Dünya Kupası Geçip Giderken..
(*)
Cemil BARAN
Haziran ayında dünyamız
dünya kupasına kilitlendi. Ben de fırsat buldukça
bazı maçları izledim.
Ayaklarla da oynansa futbol
hoş bir oyundur. Örneğin, asıl olarak
beyni kullanmaya dayanan satrançtan hoşlanmam. Çok
sabır isteyen, zaman alan bir oyundur ve bana sıkıcı
gelir. Oyun dediğin eğlendirmeli. Coşku,
heyecan, hareket olmalı. Geniş çim sahalar,
formalarının hoş renkleriyle 22 oyuncu,
yuvarlak bir kelebek gibi oradan oraya koşturan bir
top ve tribünlerde rengarenk giysileri, boyalı yüzleri,
çılgınca haykırışları, danslarıyla
ortalığı bir karnavala çeviren onbinlerce
insan...
Ama elbet, ayaklarla ve kalın
kafalarla da oynansa, futbolda beynin de payı az
değildir. Tüm oyunlar, aynı zamanda taktik sanatının
bir ugulama alanıdır ve bu özellikle futbolda
böyledir. Taktikleri uygulayıp yürüten en başta
takımın antrönörüdür. Yanında danışmanlar
ve teknik adamlar vardır. Ondan öteye saha içinde
takım kaptanının rolü önemlidir. Ama aynı
zamanda her oyuncu duruma göre inisiyatif, yani bir bakıma
kafasını kullanmalı; dikkatli ve kurnaz
olmalı. Öfkesine yenilmemeli. İşler iyiye
gitttiği zaman, üstünlük halinde tedbiri elden bırakmamalı.
İşler kötüye gittiyi zaman morali bozulup gevşememeli;
son ana kadar, hatta artık zafer şansı
olmasa bile, direnmeli.
Takım oyunu özelliği
ebet salt futbola özgü değil. Ama futbulda uyumun,
dayanışmanın gerekleri çok daha belirgindir.
Kişisel ustalık, çalım, inisiyatif nasıl
önemliyse, dayanışma, ortak başarıyı
gözetme anlayışı da o kadar gereklidir.
Bencil bir oyuncu çok usta da olsa, çok daha elverişli
pozisyonda olan oyuncuya topu vermeyip ille golü ben atayım
derse, fırsatı heder eder. Pas vermek için yakınında
uygun arkadaşları varken, ille de iki-üç oyuncu
arasında çalım atmaya kalkan biri de çoğu
kez topu kaptırır ve bu bazan pahalıya
mal olur..
Nitekim bu dünya kupasında
kendine çok güvenip topu çalımlar içinde boğan,
fırsatları kaçıran usta ama bencil oyuncular
gördük. Bunlardan biri de Senegal’li Dious´tu. Takımının
daha önceki galibiyetlerinde birhayli payı vardı,
golcü bir elemandı; ama, eğer Senegal yarıfinal
şansını yitirdiyse bu da yine onun sayesinde
idi..
Benim böyle futbol üzerine
bol keseden ahkam kesmeme bakıp da, bu adam futbola
da mı burnunu soktu, diyebilirsiniz, sevgili okurlar.
Ama bir ben miyim bunu yapan? Belki de bu işte en
geciken ben oldum! Zaten bütün bunları görmek, anlamak
için ne usta bir futbol oyuncusu, ne de antrönör olmaya
gerek yok; sıradan bir futbol
seyircisi de artık bu işlerden anlıyor..
Bence fotbol oyunundan siyaset
için de alınacak dersler var. Siyasal mücadele de
kollektif çabanın ürünüdür. Örgütlü siyasal çalışmada
da başarı, izlenecek siyasetin, strateji ve
taktiklerin doğruluğuna, bu mücadelede rol alan
her kişinin, ister lider ister sıradan partili
olsun, görevini ciddiye almasına, çaba göstermesine
bağlı. Bunda da bireyciliğe, arkadaşını
kıskanmaya yer yok.. Herbir kişinin yeteneği,
birikimi ortak zenginliktir. Başarı ise ortak
çabaya bağlı.
