Sınıfta
Kalan bir Tek Türkiye
AB Komisyonu, Türkiye'nin "ilerleme"
raporunu 13 Kasım günü açıkladı. Raporda Türkiye'nin
kopenhag kriterlerini yerine getirmediği, işkencenin
sürdüğü, insan hakları alanında gereken iyileştirmelerin
yapılmadığı, Kıbrıs sorununun
çözümü konusunda Türkiye'nin çaba göstermediği belirtilmekte,
bu koşullarda Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılamıyacağı
sonucuna varılmaktadır.
Türkiye'nin umudunu tümden kırmamak,
kapıyı kapamamak için de, son Anayasa değişiklikleri
"olumlu, ama yetersiz" bulundu ve uygulamaya bakmak
gerekir, dendi. (Belli ki kimse Türkiye'ye güvenmiyor. Nasıl
güvensinler, Türk yönetimi çoğu zaman kendi kanunlarına
bile aldırmıyor. Sözde işkence yasak ve ağır
suç; ama sistemli biçimde devam ediyor. Sözde Anayasa değişti,
her türlü gösteri serbest; ama polis yine bildiğini okuyor,
barış yürüyüşü yapanların bile hala kafası
gözü yarılıyor.)
Rapor açıklanmadan önce Türk basını,
sanki rapor kendi elindeymiş gibi pembe tablolar çizdi,
Türkiye'nin uyum yolunda attığı adımlardan
övgüyle söz edildiğini ileri sürdü. Ama yayınlandıktan
sonra kendilerinde düşkırıklığı
yarattı.
Rapor en başta, Türkiye’nin hazırladığı
”Ulusal Belge”nin, ”Katılım Ortaklığı
Belgesi”ndeki istemleri karşılamadığını
belirliyor. Ayrıca aradan geçen sürede Türkiye’nin Ulusal
Belge’de verdiği sözleri de yerine getirmediğini
saptıyor. Raporda siyasi kriterlerle ilgili olarak sayılan
eksikler arasında şunlar var:
·
İdam
cezası salt adi suçlarla ilgili olarak belli koşullarda,
yani sınırlı biçimde kaldırıldı.
·
İşkence
ve kötü muamele devam ediyor; önlenmesi için ciddi bir çaba
harcanmadı.
·
Hukuk
sisteminde yapılan iyileştirmeler çok sınırlı.
Askeri mahkemelerde ”fikir suçu” kapsamına giren konularda
sivillerin yargılanması devam ediyor.
·
Cezaevlerindeki
duruma bir çözüm bulunmadı. Açlık grevleri ve ölümler
devam ediyor. Buna karşı şiddet kullanımı
kaygı verici.
·
Yazarların,
gazetecilerin fikir suçundan yargılanması ve mahkumiyeti
devam ediyor.
·
”Irkçılığın
Her Türlüsünü Önlemeye Yönelik BM Sözleşmesi” dahil,
insan haklarına ilişkin birçok uluslararası
sözleşme henüz imzalanmadı.
·
Parti
kapama ile ilgili Anayasa maddesi değiştirilmedi.
·
Alevilere
ilişkin resmi yaklaşım değişmedi.
·
Çocuk
hakları, toplu sözleşme ve grev haklarıyla
ilgili olarak ve kamu çalışanlarının bu
haklardan yararlanması için yapılması gereken
çok şey var.
·
Lozan
antlaşması kapsamına girmeyen gruplar için
kendi dillerinde eğitim hakkı hala sağlanmadı.
(Bu madde Kürtçe ve diğer dillerdeki eğitimin hala
başlatılmamasına işaret ediyor)
·
”Avrupa
Konseyi Çerçevesinde Ulusal Azınlıkların Korunmasına
İlişkin Sözleşme” henüz imzalanmadı.
·
”Güneydoğu
Bölgesinde” koşulların iyileştirilmesine gerek
var.
·
Silahlı
kuvvetlerin siyaset üzerindeki ağırlığı
devam ediyor.
·
”Ulusal
Belge”de Kıbrıs sorununun çözümü için BM Genel sekreteri’nin
çabalarının destekleneceği söylendiği
halde, bu taahhüt somut adımlarla desteklenmedi ve bu
hayal kırıklığı yarattı.
·
AGSK
konusunun çözümü için yapıcı bir tavır gösterilmeli.
Sonuç olarak ise durum şöyle özetleniyor:
Müzakerelere başlamış olan ülkelerin tümü Kopenhag
Siyasi Kriterleri’ni karşılamaktadır. Türkiye
ise henüz siyasi kriterlere uyum sağlamış değildir.
