PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Türkiye AB Üyeliğini Hak Etmiyor.

Kürdistan Sosyalist Partisi-PSK, Türkiye’nin Ab üyeliği konusunda hazırladığı raporu kamuoyuna sundu. “Türkiye Bu Haliyle AB Üyesi Olmayı Hak Etmiyor” adı altında hazırlanan raporda, Türkiye’nin AB üyeliği için önüne konulan görevleri eksiksiz yerine getirmediği, aksine Kopenhag Kriterleri’ni sulandırma çabası içinde olduğu örnekleriyle anlatılıyor.

PSK Dış İlişkiler Komitesi yaptığı açıklamada, İngilizce ve Almancaya çevrilen raporu, AB’ye bağlı  kurum ve kuruluşlarına, üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarına, Avrupa Parlamentosunda bulunan tüm siyası partilere, kiliselere, insan hakları alanında çalışma yapan sivil toplum örgütlerine ileteceklerini dile getirdiler.

Kürdistan Sosyalist Partisi-PSK'nin , Türkiye’nin AB üyeliği konusunda hazırladığı raporu aşağıda sununuyoruz.

Türkiye Bu Haliyle AB Üyesi Olmayı Hak Etmiyor

2004 yılının Aralık ayında yapılacak AB Zirvesi’nin gündeminde Türkiye’de var. Bu zirvede, Türkiye’ye üyelik için görüşme tarihi konusunda bir karara varılacak.

Türk hükümeti, AB’nin kendisinden istediği yasal değişikliklerin bazılarını gerçekleştirdiğini, gerekli yönetmelikleri hazırladığını, aralık ayındaki zirve toplantısına kadar kendisinden istenen tüm yasal değişiklikleri yapacağını söylüyor ve kendisine tarih verilmesini bekliyor.

Acaba Türk hükümeti, önüne konulan ev ödevlerini gerçekten yaptı mı? AB üyeliği için zorunlu olan Kopenhag Kriterlerini, özellikle de siyasi olanlarını yerine getirdi mi?

Türk hükümeti, istenilen tüm değişikliklerin yapıldığını söylüyor. İşin garibi, çağdaş geçinen ana muhalefet partisi CHP ise, “bu kadar uyum paketine ne lüzum var?” diyerek, gereğinden fazla adım atıldığını belirtiyor.

Oysa AB’nin 5 Kasım 2003 tarihli raporu, Avrupa Parlamentosu’nun 31 Mart 2004 tarihli oturumunda kabul edilen rapor, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının yayınladığı raporlar, gerçeğin böyle olmadığını söylüyor. Bu raporlarda özellikle, MGK ile ilgili yapılan değişikliklere değiniliyor, ordunun politika üzerindeki ağırlığının aynı şekilde devam ettiğinin altı çiziliyor, çıkarılan yönetmenliklerle, yasalarda yapılan değişikliklerin, tanınan yeni hakların, adeta kullanılmaz hale getirildiği belirtiliyor.

Uyum Yasaları Askere Uygulanamaz!

Askerlerle ilgili yapılan değişiklikler, AB’ye uyum doğrultusunda atılan adımların makyajdan öteye gitmediğini, yapılan düzenlenmelerle, kısıtlanan yetkilerin tekrar iade edildiğini gösteren en çarpıcı örnektir.

Hıristiyan Demokrat Grup Üyesi Hollandalı Parlamenter Arie Oostlander tarafından hazırlanan, AP Genel Kurulunda kabul edilen Türkiye raporunda yer alan, “Avrupa Parlamentosu, ordunun resmi veya gayri resmi etkin ağlarından endişe duyuyor'' şeklindeki belirleme, gerçeği yansıtıyor.

Örneğin, Genel Kurmay Genel Sekreterliği’nin, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile Radyo Televizyon Üst Kurumu (RTÜK) yönetimine temsilcilerini ataması hala devam ediyor.

30 Temmuz 2003 tarihinde kabul edilen 7. Uyum Paketi’nde, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’yle ilgili yapılan değişiklikler, daha sonra kabul edilen yönetmelikle baypas edildi. Bir başka değişle MGK’nin, 7. Uyum Paketi'yle ortadan kaldırılan savunma dışındaki siyasetin düzenlenmesine yönelik yetkileri, hazırlanan bir yönetmelikle yeniden MGK’ye verildi. Yönetmelikle genel sekreterin asker olması durumunda yardımcısının sivil, sivil olması durumunda da yardımcısının asker olması hükme bağlandı. Ayrıca 7. Paketle ortadan kaldırılan, silahlı kuvvetlerin yürüttüğü savunma siyaseti dışında kalan siyasetlerin tayini, tespiti, düzeltme ve değişiklikleri ile eylem planlarının hazırlanması ve sivil hizmetler ve savaş hazırlıkları planlarının yapılması  gibi yetkiler, yönetmelikle tekrar MGK’ye geçti.

