PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Şu bitmez demokratikleşme masalı.. (*)

Kemal Burkay

Şu günlerde yine “demokratikleşme paketleri” almış gidiyor…

Acaba dünyada bu ülke kadar çok “demokratikleşme paketi” çıkaran bir başkası var mı? Ama aynı zamanda bir türlü demokratikleşemeyen?..

12 Eylül darbesiyle dörtbaşı mamur bir faşist çark kurulup ardından sözde yeniden demokrasiye dönüldükten bu yana, yani son yirmi yılda, her gelen hükümetin yaptığı işlerden biri bu. Bu yolda hadsiz hesapsız “demokratikleşme paketi” gördük. Ama bir türlü de “demokratikleşme” işinin sonu gelmedi…

Yirmi yıldır işkence ha bitti ha bitiyor, karakollar sözde saydamlaşıyor.. Ama gerçekte ne işkence bitiyor, ne yargısız infazlar…

Daha birkaç gün önce Hani’de polisler tarafından yüzlerine insan pisliği sürülen 14–15 yaşında çocuklar kasaba içinde bu halde dolaştırıldı…

Daha birkaç gün önce, İstanbul DEHAP örgütü kadın kolları yöneticilerinden Gülbahar Gündüz, kentin orta yerinde polis olduklarını söyleyen kişiler tarafından zorla bir arabaya bindirilip, gözleri bağlanıp götürüldü, barış ve genel af istemekle suçlanarak işkence ve tecavüz edildi. Böylece barış isteyenlere ve kadınlara gözdağı verilmek istendi. Bunlar, son otuz–kırk yıldır ülkeyi kasıp kavuran, 12 Eylül dönemiyle birlikte daha da azan kanlı, acımasız zorbalık araçları. Belki Kontrgerilla, belki JİTEM… Melanetlerine pervasızca devam ediyorlar.

“Demokratikleşme paketleri” bunları hiç etkilemiyor.

Ya düşünce özgürlüğü? Şu yirmi yıldır gelip geçen hükümetlerin çıkardığı haddi hesabı olmayan “demokratikleşme paketleri”nin demirbaş maddelerinden biri düşünce özgürlüğünü güvenceye almak, en azından sınırlarını genişletmekti. Bu amaçla nice kez kanunlarda değişiklik yapıldı.

Bunlardan biri TCK’nın, Mussolini’nin ceza yasasından alınma 141-142. Maddelerinin kaldırılması oldu. Ama bu maddelerin yerine TMK’nın çok daha ağırlaştırılmış 8. Maddesi geçti. Yerine göre TCK’nın 311, 312 ve öteki maddeleri işletildi. Denizde kum Türk ceza, basın, siyasi partiler ve TMK yasalarında ceza hükümleri… Beğen beğen uygula!

Bu yüzden tüm bu değişiklikler ne düşünce özgürlüğünü güvenceye aldı, ne sınırlarını genişletti. Muhalif politikacılar, yazarlar, gazeteciler, bilim adamları, barış ve demokrasiden yana aydınlar cezaevlerini şenlendirmeye devam ettiler, ediyorlar. Kitaplar, dergiler, gazeteler, müzik kasetleri toplanmaya, hamur edilmeye devam ettiler, ediyorlar.

Çünkü bu ülkeyi yönetenlerin amacı, insanlara düşünce özgürlüğü tanımak değil, tanıyormuş gibi yapıp eski tas eski hamamı sürdürmek, iç ve dış kamuoyunu aldatmak.

Bir yılan hikayesine dönen bu konu şu günlerde, AKP hükümetinin çıkardığı “6. Uyum Paketi” ile yeniden gündemde. Bu paket TMK’nın 8. Maddesinin kaldırılmasını içeriyor. Bu nedenle bir yandan hükümet çevreleri ve basın, düşünce özgürlüğü yönünde çok büyük adımlar atıldığını, artık şiddet içermeyen her türlü görüşün özgürce dile getirilebileceğini söylüyorlar. Hatta federasyon ve ayrı devlet gibi istemlerin, bile suç sayılmayacağını ileri sürenler var. Öte yandan bizzat bu hükümetin Adalet Bakanı, 8. Madde’nin kaldırılması ile terörle mücadelenin zayıflayacağını ileri süren çevreleri yatıştırmak için, bu maddenin kalkması ile “propaganda suçu” için bir boşluk doğmayacağını, TCK’nın 311 ve 312. maddelerinin ihtiyaca cevap vereceğini söylüyor.

