PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

“Türküm, doğruyum, çalışkanım!..”

Kemal Burkay

Sevgili okurlar, zaman zaman elim bir şey yazmaya varmıyor. Bazan aynı şeyleri onlarca kez yazdığımı düşünüyorum.. Bazan yazdıklarımın ne işe yaradığını düşünüyorum..

Onlar kaç kişinin eline ulaşıyor? Özellikle de bizim gibi geri kalmış ülkeler insanlarının belki yüzde 99’unun, belki fazlasının, bir televizyon seyircisi kolaylığına kapıldığı bir ortamda ve zamanda… Üstelik televizyonlar hep yalan söylerken...

Benim bu küçük flütüm ne denli etkili olur, nice ekran ve borazanla toplumun gözlerinin ve kulaklarının bir yalan bombardımanına tabi tutulduğu bir ülkede?.. Bir ülkede ki büyükler küçüklere, devlet halka habire yalan söylüyorsa?.. Okullarda, üniversitelerde ve tapınaklarda habire yalan söyleniyorsa?..

Düşünün, ilköğrenim okullarında her sabah çocuklara bir ant okutuyorlar: “Türküm, doğruyum, çalışkanım!..” diye başlayan, “yasam büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumak…” diye devam eden ve “varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diye biten bir ant… Bizim çocukluğumuzda da vardı bu. Yani yarım yüzyıldan fazladır okutulur bu dört başı mamur ırkçılık andı.

Bari içinde ufacık, bir parçacık doğruluk payı olsa!

Yalan, andın daha ilk kelimesiyle başlıyor: “Türküm…”

Bu andı, bu ülkede nüfusları yirmi milyonu aşan Kürtler de, Arabı, Rumu, Ermenisi, Gürcüsü, Lazı, Çerkezi, Pomağı, Arnavudu, Çingenesi vs. ile tüm halklar da okuyor.. Yani ant diğer kimlikleri yok sayan, yok etmeye yönelik bir koşullandırma, beyin yıkama aracı.

Yalan dizisi bir başka kelimeyle devam ediyor: “Doğruyum…”

Oysa “doğru” kişi, en başta, Türk olmadığı halde  “Türküm” demez ve böyle bir yalanı insanlara yasa ve sopa zoruyla dedirtmez. Yıllar yılıdır bu yalan çocuklara devlet zoruyla, okullar eliyle söyletiliyor. Yıllar yılıdır bu ülkede devlet, yöneticileri, siyasi parti liderleri, üniversite profesörleri, yasaları ve yasa uygulayıcılarıyla, salt Türkiye sınırları içinde sayısı 20 milyonu aşan koca bir ulusu yok sayıyor, inkar ediyor.

Ya tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden ve üzerinden daha bir yüzyıl bile geçmeyen, yani bugün hala canlı tanıklarına bile rastlanabilen şu Ermeni soykırımı olayı? Milli Eğitim Bakanlığı’nın girişimiyle şimdi böyle bir soykırımın yaşanmadığına ilişkin bir kampanya açılmış bulunuyor. Bu konu tüm okullarda ders olarak okutulmak isteniyor. Belki de bu uygulama başladı bile. Aynı doğrultuda radyo ve televizyonlarda programlar yapılıyor, üstelik Ermeniler soykırımla suçlanıyor! Kimi neye inandıracaklarsa?.

Doğru söyleyen böyle mi yapar? En basiti, nereye gitti 1915 yılında bu ülkede yaşayan 2 milyon Ermeni? Canları sıkıldı da, bir sabah cümbür cemaat, kendi gönülleriyle yurtlarını bırakıp göçüp gittiler mi? Bir bölümü mezara, bir bölümü sınır ötelerine?..

“Doğru” kişi, bir halka, ve aynı zamanda insanlığa karşı işlenmiş bu cürüm karşısında dünyanın gözünün içine baka baka böyle mi der?

Öte yandan, bu ülkeyi yönetenler başka konularda ne kadar doğru söylüyorlar? Örneğin bu ülkenin en büyük üniversitelerinden birinin ünlü rektörünün bir hırsız olduğu, yabancı bilim adamlarının eserlerini aşırıp kendi adıyla yayınlattığı, basında o kadar yazıldı, söylendi, kanıtlar gösterildi; ama sonuç ne? Adam yine işinin başında, yine Atatürkçülük üzerine nutuklar atıyor, sözde bölücülük ve irtica ile savaşıyor..

