Her şeye
rağmen iyimser olmak..
Kemal BURKAY
Ecevit’in başkanlığındaki
57 hükümet sonunda tıkandı ve çöküntü ile yüzyüze
geldi. Bu satırların yazıldığı
sırada Ecevit henüz istifa etmemişti ve akıl
almaz bir şekilde direniyordu. Ama bu çaresiz bir direniş.
Partisinden ve hükümetten büyük kopmalar oldu. İç ve
dış büyük sermaye çevreleri, Türkiye’nin kartelci
basını bu hükümetle ilgili idam fermanını
verdiler bile. Şu anda koalisyonun en büyük partisine
dönüşen MHP, 3 Kasım için erken seçim istiyor.
Bu işlerde her zaman son ve bazan da ilk sözü söyleyen
ordunun da artık bu hükümetle olmayacağını
gördüğü ve yeni seçenekler üzerinde düşündüğü
anlaşılıyor..
Bu hükümet
kurulalı üç yılı geçti. Ne yaptı bu
üç yıl boyunca? Türkiye’nin hangi sorununu çözdü, hangi
başarıya imza attı? Halkın ekonomik
yaşamında bir iyileşme mi sağladı,
yoksa ülkenin demokratikleşmesinde dişe dokunur
bir adım mı attı? Aklınıza gelen
olumlu birşey var mı?
Besbelli yok.
Böyle olması bir sürpriz de değil. Böyle bir programı
daha baştan yoktu. Sonucun böyle olacağını
bilmek için kâhin olmaya da gerek yoktu. Ardında MGK
desteği ve zorlaması olmasa çok daha önce çöker
giderdi. Ama ehveni şer olarak, “alternatifi yok” diye
tutuldu.
Üstelik bu
hükümetin döneminde onbinlerce can kaybına, büyük maddi
yıkıma yol açan Körfez depremi yaşandı.
Etkileri depremi kat kat aşan iki de büyük ekonomik
kriz.. Ülke daha da yoksullaştı. Kişi başına
ulusal gelir 3000 dolardan 2000’e düştü. Salt son bir
buçuk yıl içinde 300 bin işyeri kapanırken
iki milyon kişi daha işini yitirip işsizler
ordusuna katıldı. Mevcut dış borçalara
30 milyar dolar daha eklendi ve tam bir çöküş ancak
böyle atlatıldı, ya da ertelendi; çünkü Arjantin
türü bir iflas riski henüz sürmekte.. İç ve dış
borç toplamı 200 milyar dolara ulaştı ve
borçların ödenmesinde yeni bir dar boğaza girildi..
Sözkonusu ekonomik
krizler de elbet bir sürpriz değil. Türkiye uzunca
zamandır ki üretmeden, ama borçlanarak yaşayan
bir ülke. Kaynaklarını ve alınan borçları
da üretici alanlara yöneltmiyor. Kel başa şimşir
tarak misali, ya silaha yatırıyor (Amerika’dan
sonra NATO’nun en büyük ordusunu besliyor ve bununla övünüyor),
ya da siyasiler eliyle rant dağıtıyor.
Üretmeden tüketmek
ne kişiler ne de toplumlar için mümkün değil.
Bu bir mirasyedi yaşamıdır ve en büyük zenginlikler
bile bu şekilde kısa zamanda tükenir. Ya sefalete
ya kötü yola düşülür. Nitekim Türkiye’de bunların
ikisi de yaşanıyor. Türkiye bir yandan, “özelleştirme”
adı altında, geçmişteki servetini, “kamu”
malını satıp savarak, bir yandan da uyuşturucu
parası ve kaçak insan ticaretiyle, yani çeteleşerek,
bir mafya cumhuriyetine dönüşerek ayakta durmaya çalışıyor.
Kaynaklar yalnız
büyük çapta silahlanmaya ya da rant bölüşümüne ayrıldığı
için değil, aynı zamanda yurt içinde barışçı
bir ortam olmadığı için de Türkiye üretemiyor.
Türk devleti, başta Kürt halkı, emekçiler ve aydınlar
olmak üzere sürekli biçimde kendi ülkesinin insanıyla
savaşıyor. Kürdistan’ın yakılıp
yıkılışı tazedir. Ülkenin üçte
birinin üretim güçleri telef edildi. Komşularla ilişkiler
zor ve tehdit politikası üzerine inşa edildi.