Doğrusu da bu; söz konusu maddeler şimdiye kadar TMK’nın 8. Maddesiyle birlikte hep uygulanageldiler. Birçok yazar çizer bu maddelerden hüküm giydi. Bundan böyle de, Kürtlere hak ve özgürlük istemek, baskılara karşı çıkmak dahil, hoşa gitmeyen her görüşü “terör örgütüne destek” veya “bölücü propaganda” sayıp cezalandırmak mümkün. Son değişikliğe ilişkin hükümetin gerekçesinde de bu durum açıkça dile getirilmiş. Üstelik TMK’nın sekizinci maddesi 3 yıla kadar hapis cezası öngörürken TCK’nın 311. Maddesi 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor.

Demek ki 8. Madde’nin kalkmasıyla düşünce özgürlüğünün önünün açıldığı iddiası göz boyamadan başka bir şey değil. Çünkü Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerin niyeti insanlarımıza asla çağdaş anlamda, batılı standartlara uygun bir düşünce özgürlüğü tanımak değil; amaç, AB’ye kapağı atmak için gerekli koşulları yerine getirmeden yapmış gibi görünmek…

Bunlardan biri de anadilde yayın ve eğitimle ilgili. Geçen yıl Ağustos ayında bu konulara ilişkin bir paket çıkarılmış ve üstüne dünyanın gürültüsü koparılmıştı. Bir yandan politikacılar, bir yandan basın… Parlamento “sabahlara kadar çalışıp” uyum yasaları çıkarıyordu… Türkiye “dev adımlar” atıyor, demokratikleşiyordu! İş artık Avrupalılara kalmıştı!..

Oysa atıldığı söylenen adımlar bir arpa boyu bile değildi. Anadilde eğitim ve yayın üzerine söylenenler boş laftan ibaretti. Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan 20 milyonu aşkın Kürt de dahil, TC yurttaşlarına anadilde eğitim hakkı filan tanınmış değildi. Söz konusu olan anadilde kurstu, yani aç adama bir leblebi tanesi… O da binbir kayda şarta bağlanmıştı. Anadilde yayın da öyle. Düşünülen, o da mecbur kalınırsa, günde çok çok yarım saatlik bir yayındı. Ama o da binbir kayda şarta bağlanacaktı.

Çünkü amaç Kürtlere anadilde eğitim ve yayın hakkı tanımak değil, tanımamaktı. Yapılan iş AB’yi oyalamak, zaman kazanmak ve bu “vartayı” atlatmaktı.

Nitekim aradan bir yıl geçti, ne anadilde kurs gerçekleşti, ne televizyon yayını. Ne devlet bunun için adım attı, ne de atmak isteyenlere izin verildi.

Aynı oyun bugün de devam ediyor…

AKP’nin çıkardığı 6 nolu uyum paketinde anadilde eğitimden söz edilmiyor. Anlaşılan bu konuda AB’ye değil, MGK’ya uyum sağlanmış.. Anadilde yayın içinse güya “büyük bir adım atılıp” özel televizyonlara anadilde yayın hakkı tanınmış. Basın, her zaman olduğu gibi, reklam sanatında harikalar yaratıp bu “arpa boyu” bile olmayan adımı, Kürt sorunu çözülmüş gibi pazarlıyor. Biz Kürtler bile nerdeyse, bize tanınan bu büyük haklar (!) karşısında zil takıp oynayacağız.