Ayrıca, benim futbol
severliğim de bayramdan bayramadır! Avrupa şampiyonasını
ve dünya kupasını izlerim. Bunun bir sorumlusu
varsa, o da bir dönemin sosyalist diye bildiğimiz
ülkeleridir. Onları böylesi uluslararası yarışlarda,
kupa ve olimpiyatlarda desteklemek, “devrimciliğin”
bir gereği idi.. Onların başarısından
kendimize pay çıkarırdık. Sözkonusu sosyalist
ülkeler, eğer Küba’yı, Çin’i, Vietnam’ı
ve şu garip, yoksul, puta tapar Kuzey Kore’yi saymazsak,
sahneyi terkedip gittiler. Üstelik bazısı kapitalist
ülkelerden de daha geriye düştü, mafya cumhuriyetine
dönüştü. Buna rağmen ne ilginçtir ki, yüreğimizin
derinliklerinde onlar için hala bir sevgi var.. Örneğin
Rus yarışçıların önde bitirmesi hala
hoşuma gidiyor!..
Bu duygu nedir acaba, bir
nostalji mi?. Bilinç altı mı? Yitirilip giden,
hatta sizi başkasıyla aldatan, belki de bu yüzden
fırsat bulsanız ilkel bir davranışla
canını bile alabileceğiniz eski sevgililer
için de herhalde benzer duygular yaşar insan..
Ben, sevgili okurlar, bu
işte bir tarağım olmasa da, atletizm yarışlarını
daha çok severim. Bir seyirci olarak tabi. Yarışma
duygusu güzel bir şey. Başarınca sevinmek,
yitirince yaşanan burukluk son derece insani. Özellikle
uzun mesafe koşularında, yalnız fizik güç,
nefes değil, aynı zamanda taktik sanatı
son derece önemli. Enerjinizi zamana iyi biçimde uyarlamalısınız.
Koşuya çok hızlı ve en önde başlayanlardan,
önde bitireni görmedim hiç. Hatta böyleleri çoğu
kez yarışı yarı yolda bırakıyorlar..
Öndekini kollamak, yarıştan kopmamak ve enerjinin
bir bölümünü yarışın sonlarına bırakmak,
son atağı iyi biçimde yapmak, ipi önde göğüslemek
için son derece önemlidir.. Ne deniyordu rubaide:
Bu yarış dedikodu,
gürültü patırtıyla olsa
Tilki
başkan, eşek de öncü olurdu mutlaka
Sen baştaki farfaraya
bakma, dostum
Bakalım ipi kim göğüsleyecek
sonunda..
Boksu sevmem, bana son derece
hayvani, ilkel bir spor olarak görünür. Buna karşılık
cimnastik yarışlarını severim. Buz
balesine ise bayılırım. Onda estetiğin,
müziğin ve bedenin hereket yeteneklerinin iyi bir
kombinezonu var.
Futbol da aslında, aynı
zamanda estetik yanı olan bir oyun. Ama ne yazık
ki oyundaki güzelliği, hoş görünümü bozan, onu
çirkinleştiren pekçok şey de var.
Kazanma hırsı ,
bazan oyunu bir savaş alanına çeviriyor. Karşı
takımın oyuncusunu engellemek için bile bile
çelme takmalar, itip düşürmeler. Bunlar oyununun
akışını bozuyor ve oyuncuların
canını yakıyor, birçok durumda da onları
sakatlıyor. Bazan, serbest atış, ya da
penaltı kazanmak için hile yapma, kendini yere atmalar..
Oyunu, kurallarına göre ve güzel oynayarak kazanmak
değil, ne pahasına olursa olsun kazanmak amaçlanıyor.
Bunlar hem oyunun güzelliğini bozuyor, hem de zaferi
gölgeliyor.
Sporla kavganın bir
farkı olmalı. Sporda, sanatta, edebiyatta hile
ile, sahtekarlıkla diğer tarafı sakatlıyarak
kazanılan bir zafere zafer denebilir mi?