Kitleleri bu politikaya angaje etmek için ırkçı
ve şoven görüşler pompalandı, farklı,
sağduyulu sesler ise susturuldu. Böyle bir ülkede elbet
demokrasi olmaz; düşünce, örgütlenme özgürlüğü
olmaz; ama militarizm gelişir. Böyle bir ülkede ne
ekonomik, ne düşünsel üretim gelişip serpilir.
Türkiye’de olan da budur. Ülkede asıl söz orduda. Demokrasi
ve sivil yönetim ise tümüyle göstermelik.
Ecevit’in başkanlığındaki
bu koalisyon hükümeti, 15 yıllık kirli savaşın
büyüttüğü şovenizm rüzgarının ürünüydü.
Bu rüzgar DSP’yi birinci parti konumuna çıkarırken,
MHP’yi de baraj altından yüzde 18’lere, ikinciliğe
taşıdı. Kırk yıldır ülkenin
yönetiminde birinci derecede rol oynayan Ecevit’in topluma
sunduğu yeni bir proje yoktu. Aksine, yıllar onu,
sözde emek yanlısı “Karaoğlan”dan çıkarıp
bir nasyonal sosyaliste çevirmişti. MHP ise bildiğimiz
düzenin yedek ve vurucu, sivil faşist gücü. Bunlar
Türkiye’yi 21 Yüzyıla taşıyacak güçler değildi.
Ama bugün Ecevit’e atıp tutan kartel basını,
o günlerde bu hükümeti sorunları çözecek, Türkiye’yi
AB’ye taşıyacak “güçlü, geniş tabanlı”
hükümet diye hava basıyordu..
18 Nisan 1999
seçimlerinden sonra, yeni hükümetin kuruluşuyla birlikte,
Deng Dergisi’nde benimle yapılan bir röportajda, bu
konuda şunları söylemiştim:
Türkiye’nin
temel sorunlarına ancak, ülkenin ve çağın
gerçeklerine, ihtiyaçlarına uygun yeni politikalar
ve bunları temsil eden yeni partiler, yeni liderler
çözüm bulabilir. Oysa bu liderlerin ve bu partilerin yeni
hiçbir tarafı yok. Ecevit yılların Ecevit’i,
Türkiye’nin en tutucu iki politikacısından biri
(öteki Demirel ve Cumhurbaşkanlığı mevkiinde!)
Ötekiler de eski tas eski hamam. Eğer hükümetin yapısında
bir değişiklik varsa o da olumsuz yönde. DSP ve
MHP şovenlikte birbirleriyle yarışıyorlar.
Kürt sorunu bakımından bu hükümet Türkiye’de oluşabilecek
en tutucu, en olumsuz yönetim.
12 Eylül sonrası,
sol ve demokrasi güçlerinin, Kürt yurtsever hareketinin
açtığı kanallar tıkanınca, kitleler
bulabildikleri başka kanallara, örneğin İslami
harekete yöneldiler. Cunta bunu özellikle de istemiş,
İslami hareketi solun ve Kürt hareketinin panzehiri
gibi görmüştü. Ne var ki İslami hareket beklenmedik
biçimde güçlenip iktidara aday olunca, bu kez de aynı
adamlar, onu budamaya kalkıştılar.
Son dönemde
İslami harekete karşı bu kez DSP’nin “sol”
milliyetçiliğinin ve MHP’nin, yani “saf” ve ırkçı
Türk milliyetçiliğinin, bir panzehir gibi devreye sokulduğunu
görüyoruz. Dün rejimin ideolojisi “Türk-İslam sentezi”
idi, bugün ise “sağ-sol milliyetçi sentez” devrede.
Topluma bir
kanal kapatılıp öteki açılıyor. Toplum
dün İslami hareketten çıkış umarak RP’ye
yöneldi; bugün, RP denendikten, yıprandıktan,
önü kesildikten sonra, bu kez de sağ ve sol türden
en ırkçı, milliyetçi partilere yöneliyor. Rüzgar
bu kez de bu yönde esiyor.
Peki bu nereye
kadar sürecek? Toplum bunları da deneyecek ve çok geçmeden
bu çılgınca milliyetçi sloganların da derde
deva olmadığını görecek. O zaman bakalım
“toplum mimarları”, bu kurnaz tilkiler ve eli sopalılar
nereyi, hangi yönü işaret edecekler? Galiba onlar bakımından
artık işaret edecek bir yön kalmadı; son
yedeklerini kullanıyorlar. Bundan sonrası ya eşi
görülmemiş bir kanlı kargaşa, belki doğrudan
askeri yönetim biçiminde bir çıplak faşizm, ya
da olumlu yönde bir değişimdir. Çünkü politik
ve sosyal çürüme artık sınırlarına dayandı.
