PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Dünya Kupası Geçip Giderken.. (*) 

Cemil BARAN

Haziran ayında dünyamız dünya kupasına kilitlendi. Ben de fırsat buldukça bazı maçları izledim.

Ayaklarla da oynansa futbol hoş bir oyundur. Örneğin, asıl olarak beyni kullanmaya dayanan satrançtan hoşlanmam. Çok sabır isteyen, zaman alan bir oyundur ve bana sıkıcı gelir. Oyun dediğin eğlendirmeli. Coşku, heyecan, hareket olmalı. Geniş çim sahalar, formalarının hoş renkleriyle 22 oyuncu, yuvarlak bir kelebek gibi oradan oraya koşturan bir top ve tribünlerde rengarenk giysileri, boyalı yüzleri, çılgınca haykırışları, danslarıyla ortalığı bir karnavala çeviren onbinlerce insan...

Ama elbet, ayaklarla ve kalın kafalarla da oynansa, futbolda beynin de payı az değildir. Tüm oyunlar, aynı zamanda taktik sanatının bir ugulama alanıdır ve bu özellikle futbolda böyledir. Taktikleri uygulayıp yürüten en başta takımın antrönörüdür. Yanında danışmanlar ve teknik adamlar vardır. Ondan öteye saha içinde takım kaptanının rolü önemlidir. Ama aynı zamanda her oyuncu duruma göre inisiyatif, yani bir bakıma kafasını kullanmalı; dikkatli ve kurnaz olmalı. Öfkesine yenilmemeli. İşler iyiye gitttiği zaman, üstünlük halinde tedbiri elden bırakmamalı. İşler kötüye gittiyi zaman morali bozulup gevşememeli; son ana kadar, hatta artık zafer şansı olmasa bile, direnmeli. 

Takım oyunu özelliği ebet salt futbola özgü değil. Ama futbulda uyumun, dayanışmanın gerekleri çok daha belirgindir. Kişisel ustalık, çalım, inisiyatif nasıl önemliyse, dayanışma, ortak başarıyı gözetme anlayışı da o kadar gereklidir. Bencil bir oyuncu çok usta da olsa, çok daha elverişli pozisyonda olan oyuncuya topu vermeyip ille golü ben atayım derse, fırsatı heder eder. Pas vermek için yakınında uygun arkadaşları varken, ille de iki-üç oyuncu arasında çalım atmaya kalkan biri de çoğu kez topu kaptırır ve bu bazan pahalıya mal olur..

Nitekim bu dünya kupasında kendine çok güvenip topu çalımlar içinde boğan, fırsatları kaçıran usta ama bencil oyuncular gördük. Bunlardan biri de Senegal’li Dious´tu. Takımının daha önceki galibiyetlerinde birhayli payı vardı, golcü bir elemandı; ama, eğer Senegal yarıfinal şansını yitirdiyse bu da yine onun sayesinde idi..

Benim böyle futbol üzerine bol keseden ahkam kesmeme bakıp da, bu adam futbola da mı burnunu soktu, diyebilirsiniz, sevgili okurlar. Ama bir ben miyim bunu yapan? Belki de bu işte en geciken ben oldum! Zaten bütün bunları görmek, anlamak için ne usta bir futbol oyuncusu, ne de antrönör olmaya gerek yok; sıradan bir futbol seyircisi de artık bu işlerden anlıyor.. 

Bence fotbol oyunundan siyaset için de alınacak dersler var. Siyasal mücadele de kollektif çabanın ürünüdür. Örgütlü siyasal çalışmada da başarı, izlenecek siyasetin, strateji ve taktiklerin doğruluğuna, bu mücadelede rol alan her kişinin, ister lider ister sıradan partili olsun, görevini ciddiye almasına, çaba göstermesine bağlı. Bunda da bireyciliğe, arkadaşını kıskanmaya yer yok.. Herbir kişinin yeteneği, birikimi ortak zenginliktir. Başarı ise ortak çabaya bağlı.