Raporda ciddi bir eksiklik varsa o
da, Kürt sorununun bir kez daha adlandırılmamış
ve bu konuda Türkiye'den istenenlerin netleştirilmemiş
olmasıydı.. AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri
Verheugen, bu konuda yöneltilen bir soruya verdiği karşılıkta,
bunun Türkiye ile üyelik müzakereleri sürecinde gündeme getirileceğini,
müzakereler başlatılmadığı için de
buna gerek görülmediğini söyledi. Ama bu gerekçenin akla
yatkın bir tarafı yok. Kürt sorunu gibi önemli bir
sorunu gerçek boyutlarıyla ele almamak, adlandırmamak
ve çözüm için yapılması gerekenleri Türkiye'nin
önüne açık biçimde koymamak gerçekçi bir tavır değil.
Bu tutum, Türk tarafının gönlünü hoş etse bile
sorunun çözümüne hizmet etmez. Kürt sorununu çözememiş
bir Türkiye ise sağlığa kavuşamaz, demokratikleşemez.
AB, kendi ilkelerini açıkça çiğnemeden böyle bir
Türkiye'yi saflarına alamaz. Alırsa da hayrını
görmez.
Evet, Türkiye 13 aday ülke arasında
Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeyen ve bu nedenle üyelik
müzakereleri başlatılmayan, diğer bir deyişle
sınıfta kalan tek ülke oldu.
Böylece, her zamanki gibi verdiği
sözleri yerine getirmemek, ayak diremek, göz boyamak olarak
özetlenebilecek politikanın çıkar yol olmadığı,
bu antidemokratik, ilkel, çağdışı yapı
ile AB üyesi olunamıyacağı gerçeği bir
kez daha görüldü.
Türk politikacıların çoğu
yine de, bu "acı gerçek" karşısında
oturup ciddi ciddi düşüneceklerine, her zamanki gibi
AB'yi önyargılı olmakla, Türkiye'ye haksızlık
yapmakla suçladılar. "Ne yapsak boşuna!"
dediler.
Yani adamlar işkenceyi bile önleseler,
düşüncesinden dolayı insanları zindana atmasalar,
barış için yürüyenlerin kafasını gözünü
kırmasalar, hapistekilere adam gibi davransalar yine
AB’ye alınmayacaklar!
Galiba haklılar! Bu Avrupa Türkiye’ye
düşman! Baksana Türkiye’yi esir almak, soylu kurdun soyundan
gelen Türk insanını değiştirmek, başka
bir şey yapmak, en azından ehlileştirmek için
ne lazımsa yapıyorlar!..
Yo yo, beyim, yapmayın! Bu kadar
taviz olmaz!..
Sevgili okurlar, bu adamların
durumu mizahsız anlatılacak gibi değil.
Tabi Ecevit yine bir alemdi.. Kıbrıs
konusundaki AB önerilerine deli oldu. ”Kıbrıs’lı
Türklerin tekrar Rumlarla birarada yaşamasını
istiyorlar. Bu olacak şey mi? Rumlar hemen kuzeye akın
eder, Türkleri kırımdan geçirir!..”
Allah allah!?. Yahu peki, AB’ye girince
bu adamlar, hatta Bay Ecevit’in kendisi, Rumlarla birlikte
yaşamıyacak mı, sınırlar kalkmayacak
mı?..
Peki bayım, senin için Rumlarla
birlikte yaşamak bu kadar zor da, biz 20 milyon Kürt,
bize bunca zulüm, kıyım yaptığın
halde nasıl oluyor da seninle birarada yaşıyoruz?
Veya bize neden ayrılma hakkını tanımıyorsun?
Hiç değilse bir konfederasyon, ya da federasyon?.
”AB’nin dediği olursa Kıbrıslı
Türkler 1974 öncesine döner,” diyor Ecevit. Nasıldı
o 1974 öncesi? Kıbrısta bir federasyon yok muydu?
Tüklerin kendi kimlikleri, kendi okulları, kendi radyoları,
kendi partileri, parlamentoda kendi grupları, hükümette
kendi payları yok muydu? Hatta Cumhurbaşkanı
vekili Türk değil miydi? Bütün bunlar anayasal güvencede
değil miydi?”
Ve şimdi Rum tarafı ”iki
toplumlu, iki bölgeli bir federasyona” evet demiyor mu?.
