PSK PSK BultenKOMKARRoja NûWeşan / YayınLinkArşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Kürdistan Sosyalist Partisi tarafından Hazırlanan ve
AB-Türkiye ilişkilerindeki durumu değerlendiren rapor

Türkiye AB Yolunun Neresinde?

Avrupa Birliği uzunca bir dönem, Türkiye’yi aday üyeliğe kabul için Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü yolunda ciddi adımlar atmasını, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yapmasını şart koştu. Ama Türkiye, bir yandan AB’ye girmek için can atar görünürken, diğer yandan söz konusu adımları atmamak için ayak diredi.

Buna rağmen, AB 1999 yılı Aralık ayında, Helsinki’deki zirvede taktik değiştirerek Türkiye’yi aday üyeliğe kabul etti; böylece onu etkileyip istenen reformları yaptırmanın daha kolay olacağı ileri sürüldü.

Ama Türkiye eski tavrını sürdürdü. AB Helsinki zirvesinden yaklaşık bir yıl sonra, 8 Kasım 2000 yılında benimsediği “Katılım Ortaklığı Belgesi” ile Türkiye’nin önüne Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmesi ve Kıbrıs sorununu çözmesi için bir takvim koydu. Bu belge de birhayli tavizkardı; Kopenhag Kriterleri esnetilmişti, Kürt sorunundan adı verilerek söz edilmemişti. Buna rağmen Türk yöneticiler ve Türk basını AB’ye ateş püskürdüler. Kıbrıs’ın Rumlara hediye edilmek istendiğini, Avrupalıların Türkiye’yi bölmeye çalıştıklarını ileri sürdüler.

Başbakan Ecevit: “Avrupalılar bizi aldattı,” dedi.

Dışişleri Bakanı Cem, “Kimi Avrupalılar bizi sömürge görüyor, sömürge valileri gibi davranıyorlar!” diye feveran etti.

Belli ki, Türk yönetiminin değişmeye, Kıbrıs ve Kürt sorununun çözümü, yurttaşlarına çağdaş insan haklarının tanınması yönünde adım atmaya niyeti yoktu. Nitekim oyalıyarak ve verilen süreyi geçirerek Mart 2001’de AB’ye sundukları “Ulusal Rapor”da, Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki birçok önemli ve temel istemden yan çizdiler. “Türkiye üniterdir, resmi dil Türkçedir” deyip başka halkların ve dil ve kültürlerinin varlığı ve bu gruplara hak tanınması gereği reddedildi. Kültürel haklar bireysel haklara indirgendi.

Buna rağmen AB, Türkiye’nin Ulusal Belgesi’ni yetersiz bulsa da, olumlu bir adım saydı ve “teşvik etmeye, cesaretlendirmeye” devam etti..

Türkiye Katılım Ortamlığı Belgesi’nin gereklerini yaptı mı?
Anayasada yapılan değişiklikler ne ifade ediyor?

Türkiye daha sonraki dönemde, Ulusal Belge’deki kimi vaatlerini yerine getirmek için Anayasa değişiklikleri yaptı. 2001 yılında yapılmak istenen değişikliklerin bir bölümü, demokrasi açısından az buçuk işe yarıyanları, Milli Güvenlik Kurulu’na, yani askerlere takıldı ve elendi. Ötekiler ise rötuştan ibaretti.

Aslında, 1982 Anayasası, ülkenin en seçkin hukukçularının, baroların da belirttikleri gibi, 12 Eylül askeri cuntasının ürünüydü, baştan sona anti demokratikti, böylesi rötuşlarla düzeltilmesi olanaksızdı. Kısa süre önce emekliye ayrılan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un deyişiyle “bir polis tüzüğü” idi ve onun bir yana bırakılıp tümüyle demokratik bir anayasanın yapılması gerekiyordu.

1982 Cunta Anayasası, vatandaşın hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için değil, tersine, adam yerine konmayan, güvenilmeyen ve korku duyulan vatandaşa karşı baskıcı devleti korumak anlayışıyla hazırlanmıştı. Bu nedenle, hak ve özgürlükleri alabildiğine sınırlayan, kullanılamaz hale getiren bir deli gömleğidir.

Bu anayasa baştan sona ırkçı-şoven bir anlayışla yazılmıştır. Giriş bölümü eşi görülmeyen ırkçı bir söylemdir. Türk soyu, kültürü öne çıkırılır ve fetiş yapılırken, diğer halkların ve kültürlerin varlığı inkar edilmekte ve korumasız bırakılmaktadır.

Bu “anayasa” ve ona benzer öteki yasalarla insan hak ve özgürlükleri bu ırkçı şoven değerlere göre sınırlanmış; düşünce, basın, örgütlenme ve gösteri hak ve özgürlükleri yok edilmiştir.

Bu, antidemokratik, baskıcı, ilkel bir sistemdir. Uygulama ise bunu kat kat aşan ölçüde olumsuz ve keyfidir.

Bu nedenledir ki Türkiye’de düşünce özgürlüğü yoktur; ama her dönem cezaevlerinde yüzlerce, binlerce siyasi tutuklu vardır. Salt sözleri ve konuşmaları yüzünden yazarlar, sanatçılar, siyaset adamları ve sıradan insanlar tutuklanır, ağır cezalara çarptırılır, perişan edilirler.

