“Türküm, doğruyum, çalışkanım!..”
Kemal
Burkay
Sevgili okurlar, zaman zaman elim bir şey yazmaya varmıyor. Bazan
aynı şeyleri onlarca kez yazdığımı
düşünüyorum.. Bazan yazdıklarımın
ne işe yaradığını düşünüyorum..
Onlar kaç kişinin eline ulaşıyor? Özellikle de bizim gibi geri
kalmış ülkeler insanlarının belki
yüzde 99’unun, belki fazlasının, bir televizyon
seyircisi kolaylığına kapıldığı
bir ortamda ve zamanda… Üstelik televizyonlar hep yalan
söylerken...
Benim bu küçük flütüm ne denli etkili olur, nice ekran ve borazanla toplumun
gözlerinin ve kulaklarının bir yalan bombardımanına
tabi tutulduğu bir ülkede?.. Bir ülkede ki büyükler
küçüklere, devlet halka habire yalan söylüyorsa?.. Okullarda,
üniversitelerde ve tapınaklarda habire yalan söyleniyorsa?..
Düşünün, ilköğrenim okullarında her sabah çocuklara bir ant okutuyorlar:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım!..”
diye başlayan, “yasam büyüklerimi saymak, küçüklerimi
korumak…” diye devam eden ve “varlığım
Türk varlığına armağan olsun!” diye
biten bir ant… Bizim çocukluğumuzda da vardı
bu. Yani yarım yüzyıldan fazladır okutulur
bu dört başı mamur ırkçılık
andı.
Bari içinde ufacık, bir parçacık doğruluk payı olsa!
Yalan, andın daha ilk kelimesiyle başlıyor: “Türküm…”
Bu andı, bu ülkede nüfusları yirmi milyonu aşan Kürtler de, Arabı,
Rumu, Ermenisi, Gürcüsü, Lazı, Çerkezi, Pomağı,
Arnavudu, Çingenesi vs. ile tüm halklar da okuyor..
Yani ant diğer kimlikleri yok sayan, yok etmeye
yönelik bir koşullandırma, beyin yıkama
aracı.
Yalan dizisi bir başka kelimeyle devam ediyor: “Doğruyum…”
Oysa “doğru” kişi, en başta, Türk olmadığı
halde “Türküm” demez ve böyle bir yalanı insanlara
yasa ve sopa zoruyla dedirtmez. Yıllar yılıdır
bu yalan çocuklara devlet zoruyla, okullar eliyle söyletiliyor.
Yıllar yılıdır bu ülkede devlet,
yöneticileri, siyasi parti liderleri, üniversite profesörleri,
yasaları ve yasa uygulayıcılarıyla,
salt Türkiye sınırları içinde sayısı
20 milyonu aşan koca bir ulusu yok sayıyor,
inkar ediyor.
Ya tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden ve üzerinden daha bir yüzyıl
bile geçmeyen, yani bugün hala canlı tanıklarına
bile rastlanabilen şu Ermeni soykırımı
olayı? Milli Eğitim Bakanlığı’nın
girişimiyle şimdi böyle bir soykırımın
yaşanmadığına ilişkin bir kampanya
açılmış bulunuyor. Bu konu tüm okullarda
ders olarak okutulmak isteniyor. Belki de bu uygulama
başladı bile. Aynı doğrultuda radyo
ve televizyonlarda programlar yapılıyor, üstelik
Ermeniler soykırımla suçlanıyor! Kimi
neye inandıracaklarsa?.
Doğru söyleyen böyle mi yapar? En basiti, nereye gitti 1915 yılında
bu ülkede yaşayan 2 milyon Ermeni? Canları
sıkıldı da, bir sabah cümbür cemaat,
kendi gönülleriyle yurtlarını bırakıp
göçüp gittiler mi? Bir bölümü mezara, bir bölümü sınır
ötelerine?..
“Doğru” kişi, bir halka, ve aynı zamanda insanlığa
karşı işlenmiş bu cürüm karşısında
dünyanın gözünün içine baka baka böyle mi der?
Öte yandan, bu ülkeyi yönetenler başka konularda ne kadar doğru söylüyorlar?
Örneğin bu ülkenin en büyük üniversitelerinden
birinin ünlü rektörünün bir hırsız olduğu,
yabancı bilim adamlarının eserlerini
aşırıp kendi adıyla yayınlattığı,
basında o kadar yazıldı, söylendi, kanıtlar
gösterildi; ama sonuç ne? Adam yine işinin başında,
yine Atatürkçülük üzerine nutuklar atıyor, sözde
bölücülük ve irtica ile savaşıyor..
