Şu
bitmez demokratikleşme masalı.. (*)
Kemal
Burkay
Şu günlerde
yine “demokratikleşme paketleri” almış
gidiyor…
Acaba
dünyada bu ülke kadar çok “demokratikleşme paketi”
çıkaran bir başkası var mı? Ama
aynı zamanda bir türlü demokratikleşemeyen?..
12 Eylül darbesiyle
dörtbaşı mamur bir faşist çark kurulup
ardından sözde yeniden demokrasiye dönüldükten
bu yana, yani son yirmi yılda, her gelen hükümetin
yaptığı işlerden biri bu. Bu yolda
hadsiz hesapsız “demokratikleşme paketi” gördük.
Ama bir türlü de “demokratikleşme” işinin
sonu gelmedi…
Yirmi yıldır
işkence ha bitti ha bitiyor, karakollar sözde saydamlaşıyor..
Ama gerçekte ne işkence bitiyor, ne yargısız
infazlar…
Daha birkaç
gün önce Hani’de polisler tarafından yüzlerine
insan pisliği sürülen 14–15 yaşında çocuklar
kasaba içinde bu halde dolaştırıldı…
Daha birkaç
gün önce, İstanbul DEHAP örgütü kadın kolları
yöneticilerinden Gülbahar Gündüz, kentin orta yerinde
polis olduklarını söyleyen kişiler tarafından
zorla bir arabaya bindirilip, gözleri bağlanıp
götürüldü, barış ve genel af istemekle suçlanarak
işkence ve tecavüz edildi. Böylece barış
isteyenlere ve kadınlara gözdağı verilmek
istendi. Bunlar, son otuz–kırk yıldır
ülkeyi kasıp kavuran, 12 Eylül dönemiyle birlikte
daha da azan kanlı, acımasız zorbalık
araçları. Belki Kontrgerilla, belki JİTEM…
Melanetlerine pervasızca devam ediyorlar.
“Demokratikleşme
paketleri” bunları hiç etkilemiyor.
Ya düşünce
özgürlüğü? Şu yirmi yıldır gelip
geçen hükümetlerin çıkardığı haddi
hesabı olmayan “demokratikleşme paketleri”nin
demirbaş maddelerinden biri düşünce özgürlüğünü
güvenceye almak, en azından sınırlarını
genişletmekti. Bu amaçla nice kez kanunlarda değişiklik
yapıldı.
Bunlardan biri
TCK’nın, Mussolini’nin ceza yasasından alınma
141-142. Maddelerinin kaldırılması oldu.
Ama bu maddelerin yerine TMK’nın çok daha ağırlaştırılmış
8. Maddesi geçti. Yerine göre TCK’nın 311, 312
ve öteki maddeleri işletildi. Denizde kum Türk
ceza, basın, siyasi partiler ve TMK yasalarında
ceza hükümleri… Beğen beğen uygula!
Bu yüzden tüm
bu değişiklikler ne düşünce özgürlüğünü
güvenceye aldı, ne sınırlarını
genişletti. Muhalif politikacılar, yazarlar,
gazeteciler, bilim adamları, barış ve
demokrasiden yana aydınlar cezaevlerini şenlendirmeye
devam ettiler, ediyorlar. Kitaplar, dergiler, gazeteler,
müzik kasetleri toplanmaya, hamur edilmeye devam ettiler,
ediyorlar.
Çünkü bu ülkeyi
yönetenlerin amacı, insanlara düşünce özgürlüğü
tanımak değil, tanıyormuş gibi yapıp
eski tas eski hamamı sürdürmek, iç ve dış
kamuoyunu aldatmak.
Bir yılan
hikayesine dönen bu konu şu günlerde, AKP hükümetinin
çıkardığı “6. Uyum Paketi” ile yeniden
gündemde. Bu paket TMK’nın 8. Maddesinin kaldırılmasını
içeriyor. Bu nedenle bir yandan hükümet çevreleri ve
basın, düşünce özgürlüğü yönünde çok
büyük adımlar atıldığını,
artık şiddet içermeyen her türlü görüşün
özgürce dile getirilebileceğini söylüyorlar. Hatta
federasyon ve ayrı devlet gibi istemlerin, bile
suç sayılmayacağını ileri sürenler
var. Öte yandan bizzat bu hükümetin Adalet Bakanı,
8. Madde’nin kaldırılması ile terörle
mücadelenin zayıflayacağını ileri
süren çevreleri yatıştırmak için, bu
maddenin kalkması ile “propaganda suçu” için bir
boşluk doğmayacağını, TCK’nın
311 ve 312. maddelerinin ihtiyaca cevap vereceğini
söylüyor.
