PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Sınıfta Kalan bir Tek Türkiye

AB Komisyonu, Türkiye'nin "ilerleme" raporunu 13 Kasım günü açıkladı. Raporda Türkiye'nin kopenhag kriterlerini yerine getirmediği, işkencenin sürdüğü, insan hakları alanında gereken iyileştirmelerin yapılmadığı, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Türkiye'nin çaba göstermediği belirtilmekte, bu koşullarda Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılamıyacağı sonucuna varılmaktadır.

Türkiye'nin umudunu tümden kırmamak, kapıyı kapamamak için de, son Anayasa değişiklikleri "olumlu, ama yetersiz" bulundu ve uygulamaya bakmak gerekir, dendi. (Belli ki kimse Türkiye'ye güvenmiyor. Nasıl güvensinler, Türk yönetimi çoğu zaman kendi kanunlarına bile aldırmıyor. Sözde işkence yasak ve ağır suç; ama sistemli biçimde devam ediyor. Sözde Anayasa değişti, her türlü gösteri serbest; ama polis yine bildiğini okuyor, barış yürüyüşü yapanların bile hala kafası gözü yarılıyor.)

Rapor açıklanmadan önce Türk basını, sanki rapor kendi elindeymiş gibi pembe tablolar çizdi, Türkiye'nin uyum yolunda attığı adımlardan övgüyle söz edildiğini ileri sürdü. Ama yayınlandıktan sonra kendilerinde düşkırıklığı yarattı.

Rapor en başta, Türkiye’nin hazırladığı ”Ulusal Belge”nin, ”Katılım Ortaklığı Belgesi”ndeki istemleri karşılamadığını belirliyor. Ayrıca aradan geçen sürede Türkiye’nin Ulusal Belge’de verdiği sözleri de yerine getirmediğini saptıyor. Raporda siyasi kriterlerle ilgili olarak sayılan eksikler arasında şunlar var:

·       İdam cezası salt adi suçlarla ilgili olarak belli koşullarda, yani sınırlı biçimde kaldırıldı.

·       İşkence ve kötü muamele devam ediyor; önlenmesi için ciddi bir çaba harcanmadı.

·       Hukuk sisteminde yapılan iyileştirmeler çok sınırlı. Askeri mahkemelerde ”fikir suçu” kapsamına giren konularda sivillerin yargılanması devam ediyor.

·       Cezaevlerindeki duruma bir çözüm bulunmadı. Açlık grevleri ve ölümler devam ediyor. Buna karşı şiddet kullanımı kaygı verici.

·       Yazarların, gazetecilerin fikir suçundan yargılanması ve mahkumiyeti devam ediyor.

·       ”Irkçılığın Her Türlüsünü Önlemeye Yönelik BM Sözleşmesi” dahil, insan haklarına ilişkin birçok uluslararası sözleşme henüz imzalanmadı.

·       Parti kapama ile ilgili Anayasa maddesi değiştirilmedi.

·       Alevilere ilişkin resmi yaklaşım değişmedi.

·       Çocuk hakları, toplu sözleşme ve grev haklarıyla ilgili olarak ve kamu çalışanlarının bu haklardan yararlanması için yapılması gereken çok şey var.

·       Lozan antlaşması kapsamına girmeyen gruplar için kendi dillerinde eğitim hakkı hala sağlanmadı. (Bu madde Kürtçe ve diğer dillerdeki eğitimin hala başlatılmamasına işaret ediyor)

·       ”Avrupa Konseyi Çerçevesinde Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Sözleşme” henüz imzalanmadı.

·       ”Güneydoğu Bölgesinde” koşulların iyileştirilmesine gerek var.

·       Silahlı kuvvetlerin siyaset üzerindeki ağırlığı devam ediyor.

·       ”Ulusal Belge”de Kıbrıs sorununun çözümü için BM Genel sekreteri’nin çabalarının destekleneceği söylendiği halde, bu taahhüt somut adımlarla desteklenmedi ve bu hayal kırıklığı yarattı.

·       AGSK konusunun çözümü için yapıcı bir tavır gösterilmeli.

Sonuç olarak ise durum şöyle özetleniyor: Müzakerelere başlamış olan ülkelerin tümü Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni karşılamaktadır. Türkiye ise henüz siyasi kriterlere uyum sağlamış değildir.