Ayrıca, benim futbol severliğim de bayramdan bayramadır! Avrupa şampiyonasını ve dünya kupasını izlerim. Bunun bir sorumlusu varsa, o da bir dönemin sosyalist diye bildiğimiz ülkeleridir. Onları böylesi uluslararası yarışlarda, kupa ve olimpiyatlarda desteklemek, “devrimciliğin” bir gereği idi.. Onların başarısından kendimize pay çıkarırdık. Sözkonusu sosyalist ülkeler, eğer Küba’yı, Çin’i, Vietnam’ı ve şu garip, yoksul, puta tapar Kuzey Kore’yi saymazsak, sahneyi terkedip gittiler. Üstelik bazısı kapitalist ülkelerden de daha geriye düştü, mafya cumhuriyetine dönüştü. Buna rağmen ne ilginçtir ki, yüreğimizin derinliklerinde onlar için hala bir sevgi var.. Örneğin Rus yarışçıların önde bitirmesi hala hoşuma gidiyor!.. 

Bu duygu nedir acaba, bir nostalji mi?. Bilinç altı mı? Yitirilip giden, hatta sizi başkasıyla aldatan, belki de bu yüzden fırsat bulsanız ilkel bir davranışla canını bile alabileceğiniz eski sevgililer için de herhalde benzer duygular yaşar insan.. 

Ben, sevgili okurlar, bu işte bir tarağım olmasa da, atletizm yarışlarını daha çok severim. Bir seyirci olarak tabi. Yarışma duygusu güzel bir şey. Başarınca sevinmek, yitirince yaşanan burukluk son derece insani. Özellikle uzun mesafe koşularında, yalnız fizik güç, nefes değil, aynı zamanda taktik sanatı son derece önemli. Enerjinizi zamana iyi biçimde uyarlamalısınız. Koşuya çok hızlı ve en önde başlayanlardan, önde bitireni görmedim hiç. Hatta böyleleri çoğu kez yarışı yarı yolda bırakıyorlar.. Öndekini kollamak, yarıştan kopmamak ve enerjinin bir bölümünü yarışın sonlarına bırakmak, son atağı iyi biçimde yapmak, ipi önde göğüslemek için son derece önemlidir.. Ne deniyordu rubaide:

Bu yarış dedikodu, gürültü patırtıyla olsa

Tilki başkan, eşek de öncü olurdu mutlaka

Sen baştaki farfaraya bakma, dostum

Bakalım ipi kim göğüsleyecek sonunda..

Boksu sevmem, bana son derece hayvani, ilkel bir spor olarak görünür. Buna karşılık cimnastik yarışlarını severim. Buz balesine ise bayılırım. Onda estetiğin, müziğin ve bedenin hereket yeteneklerinin iyi bir kombinezonu var.

Futbol da aslında, aynı zamanda estetik yanı olan bir oyun. Ama ne yazık ki oyundaki güzelliği, hoş görünümü bozan, onu çirkinleştiren pekçok şey de var.

Kazanma hırsı , bazan oyunu bir savaş alanına çeviriyor. Karşı takımın oyuncusunu engellemek için bile bile çelme takmalar, itip düşürmeler. Bunlar oyununun akışını bozuyor ve oyuncuların canını yakıyor, birçok durumda da onları sakatlıyor. Bazan, serbest atış, ya da penaltı kazanmak için hile yapma, kendini yere atmalar.. Oyunu, kurallarına göre ve güzel oynayarak kazanmak değil, ne pahasına olursa olsun kazanmak amaçlanıyor. Bunlar hem oyunun güzelliğini bozuyor, hem de zaferi gölgeliyor.

Sporla kavganın bir farkı olmalı. Sporda, sanatta, edebiyatta hile ile, sahtekarlıkla diğer tarafı sakatlıyarak kazanılan bir zafere zafer denebilir mi? 