Bu sistemde habire siyasi partiler kapatılır.

Bu sistemde barışçıl biçimde toplantı ve gösteri yapmak tümüyle polisin ve valilerin keyfine kalmıştır ve pratikte rejim muhaliflerine bu hak hiç tanınmaz.

Bu sistemde işkence habire işler.

Bu sistemde 20 milyonluk Kürt halkının yanı sıra, diğer azınlık halklar da hiçbir kültürel, ulusal hak ve özgürlüğe sahip değiller. Bu tür istemler “vatanı ve milleti bölme” ağır suçu kapsamında görülüp acımasızca cezalandırılır. Siyasi Partiler Kanunu, Türkiye’de Türk dilinden başka dil ve kültürlerin varlığından söz etmeyi bile yasaklamıştır ve bu bir kapatma nedenidir.

Bilindiği gibi Türkiye’de sivil siyaset, hükümet ve parlamento üstü bir role ve yetkiye sahip olan Milli Güvenlik Kurulu’nun vesayetindedir. Yarı askeri bir kurum olan ve gerçekte generallerin isteklerine göre işleyen MGK’nın durumunda hiçbir değişiklik yapılmadı.

Türkiye laik bir ülke mi?

Türkiye’deki rejim demokratik olmadığı gibi, söylenenlerin tersine laik de değildir. Türkiye’de sayıları 15-20 milyonu bulan Aleviler, onların yanı sıra Yezidiler baskı altındadır. Baskılardan Süryaniler ve öteki Hıristiyan gruplar da paylarını alıyorlar.

Okullarda din eğitimi zorunludur ve bu Sünni İslamı esas almaktadır. Diğer bir deyişle Aleviler, Yezidiler, Hıristiyanlar gibi değişik inanç mensupları ve herkes, okullarda Sünni İslam’ın kurallarını, duaları ve namaz kılmayı öğrenmek zorundalar!

Devlet, binlerce kadrosu ve geniş bir bütçesi olan Diyanet İşleri Teşkilatı kanalıyla toplumun dini inancını kendi bildiği gibi, belli bir Sünni mezhebe (Hanifilik) göre düzenlemektedir.

Bunun yanı sıra, bizzat imtiyazlı durumda olan İslami kesim de, yurttaşların dini inançlarına, yaşam tarzlarına müdahaleyi bir hak sayan Kemalist devletin baskılarına zaman zaman hedef oluyor. Başörtüsüne ilişkin baskılar bunun son yıllardaki somut ve canlı örneği. Devlet, duruma göre, bazan İslami hareketi sola ve Kürt ulusal hareketine karşı kışkırtıyor, kimi zaman da sakıncalı bulup buduyor..

Kürtlerin durumunda ne değişti?

Türk basını 2001 yılında yapılan Anayasa değişikliğini büyük bir gürültü-şamatayla ve bir “demokratikleşme hamlesi” gibi sundu. Sözde anadilde eğitim ve yayının önündeki engeller kaldırılıyordu. Oysa böyle bir durum yoktu, rejimin böyle bir niyeti de yoktu. Nitekim bunu izleyen dönemde, anadilde eğitim, hatta seçmeli ders isteyen Kürt gençler, çocuklar ve onların ana-babaları, bunu destekleyen Kürt öğretmenler türlü baskılara uğradılar. “Terör örgütünün üyesi” olmakla, onun istemleri yönünde kampanya yürütmekle suçlandılar. Yüzlercesi gözaltına alındı, işkence gördü, tutuklandı. Bu davalar hala devam etmekte.

Tam da söz konusu anayasa değişikliğini izleyen dönemde İçişleri Bakanlığı’nın emriyle Kürt isimleri yasaklandı. Bu isimler “Türk kültürü ile bağdaşmıyormuş!.” Savcılar, Kürdistan’ın birçok ilinde ve Batı’da Kürt çocuklarının adını değiştirmek için davalar açtılar.

Bu dönemde de tümüyle veya yarıya yarıya Kürtçe yayınlanan, ya da Kürt sorunundan söz eden dergi, gazete ve kitaplar toplanmaya, yazar ve yöneticileri hakkında dava açılmaya, ceza verilmeye devam etti. Ünlü yazar Ahmet Altan ve Doçent Fikret Başkaya bunlar arasındadır. Bu yayınlar Kürdistan’a sokulmadılar. Bu uygulama bugün de devam ediyor.

Bunu izleyen dönemde Kürt müziğine yönelik baskı ve saldırılar bile devam etti, hatta şiddetlendi. Örneğin Diyarbakır yöresinde minibüsünde Kürtçe şarkı çalan bir şoför, salt bu nedenle, “Terörist örgüte yataklık etmekle” suçlanıp 3,5 yıl cezaya çarptırıldı.

Kürdistan’da yıllardır uygulanan olağanüstü hal yönetimine iki il (Diyarbakır ve Şırnak) dışında son verildi; ancak gerçekte, sıkıyönetim dönemiyle birlikte 24 yıldır süregelen olağanüstü durum hukuku ve uygulaması sona ermiş değil. Çeşitli yasalarla valilere ve polise tanınmış olağanüstü yetkiler ve keyfi uygulamalar devam ediyor. Durum bir türlü normale dönmüyor.