Doğrusu
da bu; söz konusu maddeler şimdiye kadar TMK’nın
8. Maddesiyle birlikte hep uygulanageldiler. Birçok
yazar çizer bu maddelerden hüküm giydi. Bundan böyle
de, Kürtlere hak ve özgürlük istemek, baskılara
karşı çıkmak dahil, hoşa gitmeyen
her görüşü “terör örgütüne destek” veya “bölücü
propaganda” sayıp cezalandırmak mümkün. Son
değişikliğe ilişkin hükümetin gerekçesinde
de bu durum açıkça dile getirilmiş. Üstelik
TMK’nın sekizinci maddesi 3 yıla kadar hapis
cezası öngörürken TCK’nın 311. Maddesi 5 yıla
kadar hapis cezası öngörüyor.
Demek ki 8.
Madde’nin kalkmasıyla düşünce özgürlüğünün
önünün açıldığı iddiası göz
boyamadan başka bir şey değil. Çünkü
Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerin niyeti insanlarımıza
asla çağdaş anlamda, batılı standartlara
uygun bir düşünce özgürlüğü tanımak değil;
amaç, AB’ye kapağı atmak için gerekli koşulları
yerine getirmeden yapmış gibi görünmek…
Bunlardan biri
de anadilde yayın ve eğitimle ilgili. Geçen
yıl Ağustos ayında bu konulara ilişkin
bir paket çıkarılmış ve üstüne dünyanın
gürültüsü koparılmıştı. Bir yandan
politikacılar, bir yandan basın… Parlamento
“sabahlara kadar çalışıp” uyum yasaları
çıkarıyordu… Türkiye “dev adımlar” atıyor,
demokratikleşiyordu! İş artık Avrupalılara
kalmıştı!..
Oysa atıldığı
söylenen adımlar bir arpa boyu bile değildi.
Anadilde eğitim ve yayın üzerine söylenenler
boş laftan ibaretti. Ülke nüfusunun üçte birini
oluşturan 20 milyonu aşkın Kürt de dahil,
TC yurttaşlarına anadilde eğitim hakkı
filan tanınmış değildi. Söz konusu
olan anadilde kurstu, yani aç adama bir leblebi tanesi…
O da binbir kayda şarta bağlanmıştı.
Anadilde yayın da öyle. Düşünülen, o da mecbur
kalınırsa, günde çok çok yarım saatlik
bir yayındı. Ama o da binbir kayda şarta
bağlanacaktı.
Çünkü amaç
Kürtlere anadilde eğitim ve yayın hakkı
tanımak değil, tanımamaktı. Yapılan
iş AB’yi oyalamak, zaman kazanmak ve bu “vartayı”
atlatmaktı.
Nitekim aradan
bir yıl geçti, ne anadilde kurs gerçekleşti,
ne televizyon yayını. Ne devlet bunun için
adım attı, ne de atmak isteyenlere izin verildi.
Aynı oyun
bugün de devam ediyor…
AKP’nin çıkardığı
6 nolu uyum paketinde anadilde eğitimden söz edilmiyor.
Anlaşılan bu konuda AB’ye değil, MGK’ya
uyum sağlanmış.. Anadilde yayın
içinse güya “büyük bir adım atılıp” özel
televizyonlara anadilde yayın hakkı tanınmış.
Basın, her zaman olduğu gibi, reklam sanatında
harikalar yaratıp bu “arpa boyu” bile olmayan adımı,
Kürt sorunu çözülmüş gibi pazarlıyor. Biz
Kürtler bile nerdeyse, bize tanınan bu büyük haklar
(!) karşısında zil takıp oynayacağız.
Oysa söz konusu
olan özel televizyonlarda günde belki yarım saat,
belki daha da az bir yayın. O da yine, eğer
sahiden olursa, RTÜK’ün onayıyla, denetimiyle,
binbir şarta bağlı olarak olacak. Bu
şartlar şimdiden sayılıp dökülüyor.