Türk hükümeti, jandarmaya şehirlerde de istihbarat görevlerini yerine getirme, terör ve organizeli suçları takip etme, vb yetkileri veren bir projeyi de hayata geçirmek istiyor. Şu anda,Türkiye’de kırsal kesimin, yani toprakların yaklaşık yüzde 90’nın güvenliğinden Jandarma (asker) sorumlu. Bu projeyle askerler, polisin yanında, şehirlerde de etkin görev yapan bir konuma getirilecek.

Diyarbakır İl Jandarma Alay Komutanlığı, çıkartılan yasalara kulak asmayıp, Kürtçe isim alabilmek için mahkemelere başvuranların listesini savcılıktan istediği ve listedekileri yakın takibe aldığı haberi geniş bir biçimde basına da yansıdı. Yasal haklarını kullanmak isteyen Kürtleri sindirmeyi amaçlayan bu olayın en vahim yanı, uyum yasaları uygulamakla görevli savcılığın, bu listeleri İl Jandarma Alay Komutanlığı’na vererek bu uygulamaya yandaş olmasıdır.

Bundan daha önemlisi, basına yansıyan ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın doğrulamak zorunda kaldığı habere göre, Kara Kuvvetleri Komutanlığı “bölücü ve yıkıcı faaliyetlerde bulunan kişi ve gruplar hakkında istihbarat toplanmasını” istediği bir yönergeyi, idari makamlara göndermiş.  Kara Kuvvetleri Komutanlığı bu yönergeyle valilik, kaymakamlık gibi idari birimlerden, bölücü ve yıkıcı terör örgütlerinin yurtiçinde işbirliği yaptığı yerli ve yabancı basın-yayın organları ile diplomatların isim ve faaliyetleri, medya ve siyasi kurumlarla olan ilişkileri, muhtemel bir seçimde “bölücü terör örgütü yanlısı partiler” in hangi partilerle ittifak kurabilecekleri, misyonerler ve misyonerleri destekleyen kurumlar hakkında bilgiler toplayıp kendilerine iletmelerini talep etmektedir.

Ayrıca yönergede, “kendisini azınlık görme eğiliminde olan gruplar” yani kendini Türk hissetmeyenler, Türkiye'nin aleyhine çalışan yazar, sanatçı ve düşünürler hakkında bilgi toplanması isteniyor. İşin en dikkat çekici yanı aynı yönerge, ABD ve AB üyesi ülkelerle ilişkide bulunan ve yandaş olan kişilerin de tespit edilmesini istiyor.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı Yönergesiyle izlenmesi istenen örgüt, grup ve kişiler sadece bunlarla sınırlı değil. Ayrıca aynı yönerge ile “felsefi gruplar, eylem grupları” ile “yüksek sosyete grupları, sanatçıların mensup olduğu gruplar, zengin ailelerin çocuklarının grupları, tarikatlar (satanistler, Klu Klax, masonlar vb), internet grupları, cinsellik, uyuşturucu, meditasyon, ruh çağırma vb. gruplar” için de istihbarat toplanması isteniyor.

Amasya Değil EMASYA

ABD, AB yandaşlarından tutun da “yüksek sosyete grupları”na mensup kişileri fişleyen, bu gruplar hakkında bilgi toplayan ordunun yaptıkları bunlarla sınırlı değil.

“Avrupa Birliği yandaşı, İkinci Cumhuriyetçi, ordu düşmanı, Atatürkçülük karşıtı kişiler” adı altında “hainler listeleri” hazırlayan ve elmalarıyla ünlü Amasya kentiyle bir ilişkisi olmayan EMASYA da orduya bağlı bir kuruluş...

Basının yazdığına göre “Emniyet, Asayiş Yardımlaşma Birlikleri” (EMASYA), İl İdareleri Kanunu’na göre, 1960’lı yıllarda kurulmuş. Bu yasaya göre, eğer valilikler toplumsal hareketler karşısında zorlanırlarsa, askeri birliklerden yardım isteyebiliyor. Bu nedenle ordu, yapacağı yardımı planlamak için vatandaşları tanımak, bu amaçla da onları fişlemek gereğini duyuyor.