Üstelik Türk hükümeti, olağanüstü hale tümüyle son vermeye hazırlanırken, yerine “Güneydoğu Müsteşarlığı” adıyla bir başka olağanüstü sistem koymayı planlamıştır. Bu ise, Kürdistan’da OHAL Bölge Valiliği’nin bir başka isim altında sürmesi demektir. Diğer bir deyişle, rejimin Kürdistan’da durumu normale döndermeye hiç niyeti yok.

Rejim, bölgenin sosyal ve ekonomik durumunu iyileştirmek için boş lafın ötesinde bir şey yapmıyor, hiçbir somut adım atmıyor.

Yapılması gerekenlerden biri, kirli savaş döneminde köyleri, evleri yıkılıp sürgüne tabi tutulmuş milyonlarca insan için köylerine, evlerine dönüş yolunu açmak, yaralarını sarmak için yardımcı olmaktı. Oysa, köye dönüş için izin verileceği söylenmesine rağmen, pratikte bu sistemli biçimde engelleniyor. Devletin güvenlik güçleri, polis ve jandarma, paramiliter köy korucuları örgütü, çoğu durumda dönüşe izin vermiyor, dönmek isteyenleri tehdit ediyor, türlü baskı ve saldırılarla döndüklerine pişman ediyorlar. Nitekim, bundan kısa süre önce Muş yöresinde, Nureddin adlı köyde, köye dönüp otlarını biçenlerden üç kişi paramiliter korucu örgütü tarafından katledildiler ve suçlularla ilgili bir koğuşturma yok. Daha önce de Hakkari’nin Marinus köylüleri, ceviz toplamak için köylerine döndüklerinde katledilmişlerdi. Buna benzer pek çok olay yaşanıyor.

Bu yüzden sürgünden dönebilenler devede kulak. Sığındıkları metropol kentlerin varoşlarında çoğu evsiz, işsiz, eğitimsiz olan bu insanların sefil yaşamları devam ediyor. Böylece Kürdistan’ın tüm kırsal kesimi üretimden uzak ve harap durumunu sürdürüyor. İşsizlik, çaresizlik bölge halkını bunaltıyor.

Bu durum ve yukarda sözü edilen olayların onlarca, yüzlerce benzeri basına ve dünya kamuoyuna yansıdı. Özetlersek, rejim, bir yandan sözde AB’ye uyum sağlamak için reformlar yapıyor, diğer yandan, ciddi değişikliklerden kaçınıyor ve mevcut baskıcı, ilkel sistemi koruma güdüsüyle eskisinden daha saldırgan oluyor.

İzlenen, tam anlamıyla ikiyüzlü bir politikadır.

“AB’ye Uyum Paketi” neler getirdi?

Ya 2 Ağustos 2002 tarihinde Türk parlamentosundan geçirilen 14 maddelik “AB’ye Uyum Paketi”?.. Bununla gerçekte yapılan ne?

Türk devlet adamları, politikacılar ve rejim yanlısı Türk basın-yayın organları bu kez de kıyameti koparıyorlar. Artık Türkiye kendisinden istenenleri yerine getirmiş, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yapmış gibi.. Bu politikacılar ve bu basın atılan “dev adımlar”dan söz ediyorlar. İç ve dış kamuoyu görülmemiş bir propaganda bombardımanına tabi tutuluyor. “Top artık AB’nin sahasında, Türkiye’ye müzakere takvimi verilmeli” diyorlar.

Oysa gerçek durum bir kez daha onların dediklerinden çok farklı. Hem atılan adımlar Kopenhag Kriterleri’ni karşılamaktan çok uzak, hem de uygulamanın ne olacağı belli değil.

Aslında belli, uygulamanın yine eskisi gibi olacağına kuşku olmasın!

Söz konusu 14 maddelik AB’ye uyum paketinde neler var?

Bunlardan biri idam cezasıyla ilgili. Yapılan bir değişiklikle “savaş ve yakın savaş hali dışında” idam cezası kaldırıldı. Bu olumlu elbette. Zaten 1984’ten beri Türkiye’de, dış kamuoyunun tepkilerini çekmemek için, mahkemelerin verdiği idam cezaları uygulanmıyordu. Ama bu iş farklı yöntemlerle yapılıyordu. Bunlardan biri, devlet denetimindeki gizli örgütler eliyle işlenen “faili meçhul” cinayetlerdi. Son yirmi yıl içinde bu şekilde, rejimin hoşuna gitmeyen binlerce aydın ve demokrat insan, özellikle de Kürt yurtseverleri katledildi ve failler hep gizli kaldı. Bir bölümü ise devletin açık polisi ve askeri tarafından, kırda, kentte, cezaevinde ya da kişinin kendi evinde, herkesin gözü önünde yapılan infazlardı. Bu şekilde de terörle ilgisi olmayan binlerce masum insan öldürüldü.

Bundan böyle de bu tür uygulamaların son bulacağını sanmıyoruz. Nitekim, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nin 15 Ağustos 2002 tarihli açıklamasına göre, son iki ay içinde, salt Kürdistan’da, yargısız infazlar ve “faili meçhul” cinayetler sonucu 10 kişi daha yok edildi.

