AKP Nereye?
Kemal Burkay
3 Kasım seçimleri yalnızca eski politikacıların
büyük bölümü için bir hezimet ve veda partisi olmakla kalmadı,
aynı zamanda derin devlet için acı bir yenilgi oldu.
Komünizmin bir “tehlike” olmaktan çıkması ve Öcalan’ın
yakalanıp hizmete alınmasıyla Kürt sorununun
da eski sıcaklığını yitirmesi nedeniyle,
rejim yedekteki düşmanlardan “irtica”yı ön plana
çıkardı. Zaten Refah Partisi’nin grafiğinin
yükselmesi ve iktidar ortağı olmasıyla birlikte
tehlike çanları çalınmıştı.
Refah engellendi, hatta kapatıldı, Erbakan siyasi
yasaklı hale getirildi ve hareket bölündü. Ama İslamcı
hareket yolunu açmakta, hem de bu kez daha güçlü açmakta gecikmedi.
Derin devlet AKP’yi ve lideri Erdoğan’ı engellemek
için her yola başvurdu; ama başaramadı. Gedikli
düzen partileri ve liderleri kötü yıpranmışlardı.
Seçmen 3 Kasım seçimlerinde bunları süpürüp attı;
onlar başkalarına kurdukları tuzağa, yüzde
10 barajına takıldılar. AKP ise ezici bir çoğunlukla
“iktidara geldi” demiyorum, parlamentoya girdi..
Seçim sonrası Dema Nu’da çıkan yazımda şöyle
demiştim: “Gidenler gitmeyi çoktan hak etmişlerdi.
Silinip süpürülmeleri ne kadar hoş! Ya gelenler, bunu
ne derece hak etmişlerdi?” Ardından da şunu
demiştim: “Baykal yeni bir yüz değil. Yılların
politikacısı ve en az gidenler kadar eski. Ülkenin
sorunlarına ilişkin olarak söylediği yeni bir
şey, dişe dokunur bir öneri yok. Bu muhalefet demokrasi
için itici güç değil. İktidar olmaması ise
bir şans..”
AKP ile ilgili olarak da şöyle demiştim: “İyimser
olmak için ne yazık ki görünürde bir şey yok. AKP’nin
bizzat kendisine yönelik bunca baskı ve engele rağmen,
bugüne kadar demokratikleşme ve barışa ilişkin
olarak ciddi bir projesi görülmedi. AKP’ nin İslamcı
geleneği reformcu bir atılıma hiç de uygun
değil.”
Buna rağmen, hem ülkenin büyük bir değişim
ihtiyacı duyduğunu, sorunların çözümünün buna
bağlı olduğunu, kitlelerin de özünde böylesi
bir değişim arzusuyla AKP’ye oy verdiğini,
hem de bizzat AKP’lilerin, yaşananların etkisiyle
belli bir değişim geçirdiklerini, eskiden farklı
olarak demokrasinin önemini bir ölçüde anladıklarını,
Avrupa Birliği üyeliğine olumlu baktıklarını
belirtmiş, barış ve demokrasi yönünde atacakları
her adımı destekliyeceğimizi söylemiştim.
Bunun yanı sıra, rejimin asıl sahiplerinin,
AKP’nin geleneksel politikaların dışına
çıkmasına kolay kolay izin vermeyeceklerini de belirtmiştim.
Kısacası, AKP ile ilgili olarak iyimser olmamakla
birlikte önyargılı davranmadık.
Aradan dört ay geçti ve gelişmeler bizim açımızdan
yanıltıcı olmadı. AKP lideri Erdoğan,
o günlerde “her şey geçmişten farklı olacak,”
diyordu. AKP görünürde, AB’ye katılım yönünde birhayli
çaba da gösterdi. Ama bu, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini
yerine getirerek, yani demokratikleşerek değil,
Kopenhag’da Avrupalıları zorlayarak, ABD kartı
ve şark işi yöntemlerle yapıldı; bu yüzden
sonuç da alınamadı.
Kıbrıs konusunda da AKP, başlangıçta
geleneksel politikadan ayrılarak çözüm ister göründü.