Beğenmediğiniz bu hakları
bize verin, gelin barışalım, bu Kürt sorunu
bitsin!
Var mısın Ecevit?.
İşte Türkiye’yi bu kafalar
yönetiyor!.
Ama içlerinde gerçekçi olanlar da vardı.
AB ile ilişkilerden sorumlu Başbakan Yardımcısı
Mesut Yılmaz açık konuştu: "Raporda
bize yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı
doğrudur. Yapmamız gereken her şey bu ülke
insanının hakkıdır, onurudur ve ülkemizin
esenliği içindir.” Yılmaz Türkiye’de bazı
çevrelerin AB ile bütünleşmeyi engellediklerini de bir
kez daha dile getirerek onları uyardı, ”AB’de
yer almayacak bir Türkiye ancak uygar dünyanın taşrasında
yer alır” dedi.
Çok daha dobra konuşanlar da oldu.
Eski Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik,
Türkiye’nin AB’ye ilişkin ”Ulusal Program”ını
hazırlarken yazım cambazlıkları yaparak
”Kopenhag Siyasi Kriterleri”nden yan çizmek istediğini,
Avrupa’nın bunu kabul edemiyeceğinin belli olduğunu,
bu sonuca şaşmamak gerektiğini söyledi. İrtemçelik
şöyle dedi:
”Türkiye’nin
bu zihin yapısıyla çağın uygar standartlarına
erişmesi mümkün değildir. Hala anlamak istemeyenlerimiz
artık anlamalıdırlar: Avrupa Birliği yokuşunda
–işin aslını isterseniz uygarlık yokuşunda-
kurnazlıklara da mızıkçılıklara da
geçit yoktur. İyi bilmeliyiz ki önümüze sürülen aynada
gördüğümüz bizim halimiz, bizim verilerimiz ile uygar
normlar arasındaki mesafedir. Aynalara kızılmaz,
onlarla kavga edilmez.”
Ve en önemlisi, Cumhurbaşkanı
Sezer, AB Komisyonu’nun raporunu gerçekçi buldu.
Demek ki bu ülkede sağduyu sahibi,
gerçekçi düşünen devlet adamları ve politikacılar
da var. Bunlar değişimin gerekli olduğunu görüyorlar.
Halkın ezici çoğunluğunun çıkarı
da bunda. Ama bu ülkeyi dünden bugüne yöneten politikacıların,
bürokratların çoğu kendi kabuğunun dışına
çıkamıyor, gerçeklere sırt çevirmekte ısrar
ediyor, değişime direniyor.
Bundan sonrası için neler olabilir?
Kısa vadeli kriterler için belirlenen takvim bir yıl
süreli ve 2002 Mart ayında bitiyor. Şurada dört
ay kaldı.. Türkiye bu süre içinde bunu başarabilir
mi? Türkiye’nin AB’den sorumlu Genel sekreteri Volkan Vural,
”Türkiye’nin kaybedecek zamanı yok,” diyor ve Ulusal
Program’da değişikliğin şart olduğunu,
yeni bir Anayasa değişikliği paketi üzerinde
çalışılması gerektiğini söylüyor.
2004 yılına kadar AB ile Türkiye arasında üyelik
müzakerelerinin başlaması buna bağlı.
Ama bu iş zor görünüyor. Anayasa’da
yapılan değişiklikleri hayata geçirmek, üstelik
yenisini yapmak, yukarda sıralanan kriterlerle ilgili
olarak (tam bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğü,
parti kapamalara son verilmesi, Kürtçe eğitim ve televizyon
yayını, askerlerin siyaset üzerindeki ağırlığına
son verilmesi, Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü
yönünde somut adımlar dahil), insan hakları, demokrasi
ve barış yönünde köklü adımlar atılması
mümkün mü? Bu hükümetle, bu parlamento ile, bu siyasi partilerle?..
Ecevit’in DSP’si, Türkeş varisi Bahçeli’nin MHP’si ile?..
Şovenizm ticaretinde onlardan aşağı kalmayan
Çiller’le?.. Kafayı salt başörtüsüne, imamhatiplere
takmış Erbakan varisleri ile?..
Olacak şey değil!
Belli ki bu iş 2004’ten çok sonraya
sarkacak. Elbet, özgürlüğe, yeniliğe, değişime
direnen bu tutucular koalisyonu sonunda kaybedecek, bu kaçınılmaz;
ama ülkenin yıllarını da heba edecekler. Yazık!
|