Bu iş için hangi kanallara izin verileceğine
RTÜK karar verecek… Bu kanallar “ulusal” çapta değil,
yerel, yani iller bazında olacak… Diğer bir
deyişle, ülke çapında ve yurt dışına
yayın yapan kanallara bu olanak tanınmıyacak!
Kürtçe metinler anında Türkçeye çevrilecek veya
alt yazıyla verilecek... Çoğu şarkı
türkü filan olacak… “Türkiye Cumhuriyeti devletinin
varlığı ve bağımsızlığına,
devletin milleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğüne
aykırı yayın yapılamıyacak…”
Böyle bir şey olursa söz konusu TV geçici sürelerle
kapanacak, tekrarı halinde lisansı iptal edilecek…
Yani tam bir
labirent. Böyle koşullar masallarda, padişah
kızına talip olan çobanın önüne konanlara
benziyor: Şu ırmağı, denizi, bataklığı
aşacaksın, şu dağa tırmanacaksın,
şu devi öldüreceksin, şu aslanın yuvasındaki
inciyi alıp geleceksin gibi…
Düşünün,
bu devletin “ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine”
neler aykırı düşmez ki! “Kürt” ya da
“Kürtçe” deseniz, Kürt tarihi ve edebiyatından
söz etseniz, “öhhö!..” deseniz, bölündü gitti! En iyisi
bu yayını da doğrudan polislere, ya da
o biçim profesörlere yaptırmak! Örneğin “Kürt
diye bir halk yoktur, Kürtçe bir dil değildir!
Kürtler kar üzerinde yürürken kart kurt sesleri çıkaran
bir oğuz boyudur!” türünden incilerin eşliğinde…
MGK buna bile
karşı, “denetlemesi güç olur” diyor.. Dışişleri
Bakanı Gül ise, bu işin özel televizyonlara
havale edilmesine çok daha vatanseverce bir gerekçe
buluyor: “TRT’de yayın yapılsa Kürtçe ikinci
ve resmi dil gibi gözükecek; böylece bu sakıncayı
önlemiş oluyoruz!..”
Görüyor musunuz,
sözde AB’ye girmekten ve de demokratikleşmekten
pek yana olan, Türk basınının deyişiyle,
bunun için adeta yanıp tutuşan, AB düşmanlarıyla
savaşan, bu uğurda MGK’ya ters düşmeyi
bile göze alan AKP’nin, Kürt diliyle ilgili tavrı
işte bu…
Sonuç olarak,
AKP de içinde olmak üzere, iktidarı ve muhalefetiyle
Türk yönetimi; hükümeti, siyasi partileri, “oligarşik
bürokrasisi”, MGK’sı, üniversitesi, yargı
mercileri ile, demokrasi sorununa, insanlarımızın
hak ve özgürlüklerine, Kürt halkının haklarına
böyle yanaşıyorlar!..
3 Kasım’da
gidenlerin ne mal olduğunu biliyoruz; onlar çöplüğe
gitmeyi hak etmişlerdi. Ya bugünün hükümeti AKP?
O halka karşı ne kadar dürüst, ne kadar yürekli,
demokrasi ve insan hakları konusunda ne kadar içtenlikli?
Ne yazık ki, şu altı aylık uygulama
hiç umut vermiyor.
Demokrat insanlar
bu hükümete kredi tanıdılar ve hala da tanınmasından
yanalar. Özellikle de dünden bugüne her türlü değişim
çabasının önüne bir duvar gibi dikilen, bu
hükümeti köşeye sıkıştırmak
için fırsat kollayan, pireyi deve yapan irtica
tüccarları, MGK, kemalistler ve ötekilerin tavır
ve tutumunu göz önüne alarak…
Ancak AKP ya
da başka bir hükümet, eğer değişim
isteminde samimi ise risk de üstlenmelidir. Demokrasi
ve değişim üstüne çok sözler edip, boş
umutlar yaratıp fincancı katırlarını
ürkütmemek için ciddi, dişe dokunur bir şey
yapmamak mazeret değildir.