Bu uygulama, 1970 yılına kadar sürdürülmüş. 1997 yılından sonra, yani Türkiye’nin AB’ye üye olmak için yoğun bir çalışma içine girdiği bir dönemde, EMASYA birliklerinin yapısı İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında yapılan bir protokol ile değiştirilmiştir. Bu protokol ile EMASYA birliklerine, valilik talep etsin veya etmesin, kendisi gerekli gördüğü durumlarda toplumsal olaylara müdahale etme yetkisi verilmiş bulunuyor. 1997 yılından itibaren EMASYA birlikleri, 24 saat düzenli çalışan ve alarmda bekleyen birlikler haline getirildi.

EMASYA birlikleri Kara Kuvvetlerine bağlı ve kendisine verilen yetkiye dayanarak istihbarat çalışması yapan, valiliklerden bilgi isteyen, valilikleri yönlendiren kurum haline gelmiştir. 1997 yılında İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasında imzalanan protokolle Genel Kurmay, valilik, kaymakamlık gibi sivil kurumlarını da etki alanı içine almıştır. Kısacası EMASYA birlikleri, tüm toplumu izleme yetkisine sahip bir konuma gelmiştir.

Protokollerin anayasa ve yasalara aykırı olmaması uluslararası bir ilkedir. Aykırı olma durumunda protokoller iptal edilir. Oysa Türk hükümeti, bu uluslararası ilkeye rağmen, askerin etkisini daha da artıran bu protokolü iptal etmemiştir.

Tüm bunlardan sonra, Türk hükümetinin, AB üyeliği için önüne konulan ödevlerin en önemlisi olan, ordunun siyasi yaşamdaki etkisini ortadan kaldırma görevini yerine getirdiğini söylemek mümkün müdür?

Bizce değil.

AKP ideolojik yapısı gereği, ordunun sıkı gözetimi altındadır.  AKP hükümeti, ordunun kendisine yönelmesinden korkuyor. Ordu da sürekli çıkışlarıyla bu korkuyu besliyor. AKP, bu nedenle orduyu ürkütmemek için, ordunun siyasettteki etkisini kırabilecek ciddi ve demokratik adımlar atmıyor.

12 Eylül Anayasası Yerli Yerinde Duruyor

Türk hükümetleri, AB’ye üye olmak amacıyla hazırlanan Ulusal Belge’deki bazı vaatlerini yerine getirmek için bazı adımlar atmak istediler. Ama bazıları için, Milli Güvenlik Kurulu’ndan, yani askerlerden onay alamadılar. Yapılan bazı yasal düzenlemeler ise, çıkartılan yönergelerle işlevsiz hale getirildi.

Anayasada yapılan değişiklikler ise rötuştan öteye gitmedi. Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurulunda kabul edilen Hıristiyan Demokrat Grup Üyesi Hollandalı Parlamenter Arie Oostlander tarafından hazırlanan Türkiye raporunda ''1982 döneminin otoriter rejiminin mührünü taşıyan bir anayasanın korunması'' eleştirisi haklı bir eleştiridir.

Ülkenin en seçkin hukukçuları ile  baroların  belirttikleri gibi, 1982 Anayasası, 12 Eylül askeri cuntasının bir ürünüdür. Baştan sona anti demokratiktir. Bu açıdan, rötuşlarla düzeltilmesi olanaksızdır. Emekliye ayrılan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un deyişiyle bu bir anayasa değil, “ polis tüzüğü” dür.

1982 Cunta Anayasası, vatandaşın hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için değil, tersine, adam yerine konmayan, güvenilmeyen, potansiyel suçlu kabul edilen ve korku duyulan vatandaşa karşı devleti korumak amacıyla hazırlanmıştır. Bu nedenle, hak ve özgürlükleri olabildiğince sınırlayan, kullanılamaz hale getiren bir yasaklar talimatnamesidir.

Bu anayasa baştan sona ırkçı-şoven bir anlayışla yazılmıştır. Giriş bölümü eşi görülmeyen ırkçı bir söylemdir. Türk soyu, kültürünün asaleti öne çıkarılıp fetiş hale getirilirken, diğer halklar ve kültürler inkar ediliyor.

Hollandalı Parlamenter Arie Oostlander’in söz konusu raporunda da belirttiği gibi, yeni bir sivil anayasaya ihtiyaç vardır.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri Ceza Yağdırmaya Devam Ediyorlar

12 Eylül rejiminin ürünlerinden olan ve “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen doğrudan doğruya devletin güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmak” üzere kurulmuş olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), Avrupa İnsan Hakları Divanı (Mahkemesi)’nin kararına karşın varlığını sürdürüyor ve ceza yağdırmaya devam ediyor.