Bu arsız yalancılar, hırsızlar Atatürkçülüğü de, milliyetçilik ve vatanseverliği de kendilerine iyi bir kalkan yapmışlar..

Ya sahibinin sesi şu boyalı basın?

Bu basın, bir bölümü şu anda emekli olan generallerin düzmece andıçlarıyla ülkenin zaten az sayıdaki demokrat gazetecilerini, rejime eleştiri yönelten siyasi kişileri, insan haklarını savunan İHD gibi kurumları PKK’dan para alma ve benzer şeylerle suçladılar, bile bile iftiraya araç ve tetikçi oldular.

Bu basın, daha bir–iki ay öncesi, Irak savaşıyla ilgili olarak iç ve dış kamuoyunu akıl almaz bir yalan bombardımanına tabi tuttu. Savaş başlarsa, yizbinlerce, hatta milyonlarca Iraklı Kürt güya Türkiye sınırlarına akın edecekti, binlerce PKK gerillası da birlikte! Kürtler Türkmenleri katledecekti! Türkiye belki 40, belki 100 milyar dolar zarar edecekti! Ve daha neler neler!..

Bu baylar, politikacısı, köşe yazarı, askeri-sivili, emekli generali, hikmeti kendinden menkul nice uzmanı, profu-doçenti ile, bu yalanlarla toplumu sersemlettiler, Kürt halkına yönelik akıl almaz bir kışkırtıcılık yaptılar, hakaretler yağdırdılar. Sonuç ne oldu? Dediklerinin bir teki bile çıktı mı? Sınıra tek mülteci bile geldi mi? Türkmenlere herhangi bir kötülük oldu mu?

Peki uzman diye, yorumcu diye, devlet adamı ve politikacı diye, günler ve aylar boyu onca zırvayı, yalanı sıralıyanlar şimdi ne diyorlar?.. Bir teki bile ağzını açıp yanıldığını söyledi mi? Kürtleri bir yana bırakın,  bizzat Türk kamuoyundan özür diledi mi?

Acaba bu ülkedeki kadar çok yalan söylenen başka bir ülke var mı?.

Gelelim maruf üçlünün üçüncü kelimesine: “Çalışkanım…”

Türkler ne kadar çalışkan? Besbelli her ülkede tembeller ve çalışkanlar vardır. Ama bazı uluslar, ya da bazı ülkelerin insanları daha çalışkan olabilir. Örneğin Almanlar çalışkan bir halk olarak bilinir ve öyledir de. İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılmış ülkelerini kısa zamanda onardılar, yaralarını sardılar ve hızla Avrupa’nın en güçlü ekonomisi haline geldiler.

Ama Türkiye’de insanların bu derece çalışkan oldukları, ya da çalışkanlığın bir ulusal özellik olduğu söylenebilir mi? Söylenirse bu bir palavra olur. Aksine, Türkiye’yi yalnız Almanya ile değil, öteki Avrupa ülkeleriyle, Amarika ile, Japonya ile, hatta Çin’le karşılaştırdığınız zaman çalışkan sıfatı bu ülke insanlarının çoğu için boş laftan öteye gitmiyor. 

Çünkü çalışkanlık aslında bir sistem meselesi. Türkiye’de sistem ekonomik olarak geri. Gerekli çağdaş üretim mekanizmalarını oluşturamamış. Bu nedenle işsizlik yaygın, iş verimliliği düşük, ulusal gelir de ona uygun olarak Avrupa’nın en düşüğü. Bunun tarihsel ve toplumsal nedenleri tartışılır elbet. Böyle bir toplum çalışkanlığı değil tembelliği, yaratıcılığı ve hak etmeyi değil rüşveti, köşe dönmeyi, vurgunu, hırsızlığı üretir. Nitekim Türkiye’de böyledir. Burası tembeli, iş sevmeyeni, kahvede veya evde pinekleyeni bol bir ülke..