Ya tribünlerde, stadyumlar dışında olup bitenler?. Seyircinin kendi takımına tezahürat yapması, destek vermesi elbet doğal. Ama iş doğallık sınırını çoğu kez aşıyor, Kitle, top kendi takımına geçince çılgınca haykırıyor, karşı tarafa gecince sus pus oluyor, ya da yuhalarla moral bozmaya çalışıyor. Zafer halinde takımların taraftarları, bazan da “ulusal” çapta kitleler halinde bayraklarla sokaklara dökülüyorlar. Ne trafik kalıyor, ne düzen. Türkiye’de olduğu gibi bazan silahlar ateşleniyor, arabalar devriliyor ve bir dizi ölü, yaralı.. 

Bazan bu fanatizm, bu çılgınlık saha içinde ve dışında futbol savaşlarına yol açıyor. Onlarca insan ölüyor ya da yaralanıyor. Geçmişte bir futbol maçı yüzünden iki Latin Amerika ülkesi arasında savaş çıkmıştı!

Son dünya kupasının da gösterdiği gibi uluslararası futbol yarışları tam bir milliyetçilik gösterisine, hatta histerisine yol açıyor, şovenizm şahlanıyor. Bu işe basın ve hükümetler çanak tutuyor. Atılan golden, sokaktaki işsiz, aç adam da, ülkenin başbakanı da kendine pay çıkarıyor..

Yıllar önce, Federal Alman takımı dünya şampiyonu olduğunda, o zamanki Alman şansölyesi, “iyi tekme sallamakla ülke kurtulmaz” demişti. Ne kadar yerinde bir söz! Almanlar, o gün ve bugün, futboldaki üstün başarılarına rağmen, “iyi tekme sallamakla” değil, iyi çalışmakla, bilim ve kültür hayatındaki başarılarla gelişkin, modern bir ülke yarattılar. Ama şimdiki şansölye öyle demiyor; Almanlar gol atınca neşeyle ayağa sıçrıyor.. Hatta Sevilla zirvesinde liderlerin kendi takımlarının maçını seyretmesi için toplantılar bile saatlerce ertelendi..  

Öte yandan futbolun yalnızca bir spor olmakla kalmadığı, aynı zamanda silah olarak kullanıldığı da bir gerçektir. Kitleleri yönlendirmeye yarıyan bir silah.. Yönetenler başından beri bu silahın farkındalardı. Bu silah, uluslararası mücadeleden çok ve asıl olarak sınıfsal mücadelenin bir aracıydı ve bugün de tüm “ulusal” görüntüsüne rağmen, futbol üzerine koparılan sözkonusu şovenizm çılgınlığının asıl amacı, dışa değil, içeriye yöneliktir.  

Kitlelerin dikkatinin, politik sorunlardan, onları bunaltan binbir dertten uzaklaşıp futbol topuna çevrilmesi, onların enerjisinin stadyumlara, karnaval türü futbol gösterilerine yönelmesi, böylesine bir deşarj, hele hele futboldaki başarıların ve kayıpların ortak ulusal sevince ya da yasa yol açması, yönetenler bakımından son derece yararlıdır.. Yaşasın “ulusal birliğin” emrindeki futbol topu!..

Bu yüzden en ileri ülkelerde bile bu futbol çılgınlığının önünü açmak, onu olabildiğince kışkırtmak için ne lazımsa yapılıyor.

Ama birçok ülkede futbol aynı zamanda bir endüstri, bir kâr aracı, önemli bir yatırım alanı. Geniş tesisleri, üyeleri, oyuncuları, taraftarları ile futbol kulüpleri birer holding gibi, hatta düpedüz holding. Zaman zaman da, at yarışlarında, boks maçlarında olduğu gibi işe mafya karışıyor, rant bölüşümünü düzenliyor, şikeler oluyor..  