DGM’ler, kuruluş amaçları, kuruluş yasasının anayasa denetimine kapalı olması, yargı yerlerinin Genelkurmay Başkanlığı’nın önerisi üzerine, sıkıyönetim esaslarının dikkate alınarak belirlenmesi nedeniyle anti demokratik bir yapı arz etmektedirler. Son yapılan değişiklikle, heyetteki asker üyenin çekilmesi, mahkemenin tarafsızlığı ve  hukuksuzluğunu ortadan kaldırmamıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin, DGM’lerde yapılan yargılamaların bağımsız ve tarafsız olmadığına dair birçok kararı bulunuyor. AİHM’nin 1993 yılından itibaren DGM’ler hakkında karar vermesine rağmen, Türk hükümetlerinin bu alanda yaptıkları tek şey, 1999 yılında aldığı bir kararla yargıçların tamamen sivillerden oluşmasını sağlamak olmuştur.

Yapılan değişikliklerin birer rötuştan ibaret olduğunu gösteren son örnek, Ankara 1 Nolu DGM’de görülen eski DEP milletvekilleriyle ilgili davadır.

Ankara 1 nolu DGM’nin, AİHM kararı uyarınca yeniden bakmak zorunda kaldığı DEP (Demokrasi Partisi)’li milletvekillerinin davasında, eski kararında direnmesi, Türkiye’deki değişikliklerin kağıt üzerinde kaldığını ortaya koymaktadır.

Çıkarılan Bunca Uyum Yasasından Sonra İnsan Hakları Ne Durumda?

Türkiye’de, AB üyeliği için, 6 Şubat 2002 tarihinden günümüze kadar bir çok uyum paketi çıkartılmıştır. Türk hükümetlerinin iddialarına göre, bu paketlerle, insan hakları, demokratik hak ve özgürlükler Avrupa standartlarına çıkartılmış, işkence ve kötü muamele önlenmiştir.

İnsan haklarıyla ilgili çalışma yapan kuruluşların raporları, Türkiye’nin, belirlenen bu amaçların henüz çok uzağında bulunduğunu gösteriyor. Öyle ki, ev ödevlerini yerine getirdiğini söyleyen ve bu nedenle de kendilerine görüşme tarihi verilmesini talep eden Türk hükümeti bile, sık sık insan hakları karnelerinin zayıf olduğunu itiraf etmek ve ''Uygulamada aksaklıklar var düzelteceğiz'' demek  zorunda kalmaktadırlar.

Türkiye’nin saygın sivil toplum örgütlerinden biri olan, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yayınladığı bir rapor, Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin durumunu gözler önüne sermektedir.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın hazırladığı ''2003 Düşünce Özgürlüğü Raporu''na göre, 2003 yılında “düşünce suçu” tanımına giren 774 dava görülmüştür. Raporda, 2003 yılında ''resmi görüşe uymayan düşünceler dile getirdikleri için siyasi partiler, hükümet dışı kuruluşlar, gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar üzerindeki baskıların sürdüğü'' belirtiliyor. Yazar ve aydınlar aleyhine, gerek sözlü ya da gazete, dergi ve kitaplar aracılığıyla yazılı olarak dile getirdikleri görüşleri nedeniyle, 774 dava açılmıştır. Bundan başka, benzer kişiler tarafından  ''devleti, cumhuriyeti, emniyet ve askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif etme'' iddiasıyla en az 70 davanın açıldığı ve sonuçlanan 21 davada 7 mahkumiyet kararı verildiği dile getiriliyor.

Bir de, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nin yayınladığı 2003 yılına ait rapora bakalım.

Rapora göre 2003 yılında bölgede yargısız infaz, faili meçhul saldırılar sonucu 85 kişi hayatını kaybetmiş. 2003 yılında, mayın patlaması sonucu 21 kişi yaşamını yitirmiştir. 548 kişi işkence ve kötü muamele gördüğü iddiasıyla İHD’ye başvurmuştur. 1298 memur düşünceleri ve eylemlerinden dolayı soruşturmaya tabii tutulmuştur. Bölgede yapılmak istenen 40 etkinliğe izin verilmemiştir.

Rapora göre bölgede 5625 hak ihlali yaşanmış ve bunlardan 2089 kişi İHD’ye başvurmuştur.

Diyarbakır Kuzey Kürdistan’ın küçük bir parçasıdır. Kürdistan’da meydana gelen insan hakları ihlalleri, verilen bu rakamların birkaç katıdır. Ayrıca bu rakamlar, Diyarbakır İHD’ye başvurma cesaretini gösterenleri işaret ediyor. Unutmayalım ki kırsal kesimdeki hak ihlalleri, Jandarma ve Özel Tim’den duyulan korku nedeniyle gerektiği kadarıyla ilgili kurumlara yansımıyor. Çünkü, bu tür şikayetlerde bulunanlar, şiddetle cezalandırılıyor.