Oysa söz konusu olan özel televizyonlarda günde belki yarım saat, belki daha da az bir yayın. O da yine, eğer sahiden olursa, RTÜK’ün onayıyla, denetimiyle, binbir şarta bağlı olarak olacak. Bu şartlar şimdiden sayılıp dökülüyor. Bu iş için hangi kanallara izin verileceğine RTÜK karar verecek… Bu kanallar “ulusal” çapta değil, yerel, yani iller bazında olacak… Diğer bir deyişle, ülke çapında ve yurt dışına yayın yapan kanallara bu olanak tanınmıyacak! Kürtçe metinler anında Türkçeye çevrilecek veya alt yazıyla verilecek... Çoğu şarkı türkü filan olacak… “Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığı ve bağımsızlığına, devletin milleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı yayın yapılamıyacak…” Böyle bir şey olursa söz konusu TV geçici sürelerle kapanacak, tekrarı halinde lisansı iptal edilecek…

Yani tam bir labirent. Böyle koşullar masallarda, padişah kızına talip olan çobanın önüne konanlara benziyor: Şu ırmağı, denizi, bataklığı aşacaksın, şu dağa tırmanacaksın, şu devi öldüreceksin, şu aslanın yuvasındaki inciyi alıp geleceksin gibi…

Düşünün, bu devletin “ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine” neler aykırı düşmez ki! “Kürt” ya da “Kürtçe” deseniz, Kürt tarihi ve edebiyatından söz etseniz, “öhhö!..” deseniz, bölündü gitti! En iyisi bu yayını da doğrudan polislere, ya da o biçim profesörlere yaptırmak! Örneğin “Kürt diye bir halk yoktur, Kürtçe bir dil değildir! Kürtler kar üzerinde yürürken kart kurt sesleri çıkaran bir oğuz boyudur!” türünden incilerin eşliğinde…

MGK buna bile karşı, “denetlemesi güç olur” diyor.. Dışişleri Bakanı Gül ise, bu işin özel televizyonlara havale edilmesine çok daha vatanseverce bir gerekçe buluyor: “TRT’de yayın yapılsa Kürtçe ikinci ve resmi dil gibi gözükecek; böylece bu sakıncayı önlemiş oluyoruz!..”

Görüyor musunuz, sözde AB’ye girmekten ve de demokratikleşmekten pek yana olan, Türk basınının deyişiyle, bunun için adeta yanıp tutuşan, AB düşmanlarıyla savaşan, bu uğurda MGK’ya ters düşmeyi bile göze alan AKP’nin, Kürt diliyle ilgili tavrı işte bu…

Sonuç olarak, AKP de içinde olmak üzere, iktidarı ve muhalefetiyle Türk yönetimi; hükümeti, siyasi partileri, “oligarşik bürokrasisi”, MGK’sı, üniversitesi, yargı mercileri ile, demokrasi sorununa, insanlarımızın hak ve özgürlüklerine, Kürt halkının haklarına böyle yanaşıyorlar!..

3 Kasım’da gidenlerin ne mal olduğunu biliyoruz; onlar çöplüğe gitmeyi hak etmişlerdi. Ya bugünün hükümeti AKP? O halka karşı ne kadar dürüst, ne kadar yürekli, demokrasi ve insan hakları konusunda ne kadar içtenlikli? Ne yazık ki, şu altı aylık uygulama hiç umut vermiyor.

Demokrat insanlar bu hükümete kredi tanıdılar ve hala da tanınmasından yanalar. Özellikle de dünden bugüne her türlü değişim çabasının önüne bir duvar gibi dikilen, bu hükümeti köşeye sıkıştırmak için fırsat kollayan, pireyi deve yapan irtica tüccarları, MGK, kemalistler ve ötekilerin tavır ve tutumunu göz önüne alarak…

Ancak AKP ya da başka bir hükümet, eğer değişim isteminde samimi ise risk de üstlenmelidir. Demokrasi ve değişim üstüne çok sözler edip, boş umutlar yaratıp fincancı katırlarını ürkütmemek için ciddi, dişe dokunur bir şey yapmamak mazeret değildir.