Bu arsız yalancılar, hırsızlar Atatürkçülüğü de, milliyetçilik
ve vatanseverliği de kendilerine iyi bir kalkan
yapmışlar..
Ya sahibinin sesi şu boyalı basın?
Bu basın, bir bölümü şu anda emekli olan generallerin düzmece andıçlarıyla
ülkenin zaten az sayıdaki demokrat gazetecilerini,
rejime eleştiri yönelten siyasi kişileri,
insan haklarını savunan İHD gibi kurumları
PKK’dan para alma ve benzer şeylerle suçladılar,
bile bile iftiraya araç ve tetikçi oldular.
Bu basın, daha bir–iki ay öncesi, Irak savaşıyla ilgili olarak
iç ve dış kamuoyunu akıl almaz bir yalan
bombardımanına tabi tuttu. Savaş başlarsa,
yizbinlerce, hatta milyonlarca Iraklı Kürt güya
Türkiye sınırlarına akın edecekti,
binlerce PKK gerillası da birlikte! Kürtler Türkmenleri
katledecekti! Türkiye belki 40, belki 100 milyar dolar
zarar edecekti! Ve daha neler neler!..
Bu baylar, politikacısı, köşe yazarı, askeri-sivili, emekli
generali, hikmeti kendinden menkul nice uzmanı,
profu-doçenti ile, bu yalanlarla toplumu sersemlettiler,
Kürt halkına yönelik akıl almaz bir kışkırtıcılık
yaptılar, hakaretler yağdırdılar.
Sonuç ne oldu? Dediklerinin bir teki bile çıktı
mı? Sınıra tek mülteci bile geldi mi?
Türkmenlere herhangi bir kötülük oldu mu?
Peki uzman diye, yorumcu diye, devlet adamı ve
politikacı diye, günler ve aylar boyu onca zırvayı,
yalanı sıralıyanlar şimdi ne diyorlar?..
Bir teki bile ağzını açıp yanıldığını
söyledi mi? Kürtleri bir yana bırakın, bizzat
Türk kamuoyundan özür diledi mi?
Acaba bu ülkedeki kadar çok yalan söylenen başka bir ülke var mı?.
Gelelim maruf üçlünün üçüncü kelimesine: “Çalışkanım…”
Türkler ne kadar çalışkan? Besbelli her ülkede tembeller ve çalışkanlar
vardır. Ama bazı uluslar, ya da bazı
ülkelerin insanları daha çalışkan olabilir.
Örneğin Almanlar çalışkan bir halk olarak
bilinir ve öyledir de. İkinci Dünya Savaşı’nda
yıkılmış ülkelerini kısa zamanda
onardılar, yaralarını sardılar ve
hızla Avrupa’nın en güçlü ekonomisi haline
geldiler.
Ama Türkiye’de insanların bu derece çalışkan
oldukları, ya da çalışkanlığın
bir ulusal özellik olduğu söylenebilir mi? Söylenirse
bu bir palavra olur. Aksine, Türkiye’yi yalnız
Almanya ile değil, öteki Avrupa ülkeleriyle, Amarika
ile, Japonya ile, hatta Çin’le karşılaştırdığınız
zaman çalışkan sıfatı bu ülke insanlarının
çoğu için boş laftan öteye gitmiyor.
Çünkü çalışkanlık aslında bir sistem meselesi. Türkiye’de
sistem ekonomik olarak geri. Gerekli çağdaş
üretim mekanizmalarını oluşturamamış.
Bu nedenle işsizlik yaygın, iş verimliliği
düşük, ulusal gelir de ona uygun olarak Avrupa’nın
en düşüğü. Bunun tarihsel ve toplumsal nedenleri
tartışılır elbet. Böyle bir toplum
çalışkanlığı değil tembelliği,
yaratıcılığı ve hak etmeyi
değil rüşveti, köşe dönmeyi, vurgunu,
hırsızlığı üretir. Nitekim
Türkiye’de böyledir. Burası tembeli, iş sevmeyeni,
kahvede veya evde pinekleyeni bol bir ülke..