Türkiye’de işkence de sözde yasaktır ve suçtur; ama işkence çarkı aralıksız olarak, sistemli biçimde sürüp gelmekte. Gösteri yürüyüşü sözde serbesttir; ama daha geçen yıl, barış için yürümek isteyenlerin bile kafaları-gözleri yarıldı.

AB’ye Uyum Paketi’yle yapılan değişikliklerden biri de anadilde eğitimle ilgili olanı. Son değişiklik ne Kürt halkına, ne de Türkçeden başka dil konuşan öteki gruplara anadilde eğitim hakkı tanımıyor. Yani Türkiye nüfusunun üçte birini,  kendi ülkelerinde, Kürdistan’da ise ezici çoğunluğu oluşturan 20 milyon Kürt için ne ilk, ne orta, ne de yüksek düzeyde hiçbir okul ve eğitim kurumu olmayacak. İsteyenler için, okul dışı zamanlarda “dil öğrenmek için kurslar” olacak. Japonca, İngilizce öğrenir gibi.. Üstelik devlet bunlar için hiç bir masrafa girmeyecek; hatta bu kurslar özel ve  paralı olacak!.

Bu, anadilde eğitim hakkı tanımak değil, insanlarla alay etmektir. Kürtlerin ve başka göçmenlerin Avrupa ülkelerinde kazandıkları dil eğitimi hakkı bile bundan kat kat fazladır. İsveç, Almanya gibi ülkelerde Kürtlerin anadilleriyle eğitim yapan çocuk yuvaları var. Bu ülkelerde, Hollanda’da ve başka Avrupa ülkelerinde Kürt çocuklarının ilköğrenim düzeyinde kendi anadillerinde eğitim görme hakları var. Bu eğitim okulda yapılıyor ve bu iş için görevlendirilen öğretmenlerin ücretini devlet ödüyor. İsveç’te ayrıca Kürt diliyle öğretmen yetiştiren bir okul var. Bunlar İsveç’e son yıllarda mülteci ve işçi olarak gelen, birçoğu Türk rejiminin işkence ve kıyımından kaçan 30-40 bin dolayında Kürde tanınmıştır.

Demek ki Türkiye, vatandaşı olan ve ülkenin üçte birinde, Kürdistan’da ezici çoğunluğu oluşturan 20 milyon Kürde bu kadarcık eğitimi bile layık görmüyor. Üstelik bunlar göçmen değil, Orta Asya’dan göç edip gelen, Anadolu ve Trakya’yı işgal eden Türklerden binlerce yıl önce bu ülkede yaşamaktalar..

Kaldı ki, bu kursların bile hayata geçmesinin binbir şekilde engellenmesi sürpriz olmaz..

Anadilde yayın hakkının da bundan farkı yok. Sözde Türkçeden başka dillerde radyo ve televizyon yayını önündeki engel kaldırıldı. Ama buna devlet denetiminde ve çok sınırlı olarak izin verileceği belirtiliyor. Günde belki 15 dakikalık veya yarım saatlik bir yayın..

Bu, örneğin 20 milyonluk Kürt halkı için komik değil mi? Böylece dil ve kültür hakları tanınmış olur mu? Bu, susuzluk çeken adama gün boyu yarım bardak suyu yeterli görmekten farksız değil mi?

Türkiye Lozan Antlaşması hükümlerini çiğnediŞ
imdi de Kopenhag Kriterleri’ni baypas etme çabasında.

Türk rejimi, 20 milyon Kürde temel kültürel ve politik hakları tanımamanın gerekçesi olarak,  “Kürtler azınlık değil” diyor. Kürtler elbet azınlık değil, çünkü azınlıktan çok fazlalar, kendi ülkelerinde çoğunluklar. Dörde bölünmüş ülkeleri Fransa genişliğinde. Toplam nüfusları 40 milyona varıyor ve bunun 20 milyonu Kuzey Kürdistan’da, yani Türkiye sınırları içinde. Böyle bir halk azınlık sayılsa komik olur. Kürtler kökleri binlerce yıl öncesine dayanan, kendilerine özgü bir dilleri, tarihleri, ülkeleri olan bir ulustur ve Türkler, Araplar, Farslarla birlikte Ortadoğu’nun dört büyük ulusundan biridir. 1. Dünya Savaşı sonrası toplanan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıyan Lozan Barış Konferansı’nda Türk temsilcisi İsmet Paşa da böyle demişti: “Kürtler Türklerle birlikte memleketimizin asli unsurudur. Azınlık hakları bu asil ulusu tatmin etmez. Ankara hükümeti hem Türklerin, hem Kürtlerin hükümetidir.”

Ama Lozan’dan sonra Kürtler yok sayıldılar. Bırakın “asli unsur” olmayı, yani Türk unsuruyla eşitliği, ama onlara azınlık hakları bile tanınmadı. Türk devleti Lozan antlaşmasının tüm TC yurttaşlarına tanıdığı dil ve kültür haklarını bile uygulamadı.

Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesinde şöyle deniyor: “Tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları basın yayında ve toplum hayatının her alanında anadillerini hiçbir kısıtlama olmaksızın kullanabilirler.”