Ama eğer çalışkanlık ve tembelliğin nedenlerini ulusal karakterde, genlerde veya gelenekte ararsanız, bunda da bu andı düzenleyen ve kanun zoruyla okutan baylarımız fena halde kaybederler.. Çünkü Türklerin, geçmişte bahse değer herhangi bir uygarlığa sahne olmamış  Orta Asya steplerinde başlayan serüvenleri, birçok Orta Asya halkınınki gibi, bir yandan Çin’e, bir yandan Batı’ya yönelik bir akıncı serüvenidir. Akıncı ise kendisi üretmez, başkasının ürettiğine el koyar; bu arada üretim güçlerini geliştirmez, olsa olsa yıkar geçer…

Moğollar, Tatarlar, Hunlar böyle yapmadılar mı? Aynı şeyi Selçuklular ve Osmanlılar da yapmadı mı dostlar?.

Demek ki çalışkanlık iddiasının da gerçekle bir ilgisi yok.

Ya ikinci sırada gelen söylem: “Yasam büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumak…”

Öncelikle “küçükleri korumak”tan başlayalım. Herkes çocukluğunda bu andı okuduğuna göre, büyüyünce herhalde küçükleri de korumaktadır diye düşünür insan. Gerçekler böyle midir?

Bu ülkede büyük kentlerin sokaklarında selpak satarak, otomobil camı silerek, ayakkabı boyayarak yaşam kavgası veren, ya da yoksul aile bütçesine katkı sunan 8–10 yaşında bebeler nasıl bir koruma altındalar? Ya tümüyle kimsesiz, ya da sokağa atılmış, yankesicisi ve tinercisiyle binlerce çocuk?..

Ya sokak çocuklarına yardım toplamak için sokakta dansettikleri için polis tarafından alınıp götürülen, kullandıkları renkli kartonlar nedeniyle bölücülükle suçlanan 11–12 yaşındaki kız çocukları?..

Ya, izinsiz bir gösteriye de değil, izinli 1 Mayıs yürüyüşüne katıldıkları için gizli polis tarafından okul müdürünün odasına çağrılıp orada sıkıştırılan, tehdit edilen, polisle işbirliğine, yani ajanlığa zorlanan 13–14 yaşında öğrenciler?..  

Ya duvarlara yazı ve slogan yazdıkları için karakola çekilip, gizli örgüt üyeliği ile suçlanıp, günlerce işkence edilip sonra da ağır cezalara mahkum edilen liseli kızlar, oğlanlar?..

Ya kanun zoruyla her allahın günü “Türküm, doğruyum çalışkanım” demekten belki sıkılıp, belki de şaşırıp, bir sabah da “Kürdüm, doğruyum, çalışkanım” diyen 11 yaşındaki Kürt kızının ve ailesinin başına gelenler?.. (Gazetelerin yazdığına göre bu küçücük kız hemen Müdür odasına sürüklenmiş. Müdür, öteki öğretmenlerin de hazır bulunduğu bir infaz merasimi eşliğinde bağırıp çağırmış, küçük kızı hırpalamış, elindeki bir sopayı kıza göstererek, “bunu sana sokarım!” demiş, ardından da aynı marşı, aslına uygun olarak “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diye bir daha okutmuş; böylece vatanı ve milleti bölünmekten, milli duyguları zayıflatılmaktan kurtarmış!.. Sonra küçük kız polis eşliğinde savcılığa verilmiş, sorgulanmış, bununla yetinilmeyip ailesi suçlu bulunarak mahkemeye verilmiş!..)

Bu da herhalde küçükleri korumanın emsalsiz bir örneği!

“Büyüklere saygı”ya gelince.. “Bu iyi bir gelenek…” diyecektim ama, aklıma başka şeyler takıldı. Öncelikle “büyükler” kimdir? Örneğin ülkenin ünlü, değerli sanatçıları, yazarları, düşünürleri, bilim adamları –ya da kadınları- mı? Ama bu ülkede onların hep anaları ağladı; ödülleri çoğu zaman baskı, koğuşturulma, yıllar süren mapusluk, bazan işkence, ip ve kurşun oldu…

Yoksa kast edilen yaşlılar, ya da aile büyükleri, anne-babalar, amcalar-teyzeler mi? Onlara da yaşlı insanlara da saygı göstermeli elbet. Ama bir baba, anne, ya da ötekiler, ya kötü şeyler yapıyorlarsa? Örneğin baba kumarbazın, alkolistin tekiyse, annesini, hatta çocuğu da dövüyorsa?.. Ya yalancı, düzenbaz biriyse, bir işkenceci, tetikçi ise?.. Bir vurguncu, mafya babasıysa?..

