AB Kervanı ve
Türkiye..
Cemil
Baran
Avrupa Parlamentosu, 4 Eylül’de birliğe aday 12 ülkenin “ilerleme raporlarını”nı
görüştü ve onayladı. Bu raporların tümü de
olumluydu, yani sözkonusu ülkelerin üyelik için gerekli önkoşulları
yerine getirdiklerine ilişkindi.
Aday ülkeler içerisinde sadece, “Katılım Ortaklığı
Belgesi”nde öngörülen koşulları yerine getirmek
için hiçbir çaba göstermeyen, ayak sürüyen Türkiye’nin durumu
görüşülmedi. Türkiye ile ilgili rapor ise Ekim ayında
hazırlanacak ve daha sonra görüşülecek.
4 Eylül’de görüşülen ve ezici bir çoğunlukla onaylanan ilerleme raporlarından
biri, Türk tarafının “Güney Kıbrıs Rum
kesimi” diye adlandırmayı tercih ettiği Kıbrıs
Cumhuriyeti ile ilgiliydi. Lüksemburglu parlamenter Jacques
Poos tarafından hazırlanan Kıbrıs’la ilgili
rapor, adanın statüsüne ilişkin Türk tezlerinin
de tam bir reddi anlamına geliyordu. Raporda, Birleşmiş
Milletler kararlarına uygun olarak, adanın kuzeyinin
Türk işgali altında olduğu belirtiliyor, Türk
toplumu bir azınlık sayılıyor ve Rum yönetimi
adanın meşru yönetimi kabul ediliyordu. Ayrıca
Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyelik için
aranan tüm koşullara sahip olduğu, Türk tarafı
adanın bir bütün halinde üye olmasına olanak vermese
bile, Güney’in 2004 yılında AB’ye tam üye olarak
kabul edilmesi gereği belirtiliyordu.
Türkiye’nin, işgal altında tuttuğu kuzey parçasını
ilhak etmesinin ise uluslararası hukuka aykırı
olacağı söylenerek bu durumda AB üyeliğinin
suya düşeceği konusunda Türk hükümeti uyarılıyordu.
Avrupa Parlamentosu, liberal grubun bu rapordaki bazı ifadeleri Türkiye
yararına yumuşatmak için verdiği önergeleri
reddederek onu olduğu gibi onayladı.
Bu kararla Türkiye’nin Kıbrıs politikası daha da zora girmiş,
AB üyeliği ise Kıbrıs sorununa endekslenmiş
bulunuyor.
Bu durumda yıllardır Kıbrıs’ta uyduruk KKTC’yi ve onun uyduruk
“devlet başkanı” Denktaş’ı kullanıp,
güç politikasıyla, olup bittilerle sonuç almaya çalışan,
Kıbrıs sorununu çözümsüz bırakan Türkiye ne
yapacak? Açık ki yapacak fazla birşeyi yok. Ya Yunanistan’a
ve AB’ye rest çekip, Kıbrıs’ı ilhak edecek.
Böylece Avrupa düşü suya düşmekle kalmayacak, aynı
zamanda AB’yi bir bütün olarak karşısına almış
olacak. Ayrıca, uluslararası hukuku çiğnemekte
ısrar eden bir ülke olarak başına yeni işler
açacak ve büyük ihtimalle ABD tarafından da yalnız
bırakılacak. Ya da boş bir efelenmenin ardından
kuyruğunu kısıp geri adım atarak Kıbrıs’ta
bir uzlaşmaya varacak..
Tercih kendilerinindir elbet. Bu çağda kuru sıkıyla, şoven
megalomanlıkla dünyaya meydan okuyanların düştüğü
durum, Saddam ve Miloseviç örneklerinde görülüyor.
Kıbrıs sorununun aldığı yeni durum bir yana, Türkiye
AB üyesi olmak için gerekli öteki adımları ne ölçüde
atmıştır veya atmaktadır? Aslında
öteki konularda da Türkiye’nin durumu farksızdır:
Oyalama, ayak sürüme..
Türkiye en başta, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’ne
karşı gecikerek hazırladığı
“Ulusal Belge”de kendisinden istenenleri budayıp kuşa
çevirerek benimsemiş göründü. Oysa KOB pazarlıkla
değiştirilecek türden değildir. Bunlar AB’nin
olmazsa olmaz değerleridir. AB, şu veya bu ülkenin
hatırına bu değerlerin yokluğuna göz yumamaz.
Ama Türk tarafı, kendi sulandırılmış “Ulusal Belge”sine
uygun adımları bile bugüne kadar atmış
değil ve atmaya niyetli de görünmüyor.
