PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Aklın Yolu ve Devekuşları..

Kemal Burkay

Kıbrıs’ta çözüm karşıtlarının istediği oldu, Türk tarafı “Annan Planı”nı reddeti. Denktaş’la Türkiye’deki AB karşıtı kesim, çözümü engelleyerek aynı zamanda Avrupa Birliği yolunu da dolaylı olarak tıkadılar.

Denktaş ve Kıbrıs’taki çevresinin ne istediği malum. 100 küsur bin nufusuyla, Türkiye’nin 80 küsur ilinden küçücük biri kadar da olsa, kendilerinin olan bir cumhuriyetçik, bir devletçik.. Bay Denktaş böylece ömrünün geriye kalanını da oraya “devlet başkanı” olarak geçirecek. Ayrıca “ezeli ve ebedi düşman” olan “Rum”la da birleşmemiş olacak!

Denktaş’ın çevresi ve taraftarları ise Kıbrıs’ın kuzeyini bir korsan ada olarak kaçakçılık, kara para ve benzeri işlerde kullanacak.

Ya Türkiye’deki destekçileri? Bunlar da Kıbrıs’ı bu şekilde tutarak, bile bile Türkiye’yi AB ile burun buruna getiriyor, böylece ülkenin AB’ye katılım projesini engelliyorlar. Bu aynı zamanda değişimi, demokratikleşmeyi engellemektir. Bunlar Türkiye’nin militarist, Kemalist ve ırkçı kesimidir.

Militaristler, AB’ye katılınca imtiyazlarını yitirmekten korkuyorlar. O imtiyazlar ise az buz değil. Askeri bürokrasi yıllar içinde ekonomik ve siyasal alanda çok büyük güçler edindi. Ekonomik alanda lojmanları, hizmetlerindeki resmi araçları, maaşlarına ek olarak çeşitli türden görev tazminatlarını, OYAK ve benzeri holdingler, şirketler, vakıflar eliyle sağlanan payları bir düşünün... Ordunun harcamaları ve bu kurumlar Danıştay ve Parlamento denetimine tabi değil. Ordu şirketleri vergi bile vermiyorlar..

Bir de, parlamento ve hükümet üstü bir kurum olan MGK eliyle ülkenin yönetilmesi.. Hemen her temel konuda MGK’nın dediğinin olması, generallerin bir dediğinin iki edilmemesi...

Hangi uygar ve demokratik ülkede böyle bir durum vardır?

Irkçılar ve onlardan -ne dün ne de bugün- pek de bir farkı olmayan Kemalistler ise 1920’lerin, 30’ların dünyasında yaşıyorlar. Bu baylar, Türkiye AB’ye girince koşullandıkları tabuların, önyargıların, örneğin Ergenekon masallarının, “bir Türk dünyaya bedeldir!” ya da “Ne mutlu Türküm diyene!” türünden “vecizelerin” pek garip kaçacağını, gülünç olacağını, dağa taşa böyle şeyler yazılamıyacağını; Türk kanı, soyu sopu üzerine yıllar yılı dile getirilen zırvaların AB’de ırkçılık sayılacağını, bugüne dek gözleri gibi korudukları, yücelttikleri tabuların ve ırkçı önyargıların toz duman olacağını elbet biliyorlar.

Bunlar çaresiz bir biçimde dünkü dünyalarını korumaya çalışıyorlar. Bunların Kıbrıs konusundaki tutumu anlaşılırdır.

Ama militaristler ve söz konusu ırkçı-şoven çevreler ülkenin politik ve ideolojik hayatında önemli bir güç ve etki sahibidirler. Bu güç ve etki kırılmadıkça ülkenin önünün açılması, demokrasi ve değişim mümkün değil.

Kuşkusuz, toplumun demokrasi ve değişim yolundaki tek engel Kıbrıs olayı değil. Kürt sorunu bundan da eski ve daha önemli bir sorun.

Kürt sorununun ne olup olmadığını tartışacak, bin kere söylenmiş şeyleri bir kez daha söyleyecek değilim. Sorun orta yerde. Ve sorun Kürt gerçeğini görememekten değil, görmek istememekten, görülse bile doğru tanımlamaya, bunun sonucu doğru çözüme yanaşmamaktan kaynaklanıyor.

Bunun nedeni ise, artık çokça dile getirildiği gibi paranoyadır. Paranoya böylesi bir “devekuşu politikasına” yol açıyor.

Devekuşlarının tehlikeyi görünce başlarını kuma soktuklarını söylerler. Böylece artık görmedikleri için tehlikenin geçtiklerini sanırlarmış..

Gerçekten devekuşları böyle mi yaparlar, yoksa bu onlarla ilgili uydurulmuş ve söylene söylene doğru olduğu varsayılan bir rivayet mi? Bu konuda kuşkuluyum. Çünkü doğa hayvanları, bu tür ahmaklıklar yapmalarını önleyen ve kendilerini savunmaya yarar yeteneklerle donatmıştır. Örneğin devekuşlarının da, kanatları işe yaramasa bile, boyunları uzun, bacakları güçlüdür. Bunlar sayesinde düşmanlarını daha uzaktan görür ve çok hızlı koşarak tehlikeden uzaklaşırlar.

