne kadar kurum, değer ve kavram varsa içini boşaltmayı kendine görev edinen Öcalan ve yönetimindeki örgütü, Türkiye’ye karşı ateşkes ilan ederken, Genel Kurmay’ın uygun gördüğü biçimde, askeri güçlerini Güney Kürdistan’a çekerek orada gerginliklere ve çatışmalara neden oluyor.

KADEK’in, yeni adıyla KGK’nin yöneticileri, defalarca bir genel af çıkması halinde silahları tümden bırakıp tamamiyle “demokatik cumhuriyet”in hizmetine gireceklerini açıklamalarına rağmen, devlet genel af çıkarmayıp, KADEK’in silahlı güçleriyle birlikte Güney Kürdistan’da kalmasını istiyor. Devletin amacı belli: Abdullah Öcalan yönetimindeki KADEK ve gerillaları eliyle, Kuzey Kürdistan’daki hareketi kontrol altında tutmak, diğer yurtsever örgütleri baskı altına almak, ulusal demokratik hareketin gelişip güçlenmesini önlemek, KADEK’in bölgedeki varlığını bahane ederek Güney Kürdistan’a müdahale etmek.

Devletin planları bu kadar açıkken, Türkiye’nin sınırları üstüne titreyip üniter devleti savunan, Türkiye’ye karşı ateşkes ilan edip, şiddetin sorunu çözmediğini, aksine ağırlaştırdığını belirten KADEK’e düşen, silahlarını bugüne kadar zarar verdikleri Güneyli Kürtlere teslim edip oradaki sivil yaşama katılmaktır.

Çözümün biçimi demokratik federasyon

Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte daha da önem kazanan legal mücadele ve bu mücadeleye uygun örgütler oluşturma, gündemdeki ağırlığını koruyor. Bu alanda yapılan çalışmalar yeni ve gerektiği kadar güçlü olmamasına karşın, olumlu ve gelecek için umut vericidir. Devletin dayattığı teslimiyet politikasını kabul etmeyip ulusal demokratik temelde legal mücadeleyi sürdürmeye kararlı olan güçler, devlet terörünün yanı  sıra bir de KADEK’in baskı ve fiili saldırılarıyla yüz yüzeler. Ayrıca bu güçler, kamuoyunu aydınlatacak, onlara gerçekleri anlatıp bilinçlendirecek yeterli araçlardan da yoksunlar.

Partimiz, İmralı konseptini reddeden, Kürtlerin ulusal demokratik talep ve değerlerine sahip çıkan ve bu temelde özgürlük, demokrasi için mücadele eden Kürt örgütlerini, kişi ve kurumlarını, oluşturulan legal kurumlara sahip çıkmaya; birlikte, legal, yeni, çok sesli ve çok renkli kurumlar oluşturmaya çağırır.

Kuzey Kürdistan’da, Kürt sorununun çözümünü Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkının tanınmasında gören ve bu hakkın federasyon biçiminde kullanılmasını öneren Partimiz, içi boş “demokratik cumhuriyet”, “Türkiye üst kimliği çerçevesinde demokratik ve özgür birlik” gibi formülasyonları kabul etmeyen Kürt partilerini, ulusal demokratik mücadeleyi yükseltmeye, aralarındaki işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmeye, PNK-Bakûr (Kürdistan Ulusal Platformu) ve Avrupa Kürt Platformu-PLATFORM gibi örgütlenmeleri güçlendirmeye çağırır.

Zafer er ya da geç, zalimlerin, zorba ve diktatörlerle onların değirmenine su taşıyanların değil, ulusal demokratik haklarını elde etmek için her türlü fedakarlığa katlanan, bu uğurda kararlı biçimde mücadele eden Kürt halkının ve onun yurtsever güçlerinin olacaktır.

Aralık 2003

 
PSK Bulten © 2003