AKP’nin hangi güçlüklerle karşı karşıya olduğu bizce de malum. Erdoğan’ın da açıkça dile getirdiği gibi, ülkede iktidarın asıl sahibi “bürokratik oligarşi”dir, bu oligarşinin asıl derdi ise imtiyazlarını korumaktır. O bunun için savaşıyor ve hem “bölücülüğü” hem “irtica”yı kitleleri ürkütmek için bir öcü olarak kullanıyor. Söz konusu oligarşi bu nedenle AB’ye karşıdır. Basında da, militarizmin kuyruk altından beslenen, bu nedenle her gün cuntaya davetiye çıkaran utanmazlar, memetçik gazeteciler az değil.

Generallerin zaman zaman “biz AB’ye karşı değiliz” demesine bakmayın. Aslında ülkenin AB’ye girişini engellemek için her şeyi yapıyorlar. Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağlanması yönündeki en basit demokratik adımların bile önüne dikiliyorlar.

Çükü generaller bu ülkede, herhangi bir AB ülkesinde görülmeyecek kadar ün ve güç sahibidirler. Çoğu AB ülkesinde kitleler genelkurmay başkanının kim olduğunu bile bilmez. Oysa Türkiye’de genelkurmay başkanı da öteki üst düzey generaller de her gün televizyon ekranlarının, gazete sayfalarının baş konuğudurlar. Onlar “şunu isterim, bunu istemem” dedikleri zaman akan sular durur, hükümetlerin eli kolu bağlanır, parlamento siner. Bu ülkede hemen hemen tüm temel konularda siyaseti Genelkurmay ve MGK yoluyla belirleyenler onlardır.

Bu yoksul ülkede generallerin ekonomik durumu yurttaşlara , hatta bürokrasinin öteki kesimlerine göre çok iyidir. Milli Savunma bütçesi de, sahip oldukları OYAK ve öteki şirketler de denetim dışıdır.

Kemalizm de bürokratik oligarşinin elinde kitleleri koşullandırmak için etkili bir araçtır. Kemalizmin dogmaları her türlü bilimsel düşüncenin yerine geçirilmiş, bir din gibi tabulaştırılmıştır.

Dışişleri Bakanlığı’nın bürokratları, yüksek yargı organlarının üyeleri, Üniversitelerin başına tünemiş “devlet profesörleri” de toplumun üstünde imtiyazlı bir konum edinmişlerdir. Bunlar da değişime, halkoyunun belirleyici olmasına, diğer bir deyişle halkın gerçek egemenliğine karşı öteden beri direniyorlar. Bunların tümü halk üstü bir egemenliği kullanıyor. AB’ye karşı olmaları bundandır.

Tüm bu nedenlerle, bürokrasiyle, seçimle gelen hükümetler arasında dün bir çelişki vardı ve bugün bu çelişki devam ediyor. Ancak bu üst düzeyde, yukarıya tırmanabilmiş olanlar arasında ve iktidarın bölüşülmesine ilişkin bir çelişkidir. Yoksa, ülkenin emekçileri, yoksulları, ezilen kesimleri karşısında bu ülkenin seçimle gelen sözde sivil hükümetlerinin de Osmanlı mirasçısı söz konusu bürokratik oligarşiden fazlaca bir farkı yoktur. Türkiye’nin sivilleri de ülkeyi işkencesiz idare edemiyorlar. Onların da başkalarının düşünce özgürlüğüne tahammülü yok. Hele hele Kürtler konusunda ha asker ha sivil, ha politikacı ha sözde bilim adamı, bir farkları yok. Resmi ideolojiden farklı düşünenler ise zaten çark tarafından ayıklanıyor. Uyum sağlayan yukarı doğru tırmanıyor, ters düşen eleniyor…

Bu yüzdendir ki, yirmi yıldır gelip geçen hiçbir hükümet faşist çarka dokunmuyor. “Demokratikleşme paketleri” zibil gibi, ama tümü de yüzeysel, bir boya, bir cila türünden. İşin özüne inen, çarka dokunan yok. 12 Eylülün deli gömleği olan faşist anayasa dahil, tüm kurumlar, tüm çark sürüp gelmekte. Bu sözde sivil adamlar, general Evren’den farklı düşünmemekte…