Ya tribünlerde, stadyumlar
dışında olup bitenler?. Seyircinin kendi
takımına tezahürat yapması, destek vermesi
elbet doğal. Ama iş doğallık sınırını
çoğu kez aşıyor, Kitle, top kendi takımına
geçince çılgınca haykırıyor, karşı
tarafa gecince sus pus oluyor, ya da yuhalarla moral bozmaya
çalışıyor. Zafer halinde takımların
taraftarları, bazan da “ulusal” çapta kitleler halinde
bayraklarla sokaklara dökülüyorlar. Ne trafik kalıyor,
ne düzen. Türkiye’de olduğu gibi bazan silahlar ateşleniyor,
arabalar devriliyor ve bir dizi ölü, yaralı..
Bazan bu fanatizm, bu çılgınlık
saha içinde ve dışında futbol savaşlarına
yol açıyor. Onlarca insan ölüyor ya da yaralanıyor.
Geçmişte bir futbol maçı yüzünden iki Latin
Amerika ülkesi arasında savaş çıkmıştı!
Son dünya kupasının
da gösterdiği gibi uluslararası futbol yarışları
tam bir milliyetçilik gösterisine, hatta histerisine yol
açıyor, şovenizm şahlanıyor. Bu işe
basın ve hükümetler çanak tutuyor. Atılan golden,
sokaktaki işsiz, aç adam da, ülkenin başbakanı
da kendine pay çıkarıyor..
Yıllar önce, Federal
Alman takımı dünya şampiyonu olduğunda,
o zamanki Alman şansölyesi, “iyi tekme sallamakla
ülke kurtulmaz” demişti. Ne kadar yerinde bir söz!
Almanlar, o gün ve bugün, futboldaki üstün başarılarına
rağmen, “iyi tekme sallamakla” değil, iyi çalışmakla,
bilim ve kültür hayatındaki başarılarla
gelişkin, modern bir ülke yarattılar. Ama şimdiki
şansölye öyle demiyor; Almanlar gol atınca neşeyle
ayağa sıçrıyor.. Hatta Sevilla zirvesinde
liderlerin kendi takımlarının maçını
seyretmesi için toplantılar bile saatlerce ertelendi..
Öte yandan futbolun yalnızca
bir spor olmakla kalmadığı, aynı zamanda
silah olarak kullanıldığı da bir gerçektir.
Kitleleri yönlendirmeye yarıyan bir silah.. Yönetenler
başından beri bu silahın farkındalardı.
Bu silah, uluslararası mücadeleden çok ve asıl
olarak sınıfsal mücadelenin bir aracıydı
ve bugün de tüm “ulusal” görüntüsüne rağmen, futbol
üzerine koparılan sözkonusu şovenizm çılgınlığının
asıl amacı, dışa değil, içeriye
yöneliktir.
Kitlelerin dikkatinin, politik
sorunlardan, onları bunaltan binbir dertten uzaklaşıp
futbol topuna çevrilmesi, onların enerjisinin stadyumlara,
karnaval türü futbol gösterilerine yönelmesi, böylesine
bir deşarj, hele hele futboldaki başarıların
ve kayıpların ortak ulusal sevince ya da yasa
yol açması, yönetenler bakımından son derece
yararlıdır.. Yaşasın “ulusal birliğin”
emrindeki futbol topu!..
Bu yüzden en ileri ülkelerde
bile bu futbol çılgınlığının
önünü açmak, onu olabildiğince kışkırtmak
için ne lazımsa yapılıyor.
Ama birçok ülkede futbol
aynı zamanda bir endüstri, bir kâr aracı, önemli
bir yatırım alanı. Geniş tesisleri,
üyeleri, oyuncuları, taraftarları ile futbol
kulüpleri birer holding gibi, hatta düpedüz holding. Zaman
zaman da, at yarışlarında, boks maçlarında
olduğu gibi işe mafya karışıyor,
rant bölüşümünü düzenliyor, şikeler oluyor..
Geri kalmış ülkelerde
ise, futboldaki başarılar, ulusal onuru daha
çok okşuyor. Bu ülkeler başarılara susamışlar.
Ekonomide, bilim ve kültür alanında gelişmiş
ülkelerle yarışmaları mümkün değil.