Deniz bitmek üzere..
Üç yıl
sonra şimdi, kanlı olmasa da “eşi görülmemiş
bir kargaşa” var. Ama askeri bir darbe henüz gündemde
yok. Belki buna gerek de yok; nasıl olsa ülkenin sivilleri
“şanlı ordumuz”un bir dediğini iki etmiyorlar..
Öte yandan,
acaba yedekler tümden tükendi mi? Bu toplumun hafızası
zayıf da olsa, kanımca tükendi. DSP ve MHP de
dahil, iktidar partileri şu anda barajı zor aşacak
görünüyorlar. Bu, milliyetçi balonun havasının
çok çabuk indiğinin işaretidir. Buna karşılık,
kamuoyu yoklamalarında barajın üstünde oy alacağı
anlaşılan partiler de var. AKP, CHP ve DYP.. Ama
bunlardan AKP, ordudan henüz vize almış değil
ve yolu kesilmek için herşey yapılıyor. Ayrıca
iktidara gelse de hem yapısı gereği, hem
de üzerinde militarizmin kuşkulu gözleri ve sopası
nedeniyle değişim yönünde adımlar atacağı,
birşeyler yapacağı kuşkulu. Geçmişte
yeterince denenmiş, barajın altına ve sınırına
itilmiş Baykal’ın CHP’si ile Çiller’in DYP’si
de toplum için artık bir umut değiller.
Rejimin gerçek
sahipleri, ekonomik ve askeri güç odakları ve onların
dış destekçileri de bunun farkında. Bunun
için de “merkez sağ” ve “merkez sol” için yeni isimler
peşindeler, yeni, çekici vitrinler düzenleme çabasındalar.
Gerekli özveri ve anlayışı gösterip yolu
açmadığı için, Ecevit’e karşı operasyon
başlattılar. İstanbul sermayesi harekete
geçti; Hürriyet, Milliyet ve Sabah’tan oluşan kartelci
basın kamuoyu oluşturmak için yoğun bir kampanya
başlattı. Ecevit’in düne kadar sağ kolu sayılan,
eski Başbakan Yardımcısı Hüsamettin
Özkan’ın yanısıra, Dışişleri
Bakanı İsmail Cem ve ekonomiden sorumlu bakan
Kemal Derviş öne çıkarılan üç isim.
Bir hükümeti
yıkıp yerine başka bir hükümet kurmaya yönelik bu operasyon, parlamento dışı
güçlerin girişimi ve etkisiyle de olsa, 28 Şubat’tan
farklı. 28 Şubat’ı en başta Ordu istemiş
ve gerçekleşmesinde en önemli rolü oynamıştı.
O zaman iç ve dış sermaye çevreleri de, İslami
harekete duydukları güvensizlikle bu “postmodern darbe”yi
onaylamışlardı. Şimdi ise operasyonu
başlatan İstanbul sermayesi ve arkasındaki
etkili dış odaklardir. Bu sermaye ve dış
odaklar (AB ve ABD, aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası
gibi finans çevreleri), Ecevit’in hastalığından
ve hükümetin uyumsuzluğundan kaynaklanan “siyasi belirsizliğin”
giderilmesini, IMF destekli ekonomik programın kararlı
biçimde uygulanmasını, Kıbrıs sorununun
çözümünü, Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesini istiyorlar.
Ancak bu şekilde AB yolu açılır, piyasalara
güven gelir ve Türkiye’nin bir Arjantin’e dönmesi önlenebilir.
Bunun yanısıra Türkiye’ye yabancı sermaye
böyle çekilebilir. İstanbul sermayesinin bakışı
bu.