Bu ülkede statükonun en büyük dayanağı, güvencesi nedir diye sorarsanız, işte toplum hayatında politikacılara, asker-sivil bürokrasiye, yargıya, hatta ülkenin öğrenim kurumlarına egemen olan bu zihniyettir derim. Sistem habire bunları üretiyor. Bolu ve Düzce’nin bereketli tarlalarında yetişen kabaklar kadar bol olan bu kafalar her yerde karşınıza çıkar. Özgür düşünceden, çağdaş kültürden, sanattan habersizdirler. Onlara, hayatları boyunca bir papağan gibi belletilen tabular, önyargılar yol gösterir. Bu insanlar, Osmanlı döneminin çorak düşünce yaşamı bir yana, Cumhuriyet döneminin seksen yılı boyunca da, bir hafızı kuran gibi, tek boyutlu bir dünya görüşü ile şekillenmişlerdir. Bu dünya görüşünde azgın bir ırkçılığa, şovenizme, zora, dayağa, işkenceye yer var; ama insana saygı yoktur. Orada yasaktan bol şey bulamazsınız; ama insan haklarına, özgür üşünceye yer yoktur. Orada 20 milyon Kürdü bile yok sayabilir, dilini, kültürünü yasaklıyabilir ve bunu kendinize hak sayabilirsiniz!

Ülkeye egemen olan bu çağdışı kafaların egemenliğinden bu toplum nasıl kurtulacak? Bu kolay değil. Bunun kendiliğinden ve iç devinimlerle olmayacağı da açık. Kuşkusuz içerde bir değişimci, dönüşümcü dinamik, bugün için nice küçük olsa da var. Ama onun büyümesi, etkin olması, kendi haline kalsa herhalde yüzlerce yıl alır. Mevcut yapıyı sarsıp dağıtacak, çökertecek bir dış etkene gerek var. Giderek küçülen, globalleşşen dünyamızda bu etkenler var ve oldukça güçlü…

Çağıyla ters düşen ister istemez sonunda bir duvara toslar. Son yıllarda bu tür toslayanları daha sık görmekteyiz. Türkiye’de olacak olan da galiba budur…

–––––––––––––––––––––––––––––

 (*) bu yazı “Demu Nû” gazetesinin 30 Haziran tarihli 56. sayısında yayınlandı. Ancak gazete yönetimi, daha ilginç olacağını düşünerek ve gazetenin manşetinde kullanmak için yazının başlığını şununla değiştirmiş:  

“6 Paket, AB’ye değil MGK’ya uyum paketidir”

Bunun iyi niyetle yapıldığına kuşkum yok. Ama böyle bir başlık benim söz konusu paketle ilgili değerlendirmemi birhayli değiştirmiş ve ağırlaştırmış. Yazının içeriğinde benzer bir ifade, bir yerde kullanılıyorsa da paketin tümüyle ilgili değil, Kürtçe eğitimle ilgili. Her şeye rağmen 6. Paket’in bir bütün olarak MGK’nın gönlüne göre olduğu kanısında değilim. En azından, MGK’nın kararlarında belirleyici olan askerler Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. Maddesinin kaldırılmasına karşı idiler. Cumhurbaşkanı Sezer de onlara uyum sağlayarak ve daha önceki düşünce özgürlüğünden yana tavrından yüz seksen derecelik bir dönüş yaparak TMK 8. Madde ile ilgili değişikliği veto etti.

Bu nedenlerle söz konusu başlık değişikliği hem yöntem olarak yanlış, hem de yazının bütününe hiç uygun düşmüyor.

Politikada ve yazı işinde üslup ve tonun yanı sıra nüaslar da önemlidir. Uygun  olmayan başlık bir yana, bazan bir kelime değişikliği  bile yazının dengesini bozabilir, yanlış mesaja yol açabilir.

Bu kez de ne yazık ki öyle oldu…

 
PSK Bulten © 2003