Ama hemen sivil ve asker bürokrasinin ve çözüm karşıtı
şoven çevrelerin sert direnişiyle karşılaştı.
Sonunda da onların çizgisine, yani “devlet politikası”
denen şeye geldi. Bay Denktaş ve Türkiye’deki destekçileri
çözümü engellediler. AKP hükümetine düşen ise, sonunda
“ulusal çıkarlar” teranesine katılarak çözümsüzlüğe
onay vermek oldu.
Bu süre içinde AKP demokratikleşme, saydamlaşma
yönündeki en basit adımlarında bile derin devletin
tepkisiyle karşılaştı. Örneğin lojmanlara
el atmak istedi, ordu tepki gösterdi. Ordunun ve askeri vakıfların
harcamalarını Danıştay denetimine almak
isteyince ordu yine tepki gösterdi. Başörtülüleri ve
anadilde eğitim isteyen Kürt gençlerini kapsadığı
için, öğrenci affını bile çıkaramadı.
Ve AKP, bu kuşatmayı yarmak için gerekli adımları
atma kararlılık ve cesaretini gösteremedi. Tersine,
kendisini iç ve dış güç odaklarına kabul ettirmek,
yani “meşrulaşmak” için onlarla çekişmekten
kaçındı, her keresinde geri adım attı.
Ama böyle yapmakla da tüm iddialarını yitirdi, onların
çizgisine geldi.
Çokça söylendiği gibi, AKP iktidar olamadı.
Irak krizi konusunda da AKP’nin tutumu farklı olmadı.
Önce ABD’nin Irak’a yönelik savaşına karşı
çıkar göründü. Bu, hem dayandığı İslami
taban, hem de Türkiye’de halkın ezici çoğunluğunun
savaş karşıtı olması nedeniyle doğaldı.
Ama bu noktada da dışarda ABD, içerde ise ordu,
sermaye çevreleri ve onlara yandaş büyük medya grupları
tarafından sıkıştırıldı.
İki arada bir derede kaldı. Sonuçta, aynı şeyi,
yani güçlülere hoş görünerek olmayan iktidarını
güvenceye alma yolunu seçti. Savaş hazırlıklarına
angaje oldu. Irak konusunda savaş yanlılarının
tüm tezlerini propaganda eder hale geldi. Bu “reel politika”
idi, “ulusal çıkarlara uygun”du, “Türkiye savaşın
dışında kalamaz”dı.
Özetle AKP, Irak krizi konusunda da ilkesel değil, pragmatik
davrandı; daha doğrusu başkalarının
dümen suyuna girerek girdaplardan kurtulmaya çalıştı..
AKP bu havaya girdikten sonra da ABD ile para ve Güney Kürdistan
konusunu kapsayan kıran kırana bir kirli pazarlığa
girişti.
Türkiye’de yabancı asker konuşlandırmaya ve
bunların sınır ötesine geçişlerine izin
vermeye yönelik hükümet tezkeresinin Meclisten geri dönmesi
çoğu kişi için bir sürpriz oldu ve savaş karşıtı
çevreler erken umutlara kapıldılar. Ama CHP’nin
savaş konusundaki tutarsızlığı bir
yana (çünkü o Saddam’la savaşa karşıyken Kürtlerle
savaşı canı gönülden destekliyor), AKP grubundan
da bu konuda –ve başka konularda- tutarlılık
ve kararlılık beklemek fazla iyimserlik olur. Nitekim,
iktidarın gerçek sahibi Genelkurmay Başkanı
Özkök’ün açıklamasının ardından ikinci
tezkere lafları hemen ortalığı sardı
ve öyle anlaşılıyor ki tezkere gelirse bu kez
kazaya uğramayacak.
Zaten işler parlamento kararına bakmadan yürüyor.
Bir yandan Amerikan askerleri ve araçları limanlardan
sınır bölgesine akıyor, diğer yandan Türk
ordusu Irak sınırına yığınak
yapıyor ve sınırın öbür yanındaki
yığınağını güçlendiriyor. Kimsenin
parlamentoya filan aldırdığı yok! Zaten
bu kurum yıllardır sembolik değil miydi?..