Demek ki, radyo ve televizyon yayını da dahil, Kürtçe ve öteki dillerde serbestçe basın yayın için Türkiye’nin AB’ye girmesine ve Kopenhag Kriterleri’ne bile gerek yok. Onlar bu haklara zaten Lozan Antlaşması’na göre sahipler. Ama Türkiye bu antlaşmanın hükümlerini pervasızca çiğnedi; Kürtçe gazete, dergi, kitap yayınına izin vermedi; zaman zaman Kürtçe konuşmayı bile yasakladı ve konuşanları cezalandırdı. Yani Kürt dilinin kullanılmasını “toplum yaşamının her alanında” yasakladı. Kürtler eşitsizliğe, baskılara karşı seslerini yükselttikleri, direndikleri her keresinde ise amansızca ezildiler. Lozan’ı imzalamış olan devletler ise bu uygulamalar karşısında seyirci kaldılar..

Türkiye bugün de Lozan Antlaşması’nı çiğnemeye devam ediyor ve AB’ye girmeye çalışırken Kopenhag Kriterlerini de aynı akıbete uğratmak, baypas etmek istiyor.

Söz konusu “AB’ye Uyum Paketi” diğer hak ve özgürlükler bakımından da ciddi bir açılım sağlamıyor. Örneğin gerek Anayasa’da, gerek Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Basın ve Siyasi Partiler kanunları ve diğer kanunlarda düşünce, inanç, basın, örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüklerini engelleyen çok sayıda hüküm var. Bunlar yerli yerinde duruyor.

Örneğin Siyasi Partiler Kanunu, Türkiye’de Türk dili ve kültürünün dışında dil ve kültürlerin varlığından ve korunması gereğinden söz etmeyi yasaklıyor ve bunu bir kapatma nedeni sayıyor.

Siyasi partilerin, hatta derneklerin toplantılarında Kürtçe konuşulması geçmişten beri yasak. Bu durum değişmedi. Nitekim, Yüksek Seçim Kurulu, söz konusu “Uyum Peketi”nin çıkışının hemen ardından yaptığı açıklama ile, önümüzdeki 3 Kasım Seçimleri’ne ilişkin olarak da, seçim propagandaları sırasında Türkçeden başka dillerin kullanılmasını yasakladı. Yani Türkçe bilmeyen Kürtlere bile Kürtçe seslenmek, seçim suçu işlemek oluyor.. 

Türkiye’nin Kürt politikasını bundan böyle de eleştirmenin, baskılara karşı çıkmanın, Kürt halkına hak ve özgürlük istemenin, yine “vatanı ve milleti bölücü” suç sayılacağına kuşku yok

Bundan böyle de siyasi partilerin, teröre başvurdukları ya da terörü destekledikleri için değil, salt görüşleri nedeniyle kapatılacağına kuşku yok.

Bundan böyle de Kürtler tarafından kurulan, Kürt sorununun çözümü konusunda olumlu öneriler yapan partilerin ve derneklerin türlü biçimde engelleneceklerine kuşku yok. Nitekim Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (HAK-PAR) Genel Başkanı Abdülmelik Fırat’ın beş yıldan beri yurt dışına seyahati engelleniyor. Son “Uyum Paketi”nden sonra da bu durum devam ediyor. Kendisi geçmişte iki dönem parlamentoda milletvekilliği yapmıştır ve herhangi bir suçtan da yargılanmamaktadır.

Hatta Kürtleri ilgilendiren durumlarda yabancıların da, diplomatik misyonlarına bile bakılmaksızın, kimi durumda seyahat özgürlükleri engelleniyor. Bunun son örneği daha birkaç gün önce –yani “Uyum Paketi”nin ardından- yaşandı. Türkiye üzerinden Irak’a geçmek isteyen İsveç Yeşiller Partisi’nden, aralarında milletvekillerinin de bulunduğu bir grup, Irak konsolosluğundan vize almış oldukları halde, Türk güvenlik güçleri tarafından Irak sınırında, Habur Kapısı’nda durdurulup geri çevrildiler. 

Bundan böyle de Kürtçe çıkan veya Kürt sorunundan söz eden dergi gazete ve kitapların toplanacağına, dağıtımının engelleneceğine, yazar ve yayıncıların yargılanacağına, onlara hapis ve para cezalara yağacağına kuşku yok.

Son Uyum Paketi ile de basının üzerindeki tehdit ve baskı son bulmadı, hatta bazı bakımlardan ağırlaştı. Örneğin bazı basın suçlarında hapis cezası kaldırılırken para cezaları çok daha ağırlaştı, 100 milyara varan cezalar kondu. Bu, özellikle küçük ve orta boy basın organları için boğucudur. Bu yüzdendir ki, Cumhurbaşkanı Sezer bile, bu değişikliği “basın özgürlüğüne ve demokrasinin gereklerine aykırı ve ölçüsüz” bulup, bu madde ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne itiraz etti.

Kürt müziğinin, kültürünün, yaşam biçiminin bundan böyle de çok çeşitli baskılara hedef olacağına ve bundan Kürt dostu, demokrat Türklerin ve yabancıların da payını alacağına kuşku yok.

Kuşku yok, çünkü sistem değişmiş değil. Bir  labirenti andıran yasaklar sistemi sürmekte.

Ayrıca ve daha da önemlisi, rejimin değişmeye niyeti ve isteği yok.