Bir de öteki büyükler, irikıyımlar var: Politikacılar, asker–sivil bürokratlar, devletliler, ülkenin para babaları, yani iri koltukları dolduranlar ile kasaları dolu olanlar… Bunların ne marifetler işlediğini, halka söyledikleri yalanları, yaptıkları zulümleri, ortak oldukları soygunları dünya alem bilir. Susurluk rezaleti bunların dünyasından bir kesitti.

Böylelerini “saymak” acaba neden gerekli oluyor?..

Örneğin Manisalı çocuklar kendilerine işkence eden, cop sokan polis “büyüklerine” saygı göstermeli midirler? Ya bu polisleri bir türlü yasa karşısına çıkarıp cezalandıramazken işkence mağduru çocukları hızla yargılayıp cezalandıran öteki büyüklerine, “değerli kanun adamları”na?.. Ya söz konusu polisleri koruyan müdürlere, genel müdürlere, içişleri bakanlarına?..

Ya başkasının kitabını Türkçeye çevirip kendi eseri diye yayınlayan profesöre, üniversite rektörüne?..

Diyarbakırlı 11 yaşındaki Kürt kız da herhalde, kendisini cop sokmakla tehdit eden “büyüklerine”, okul öğretmeni veya müdürlerine bu saygıyı göstermek zorundadır, değil mi?

Tabi banka soyup batıran, hazineyi soyan, ülke halkının bir bölümüne savaş ilan edip köyünü kasabasını yakıp yıkan, vatandaşını binlerle kıran ve milyonla süren büyüklere de saygıda kusur etmemek gerekir, değil mi?.

Demek ki sevgili okurlar, bu küçükleri koruma iddiası büyüklerin bir yalanı olduğu gibi, büyüklere saygı da döven, söven, işkence eden, soyan, öldüren ve ülkenin cümle küçük ve zayıflarının anasını ağlatan bu ülkenin “büyükleri”nin bir kendilerini savunma, küçükleri ve zayıfları koşullandırma sloganıdır.

Demek ki öncelikle saygıya layık olanı ve olmayanı ayırmak gerekir. Büyüklük ne sadece yaşça büyük olmaktır, ne de büyük koltukta oturmak, şişkin cüzdanlara ve dolu kasalara sahip olmaktır. Böylesi zorba, yalancı, soyguncu alçaklara büyük demek ve saygı duymak için bir neden yoktur.

Ya andın sonundaki ifade: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!”

Bu da belki dünyada bir eşi ve benzeri olmayan, yirmi dört ayar ırkçılık değil mi? Bu ülkede Türkten başka kimse yok mu? Örneğin bu ülkedeki milyonlarca Kürt çocuğu, onların yanı sıra Rumlar, Ermeniler, Araplar, Yahudiler, Arnavutlar, Çerkezler, Lazlar ve tüm ötekiler neden okullarda böylesine bir yemin etmek zorunda kalsınlar? Bu, insanları aşağılamak, onurlarını kırmak değil mi?

Hangi uygar ülkede böyle bir ant okunmaktadır ve okunabilir? Örneğin herhangi bir Avrupa Birliği ülkesinde böyle bir şey olabilir mi?  Bir Alman okulundaki Türk çocuklarına, hatta bizzat Almanların kendisine, “Almanım, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Alman varlığına armağan olsun” detirtilse nasıl karşılanırdı? Almanya ve bütün Avrupa ayağa kalkmaz mıydı? Ya Yunanlılar Batı Trakya Türklerine buna benzer, “Varlığım Grek varlığına armağan olsun!” biçimindeki bir andı okutsalar?..

Belli ki bu ülkeyi yönetenler ırkçılık ve şovenizm babındaki dünya rekorlarını çoktan kırmışlar. Onlar her ileri düşünceyi yasakladılar, her çağdaş kafayı ezmek, sürmek, yok etmek için çırpındılar, ülkenin düşünce hayatını çoraklaştırdılar ve geriye bu zehirli otlar kaldı.

Bu kadar ırkçı, bu kadar şoven kafalarda, böylesi zorba bir çarkın içinde ve bu önyargılarla şekillenmiş olanlarda ne mantık arayın, ne de adalet duygusu ve hümanizm.

Bu kafalar da bu çağdışı, iğrenç rejim de, kendi haline kalsa zor değişir, zor!

 
PSK Bulten © 2003