Böylece AKP konusunda üç-dört ay öncesi kitlelerde var olan
yanıltıcı umutlar dağıldı. O
da eskilerden birine dönüştü. Demirel, Ecevit, Yılmaz,
Çiller ve Bahçeli de şu dönemde hükümet olsalardı
aynısını yaparlardı..
Derin devlet böylesine bir AKP’ye katlanır elbet. ABD
için zaten, kendi politikalarına ters düşmedikten
sonra sorun yok. Söz konusu iç ve dış güç odakları,
nasıl İsrail’le anlaşmaları Erbakan’a
yaptırdılarsa, Irak savaşına yataklığı
da AKP’ye yaptıracaklar. “Ilımlı Müslüman ülke”
bu savaşta ABD’nin yanında görünecek.. Buna karşılık
da kendisine hibe, kredi ve Kerkük petrollerinden pay olarak
iyi bir ücret ödenecek. Ayrıca Güney Kürdistan’daki özgür
Kürt yaşamını boğabilmesi için gerekli
izin...
Peki böyle bir AKP’yi nasıl bir gelecek bekliyor? O
böylece meşrulaşıp, gerçek bir iktidar haline
gelip geçmişteki ideallerini, değerlerini -bunlar
her neyse- hayata geçirebilecek mi? Yoksa 3 Kasım seçimleriyle
sahneden kovulan gedikli düzen partilerinden birine mi dönüşecek?
Bence ikincisi olacak; hatta oldu bile. Genç AKP pek çabuk
yaşlandı. Onun da yıldızı, DSP ve
MHP’ninkine benzer olarak, konjonktür gereği hızlı
parladı ve hızlı sönecek. Eğer böyle giderse
ilk seçimde kitleler tarafından işine son verilecek.
Eğer Erbakan’ın yaptığı türden, örneğin
türban, hac, kurban postu, ya da “Taksim’e cami” gibi konularda
İslami tabanın gönlünü hoş etmeye yönelik çıkışlar
yapmaya kalkarlarsa, bu kez de yeni 28 Şubatlar onları
bekliyor. Böylesi postmodern darbelere karşı koymak
için kararlılık, cesaret ve kitle desteği gerekir.
Oysa AKP hem böylesi niteliklerden yoksun, hem de o, ülkenin
demokrasi ve değişim isteyen güçlerine sırtını
pek erken döndü. Demokrasi güçleri ve kitleler böyle bir AKP
için neden fedakarlığı göze alsınlar ki?.
Derin devletin, “irtica” ya da radikal İslamla savaşma
adına AKP ve Erdoğan için koyduğu engellerden
biri daha 9 Mart’taki Siirt seçimleriyle kalktı. Gül
hükümeti çekildi ve şu günlerde Erdoğan’ın
başkanlığında yeni AKP hükümeti kurulmakta.
Gül’ün gidip Erdoğan’ın gelmesiyle elbet, kişisel
üslup farkları dışında bir şey değişmeyecek.
Zaten Erdoğan, Başbakan olmadan önce de bir başbakan,
ayrıca bir devlet başkanı gibi davranmakta
idi, politikaların belirlenmesinde etkindi.
Erdoğan bir önceki tezkerenin geçmesi için çok çaba
gösterdi, yeni tezkere için de istekli görünüyor. Hem o, hem
Gül, hem de öteki önde gelen AKP’liler Irak krizine ilişkin
olarak militarist çevrelerden farklı bir tarz sergilemiyorlar.
Ağızlarında ulusal çıkarlar teranesi var.
Bir ağızdan, savaş sırasında Güney
Kürdistan’ın denetim altında tutulması, savaş
sonrası masada olmak, Irak’ın yeniden düzenlenmesinde
söz sahibi olmak, federasyonu engellemek, Kürtleri silahsızlandırmak
gerektiğini söylüyorlar. Yani aynı paranoyalar,
aynı çılgınca düşler.. Savunma Bakanı
Vecdi Gönül, “Kore Savaşı’na katıldık,
bizim için iyi oldu, NATO’ya alındık” diyor..