Çünkü bu bir baskı rejimidir ve ona ideoloji, yani harç olan ırkçı-şoven önyargılar, bu sistemin temel özelliği. Ülkeyi dünden bugüne yönetenler bu alanda tornadan çıkmış gibiler, birbirlerinden farkları yok.

Sözde “demokratik sol” Ecevit ile, kurtsoylu olmakla övünen Milleyetçi Hareket Partisi’nin ırkçı lideri Bahçeli arasında bir fark yok. Siyasi tutukluları F Tipi cezaevlerinde sürekli hücre cezasına mahkum edip, soyutlayıp fizik ve moral olarak yok etmeye yönelik uygulamayı başlatıp sürdüren Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, DSP’lidir. Son uyum paketindeki bazı demokratik değişiklikleri budayıp önerileri büyük ölçüde işe yaramaz hale getiren de aynı kişidir. Kürtçe isimleri yasaklayan İçişleri Bakanı Rüşdü Kazım Yücelen ise, AB yanlısı olmakla övünen ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın partisindendir..

Parlamentoda temsil edilen ve yıllardır iktidarda ve muhalefette tahterevalli oynayan düzen partilerinin hiçbiri bu ırkçı-şoven Türkçülük ideolojisine karşı değil. Karşı olsa zaten kahredilirdi, yaşatılmazdı.

Dünden bugüne ülkeyi yöneten bu partilerin, kadroların hiçbiri Kürtlerin haklarının tanınmasından yana değil. Çünkü bu ülkede ulusal politika Türkten başkasının yok sayılması ve yok edilmesi üzerine inşa edilmiştir. Halkının büyük çoğunluğu Türk olmayan Anadolu, Trakya ve Kürdistan’da, yani bu sözde “Türkiye”de bir Türk ulusu ancak böyle  yaratılabilir!

Ermeniler soykırımdan geçirildi. Rumlar bir bölümüyle kıyıldı, bir bölümüyle sürüldü. Lazlar, Çerkezler, Arnavutlar ve başkaları büyük ölçüde ve zorla asimile edildi. Kürtlerin zorla asimilasyonu ise, yüz yıldan fazladır, kırım, sürgün, dil ve kültür yasağı ve diğer biçimlerde aralıksız olarak devam ediyor..

Aslında Türk rejiminin Kürdistan için hayata geçirmeye çalıştığı gerçek bir planı var, bu da iki yıl önce Türk gazetelerine de yansıyan “Gizli Eylem Planı”dır. Bu planın başlıca esasları Kürdistanı Kürtlerden boşaltmak, Kürt dilini ve kültürünü yok etmek, böylece Kürt sorunundan kurtulmaktır. Kürdistan’ın tarihi kentlerini, verimli tarım alanlarını ve eşi az bulunur doğal güzellikleri barındıran vadilerini su altında bırakan baraj projeleri de bu planın bir parçasıdır. Bu planın mimarları, Ecevit dahil, dünden bugüne Türkiye’yi yöneten sivil ve asker kadrolardır.

Avusturya’nın Heider’i, Fransa’nın Le Pen’i bunların yanında çok hafıf kalır.

Sonuç olarak, bugün AB kapısında bekleyen Türk yönetiminin de öncekilerden farkı yok.

20. ve 21. Yüzyıldaki bu baskı politikası ancak zorla, terörle yürütülebilir. Sonu gelmez iç gerilimlere, iç ve dış çatışmalara yol açan, ülke kaynaklarını verimsiz alanlarda telef eden, böylece ülkeyi barışsız, ülke insanını işsiz ve ekmeksiz bırakan bu politika, Türk halkının da yararına değil. Ve Türk halkı, yıllar yılı estirilen şovenizm rüzgarından ne denli etkilenmiş ve bu önyargıları belli bir ölçüde taşıyor olsa bile, özünde değişimden yanadır. O AB’ye giriş, ekonomik gelişme, demokrasi ve barış istiyor. İşte bu nedenledir ki rejim Türk halkına da güvenmiyor. Onu da sürekli olarak denetim altında tutuyor.

Kürt halkına özgürlüğü tanımayan rejim, Türk halkına da demokrasi tanımıyor. O zorba ve kendine güveni yok.

Kürt sorunu Türkiye’yi esir almış

Türk yönetici sınıfının geçmiş yıllarda demokrasiye karşı direnmesinin iki başlıca nedeni vardı: Komünizm ve Kürt korkusu. Yani rejim değişikliği ve bölünme.. Sosyalist sistemdeki çöküntüden sonra komünizm korkusu artık kalmadı, Rusya bir ticari partner oldu. Ama çözümsüz kalan Kürt sorunu nedeniyle duyulan bölünme korkusu devam ediyor. Bu korku, akıl almaz bir Kürt düşmanlığına, Kürtleri yok etme tutkusuna dönüşmüştür.

Yıllarca yanlış politikalar izlenir ve bu uğurda savaşılırsa bunun yarattığı alışkanlıklar ve değer yargıları, kin ve nefret, bir geleneğe, kan davasına dönüşür. Bundan kurtulmak güçtür.