Ordunun tutum
ve isteklerinin bu projeyle tümden çakıştığı
söylenemez. Ordu, açıkça söylemese de, ötedenberi Kopenhag
Kriterleri’ne karşı, AB’ye karşı soğuk
ve engelleyici. Kopenhag Kriterleri, aynı zamanda MGK’nın,
yani ordunun politika üzerindeki imtiyazlı konumunun
sona erdirilmesini içeriyor. Ayrıca mevcut sistemin
rantından beslenenlerin başında ordu üst
kademesi var. Subaylar bu imtiyazları ve gücü yitirmek
istemezler.. Ama değişim dalgası öylesine
kapıya dayanmış ki onların da yapabileceği
fazla birşey yok. Türkiye’ye para muslukları kesilirse
yeni ekonomik kriz Arjantin’den beter eder. AB ufku kapanırsa
kitlelerin umudu da tükenir. İç ve dış sermayenin
istemlerine karşı çıkmak, bu değişimi
engellemek için ordunun elinde ancak bir darbe yapıp
ülkeyi yalnız AB’den değil, ABD’den de soyutlamak
ve rejimi Irak türü bir Ortadoğu diktatörlüğüne
dönüştürmek var.. Bunu da bu satten sonra hiçbir general
göze alamaz. Hele hele, şimdiye kadar ki darbeler hep
ABD ve NATO’nun onayı ve desteği ile olmuşken..
Diğer
bir deyişle, Ecevit hükümetini artık İsmet
Paşa bile kurtaramaz!
Ama ordunun,
yeni oluşumda söz sahibi olmak, ipleri tümüyle elden
kaçırmamak için yapabileceği şeyler de var
ve zaten MGK Genel Sekreterliği, yani ülkenin gerçek
iktidar odağı boş oturmuyor.. Yukarda
sayılan üç ismin yanında örneğin Mehmet Ağar’ın
da adının geçmesi ilginçtir. Anlaşılan
o ki ordu ile, derin devletle dengeler de gözetiliyor. Ayrıca
sahnede hem AB projesine yakın, hem de laikliğinden
kuşku duyulmayacak ve ordu ile uyum sağlamakta
deneyimli Yılmaz var.. Yılmaz, kartel basınının
bastığı hava ile barajı aşabilir
veya o zamana kadar buna uygun düzenlemeler yapılabilir..
Merkezin sol cenahında da, herşeye rağmen,
barajı aşma şansı bulunan CHP var. Ordu
ve Kemalistler için önemli olan, AKP’nin iktidar olmasını
önlemek. Aynı kaygılar sözkonusu operasyonu düzenleyen
iç ve dış sermaye için de var! Kısacası
bugün yapılmak istenen, MHP ırkçı-şoven
kozasının içinden çıkıp AB projesine
uyum sağlayamadığı, aynı zamanda
esnaf ve köylülükten oluşan tutucu tabanını
gözetmek zorunda olduğu için, onu ve artık yatalak
hale gelmiş inatçı Ecevit’i dışarda
bırakacak, İslami kesime ise yeni bir iktidar
şansı tanımayacak bir hükümet modelini oluşturmaktır.
Peki bununla
nereye varılabilir veya bu operasyonun mimarları
nereye varmayı düşünüşorlar?
Üç yıl
önce Deng’in 52. Sayısında çıkan sözkonusu
röportajda şunları da demiştim:
Türkiye’nin
gerçekçi, çağdaş bir yönetime; yeni, değişimci
politikalara ihtiyacı var. Zaman zaman politik çevrelerde
, işveren ve işçi kesimlerinde reformlardan söz
ediliyor. Ama barış ve demokrasi yönünde köklü
adımlar içermeyen hiçbir reform paketi ciddiye alınamaz.
Kürtlerin haklarını tanıyıp sorun adil
bir şekilde çözülmeden ise bu ülkede ne barış,
ne demokrasi olur; kimse kendi kendini aldatmasın.
Bugün için
de söyleyeceklerimiz aynıdır. Üç yıl önce
ve aynı zamanda ondan önceki her hükümet değişikliğinde
kendilerini aldatanlar, işlerin yürümediğini,
ülkenin batağa biraz daha gömüldüğünü şimdi
herhalde görüyorlardır. Bunun nedenini de görmeliler.
Şu anda güçlü bir medya ajitasyonu, içerden TOBB, TÜSİAD,
dışardan AB, hatta ABD ve IMF desteğiyle
piyasaya sürülen Cem-Derviş-Özkan üçlüsünden oluşan
“yeni oluşum” sözü edilen değişimi sağlayacak
nitelikte midir?
İktidara
gelse bile bu üçlüden ve bunun arkasındaki güçlerden
böylesine köklü bir değişim beklemek kanımca
gerçekçi değil. Düne kadar Ecevit’in bir gölgesi olan
Özkan’dan birdenbire reformcu bir kişilik mi çıkacak?