Aslında Türk hükümetine, siyasi parti liderlerine, hatta generallere sorarsanız,
son zamanlarda herkes AB’ye girmekten yana olduğunu söylüyor.
Kimse açıkça “hayır” demiyor. Ama bu içtenlikten
yoksun bir tavır ve tam bir köylü kurnazlığı.
KOB açıklandığı zaman, Türkiye’de kopan
tepki fırtınası hatırlarda. Başta
hükümetin MHP, DSP gibi ortakları ve ordu olmak üzere,
birçok çevre “AB ülkemizi bölmek, Kıbrıs’ı
Rumlara hediye etmek istiyor” diye ateş püskürmüştü.
Bu çevreler sonradan sakinleştiler; ama tavır ve tutumları değişmedi,
sadece taktik değiştirdiler. Bir yandan AB üyeliğine
karşı değiliz diyorlar, diğer yandan AB’ye
girişi sabote etmek, engellemek için ne lazımsa
yapıyorlar.
Örneğin generaller AB’ye karşı değiliz diye demeç veriyorlar.
Daha geçende Genelkurmay İkinci Başkanı Org.
Yaşar Büyükanıt, “Ordu AB’ye karşıdır
diyenleri, biz çarpmasak allah çarpar!” tarzında laflar
etti. Bu lafların tehdit içermesi ve hatta –ordunun laiklik
konusundaki sözde büyük hassasiyetine karşılık-
dini siyasete veya militarizme alet etmesi bir yana, AB konusunda
da gerçeği içermiyor. En küçük demokratikleşme çabasının
önüne ordu dikiliyor.
Örneğin düşünce özgürlüğünün önündeki yasal engeller neden yıllardır
kaldırılamıyor? Bu konuda politikacıların
ikiyüzlülüğü, korkaklığı, baskı düzenine
koşullanmışlıkları bir yana, ama
onların, salt AB istiyor diye yapmayı denedikleri
bazı değişikliklerin karşısına
da ordu dikiliyor. Daha bir yıl öncesi, TCK’nın
312. Maddesine yönelik değişiklik çabası gündeme
geldiğinde, komutanlar hemen karşı çıkmış,
“böyle bir değişiklik ordunun teröre karşı
mücadelesini zayıflatır!” demişler, siyasiler
de oracıkta durmuşlardı..
Partilerin kapatılmasını zorlaştırmak için yapılan
anayasa değişikliği konusunda da aynı
şey oldu. Ordu itiraz edince politikacılar komut
verilmiş asker gibi durdular..
Kürtçe radyo ve televizyon yayınının, Kürtçe eğitimin önündeki
engellerin kaldırılması konusunda da tepkiler
yine MHP’nin yanısıra, ordudan geldi. Zaten MHP
bu konuda ordunun sivil kesimdeki ağzı ve dilidir.
Bu ırkçı ve faşist parti, demokratik adımları
engelleme babında militarist güçlerle tam bir uyum içinde.
Şimdi gündemde anayasa değişiklikleri paketi var. Generaller
daha önce itirazlarını MGK toplantılarında
ve onun dışında çeşitli demeçlerle dile
getirdiler. Hemen hemen tüm önemli değişikliklere
itirazları var. Bunlar arasında siyasi partilerin
kapatılmasını zorlaştırmaya, Kürtçe
yayının önündeki engelleri bir ölçüde hafifletmeye,
düşünce ve basın özgürlüğünü genişletmeye,
MGK’nın olağanüstü yetkilerini sınırlamaya
yönelik değişiklikler de var.
Kısacası, generaller gerçekte demokratikleşmeye karşılar.
Bunun için herşeyi yapıyorlar. Öte yandan, “Anayasa
değişikliğine karşı değiliz,
ama bu değişiklikler olgunlaştırılmalıdır!”
diyor, halkın deyişiyle “siyaset yapıyorlar”.
Peki “Olgunlaştırma” ne? Sivillerin hazırladığı,
zaten sınırlı, kıytırık bazı
değişikliklerin bile, eklenecek türlü koşul
ve kayıtlarla hiçe indirilmesi..
Kimse de onlara: “Sayın generaller, bu sizin işiniz mi? Anayasa’nın
nasıl olması gerektiğine parlamento mu, halk
mı, siz mi karar vereceksiniz?" demiyor.
MHP de aynı şeyleri söylüyor: “Anayasa değişikliğine
karşı değiliz..” Ama ardından, tasarıda
demokratikleşme yönündeki hemen tüm değişikliklere
karşı çıkıyor, bunları sözde “olgunlaştırarak”
tanınmaz hale getirmeye, eski yapıyı korumaya
çalışıyor.