Raporda ciddi bir eksiklik varsa o da, Kürt sorununun bir kez daha adlandırılmamış ve bu konuda Türkiye'den istenenlerin netleştirilmemiş olmasıydı.. AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen, bu konuda yöneltilen bir soruya verdiği karşılıkta, bunun Türkiye ile üyelik müzakereleri sürecinde gündeme getirileceğini, müzakereler başlatılmadığı için de buna gerek görülmediğini söyledi. Ama bu gerekçenin akla yatkın bir tarafı yok. Kürt sorunu gibi önemli bir sorunu gerçek boyutlarıyla ele almamak, adlandırmamak ve çözüm için yapılması gerekenleri Türkiye'nin önüne açık biçimde koymamak gerçekçi bir tavır değil. Bu tutum, Türk tarafının gönlünü hoş etse bile sorunun çözümüne hizmet etmez. Kürt sorununu çözememiş bir Türkiye ise sağlığa kavuşamaz, demokratikleşemez. AB, kendi ilkelerini açıkça çiğnemeden böyle bir Türkiye'yi saflarına alamaz. Alırsa da hayrını görmez.

Evet, Türkiye 13 aday ülke arasında Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeyen ve bu nedenle üyelik müzakereleri başlatılmayan, diğer bir deyişle sınıfta kalan tek ülke oldu.

Böylece, her zamanki gibi verdiği sözleri yerine getirmemek, ayak diremek, göz boyamak olarak özetlenebilecek politikanın çıkar yol olmadığı, bu antidemokratik, ilkel, çağdışı yapı ile AB üyesi olunamıyacağı gerçeği bir kez daha görüldü.

Türk politikacıların çoğu yine de, bu "acı gerçek" karşısında oturup ciddi ciddi düşüneceklerine, her zamanki gibi AB'yi önyargılı olmakla, Türkiye'ye haksızlık yapmakla suçladılar. "Ne yapsak boşuna!" dediler.

Yani adamlar işkenceyi bile önleseler, düşüncesinden dolayı insanları zindana atmasalar, barış için yürüyenlerin kafasını gözünü kırmasalar, hapistekilere adam gibi davransalar yine AB’ye alınmayacaklar!

Galiba haklılar! Bu Avrupa Türkiye’ye düşman! Baksana Türkiye’yi esir almak, soylu kurdun soyundan gelen Türk insanını değiştirmek, başka bir şey yapmak, en azından ehlileştirmek için ne lazımsa yapıyorlar!..

Yo yo, beyim, yapmayın! Bu kadar taviz olmaz!..

Sevgili okurlar, bu adamların durumu mizahsız anlatılacak gibi değil.

Tabi Ecevit yine bir alemdi.. Kıbrıs konusundaki AB önerilerine deli oldu. ”Kıbrıs’lı Türklerin tekrar Rumlarla birarada yaşamasını istiyorlar. Bu olacak şey mi? Rumlar hemen kuzeye akın eder, Türkleri kırımdan geçirir!..”

Allah allah!?. Yahu peki, AB’ye girince bu adamlar, hatta Bay Ecevit’in kendisi, Rumlarla birlikte yaşamıyacak mı, sınırlar kalkmayacak mı?..

Peki bayım, senin için Rumlarla birlikte yaşamak bu kadar zor da, biz 20 milyon Kürt, bize bunca zulüm, kıyım yaptığın halde nasıl oluyor da seninle birarada yaşıyoruz? Veya bize neden ayrılma hakkını tanımıyorsun? Hiç değilse bir konfederasyon, ya da federasyon?.

”AB’nin dediği olursa Kıbrıslı Türkler 1974 öncesine döner,” diyor Ecevit. Nasıldı o 1974 öncesi? Kıbrısta bir federasyon yok muydu? Tüklerin kendi kimlikleri, kendi okulları, kendi radyoları, kendi partileri, parlamentoda kendi grupları, hükümette kendi payları yok muydu? Hatta Cumhurbaşkanı vekili Türk değil miydi? Bütün bunlar anayasal güvencede değil miydi?”

Ve şimdi Rum tarafı ”iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyona” evet demiyor mu?.

Beğenmediğiniz bu hakları bize verin, gelin barışalım, bu Kürt sorunu bitsin!