Türkiye’deki rejimin düştüğü durum budur. Kürtleri bir esir statüsünde tutma ve yok etme çabası, bir bumerang gibi, bu rejimi Kürt sorununa esir etmiştir. Kürt sorunu diğer sorunları da etkileyen başlıca düğüm olmuştur. Bu, Türkiye’de ırkçılığı ve militarizmi besleyen başlıca etkendir.

Bu durum, yalnız Kürt halkıyla Türkiye’yi yönetenler arasında değil, aynı zamanda Türk halkıyla Türkiye’yi yönetenler arasındaki büyük çelişkiyi gösteriyor.

Bu yönetim anlayışı ve tarzı Türkiye’nin sorunlarını çözemez, ülkeye barış ve demokrasi getiremez ve AB’ye uyum için gereken ciddi, köklü değişimlerin yapılmasını engeller.

Bu nedenle yapılanlar göz boyama türündendir. Türkiye’yi yönetenler, ustası oldukları şark kurnazlığıyla, kendi halklarını yıllar yılı kandırdıkları gibi, Avrupalıları da kandırmaya çalışıyorlar.

Bu durumda çözüm ne?

Besbelli çözüm, Kürtlerin özgürlük isteminden vaz geçmesi veya yok edilmeleri değil, bu yanlış politikaların terk edilmesidir. Türk yönetici sınıfı, yüzyılı aşkın bir süredir izlediği baskı ve soykırım, zorla asimilasyon politikalarını terk etmeli, Kürtlerin haklarını tanımalıdır. Tüm Türkiye yurttaşlarına temel hak ve özgürlükleri tanımalıdır. İç ve dış kamuoyunu, bu arada Avrupa Birliği’ni aldatma, göz boyama çabalarına son verip köklü ve ciddi değişimlere yönelmelidir.

Yapılması gerekenler özetle şunlardır:

Öncelikle AB üyeliği için de zorunlu Kopenhag Kriterleri, dejenere ve paypas edilmeden, iç ve dış kamuoyu ve AB aldatılmadan hayata geçirilmelidir. Bunun için:

1-     Topluma giydirilmiş bir deli gömleği olan 1982 Cunta Anayasası çöpe atılıp, yerine, demokratik, çağdaş bir anayasa yapılmalı, bu anayasada ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Kürt halkının varlığı ve hakları tanınmalıdır.

2-     Anayasa’nın yanı sıra, başta Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Basın kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu olmak üzere tüm öteki yasalar, yani bir bütün olarak hukuk sistemi demokratikleşmelidir.

3-     Barışçı biçimde ifade edilen her türlü görüş ve düşünce serbest olmalı, basın özgürleşmelidir.

4-     Şiddete başvurmayan her türlü siyasi parti serbest olmalıdır.

5-     Parlamento ve hükümet üstü MGK ile olağanüstü dönemin getirdiği Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmalıdır.

6-     Ülkenin laikleşmesi için, devletin inanç alanına haksız müdahalesine, keyfi düzenlemelere son verilmeli, bu amaçla:

a)      Diyanet İşleri Teşkilatı kaldırılmalı;

b)      Okullarda zorunlu din dersleri kaldırılmalı;

c)      Aleviler, Yezidiler, Süryaniler ve diğer inanç grupları üzerindeki baskılara son verilmeli;

d)      Başörtüsü nedeniyle uygulanan baskılara son verilmeli.

7-     Kürt halkının ve öteki etnik grupların dil ve kültür hakları, Kopenhag Kiriterleri çerçevesinde tanınmalı. Bunlar sadece bireysel haklar çerçevesinde ele alınamaz. Kopenhag Kriterleri’nde hem temel insan haklarından, hem de azınlık haklarından söz edilmiştir. Ayrıca Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın Haziran 1990’da yine Kopenhag’da kabul ettiği ve Türkiye’nin altını dışişleri bakanı düzeyinde imzaladığı ortak bildiri ve bunun içerdiği kararlar vardır. Bu kararların, “ulusal azınlıkların” haklarından söz eden 4. bölümünde şunlar sayılmaktadır:

  • Kendi etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme;
  • Kendi anadillerini özel ve aynı zamanda kamu yaşamında özgürce kullanma;
  • Kendi eğitim, kültür ve dini kurumlarını, örgütlerini, derneklerini kurma ve geliştirme;

Yine bu bildirinin 33. Maddesinde şöyle deniyor:

  • Taraf ülkeler kendi toprakları üzerinde ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini koruyacak ve bu kimliğin gelişmesi için uygun koşullar yaratacaktır.

Bu bildirinin 34. Maddesinde ise ulusal azınlıkların kendi anadillerinde eğitim yapma hakkına yer veriliyor ve eğitim kurumlarında tarih ve edebiyat öğreniminin, aynı zamanda ulusal azınlıkların tarih ve kültürünü de içermesi gerektiği belirtiliyor.

Kopenhag Kriterleri’nde azınlık haklarının çerçevesi düşünülürken, 1990 yılında kabul edilen bu ortak ve bağlayıcı metin göz önüne alınmalıdır.