Ahmaklıksa, akıl gibi insanlara özgüdür. Tehlike karşısında başını kuma ancak onlar gömebilir..

Bu ülkede ahmaklığın birincisi, Kürtleri bir sorun, sorunu ise bir paranoya haline getirmiş olmadır. Kürt halkı, farklı tarihi, dili, kültürü ve yaşadığı coğrafya ile bu ülkenin bir gerçeğidir. Türkiye sınırları içinde, resmi dilde “Doğu ve Güneydoğu Bölgesi” denen yerde, yani ülkenin üçte birinde nüfus Kürttür. Bu bölgelerin tarihi adıysa Kürdistan’dır. Daha doğrusu burası tarihi ve halihazır Kürdistan’ın bir parçasıdır. Diğer parçalar ise, herkesin bildiği gibi, sınırın öbür yanında İran, Irak ve Suriye sınırları içindedir.

Peki, bir halkın etnik kimliğini, adını, yurdunun adını inkara varacak, dilini ve kültürünü, türkülerini bile yasaklıyacak bu korku nereden kaynaklanıyor?

Bu korku da elbet nedensiz ortaya çıkmadı, onun da kaynakları bellidir.

Osmanlı bir ulusal devlet değil, bir hanedan ve bir imparatorluktu. Padişah farklı dilden ve dinden birçok ülkenin, halkın egemeni idi. Bu ülkelerin ve halkların adını, kimliğini inkar etmek, herhalde padişahın aklına bile gelmemiştir. Tersine o, farklı kimliklere, dil ve dinlere saygı göstererek bu egemenliği sürdürebilirdi. Kürdistan’a ilişkin tavır da buydu. Bu nedenle Osmanlı döneminde Kürt Kürttü, Kürdistan da “Doğu ve Güneydoğu” değil, Kürdistan’dı.

Ama imparatorluğun dağılmaya yüz tuttuğu, Balkanlar’da ve bizzat Anadolu’da çeşitli ulusal hareketlerin yüze vurduğu 19. Yüzyıl’ın sonlarından itibaren Türk milliyetçiliği de ortaya çıktı. Türklerin bir ulus yaratma çabası ise bu toprakların eski yerlileri olan halklarla, batı kesiminde Rumlar, Bulgarlar ve başkalarıyla, doğuda ise Ermeniler, Kürtler ve Araplarla bir dizi çatışma ve kanlı boğuşmaya yol açtı. Türkler, özellikle, Rum, Ermeni, Arnavut, Bulgar gibi Hıristiyan halkları yer yer kırımdan geçirerek, yer yer de sürerek, ya da Türkleştirip İslamlaştırarak kendilerine yer açtılar ve nüfus yapısını değiştirdiler.

Kürtlerle ilişkiler ise başlangıçta daha farklıydı. Birinci Dünya Savaşı’nda ve onu izleyen imparatorluğun yıkımı ve “Kurtuluş Savaşı” döneminde iki halk birlikte hareket etti. “Misakı Milli” ile  hedeflenen ulusal sınırlar da her iki halkı kapsıyordu. Ama savaş sonrası yeni devletin kuruluşu sürecinden itibaren Kürtler dışlandı. Yeni sınırlar içinde tek ulus, tek dil, tek bayrak olarak nitelenen politika ile Kürt gerçeği yok sayıldı. Kürtler Türkleşmeye zorlandı, buna karşı direndikleri, hak ve özgürlük istedikleri zaman da baskı ve şiddetle karşılaştılar.

Kürt sorunu böyle doğdu ve yıldan yıla büyüyerek bugüne geldi. Ne Türk tarafı, onca yasağa, kıyımlara ve sürgünlere rağmen Kürtleri Türkleştirip Kürdistan’ın nüfus yapısında niteliksel değişiklikler yapabildi, ne de Kürtler özgürleşebildiler.

Ama bu sorun demokratikleşmenin, kalkınmanın önünde önemli bir engel oldu, Türk toplumunda militarizmi, ırkçılığı, şovenizmi besledi. Ülkenin önemli kaynaklarının savaşa ve yıkıma gitmesine yol açtı, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi engelledi.

Kürt kimliğini ve Kürt direnişini yok etme, Türk sisteminde bir tutkuya ve bu sorun akıl almaz bir paranoyaya dönüştü, akıl ve mantık yolunu kitledi, çözüme engel oldu.

Bu tutku ve paranoya, şimdi, mevcut sınırlar içindeki Kürtleri dizginleme, sindirme çabasından da öteye geçerek, sınırlar ötesinde, komşu ülkelerdeki Kürtlerin de hak ve özgürlüğünden paniğe kapılmaya ve bunları da engellemek için sınır ötesi maceralara, saldırgan politikalara yol açmaktadır.

Ne var ki gelinen noktada ne içerde ne de dışarda bu politikayı sürdürmek olanaksızdır. Türkiye artık duvara toslamıştır. Bundan ötesi Türk rejimini bir Saddam rejimine çevirebilir ve onun vardığı sonuçlara vardırabilir.