Geri kalmış ülkelerde ise, futboldaki başarılar, ulusal onuru daha çok okşuyor. Bu ülkeler başarılara susamışlar. Ekonomide, bilim ve kültür alanında gelişmiş ülkelerle yarışmaları mümkün değil. Ama futbolda neden olmasın?. Bunun altyapısı her yerde var. Baldırı çıplaklar bile bir futbol topu elde edip tozlu sahalarda, ya da düpedüz sokaklarda koşturabilir. Brezilya’nın yıldız oyuncularının çoğu ilk eğitimlerini bu kenar mahalle sokaklarında yapmışlar.. Bunun için hem yeter zamanları var, hem de bu gelecek vadeden bir iş. İyi bir futbolcu hem ün, hem de başarılı bir iş adamı gibi para kazanabilir. Hatta dünyanın en ünlü romancılarından ve bilim adamlarından bile çok daha fazla parayı iki-üç yıl içinde elde edebilir.

Baksanıza aç Afrikadan ne kadar çok futbolcu yetişiyor. Fransız ligleri bile onlarla dolu. Afrika’dan çok sayıda iyi uzun menzilli koşucu da çıkıyor. Nijeryalılar, Etopyalılar, Faslılar, Tunuslular.. İyi koşmak için ne parlak bir zekaya , ne de iyi bir eğitime gerek var. Amerika’nın da en iyi boksörleri ve koşucuları siyah değil mi? Onlara iş, bilim ve sanat hayatı değil, bu alan açık. Zaten Newyork’un Harlem’inde ve öteki kentlerin varoşlarında en iyi öğrendikleri şey iyi yumruk atmak değil mi?.

Bu nedenle, iki yıl öncesi Galatasaray’ın Avrupa şampiyonu olması, Türk milli takımının 48 yıl sonra dünya kupasına katılıp yarı finale kadar çıkması da o kadar olağanüstü birşey değil. Baksanıza perişan Nijerya, Senagal ve Kamerun da futbolda ne kadar ileriler..

Senegalliler de Fransa’yı ve İsveç’i eledikleri zaman ne kadar coşkuluydular!  

Ama sanırım hiçbir ülkede iş Türkiye’deki kadar abartılmadı. Berezilya ile yarıfinal maçının yapıldığı gün ulusal çapta tatil ilan edildi. Ya kazanılsaydı, o da bir ulusal bayram günü mü olacaktı?. 

Daha önceki maçlar kazanılınca, tanrım, o ne şamata gürültüydü! “En büyük Türkiye!” haykırışları, sahada ve sokaklarda görülmemiş bir bayrak fetişizmi.. Şu mahçup, efendi Sezer’in bile eline bir Türk bayrağı tutuşturdular; ne yapacağını, nereye koyacağını bilemedi.. 

Evet, başarıya susamış olan bir toplumun psikolojisi bu.. Ekonomide geri, on milyonlarca açı, işsizi var. Bilim, sanat ve kültür hayatında övünebileceği başarılara imza atamamış. İsmi hep askeri cuntalarla, işkenceyle, aydınlarını tutuklamakla, Kürtlere yapılan zulümle, Kıbrıs işgaliyle gündeme gelmiş. Yurttaşları başka bir ülkeye kapağı atmak için can atıyor.. Bu yüzden dünyada itibarı düşük. İnsanları, dilediği kadar “En büyük Türkiye!”, “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” desin, gerçekte aşağılık duygusu bu toplumda çok yaygın ve beyinlerin, yüreklerin derinine kök salmış…

Bazan, neden olduğu şu tiksindirici şovenizm dalgasına rağmen, Türkiye’nin dünya kupasında sağladığı bu başarı iyi oldu, diye düşünüyorum. Belki bir üçüncülük alsalar, gelecekte şampiyon olsalar daha iyi olacak! Ayrıca, bu ülkenin ulusal geliri yükselse, üniversite rektörleri hırsız olmasa, siyaset adamları yalancı olmasa, birkaç nobel kazansalar daha da iyi olacak diye düşünüyorum.. 

Belki bu aşağılık duygusu kaybolur, ya da hafifler, dünyayı düşman gibi görme paranoyası silinir, AB’ye girmek kolaylaşır, işkence, zulüm azalır, belki biz de biraz rahat ederiz, ne bileyim...

--------------------------------------------------------

(*) Dema nu, 32. Sayıdan alındı.

 
PSK Bulten © 2002