İHD İstanbul Şubesi tarafından hazırlanan “2003 İstanbul İnsan Hakları İhlal Raporu”nda da özetle şu bilgiler bulunuyor:

2003 yılında 34’ü çocuk ve 92’si kadın olan toplam 283 kişi, işkence ve kötü muamele gördüğü iddiasıyla İHD İstanbul Şubesi’ne başvurmuş. 138 gazete ve dergi toplatılmış, 1 yıl içerisinde düşünce suçlularına 62 yıl 10 ay hapis, 287 milyar 462 milyon 139 bin lira para cezası verilmiştir. Raporda ayrıca 1 yıl içinde, 5 parti binasının bombalandığı belirtiliyor.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi de, 2003 yılı boyunca yapılan hak ihlallerini içeren bir rapor yayımladı. İHD Genel Merkezi Raporu'nun ortaya çıkardığı tablo ise şöyle:

2003 yılında yargısız infazlar sonucunda 44 kişi ölmüş, 49 kişi de yaralanmıştır. Öldürülenlerin 13'ü dur ihtarına uymadığı için güvenlik güçleri tarafından, 12'si de köy korucularının açtığı ateş sonucu yaşamını kaybetmiştir.

2003 yılında, cezaevindeki koşullar nedeniyle 20 kişi yaşamını yitirmiştir. Bunların 11'i intihar, 2'si açlık grevi sonucu, 1'i kendini yakarak, 3'ü diğer mahkûmların saldırısı sonucu, 3'ü de tedavi edilmedikleri için yaşamını yitirmiştir. Cezaevlerinde işkence görenlerin sayısı ise 113’tür. Gözaltında 2 kişi yaşamını yitirmiş, 818 kişi kötü muameleye maruz kalmıştır.. Gözaltında ölüm üzerine açılan 10 dava devam etmektedir.

2003 yılında, 99'u öğrenci, 66'sı gazeteci, 11'i siyasi parti yöneticisi, 11'i öğretmen, 8'i sendikacı, 8'i vakıf ve dernek üyesi, 9'u yerel yönetici olmak üzere toplam 222 kişi polis saldırısına uğramıştır.

2003 yılında sadece dört ilde 98 kaset, 23 kitap, 25 dergi toplatılmış ya da yasaklanmış. 24 gazete ve dergi kapatılmış. 26 sanat etkinliğine izin verilmemiş. 30 kez gazete ve dergi büroları basılmış, 11 TV ve 10 radyo için toplam 480 gün kapatma cezası verilmiştir.

2003 yılı içinde sonuçlanan siyasi nitelikli davalarda 171 kişi 324 yıl hapis, 5 milyar lira para cezasına çarptırılmış, 736 kişi sürgün edilmiş, 46 siyasi parti binası polis baskınına uğramıştır.

Bu arada Van ilinde enteresan bir olay yaşanmıştır. Van İnsan Hakları Derneği’nin, İnsan Hakları Günü nedeniyle çıkarttığı Kürtçe afiş, Van Mahkemesi tarafından yasaklanmış, verilen bu kararın her yerde uygulanması için, tüm illere jet hızıyla gönderilmiş ve afiş buralarda da yasaklanmıştır.

 Ya Powel’in Mektubu Olmasaydı?

10 yıl önce, Birtan Altıntaş adlı üniversite öğrencisini, gözaltında işkenceyle öldüren polisler hakkında açılan davanın yürütülme biçimi, Türk hükümetlerinin işkence ve kötü muameleyi önleme konusundaki samimiyetini ortaya koyması açısından önemlidir.

Birtan Altıntaş davasında sanık olan polisler, adreslerinde bulanmadıkları için kendilerine tebligat yapılamıyor ve bu nedenle de mahkeme onları yargılayamıyordu. Oysa hakkında tutuklama kararı bulunan polislerden ikisi emeklidir ve devletten her ay emekli maaşı alıyorlar. Hatta bu polislerden biri, Ecevit başkanlığında kurulan koalisyon hükümetinde yer alan bir bakanın danışmanı olarak görev yapmıştır. Bazı sanıklar ise emniyetten ayrılıp, devletin başka kurumlarına tayin edilmiş bulunuyor.

Avrupa Birliğine aday olan bir ülkede, işkence ve kötü muameleyi önlemek için yasalar, yönetmelikler çıkaran bir devlet, bu suçu işleyen maaşlı memurunu bulamadığı için yargılayamıyor!.. Böylesine garip bir durum, acaba dünyanın hangi devletinde vardır?