Ama futbolda neden olmasın?. Bunun altyapısı
her yerde var. Baldırı çıplaklar bile bir
futbol topu elde edip tozlu sahalarda, ya da düpedüz sokaklarda
koşturabilir. Brezilya’nın yıldız
oyuncularının çoğu ilk eğitimlerini
bu kenar mahalle sokaklarında yapmışlar..
Bunun için hem yeter zamanları var, hem de bu gelecek
vadeden bir iş. İyi bir futbolcu hem ün, hem
de başarılı bir iş adamı gibi
para kazanabilir. Hatta dünyanın en ünlü romancılarından
ve bilim adamlarından bile çok daha fazla parayı
iki-üç yıl içinde elde edebilir.
Baksanıza aç Afrikadan
ne kadar çok futbolcu yetişiyor. Fransız ligleri
bile onlarla dolu. Afrika’dan çok sayıda iyi uzun
menzilli koşucu da çıkıyor. Nijeryalılar,
Etopyalılar, Faslılar, Tunuslular.. İyi
koşmak için ne parlak bir zekaya , ne de iyi bir
eğitime gerek var. Amerika’nın da en iyi boksörleri
ve koşucuları siyah değil mi? Onlara iş,
bilim ve sanat hayatı değil, bu alan açık.
Zaten Newyork’un Harlem’inde ve öteki kentlerin varoşlarında
en iyi öğrendikleri şey iyi yumruk atmak değil
mi?.
Bu nedenle, iki yıl
öncesi Galatasaray’ın Avrupa şampiyonu olması,
Türk milli takımının 48 yıl sonra
dünya kupasına katılıp yarı finale
kadar çıkması da o kadar olağanüstü birşey
değil. Baksanıza perişan Nijerya, Senagal
ve Kamerun da futbolda ne kadar ileriler..
Senegalliler de Fransa’yı
ve İsveç’i eledikleri zaman ne kadar coşkuluydular!
Ama sanırım hiçbir
ülkede iş Türkiye’deki kadar abartılmadı.
Berezilya ile yarıfinal maçının yapıldığı
gün ulusal çapta tatil ilan edildi. Ya kazanılsaydı,
o da bir ulusal bayram günü mü olacaktı?.
Daha önceki maçlar kazanılınca,
tanrım, o ne şamata gürültüydü! “En büyük Türkiye!”
haykırışları, sahada ve sokaklarda
görülmemiş bir bayrak fetişizmi.. Şu mahçup,
efendi Sezer’in bile eline bir Türk bayrağı
tutuşturdular; ne yapacağını, nereye
koyacağını bilemedi..
Evet, başarıya
susamış olan bir toplumun psikolojisi bu.. Ekonomide
geri, on milyonlarca açı, işsizi var. Bilim,
sanat ve kültür hayatında övünebileceği başarılara
imza atamamış. İsmi hep askeri cuntalarla,
işkenceyle, aydınlarını tutuklamakla,
Kürtlere yapılan zulümle, Kıbrıs işgaliyle
gündeme gelmiş. Yurttaşları başka
bir ülkeye kapağı atmak için can atıyor..
Bu yüzden dünyada itibarı düşük. İnsanları,
dilediği kadar “En büyük Türkiye!”, “Ne mutlu Türküm
diyene!”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” desin, gerçekte
aşağılık duygusu bu toplumda çok yaygın
ve beyinlerin, yüreklerin derinine kök salmış…
Bazan, neden olduğu
şu tiksindirici şovenizm dalgasına rağmen,
Türkiye’nin dünya kupasında sağladığı
bu başarı iyi oldu, diye düşünüyorum. Belki
bir üçüncülük alsalar, gelecekte şampiyon olsalar
daha iyi olacak! Ayrıca, bu ülkenin ulusal geliri
yükselse, üniversite rektörleri hırsız olmasa,
siyaset adamları yalancı olmasa, birkaç nobel
kazansalar daha da iyi olacak diye düşünüyorum..
Belki bu aşağılık
duygusu kaybolur, ya da hafifler, dünyayı düşman
gibi görme paranoyası silinir, AB’ye girmek kolaylaşır,
işkence, zulüm azalır, belki biz de biraz rahat
ederiz, ne bileyim...
--------------------------------------------------------
(*) Dema nu, 32. Sayıdan
alındı.