AKP’nin hangi
güçlüklerle karşı karşıya olduğu
bizce de malum. Erdoğan’ın da açıkça
dile getirdiği gibi, ülkede iktidarın asıl
sahibi “bürokratik oligarşi”dir, bu oligarşinin
asıl derdi ise imtiyazlarını korumaktır.
O bunun için savaşıyor ve hem “bölücülüğü”
hem “irtica”yı kitleleri ürkütmek için bir öcü
olarak kullanıyor. Söz konusu oligarşi bu
nedenle AB’ye karşıdır. Basında
da, militarizmin kuyruk altından beslenen, bu nedenle
her gün cuntaya davetiye çıkaran utanmazlar, memetçik
gazeteciler az değil.
Generallerin
zaman zaman “biz AB’ye karşı değiliz”
demesine bakmayın. Aslında ülkenin AB’ye girişini
engellemek için her şeyi yapıyorlar. Kopenhag
Kriterleri’ne uyum sağlanması yönündeki en
basit demokratik adımların bile önüne dikiliyorlar.
Çükü generaller
bu ülkede, herhangi bir AB ülkesinde görülmeyecek kadar
ün ve güç sahibidirler. Çoğu AB ülkesinde kitleler
genelkurmay başkanının kim olduğunu
bile bilmez. Oysa Türkiye’de genelkurmay başkanı
da öteki üst düzey generaller de her gün televizyon
ekranlarının, gazete sayfalarının
baş konuğudurlar. Onlar “şunu isterim,
bunu istemem” dedikleri zaman akan sular durur, hükümetlerin
eli kolu bağlanır, parlamento siner. Bu ülkede
hemen hemen tüm temel konularda siyaseti Genelkurmay
ve MGK yoluyla belirleyenler onlardır.
Bu yoksul ülkede
generallerin ekonomik durumu yurttaşlara , hatta
bürokrasinin öteki kesimlerine göre çok iyidir. Milli
Savunma bütçesi de, sahip oldukları OYAK ve öteki
şirketler de denetim dışıdır.
Kemalizm de
bürokratik oligarşinin elinde kitleleri koşullandırmak
için etkili bir araçtır. Kemalizmin dogmaları
her türlü bilimsel düşüncenin yerine geçirilmiş,
bir din gibi tabulaştırılmıştır.
Dışişleri
Bakanlığı’nın bürokratları,
yüksek yargı organlarının üyeleri, Üniversitelerin
başına tünemiş “devlet profesörleri”
de toplumun üstünde imtiyazlı bir konum edinmişlerdir.
Bunlar da değişime, halkoyunun belirleyici
olmasına, diğer bir deyişle halkın
gerçek egemenliğine karşı öteden beri
direniyorlar. Bunların tümü halk üstü bir egemenliği
kullanıyor. AB’ye karşı olmaları
bundandır.
Tüm bu nedenlerle,
bürokrasiyle, seçimle gelen hükümetler arasında
dün bir çelişki vardı ve bugün bu çelişki
devam ediyor. Ancak bu üst düzeyde, yukarıya tırmanabilmiş
olanlar arasında ve iktidarın bölüşülmesine
ilişkin bir çelişkidir. Yoksa, ülkenin emekçileri,
yoksulları, ezilen kesimleri karşısında
bu ülkenin seçimle gelen sözde sivil hükümetlerinin
de Osmanlı mirasçısı söz konusu bürokratik
oligarşiden fazlaca bir farkı yoktur. Türkiye’nin
sivilleri de ülkeyi işkencesiz idare edemiyorlar.
Onların da başkalarının düşünce
özgürlüğüne tahammülü yok. Hele hele Kürtler konusunda
ha asker ha sivil, ha politikacı ha sözde bilim
adamı, bir farkları yok. Resmi ideolojiden
farklı düşünenler ise zaten çark tarafından
ayıklanıyor. Uyum sağlayan yukarı
doğru tırmanıyor, ters düşen eleniyor…
Bu yüzdendir
ki, yirmi yıldır gelip geçen hiçbir hükümet
faşist çarka dokunmuyor. “Demokratikleşme
paketleri” zibil gibi, ama tümü de yüzeysel, bir boya,
bir cila türünden. İşin özüne inen, çarka
dokunan yok. 12 Eylülün deli gömleği olan faşist
anayasa dahil, tüm kurumlar, tüm çark sürüp gelmekte.