ABD Dışişleri Bakanı Powel, Türk meslektaşına yazdığı mektupta, Birtan Altınbaş davasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesinden sonra, nihayet suçlu polisler bulundu, yargılandılar ve mahkum oldular. Ama hala cezaevine girmediler. Onlara, her ay muntazam şekilde maaş veren devlet, onları bulup tutuklayamadığı için hala serbest dolaşıyorlar.

İnsan hakları kuruluşlarının raporları, Birtan Altınbaş davası, “işkenceye karşı sıfır tolerans” biçiminde iddialı konuşan AKP hükümeti döneminde de, insan hakları ihlallerinin aynı şekilde devam ettiğini gösteriyor. Uyum yasaları çıkaran hükümetlerin, çıkardıkları uyum yasalarını uygulama yerine, göz boyama kabilinden bazı adımlar atmakla yetindiklerini, yurttaşlarına çağdaş insan haklarının tanınması yönünde ciddi adım atmaya niyetli olmadıkları ortaya çıkmış bulunuyor.

Ya Kürtlerin insani ve ulusal hakları?

Anadilde Kurs, Kürtçe İsim İsteyenler Ve Kürtçe’yi Kullananların Başına Gelenler,

3 Ağustos 2002 tarihinde kabul edilen 3. Uyum Paketiyle, idam cezası, savaş ve yakın savaş tehdidi halleri dışında kaldırılmış bulunuyor. Bazı kanunlarda yapılan değişikliklerle, radyo ve televizyonlarda, vatandaşların günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması ile bu dil ve lehçelerin özel kurslarda öğretilmesi hakkı tanınmıştı.

Aradan 2 yıla yakın bir zaman geçti. Bu sürede yaşananlar da Türk yetkililerinin göz boyama yoluna gittiğini, uygulamayı sürece yayarak, zaman kazanmaya çalıştığını ortaya koyuyor.

3 Uyum Paketiyle “geleneksel dil ve lehçelerin özel kurslarda öğrenilmesi” hakkının tanımasından sonra, bu haklarını kullanmak için üniversite yönetimlerine, okul idarelerine başvuran öğrenci ve öğrenci velilerinin başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi. Bu hakkı kullanmak isteyen öğrenciler, okullardan uzaklaştırıldılar, velileriyle birlikte tutuklanıp hapse atıldılar, haklarında davalar açıldı.

Uyum Yasalarından yararlanıp, jandarmanın fişleme ve baskılarını da göğüsleyerek Türkçe olan isimlerini Kürtçe’ye çevirmek isteyenler, bu kez de mahkemelere takıldılar. Bazı mahkemeler, İsim değiştirme taleplerinin, “Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olma niteliğine bir katkı sağlamayacağını” söyleyerek bu istekleri ret ettiler. Bir başka ret gerekçesi olarak da, Türk alfabesinde Q, W, X harflerinin bulunmamasını gösterdiler.

Hazırlanan “Geleneksel Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Yönetmelik” ise, insanların anadillerini öğrenmelerini bir sürü şarta bağlıyor. Kurslara gidecek olanlardan en az ilköğretim muzunu olmaları şartı aranıyor. Kursların hafta sonları ve mesai saatleri içinde olması şart koşuluyor. Kurs sırasında, “bölücü sembollerin”, sarı, kırmızı, yeşil gibi bölücü renklerin bir arada kullanılması yasaklanıyor. 

3 Uyum Paketiyle sağlanan“geleneksel dil ve lehçelerin özel kurslarda öğrenilmesi” hakkından yararlanarak Kürtçe kurslar açmak isteyenlerin basına gelenler, önlerine konulan engeller ve yaşadıkları, filmlere konu olacak niteliktedir. Devletin “müfredat” konusundaki problemlerini, “dershanenin kapısı alçak, penceresi dar” gibi engellerini sadece Batman ve Urfa’da faaliyet gösteren  iki dershane aşabildi!  Diğer yerlerdeki engellemelerse hala devam ediyor. 

3 Uyum Paketiyle “geleneksel dil ve lehçelerin kullanılması, özel kurslarda öğrenilmesi” hakkının tanınmasından sonra, Çukurova Üniversitesi’nde düzenlenen kültürel etkinliklerde  "yerel lehçelerle türkü söyledikleri, yöresel kıyafetlerle ideolojik halay çektikleri, kamu malına zarar verecek potansiyel suçlu oldukları, Kürtçe ve Arapça konuşma yaptıkları" gerekçesiyle 30 öğrenci, 1 ay ile 1 yıl arasında değişen sürelerle okuldan uzaklaştırıldılar.