Türkiye’nin son “AB’ye Uyum Paketi” ile yaptığı, bu kapsamda baştan savma bir iştir. Ne Kürt ulusunun ne öteki ulusal azınlıkların dil, kültür ve örgütsel hakları tanınmamıştır. Türkiye’deki Kürt halkı bakımından yapılması gereken:

a)      Kürtçenin de Türkçe’nin yanı sıra resmi dil olması, özel ve kamu yaşamının her alanında özgürce kullanılması;

b)      İlkokuldan üniversiteye kadar anadilde temel eğitim hakkının hayata geçirilmesi;

c)      Anadilde –devlet kanallarında ve özel kanallarda- tam gün radyo ve televizyon yayınının gerçekleşmesi;

d)       Ulusal kimlikli siyasi parti ve derneklerin serbest olması.

Kürt sorunu için temel çözüm:

Kürt sorunu için temel çözüm ise, besbbelli Kopenhag Kriterleri’nin çerçevesini aşar. Kürtler 40 milyonluk nüfuslarıyla, Fransa genişliğindeki ülkeleriyle, elbet Ortadoğu’nun büyük uluslarından biriler. Bu ulus ve bu ülke eğer dört devlet arasında bölünmüşse, sorun Kürtleri yok sayarak ve yok ederek değil, Kürtlerin uğradığı haksızlığa karşı çıkarak, adalet ilkelerine, uluslararası normlara uygun biçimde bu sorunun çözülmesidir.

Bu ise ancak iki biçimde gerçekleşebilir:

a)      Ya Kürtler özgür iradeleriyle ayrılıp kendi devletlerini kurarlar.

b)      Ya da bulundukları ülkelerde, yine özgür iradeleriyle eşitlik temelinde bir birlik içinde yaşarlar. Bunun biçimi ise federasyon ya da konfederasyondur.

Biz, Kürdistan Sosyalist Partisi olarak, Türk devletinin yüzyılı aşkın süreden beri sürdürdüğü akıl almaz zulme, haksızlığa ve buna karşı halkımızın haklı olarak duyduğu öfke ve nefrete rağmen gerçekçiyiz. Mevcut koşullarda Kürt halkının, yan yana yaşadığı halklarla federatif biçimde yaşıyabileceği görüşündeyiz. Irak Kürtleri bu yolu seçmişlerdir. Biz de Kuzey Kürdistan bakımından bunu tercih ediyoruz; yani Türk halkıyla eşitlik temelinde, bir federasyon halinde yaşıyabiliriz.

Türkiye, 100 bini aşan Kıbrıs Türkü için, Rum tarafının kabul ettiği iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyonu bile az buluyor ve iki devletli bir konfederasyon istiyor. Peki bunu neden, Kıbrıs adasının on katı büyüklüğündeki Kuzey Kürdistan ve 20 milyonluk Kürt için tanımaya yanaşmıyor?

Kürt sorununun nihayi çözümü böylesine, iki halkın eşitliği temelinde federatif bir yapıyla mümkündür. Böyle bir çözüm Türkiye’ye barışı getirir ve gerçek bir demokrasinin de yolunu açar. Türkiye’nin bir kördüğüm olmuş ve günden güne ağırlaşan sorunlarını çözmesi ancak böyle mümkündür.

Gerek Türkiye’yi yönetenler, gerekse Avrupa Ülkeleri gerçekçi olmalı, Kürt sorununu gerçek boyutlarıyla ele almalılar. Bu sorun baştan savma yöntemlerle, dil kursları ya da günde yarım saatlik televizyon yayını gibi komik adımlarla çözülemez. Bunlar bir ulusa hak diye sunulacak şeyler değildir, onur kırıcıdır ve Kürt halkı da bunları asla ciddiye almaz.

Öte yandan, yukarda da belirtildiği gibi bugünkü yönetici sınıf, iktidarı ve muhalefetiyle böylesine köklü bir dönüşümü başaracak türden değil. O zaman ne olacak?

Bizce bu sorunun cevabı açıktır: Bu değişimi yapacak güçler iktidara gelinceye kadar Türkiye’de bunalım derinleşerek sürecek. Her iki halk da –hem Kürtler hem Türkler- acı çekecek. Ne Kürt halkının özgürlük için mücadelesi, ne de Türk halkının demokrasi için mücadelesi sona ermeyecek. Diğer bir deyişle, çözüm,  Türkiye’de güçlü bir toplumsal değişime, değişim yanlısı gerçek demokrat güçlerin yönetime gelmesine bağlı. Bunun ne kadar zaman alacağını bilemeyiz.

AB normlarına, ilkelerine sahip çıkmalı

Avrupa Birliği böyle bir durumda ne yapacak?

Biz ancak, gerçekten, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yerine getirdiği, bu kapsamda Kürt sorununun çözümü için de ciddi adımlar attığı zaman, Türkiye ile adaylık müzakerelerinin başlatılmasından yanayız. Oysa Türkiye’nin bunu yapmadığı açık.

İnsan haklarını pervasızca çiğnemekte ve Kürt halkına en basit hakları bile tanımamakta ısrar eden Türkiye’ye müzakere yolunu açmak, ona, AB normlarına uymama ve mevcut baskı sistemini sürdürme konusunda cesaret verir. Bu, baskının ve haksızlığın, ırkçılığın ve militarizmin mükafatlandırılması olur.

AB bu yanlışı yapmamalı.

Kürdistan Sosyalist Partisi
Eylül 2002
 
PSK Bulten © 2002