Ama eğer çalışkanlık ve tembelliğin
nedenlerini ulusal karakterde, genlerde veya gelenekte
ararsanız, bunda da bu andı düzenleyen ve
kanun zoruyla okutan baylarımız fena halde
kaybederler.. Çünkü Türklerin, geçmişte bahse değer
herhangi bir uygarlığa sahne olmamış
Orta Asya steplerinde başlayan serüvenleri, birçok
Orta Asya halkınınki gibi, bir yandan Çin’e,
bir yandan Batı’ya yönelik bir akıncı
serüvenidir. Akıncı ise kendisi üretmez, başkasının
ürettiğine el koyar; bu arada üretim güçlerini
geliştirmez, olsa olsa yıkar geçer…
Moğollar, Tatarlar, Hunlar böyle yapmadılar mı? Aynı şeyi
Selçuklular ve Osmanlılar da yapmadı mı
dostlar?.
Demek ki çalışkanlık iddiasının da gerçekle bir ilgisi
yok.
Ya ikinci sırada gelen söylem: “Yasam büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumak…”
Öncelikle “küçükleri korumak”tan başlayalım. Herkes çocukluğunda
bu andı okuduğuna göre, büyüyünce herhalde
küçükleri de korumaktadır diye düşünür insan.
Gerçekler böyle midir?
Bu ülkede büyük kentlerin sokaklarında selpak satarak, otomobil camı
silerek, ayakkabı boyayarak yaşam kavgası
veren, ya da yoksul aile bütçesine katkı sunan
8–10 yaşında bebeler nasıl bir koruma
altındalar? Ya tümüyle kimsesiz, ya da sokağa
atılmış, yankesicisi ve tinercisiyle
binlerce çocuk?..
Ya sokak çocuklarına yardım toplamak için sokakta dansettikleri için
polis tarafından alınıp götürülen, kullandıkları
renkli kartonlar nedeniyle bölücülükle suçlanan 11–12
yaşındaki kız çocukları?..
Ya, izinsiz bir gösteriye de değil, izinli 1 Mayıs
yürüyüşüne katıldıkları için gizli
polis tarafından okul müdürünün odasına çağrılıp
orada sıkıştırılan, tehdit
edilen, polisle işbirliğine, yani ajanlığa
zorlanan 13–14 yaşında öğrenciler?..
Ya duvarlara yazı ve slogan yazdıkları için karakola çekilip,
gizli örgüt üyeliği ile suçlanıp, günlerce
işkence edilip sonra da ağır cezalara
mahkum edilen liseli kızlar, oğlanlar?..
Ya kanun zoruyla her allahın günü “Türküm, doğruyum çalışkanım”
demekten belki sıkılıp, belki de şaşırıp,
bir sabah da “Kürdüm, doğruyum, çalışkanım”
diyen 11 yaşındaki Kürt kızının
ve ailesinin başına gelenler?.. (Gazetelerin
yazdığına göre bu küçücük kız hemen
Müdür odasına sürüklenmiş. Müdür, öteki öğretmenlerin
de hazır bulunduğu bir infaz merasimi eşliğinde
bağırıp çağırmış,
küçük kızı hırpalamış, elindeki
bir sopayı kıza göstererek, “bunu sana sokarım!”
demiş, ardından da aynı marşı,
aslına uygun olarak “Türküm, doğruyum, çalışkanım…”
diye bir daha okutmuş; böylece vatanı ve milleti
bölünmekten, milli duyguları zayıflatılmaktan
kurtarmış!.. Sonra küçük kız polis eşliğinde
savcılığa verilmiş, sorgulanmış,
bununla yetinilmeyip ailesi suçlu bulunarak mahkemeye
verilmiş!..)
Bu da herhalde küçükleri korumanın emsalsiz bir örneği!
“Büyüklere saygı”ya gelince.. “Bu iyi bir gelenek…” diyecektim ama, aklıma
başka şeyler takıldı. Öncelikle
“büyükler” kimdir? Örneğin ülkenin ünlü, değerli
sanatçıları, yazarları, düşünürleri,
bilim adamları –ya da kadınları- mı?
Ama bu ülkede onların hep anaları ağladı;
ödülleri çoğu zaman baskı, koğuşturulma,
yıllar süren mapusluk, bazan işkence, ip ve
kurşun oldu…
Yoksa kast edilen yaşlılar, ya da aile büyükleri, anne-babalar, amcalar-teyzeler
mi? Onlara da yaşlı insanlara da saygı
göstermeli elbet. Ama bir baba, anne, ya da ötekiler,
ya kötü şeyler yapıyorlarsa? Örneğin
baba kumarbazın, alkolistin tekiyse, annesini,
hatta çocuğu da dövüyorsa?.. Ya yalancı, düzenbaz
biriyse, bir işkenceci, tetikçi ise?.. Bir vurguncu,
mafya babasıysa?..