Var mısın Ecevit?.

İşte Türkiye’yi bu kafalar yönetiyor!.

Ama içlerinde gerçekçi olanlar da vardı. AB ile ilişkilerden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz açık konuştu: "Raporda bize yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı doğrudur. Yapmamız gereken her şey bu ülke insanının hakkıdır, onurudur ve ülkemizin esenliği içindir.” Yılmaz Türkiye’de bazı çevrelerin AB ile bütünleşmeyi engellediklerini de bir kez daha dile getirerek onları uyardı,  ”AB’de yer almayacak bir Türkiye ancak uygar dünyanın taşrasında yer alır” dedi.

Çok daha dobra konuşanlar da oldu. Eski Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik, Türkiye’nin  AB’ye ilişkin ”Ulusal Program”ını hazırlarken yazım cambazlıkları yaparak ”Kopenhag Siyasi Kriterleri”nden yan çizmek istediğini, Avrupa’nın bunu kabul edemiyeceğinin belli olduğunu, bu sonuca şaşmamak gerektiğini söyledi. İrtemçelik şöyle dedi:

”Türkiye’nin bu zihin yapısıyla çağın uygar standartlarına erişmesi mümkün değildir. Hala anlamak istemeyenlerimiz artık anlamalıdırlar: Avrupa Birliği yokuşunda –işin aslını isterseniz uygarlık yokuşunda- kurnazlıklara da mızıkçılıklara da geçit yoktur. İyi bilmeliyiz ki önümüze sürülen aynada gördüğümüz bizim halimiz, bizim verilerimiz ile uygar normlar arasındaki mesafedir. Aynalara kızılmaz, onlarla kavga edilmez.”

Ve en önemlisi, Cumhurbaşkanı Sezer, AB Komisyonu’nun raporunu gerçekçi buldu.

Demek ki bu ülkede sağduyu sahibi, gerçekçi düşünen devlet adamları ve politikacılar da var. Bunlar değişimin gerekli olduğunu görüyorlar. Halkın ezici çoğunluğunun çıkarı da bunda. Ama bu ülkeyi dünden bugüne yöneten politikacıların, bürokratların çoğu kendi kabuğunun dışına çıkamıyor, gerçeklere sırt çevirmekte ısrar ediyor, değişime direniyor.

Bundan sonrası için neler olabilir? Kısa vadeli kriterler için belirlenen takvim bir yıl süreli ve 2002 Mart ayında bitiyor. Şurada dört ay kaldı.. Türkiye bu süre içinde bunu başarabilir mi? Türkiye’nin AB’den sorumlu Genel sekreteri Volkan Vural, ”Türkiye’nin kaybedecek zamanı yok,” diyor ve Ulusal Program’da değişikliğin şart olduğunu, yeni bir Anayasa değişikliği paketi üzerinde çalışılması gerektiğini söylüyor. 2004 yılına kadar AB ile Türkiye arasında üyelik müzakerelerinin başlaması buna bağlı.

Ama bu iş zor görünüyor. Anayasa’da yapılan değişiklikleri hayata geçirmek, üstelik yenisini yapmak, yukarda sıralanan kriterlerle ilgili olarak (tam bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, parti kapamalara son verilmesi, Kürtçe eğitim ve televizyon yayını, askerlerin siyaset üzerindeki ağırlığına son verilmesi, Kıbrıs ve Kürt sorununun  çözümü yönünde somut adımlar dahil), insan hakları, demokrasi ve barış yönünde köklü adımlar atılması mümkün mü? Bu hükümetle, bu parlamento ile, bu siyasi partilerle?.. Ecevit’in DSP’si, Türkeş varisi Bahçeli’nin MHP’si ile?.. Şovenizm ticaretinde onlardan aşağı kalmayan Çiller’le?.. Kafayı salt başörtüsüne, imamhatiplere takmış Erbakan varisleri ile?..

Olacak şey değil!

Belli ki bu iş 2004’ten çok sonraya sarkacak. Elbet, özgürlüğe, yeniliğe, değişime direnen bu tutucular koalisyonu sonunda kaybedecek, bu kaçınılmaz; ama ülkenin yıllarını da heba edecekler. Yazık!

 

 
PSK Bulten © 2001