Ya yine düne kadar Ecevit’n belirlediği alan ve çerçevede,
ona eşgüdümlü bir politikanın uygulayıcısı
olan Cem?.. Ya belirleyici özelliği Dünya Bankası
ve IMF politikalarının, yani iç ve dış
sarmeyenin isteklerinin hayata geçmesi için çaba göstermek
olan Derviş?. Bu üçlü, orada pusuda bekleyen ve canlarını
sıkan her kesi anında hizaya getiren orduyu da
gözetmeden, barış ve demokrasi yönünde köklü reformlar
yapabilirler mi? Şu anda bile bu doğrultuda somut
bir projeleri, farklı bir sesleri var mı?
Örneğin
Kürt kimliğini de tanıyan demokratik bir anayasa
ve ona uyumlu yeni yasalar sistemi?
Kürt kimlikli
parti ve derneklerin de kuruluşuna izin veren, tam
bir düşence, örgütlenme ve basın özgürlüğü?
Toplantı
ve gösteri özgürlüğü?
Kürt göçmenlerin
yerlerine dönmesi?
Şu uyduruk
“Ulusal Belge”nin değil, Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde yazılı Kopenhag Kriterleri’nin tam
bir uygulanması? Anadilde eğitim ve yayın
hakkı? Yani Kürt sorununun çözümü yönünde bazı
iyi niyetli adımlar?..
Kıbrıs
sorununun BM kararlarına uygun biçimde çözümü?
MGK’nın
sivil siyaset üzerindeki vesayetine, “Gizli Anayasa”nın
egemenliğine son verilmesi?
Kaynakların
silahlanmadan çekilip üretime yöneltilmesi?.
Bu üçlü böylesi
cesaretli, köklü bir projeyi başlatabilir mi? Keşke
yapabilseler! Ama yukardaki nedenlerle bu konuda iyimser
değilim. Ne bu üçlünün geçmişi, ne şu andaki
çıkışları, ne de genel politik ortam
böylesi ciddi bir reform hareketi için umut vermiyor. Böylesine
köklü bir demokratikleşme projesi, ancak kitlelerin
isteği, katkısı, desteğiyle, ciddi bir
kitle hareketiyle başlatılabilir, hayata geçirilebilir.
Oysa Türkiye’de kitleler 12 Eylül döneminde iğdiş
edildiler ve yıllardır sahnedeki şu veya
bu kahramana umut bağlamaktan, tekrar tekrar aldanmış
olmayı yaşamaktan başka birşey yaptıkları
yok. Şu anda da örgütsüzler ve yerlerinde oturmuş
kurtarıcı beklemekteler..
Bu karamsarlık
verici bir durum..
Öte yandan,
kitlelerde, bugün pasif biçimde de olsa, olumlu bir tavır
da var; o da AB’ye katılım yönündeki ağır
basan istektir. İşte bu olumludur ve dış
etkenlerle de birleşince değişime öncülük
etmek isteyen güçlere olumlu bir zemin hazırlıyor.
Bugün olan
bitenin, AB yanlılarıyla AB karşıtları
arasındaki çekişmenin yarattığı
bir fay kırığı olduğu gözden uzak
tutulmamalı. Hem de önemli, büyük enerji üreten bir
fay kırığı.. Sermaye ve büyük basın
bu konuda ağırlığını koydu.
AB’nin yanısıra -bazılarının sandığının
ya da göstermek istediğinin tersine- ABD de Türkiye’nin
AB’ye katılmasından yana açık tavır
belirtti. Türkiye’de ise halkın üçte ikisi AB’ye üyeliği
destekliyor. Sonuç olarak böyle bir doğrultuyu esas
alan ve sözkonusu etkili iç ve dış odaklardan
destek gören bir siyasi hareketin Türkiye’de iktidar şansı
var, başarılı olma şansı da var.
Kopenhag Kriterleri’ni
sulandırmamak koşuluyla. Yoksa, bugün medya gücüyle
umut yapılanlar da çok çabuk eskir ve üç yıl sonra
yine aynı noktada ve daha ağır bunalımlar
içinde olmak şaşırtıcı olmaz.
Bir başka
deyişle, Türkiye için yakın vadede köklü radikal
değişimler beklemek gerçekçi değil; ama ağır
aksak ve zaman zaman kesintili de olsa, bir değişim
sürecinin başladığını ve bunun
artık şu veya bu kişiden, partiden ve kurumdan
bağımsız, ama ulusal ve uluslararası
gelişmelerin bir ürünü olarak, adeta kaçınılmaz
biçimde devreye girdiğini unutmamalı.
Bu da, her
şeye rağmen iyimser olmak için bir neden..