Türkiye izlenen yanlış politikalarla artık ekonomik ve politik alanda bir kilitlenme noktasındadır. Kaynaklarını kötü kullandığı için artık gelişemiyor, aksine geriliyor. Ağır borçlarını ve faizlerini ödemek için yeniden borçlanmaktan başka çare bulamıyor ve bu borç sarmalından nasıl çıkacağını bilemiyor. Çünkü, bu durumdan çıkmak için gerekli yol ve yöntemleri de özgürce tartışamıyor. Sistem bunu da engelliyor ve işin en kötü yanı budur.

Örneğin Kıbrıs sorununun çözümünü isteyenler ihanetle suçlanıyor. Kürt sorununun çözümünü isteyenler de.. Oysa çözüm, gerçekleri olduğu gibi tanımlamaya ve bu iş için doğru, çağdaş yöntemler bulmaya bağlıdır.

Oysa rejimin sahipleri, ülkeyi dünden bugüne yönetenler, hala gerçekleri inkardan ve eski yöntemlerden, yani baskı politikasından medet umuyorlar. Bu devekuşu politikasıdır.

Birkaç gün önce, aydın ve cesur bir iş adamı, Can Paker bir televizyon programında ülkenin bu çıkmazdan kurtulması için üç noktaya dikkat çekti: Kıbrıs politikası, Kürt politikası ve din ya da laiklik politikası.. Bunların çözümü için radikal politika değişiklikleri gerekir, dedi.

Ama ne yazık ki Can Paker’in bu sözleri, kendisiyle birlikte söz konusu tartışmaya katılan, yanı başındaki prof. unvanlı bayların bile pek ilgisini çekmedi.. Onlar, belki de bilerek, “kırmızı çizgilere” dokunmaktan dikkatle kaçınıp incir çekirdeğini doldurmayan sudan “çareler” ve “çözümler” üzerinde tartışmayı sürdürdüler..

Oysa Paker’in işaret ettiği ve birkaç kez vurguladığı bu üç nokta son derece önemliydi, işin özüydü.

Kıbrıs politikası, şimdiye kadar izlenen ve Rumlara güvensizlik ve düşmanlık üzerine inşa edilmiş politikadan, “çözümsüzlük en iyi çözümdür” anlayışından kurtarılarak Annan Planı çerçevesinde pekala çözülebilirdi. Çünkü bu plan Kıbrıs’ta nüfusun ancak beş ya da altıda birini oluşturan Türk nüfusa, eşit egemenlik hakkı ve ada toprağının nerdeyse üçte biri ve belirgin sınırlar dahil, 1974 öncesinden çok geniş haklar tanımaktadır. AB içindeki bir Kıbrıs’ta bir Rum-Türk boğazlaşması ise olmaz.

Kürt sorununun çözümü için devekuşu politikası ve paranoya terk edilmeli, Kürt gerçeği kabul edilmeli, Kürt halkına eşit haklar tanıma esası üzerinde bir çözüm bulunmalı. Bunun biçimi ise federasyon ya da konfederasyondur.

Din sorunu da bugünkü iğreti laiklik anlayışından kurtarılıp, gerçek anlamda, uygar ülkelerdeki biçimiyle laik olmalıdır. Her dini inanç kesimi özgür olmalı, kimseye baskı yapılmamalı, imtiyaz tanınmamalıdır. Devlet dini inançları da kendi güdümüne almaya, sistemin emrine sokmaya, bu alanda da topluma üniforma giydirme çabasına son vermelidir.

Bu üç sorunun çözümü ülkeye demokrasi ve barış getirir, komşu ülkelerle var olan diğer sorunların da çözümüne yolu açar. Türkiye’de büyük bir ordu ve polis gücü beslemeye, bizzat Türk halkının demokratik hak ve özgürlüklerini sınırlandırmaya, işkence etmeye, yazar ve bilim adamlarını zindana atmaya gerek kalmaz. Böyle bir ülkede MGK’ya, DGM’ye, YÖK’e ve benzerlerine, Kontrgerilla ve JİTEM’lere gerek kalmaz..

Böyle bir ülkede kaynaklar askeri harcamalara değil, üretime, eğitime, sağlığa, ekonomik ve sosyal gelişmeye yönelir, kültür gelişir.

Böyle bir ülke kolaylıkla AB ile bütünleşip uygar, çağdaş toplumlarla arasındaki mesafeyi kapayabilir.

Aklın yolu budur. Bunlar yapılmadıkça ülkeyi düze çıkarma, sorunlarını çözme adına yapılanlar havanda su dövmekten öteye gitmez. Sorunlar ağırlaşır ve köhneyip çürüyen sistem günün birinde güçlü bir deprem ya da rüzgarla çöküp gider.

Değişim nasıl olsa günün birinde olur; barışçı yollardan olmazsa, acılı olur ve en başta, sistemin üstüne titreyenler yıkıntının altında kalırlar. İşte Irak bunun son örneği..

 
PSK Bulten © 2003