Bir de öteki büyükler, irikıyımlar var: Politikacılar, asker–sivil
bürokratlar, devletliler, ülkenin para babaları,
yani iri koltukları dolduranlar ile kasaları
dolu olanlar… Bunların ne marifetler işlediğini,
halka söyledikleri yalanları, yaptıkları
zulümleri, ortak oldukları soygunları dünya
alem bilir. Susurluk rezaleti bunların dünyasından
bir kesitti.
Böylelerini “saymak” acaba neden gerekli oluyor?..
Örneğin Manisalı çocuklar kendilerine işkence eden, cop sokan
polis “büyüklerine” saygı göstermeli midirler?
Ya bu polisleri bir türlü yasa karşısına
çıkarıp cezalandıramazken işkence
mağduru çocukları hızla yargılayıp
cezalandıran öteki büyüklerine, “değerli kanun
adamları”na?.. Ya söz konusu polisleri koruyan
müdürlere, genel müdürlere, içişleri bakanlarına?..
Ya başkasının kitabını Türkçeye çevirip kendi eseri
diye yayınlayan profesöre, üniversite rektörüne?..
Diyarbakırlı 11 yaşındaki Kürt kız da herhalde, kendisini
cop sokmakla tehdit eden “büyüklerine”, okul öğretmeni
veya müdürlerine bu saygıyı göstermek zorundadır,
değil mi?
Tabi banka soyup batıran, hazineyi soyan, ülke halkının bir bölümüne
savaş ilan edip köyünü kasabasını yakıp
yıkan, vatandaşını binlerle kıran
ve milyonla süren büyüklere de saygıda kusur etmemek
gerekir, değil mi?.
Demek ki sevgili okurlar, bu küçükleri koruma iddiası büyüklerin bir yalanı
olduğu gibi, büyüklere saygı da döven, söven,
işkence eden, soyan, öldüren ve ülkenin cümle küçük
ve zayıflarının anasını ağlatan
bu ülkenin “büyükleri”nin bir kendilerini savunma, küçükleri
ve zayıfları koşullandırma sloganıdır.
Demek ki öncelikle saygıya layık olanı ve olmayanı ayırmak
gerekir. Büyüklük ne sadece yaşça büyük olmaktır,
ne de büyük koltukta oturmak, şişkin cüzdanlara
ve dolu kasalara sahip olmaktır. Böylesi zorba,
yalancı, soyguncu alçaklara büyük demek ve saygı
duymak için bir neden yoktur.
Ya andın sonundaki ifade: “Varlığım Türk varlığına
armağan olsun!”
Bu da belki dünyada bir eşi ve benzeri olmayan, yirmi dört ayar ırkçılık
değil mi? Bu ülkede Türkten başka kimse yok
mu? Örneğin bu ülkedeki milyonlarca Kürt çocuğu,
onların yanı sıra Rumlar, Ermeniler,
Araplar, Yahudiler, Arnavutlar, Çerkezler, Lazlar ve
tüm ötekiler neden okullarda böylesine bir yemin etmek
zorunda kalsınlar? Bu, insanları aşağılamak,
onurlarını kırmak değil mi?
Hangi uygar ülkede böyle bir ant okunmaktadır
ve okunabilir? Örneğin herhangi bir Avrupa Birliği
ülkesinde böyle bir şey olabilir mi? Bir Alman
okulundaki Türk çocuklarına, hatta bizzat Almanların
kendisine, “Almanım, doğruyum, çalışkanım…
Varlığım Alman varlığına
armağan olsun” detirtilse nasıl karşılanırdı?
Almanya ve bütün Avrupa ayağa kalkmaz mıydı?
Ya Yunanlılar Batı Trakya Türklerine buna
benzer, “Varlığım Grek varlığına
armağan olsun!” biçimindeki bir andı okutsalar?..
Belli ki bu ülkeyi yönetenler ırkçılık ve şovenizm babındaki
dünya rekorlarını çoktan kırmışlar.
Onlar her ileri düşünceyi yasakladılar, her
çağdaş kafayı ezmek, sürmek, yok etmek
için çırpındılar, ülkenin düşünce
hayatını çoraklaştırdılar ve
geriye bu zehirli otlar kaldı.
Bu kadar ırkçı, bu kadar şoven kafalarda, böylesi zorba bir çarkın
içinde ve bu önyargılarla şekillenmiş
olanlarda ne mantık arayın, ne de adalet duygusu
ve hümanizm.
Bu kafalar da bu çağdışı, iğrenç rejim de, kendi haline
kalsa zor değişir, zor!