3. Uyum Paketiyle, radyo ve televizyonlarda, vatandaşların günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılmasının kabul edilmesinden sonra, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından hazırlanan ve 25 Ocak 2004’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Türkçe dışındaki dillerde yayını öngören yönetmelik ise tam bir komedidir.

Hazırlanan yönetmelikte, yerel dil ve lehçelerde yayın hakkı sadece, ulusal radyo ve televizyon kuruluşlarına tanınıyor. Yerel ve bölgesel yayın kuruluşları, söz konusu yayınları yapabilmek için, RTÜK tarafından hazırlanacak olan izleyici ve dinleyici profilinin tespit edilmesi gününü bekleyecekler!.... Bunun ne zaman yapılacağı ise belli değil.

Yerel lehçelerle yayın süresinin radyolarda haftada 5 saat, televizyonlarda ise 4 saat olarak belirleyen yönetmelik, her programın anında alt yazısının yazılmasını şart koşuyor. RTÜK yönetmeliği, yerel dil ve lehçelerde çocuklara yönelik çizgi filmleri yayınlanmasını da yasaklıyor. Amaç, çocukların ana dillerini öğrenmelerini engellemek. Yani asimilasyonu başka bir biçimde devam ettirmek...

3. Uyum Paketi’nin kabul edilmesinin üzerinden bunca zaman geçmesine karşın, hiçbir ulusal radyo ve televizyonda, bugüne kadar, yerel dil ve lehçelerde yayın yapılmamıştır. Bu bile tek başına Türk yetkililerinin uyum paketlerini hayata geçirme konusunda ne kadar samimi olduklarını ortaya koyuyor.

Türkiye’deki 20 milyonluk Kürt halkına, ulusal radyolarda haftada 5 saat, televizyonlarda 4 saat yayın hakkı tanımak ve bunu da akıl almaz şartlara bağlamak, hem Kopenhag Kriterlerini sulandırmak, hem de Kürt halkıyla dalga geçmektir.

Kürt Sorunundan Bahseden Partiler Ve Yöneticilerinin Başına Gelenler

Türkiye bir siyasi partiler, özellikle de Kürt sorunundan bahseden ve çözümünü programına alan partiler mezarlığıdır. Türkiye’de, bugüne kadar, 12 Eylül Faşist döneminin ürünü olan Anayasa ve Siyasi Partiler Yasasına uymadıkları gerekçesiyle birçok parti kapatıldı. Bazı parti yöneticileri hapse atıldılar, işkence gördüler, faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. Bazılarının politika yapma hakkı ellerinden alındı.

26 Mart 2002 tarihinde kabul edilen İkinci Uyum Paketi ile, Siyasi Partiler Kanununda da değişiklikler yapıldı. Ama pratikte değişen bir şey yok!..

İkinci Uyum Yasası’nın kabul edilmesinden sonra, HADEP kapatıldı. Hak ve Özgürlük Partisi (HAK-PAR) kurulur kurulmaz hakkında kapatma davası açıldı. Mahkeme devam ediyor.

Çıkartılan bunca uyum yasasına rağmen, siyasi parti yöneticileri, bugün de, politik faaliyetleri sürecinde, Kürtçe’yi kullandıklarında cezalandırılıyorlar. HAK-PAR Genel Başkanı, aday olarak katıldığı seçim konuşmalarında Kürtçe konuştuğu için Diyarbakır’da gözaltına alındı. Ayni kişi, partisinin Urfa’da düzenlediği bir toplantıda katılımcıları Kürtçe selamladığı için 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.

HAK-PAR yöneticileri, partinin 1. Olağan Kongresiyle ilgili davetiyeyi Türkçe ve Kürtçe hazırladığı, bazı yöneticilerin kongrede Kürtçe konuştukları için mahkeme önüne çıkarıldılar. Parti ile yöneticileri hakkında, 1. Kongre nedeniyle açılan dava da devam ediyor.

Yine HAK-PAR’ın, 11 Nisan 2004 tarihinde, Diyarbakır’da düzenlemek istediği “‘Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye ve Kürtler” konulu toplantı, Diyarbakır Valiliği’nce yasaklandı.

Avrupa Birliği’ne üye olmak isteyen ve bu amaçla da uyum yasaları çıkaran bir devlet,  Kürtlerin bu sürece ilişkin görüş ve düşüncelerini belirtmesine tahammül edemiyor ve bu amaçla yapılan toplantıyı yasaklıyor.

Bütün bu yapılanlar, AB ve onun ilkeleriyle dalga geçmek değilse, nedir acaba?