Bu tutum, tam bir sahtekarlıktır. Ayak sürüme, oyalama, engellemedir.
Generallerin ve MHP’nin dedikleri olursa birşey değişmiş
olmayacak. Eski tas, eski hamam sürecek.
Zaten sözkonusu değişiklik tasarısı da gerçekte toplumun
gerek duyduğu demokratikleşmenin, AB ölçülerine
uyum sağlamanın çok uzağında. 12 Eylül
Anayasası, faşist rejimin topluma giydirdiği
bu deli gömleği, Yargıtay Başkanı Sami
Selçuk’un deyişiyle “polis tüzüğü”, rötuşlarla
düzeltilebilir cinsten değildir. Ülkeye gerekli olan
tümüyle yeni, çağdaş bir anayasadır. Ama öyle
anlaşılıyor ki, Türkiye’nin tutucu, ırkçı,
şoven ve militarist güçleri bu kadarcık bir değişikliğe
bile açık değiller.
Ama lafa gelince bu baylar AB’ye karşı değillermiş, anayasa
değişikliğine karşı değillermiş…
Karşı olmamak buysa, ya karşı olsalardı
acaba nasıl olacaktı?..
Bay Ecevit’e gelince, o ve partisinin MHP’den pek farkları yok. Bu, bedenen
çökmüş ve beyni kireçlenmiş adamın çağdaş
ölçülerden, değerlerden haberi yok. Şovenlik yarışında
onu ve partisini MHP’den ayırmak zordur. Şovenlik
ise bu ülkede demokratikleşmenin, barışın
önündeki en büyük engel. Şoven bir kafayla ne Kürt sorunu,
ne Kıbrıs sorunu çözülebilir.
Zaten, geçmişte türlü darbelere uğrayıp adeta sersemlemiş
olan Ecevit, Aynen Demirel gibi, uzun zamandır ki generallerle
tam bir uyum içinde. Bir emir eri kadar onlara bağlı
ve sadık…
Muhalefete gelince, DYP’si, bölünen Refah’ı ve Meclis Dışı
CHP’si ile bu ekipten farklı değil. Bu sözde muhalefet
de ne yapacağını bilemez durumda. Demokratikleşme
ve değişim konusunda ne bir programı, ne arzusu
var.
Sonuç olarak, rejim her yönüyle dökülüyor, ekonomik ve politik olarak iflas
içinde. Sistemden zarar gören, acı çeken kitleler ise
örgütsüz ve şaşkın. Böyle bir ülkenin demokratikleşme
ve AB’ye uyum yönünde ciddi adımlar atması beklenemez.
En azından yakın bir zamanda..
Görünen o ki AB kervanı Türkiye’siz geçip gidecek ve Türkiye’de bazı
çevreler üzülerek, bazıları da -açıkça olmasa
bile- içten içe sevinerek seyredecek…
Türkiye’nin durumu bir çürüme durumudur. Çürüme ise sağlıklı
ve işe yarar enerji üretmez. Olsa olsa, çöplüklerde biriken
metan gazı gibi, denetimsiz bir enerjiye ve patlamalara
yol açabilir. Ama bu ülkede insanlar öylesine sindirilmiş,
devletin gücüne, kutsallığına, diğer bir
deyişle kulluğa öylesine koşullanmış
ki, toplum bir çöplük kadar bile tepki vermiyor.. Bu nedenle,
sözü çok edilen “sosyal patlamalar” bugüne kadar görülmedi.
Umarız ki yanılalım..
Okurlarımız bu yoruma bakarak ülkenin ve toplumun geleceği ile
ilgili olarak karamsar ve umutsuz olduğumuz sonucuna
varmasın. Evet, kitlelerin durumu değişim ve
yenilenme bakımından fazla umut vermiyor. Ama günü
gelince değişim, buna rağmen kaçınılmazdır
ve bizce o gün yaklaşıyor.
Asıl umutsuz olan, artık çürümüş rejimin durumudur. Bu zorba
ve çağdışı rejimin geleceği yoktur
ve iyi ki yoktur. Üç-beş yıl erken ya da geç, ama
tam bir yıkımla yüzyüze gelmesi kaçınılmazdır.
Bu ise ülkenin yoksul, acı çeken, zulüm gören büyük çoğunluğunun
yararınadır. Onun külleri üstünde çağa uygun
yeni ve özgür bir yaşam kurulacaktır.
|