Belli ki onlar da militarist ve şoven çevreler gibi
bu maceranın yol açabileceği ağır sonuçların
farkında değiller. Güney’deki Kürt baharını
söndürmenin, Kürtlerin umutlarıyla oynamanın pek
kolay olduğunu sanıyorlar. Kürtlerin, Arap dünyasının,
İran’ın ve uluslararası kamuoyunun göstereceği
tepkilerin hesabını yapmıyorlar.
En başta Kürt halkı buna boyun eğmeyecek.
Son günlerde Güney Kürdistan Parlamentosu’nun ve Irak muhalefetinin
aldığı kararlar, parti liderlerinin demeçleri
ve hem Güney Kürdistan kentlerinde hem de Avrupa’nın
dört bir yanında Kürtlerin binleri, yüzbinleri kapsayan
kitlesel protesto gösterileri bunun kanıtı. Kürt
halkı uyumuyor ve o özgürlüğünü, haklarını
ve onurunu savunmakta kararlı. Türkiye’nin, gözlerini
Kürt düşmanlığı bürümüş dar ufuklu
yöneticileri, böylesi bir çılgınca maceraya girmeden
önce iyi düşünsünler. Türk emekçi halkını ve
mazlum Kürt halkını bir kez daha karşı
karşıya getirmesinler.
Türk ulusunun çıkarı Kürt halkını köleleştirmek
veya yok etmek değildir. Bu olsa olsa, Türkiye’yi dünden
bugüne yöneten acımasız, bir avuç sömürücü ve zalimin
çıkarıdır. Bu zalimler bizzat Türk halkını
da soyup soğana çevirmiş, hayatı kendisine
cehennem etmişlerdir.
Kısacası, AKP’nin sözde iktidarında geçen
şu dört aylık dönem de Türkiye için barış
ve demokrasi yönünde herhangi bir değişime yol açmadı.
Eğer bir değişim varsa o da AKP’dedir; o, yerini
aldığı düzen partilerinden fark edilemez bir
hale gelmiştir.
Türkiye’nin tutucu güçlerinin politikası bugün de sürüp
gitmekte. Onlar, daha ilk günden AKP’yi kuşattılar,
en basit demokratikleşme adımlarına bile meydan
vermediler. Ecevit hükümeti dönemindeki sözde reformlar da
(Anadilde öğrenim, yani kurslar, anadilde yayın
vs), farkında mısınız, unutulup gitti..
Denktaş’la birlikte Kıbrıs sorununun çözümünü
engellediler. Bu aynı zamanda Türkiye için de AB yolunun
engellenmesi ve AB ile burun buruna gelmek demek. Daha şimdiden
AB Komisyonu kendilerini AB toprağını işgal
altında tutmakla suçluyor..
Militarist çevrelerin, Kemalistlerin, ülkenin tüm şoven
ve tutucu güçlerinin istediği budur. Onlar AB’ye girmekten,
değişimden, demokrasiden müthiş korkuyorlar.
Bu, seksen yıllık dogmaların, şovenizmin,
ırkçılığın ölümü demek. Bu, ellerindeki
sopanın düşmesi demek, imtiyazlarının
son bulması demek.
Bu güçler aslında toplumda bir azınlıktır;
ama gücü ellerinde tutuyor ve bununla toplum mühendisliği
yapıyor, halkın kaderi ve geleceğiyle oynuyorlar.
Böylece yalnız Kıbrıs Türklerini değil,
Türkiye halkını da bugünkü sefil hayatta, özgürlüksüz,
işsiz, ekmeksiz tutmayı daha bir süre sürdürecekler
demektir. Bununla da kalmayıp Kürtlerle -ve belki başkalarıyla
da- yeni kirli savaşlara sürükleyecekler demektir.
Irkçılık, şovenizm ve militarizm savaşsız
edemez.
Ama elbet bu tür politikaların ve bu tür rejimlerin
de bir sonu var. Saddam rejiminin durumu buna örnektir.. Ülke
halkı ayağa kalkmasa bile, böylesi rejimler kaçınılmaz
olarak bir gün duvara toslar..
|