Bu sözde sivil adamlar, general Evren’den farklı
düşünmemekte…
Bu ülkede statükonun
en büyük dayanağı, güvencesi nedir diye sorarsanız,
işte toplum hayatında politikacılara,
asker-sivil bürokrasiye, yargıya, hatta ülkenin
öğrenim kurumlarına egemen olan bu zihniyettir
derim. Sistem habire bunları üretiyor. Bolu ve
Düzce’nin bereketli tarlalarında yetişen kabaklar
kadar bol olan bu kafalar her yerde karşınıza
çıkar. Özgür düşünceden, çağdaş
kültürden, sanattan habersizdirler. Onlara, hayatları
boyunca bir papağan gibi belletilen tabular, önyargılar
yol gösterir. Bu insanlar, Osmanlı döneminin çorak
düşünce yaşamı bir yana, Cumhuriyet döneminin
seksen yılı boyunca da, bir hafızı
kuran gibi, tek boyutlu bir dünya görüşü ile şekillenmişlerdir.
Bu dünya görüşünde azgın bir ırkçılığa,
şovenizme, zora, dayağa, işkenceye yer
var; ama insana saygı yoktur. Orada yasaktan bol
şey bulamazsınız; ama insan haklarına,
özgür üşünceye yer yoktur. Orada 20 milyon Kürdü
bile yok sayabilir, dilini, kültürünü yasaklıyabilir
ve bunu kendinize hak sayabilirsiniz!
Ülkeye egemen
olan bu çağdışı kafaların egemenliğinden
bu toplum nasıl kurtulacak? Bu kolay değil.
Bunun kendiliğinden ve iç devinimlerle olmayacağı
da açık. Kuşkusuz içerde bir değişimci,
dönüşümcü dinamik, bugün için nice küçük olsa da
var. Ama onun büyümesi, etkin olması, kendi haline
kalsa herhalde yüzlerce yıl alır. Mevcut yapıyı
sarsıp dağıtacak, çökertecek bir dış
etkene gerek var. Giderek küçülen, globalleşşen
dünyamızda bu etkenler var ve oldukça güçlü…
Çağıyla
ters düşen ister istemez sonunda bir duvara toslar.
Son yıllarda bu tür toslayanları daha sık
görmekteyiz. Türkiye’de olacak olan da galiba budur…
–––––––––––––––––––––––––––––
(*) bu yazı “Demu Nû” gazetesinin
30 Haziran tarihli 56. sayısında yayınlandı.
Ancak gazete yönetimi, daha ilginç olacağını
düşünerek ve gazetenin manşetinde kullanmak
için yazının başlığını
şununla değiştirmiş:
“6 Paket, AB’ye
değil MGK’ya uyum paketidir”
Bunun iyi niyetle yapıldığına
kuşkum yok. Ama böyle bir başlık benim
söz konusu paketle
ilgili değerlendirmemi birhayli değiştirmiş
ve ağırlaştırmış. Yazının
içeriğinde benzer bir ifade, bir yerde kullanılıyorsa
da paketin tümüyle ilgili değil, Kürtçe eğitimle ilgili. Her şeye
rağmen 6. Paket’in bir bütün olarak MGK’nın
gönlüne göre olduğu kanısında değilim.
En azından, MGK’nın
kararlarında belirleyici olan askerler Terörle Mücadele Kanunu’nun 8.
Maddesinin kaldırılmasına karşı
idiler. Cumhurbaşkanı Sezer
de onlara uyum sağlayarak ve daha önceki düşünce
özgürlüğünden yana tavrından yüz seksen derecelik
bir dönüş yaparak TMK 8. Madde ile ilgili değişikliği
veto etti.
Bu
nedenlerle söz konusu başlık değişikliği
hem yöntem olarak yanlış, hem de yazının
bütününe hiç uygun düşmüyor.
Politikada
ve yazı işinde üslup ve tonun yanı sıra
nüaslar da önemlidir. Uygun olmayan başlık bir yana, bazan
bir kelime değişikliği
bile yazının dengesini bozabilir, yanlış
mesaja yol açabilir.
Bu kez de ne
yazık ki öyle oldu…