AB İlkelerine Sahip Çıkmalıdır!

Kopenhag Kriterlerinden birisi de "kurumsal istikrar, demokrasi ve hukuk devletinin güvence altına alınması, insan haklarına saygı ve azınlık haklarının korunması"dır.

Yukarıda özetle belirtmeye çalıştığımız uygulamaları göz önünde tutarsak, Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini özellikle de siyasi olanlarını yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeleri yapmadığını, çıkarılan yasaları da uygulamaya koymadığını, demagojik söylemlerle Kopenhag Kriterleri’ni sulandırdığını gösteriyor. Kendisi AB ye benzemek yerine, AB yi kendine benzetmeye çalışıyor.

Her zeminde, AB ye üye olmak için gerekli her şeyi yapacağını söyleyen AKP hükümeti, uyum yasalarına karşı çıkan, bu yasaların uygulanması engelleyen güçlere karşı kararlı bir mücadele yürütmüyor. Aksine, bu kesimlerle uzlaşma yoluna gidiyor. Yaptığı bazı rötuşlarla, Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirdiğini iddia ederek, Türkiye’ye görüşme tarihi verilmesini istiyor.

Kürdistan Sosyalist Partisi, Kopenhag Kriterleri’nin tam yerine getirilmesi koşuluyla, Türkiye’nin, AB’ye üye olmasını desteklemektedir. Ama Türkiye’deki Kürt sorunun Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesiyle çözüleceğine de inanmamaktadır. Çünkü Kürt sorunu ulusal bir surundur. Ancak BM Sözleşmesi başta olmak üzere birçok uluslararası belgede dile getirilen kendi kaderini özgürce belirleme hakkının Kürtlere tanınmasıyla çözülür.

Biz, Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasını istiyoruz. Eğer AB Türkiyeleşmek istemiyorsa kendi prensiplerine sahip çıkmalı, bu prensiplerin Türkiye tarafından sulandırılmasına müsaade etmemelidir. Kopenhag Kriterlerini tam olarak hayata geçirmedikçe, bu ülkeye görüşme tarihi vermemelidir.

AB’nin, kendisine katılmak isteyen Türkiye’ye, aşağıdaki taleplerimizi yerine getirmesi konusunda uyarıcı görevini yerine getirmesini istiyoruz.

1- 12 Eylül faşist askeri rejiminin ürünü olan anayasa değiştirilmeli, yerine Kürtlerin varlığını resmen kabul eden yeni bir anayasa yapılmalıdır.

2- Şiddete baş vurmadıkça, düşünme, düşündüğünü söyleme ve örgütlenme özgürlüğü yasal güvence altına alınmalıdır.

3- Kürtlere, anadillerini eğitimin her aşamasında kullanma hakkı tanınmalıdır.

5- Hiç bir kısıtlama olmaksızın, Kürtçe radyo, televizyon ve her türlü yayın hakkı tanınmalıdır.

6 Kirli savaşın ürünleri olan JİTEM, Özel Tim, Köy Koruculuğu gibi paramiliter kurumlar dağıtılmalı, işledikleri suçların hesabı sorulmalıdır.

7- Kürt partilerine kendi kimlikleriyle serbestçe örgütlenme hakkı tanınmalı, bunun için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

8- Devlet, elini dinden çekmelidir. Her cemaat (Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Yezidi, Süryani, Alevi) sivil kurumları aracılığıyla dini vecibelerini özgürce yerine getirmelidir.

9- Koşulsuz ve herkesi kapsayacak bir genel af çıkartılmalıdır.

Biz gerçekten, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yerine getirdiği, bu kapsamda Kürt sorununun çözümü için de ciddi adımlar attığı zaman, Türkiye ile adaylık müzakerelerinin başlatılmasından yanayız. 

İnsan haklarını pervasızca çiğneyen, Kürt halkına en basit hakları bile tanımamakta ısrar eden Türkiye’ye müzakere yolunu açmak, ona, AB normlarına uymama ve mevcut baskı sistemini sürdürme konusunda cesaret verecektir.

Yapılan yasal değişiklikleri yeterli bulup, kalanını da görüşmeler sürecinde yaptırma yaklaşımının doğru olmadığı düşüncesindeyiz. Böyle olması halinde Türkiye, tüm sorunlarını AB’nin içine taşımış olacaktır. Ve ayrıca bu, baskının ve haksızlığın, ırkçılığın ve militarizmin mükafatlandırılması olur.

AB bu yanlışı yapmamalı.

Kürdistan Sosyalist Partisi

Mayıs 2004

 
 
PSK Bulten © 2004