PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

AKP Nereye?

Kemal Burkay

3 Kasım seçimleri yalnızca eski politikacıların büyük bölümü için bir hezimet ve veda partisi olmakla kalmadı, aynı zamanda derin devlet için acı bir yenilgi oldu.

Komünizmin bir “tehlike” olmaktan çıkması ve Öcalan’ın yakalanıp hizmete alınmasıyla Kürt sorununun da eski sıcaklığını yitirmesi nedeniyle, rejim yedekteki düşmanlardan “irtica”yı ön plana çıkardı. Zaten Refah Partisi’nin grafiğinin yükselmesi ve iktidar ortağı olmasıyla birlikte tehlike çanları çalınmıştı.

Refah engellendi, hatta kapatıldı, Erbakan siyasi yasaklı hale getirildi ve hareket bölündü. Ama İslamcı hareket yolunu açmakta, hem de bu kez daha güçlü açmakta gecikmedi. Derin devlet AKP’yi ve lideri Erdoğan’ı engellemek için her yola başvurdu; ama başaramadı. Gedikli düzen partileri ve liderleri kötü yıpranmışlardı. Seçmen 3 Kasım seçimlerinde bunları süpürüp attı; onlar başkalarına kurdukları tuzağa, yüzde 10 barajına takıldılar. AKP ise ezici bir çoğunlukla “iktidara geldi” demiyorum, parlamentoya girdi..

Seçim sonrası Dema Nu’da çıkan yazımda şöyle demiştim: “Gidenler gitmeyi çoktan hak etmişlerdi. Silinip süpürülmeleri ne kadar hoş! Ya gelenler, bunu ne derece hak etmişlerdi?” Ardından da şunu demiştim: “Baykal yeni bir yüz değil. Yılların politikacısı ve en az gidenler kadar eski. Ülkenin sorunlarına ilişkin olarak söylediği yeni bir şey, dişe dokunur bir öneri yok. Bu muhalefet demokrasi için itici güç değil. İktidar olmaması ise bir şans..”

AKP ile ilgili olarak da şöyle demiştim:  “İyimser olmak için ne yazık ki görünürde bir şey yok. AKP’nin bizzat kendisine yönelik bunca baskı ve engele rağmen, bugüne kadar demokratikleşme ve barışa ilişkin olarak ciddi bir projesi görülmedi. AKP’ nin İslamcı geleneği reformcu bir atılıma hiç de uygun değil.”

Buna rağmen, hem ülkenin büyük bir değişim ihtiyacı duyduğunu, sorunların çözümünün buna bağlı olduğunu, kitlelerin de özünde böylesi bir değişim arzusuyla AKP’ye oy verdiğini, hem de bizzat AKP’lilerin, yaşananların etkisiyle belli bir değişim geçirdiklerini, eskiden farklı olarak demokrasinin önemini bir ölçüde anladıklarını, Avrupa Birliği üyeliğine olumlu baktıklarını belirtmiş, barış ve demokrasi yönünde atacakları her adımı destekliyeceğimizi söylemiştim. Bunun yanı sıra, rejimin asıl sahiplerinin, AKP’nin geleneksel politikaların dışına çıkmasına kolay kolay izin vermeyeceklerini de belirtmiştim.

Kısacası, AKP ile ilgili olarak iyimser olmamakla birlikte önyargılı davranmadık.

Aradan dört ay geçti ve gelişmeler bizim açımızdan yanıltıcı olmadı. AKP lideri Erdoğan, o günlerde “her şey geçmişten farklı olacak,” diyordu. AKP görünürde, AB’ye katılım yönünde birhayli çaba da gösterdi. Ama bu, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yerine getirerek, yani demokratikleşerek değil, Kopenhag’da Avrupalıları zorlayarak, ABD kartı ve şark işi yöntemlerle yapıldı; bu yüzden sonuç da alınamadı.

Kıbrıs konusunda da AKP, başlangıçta geleneksel politikadan ayrılarak çözüm ister göründü. Ama hemen sivil ve asker bürokrasinin ve çözüm karşıtı şoven çevrelerin sert direnişiyle karşılaştı. Sonunda da onların çizgisine, yani “devlet politikası” denen şeye geldi. Bay Denktaş ve Türkiye’deki destekçileri çözümü engellediler. AKP hükümetine düşen ise, sonunda “ulusal çıkarlar” teranesine katılarak çözümsüzlüğe onay vermek oldu.

Bu süre içinde AKP demokratikleşme, saydamlaşma yönündeki en basit adımlarında bile derin devletin tepkisiyle karşılaştı. Örneğin lojmanlara el atmak istedi, ordu tepki gösterdi. Ordunun ve askeri vakıfların harcamalarını Danıştay denetimine almak isteyince ordu yine tepki gösterdi. Başörtülüleri ve anadilde eğitim isteyen Kürt gençlerini kapsadığı için, öğrenci affını bile çıkaramadı.

Ve AKP, bu kuşatmayı yarmak için gerekli adımları atma kararlılık ve cesaretini gösteremedi. Tersine, kendisini iç ve dış güç odaklarına kabul ettirmek, yani “meşrulaşmak” için onlarla çekişmekten kaçındı, her keresinde geri adım attı. Ama böyle yapmakla da tüm iddialarını yitirdi, onların çizgisine geldi.

Çokça söylendiği gibi, AKP iktidar olamadı.

Irak krizi konusunda da AKP’nin tutumu farklı olmadı. Önce ABD’nin Irak’a yönelik savaşına karşı çıkar göründü. Bu, hem dayandığı İslami taban, hem de Türkiye’de halkın ezici çoğunluğunun savaş karşıtı olması nedeniyle doğaldı. Ama bu noktada da dışarda ABD, içerde ise ordu, sermaye çevreleri ve onlara yandaş büyük medya grupları tarafından sıkıştırıldı. İki arada bir derede kaldı. Sonuçta, aynı şeyi, yani güçlülere hoş görünerek olmayan iktidarını güvenceye alma yolunu seçti. Savaş hazırlıklarına angaje oldu. Irak konusunda savaş yanlılarının tüm tezlerini propaganda eder hale geldi. Bu “reel politika” idi, “ulusal çıkarlara uygun”du, “Türkiye savaşın dışında kalamaz”dı.

Özetle AKP, Irak krizi konusunda da ilkesel değil, pragmatik davrandı; daha doğrusu başkalarının dümen suyuna girerek girdaplardan kurtulmaya çalıştı..

AKP bu havaya girdikten sonra da ABD ile para ve Güney Kürdistan konusunu kapsayan kıran kırana bir kirli pazarlığa girişti.

Türkiye’de yabancı asker konuşlandırmaya ve bunların sınır ötesine geçişlerine izin vermeye yönelik hükümet tezkeresinin Meclisten geri dönmesi çoğu kişi için bir sürpriz oldu ve savaş karşıtı çevreler erken umutlara kapıldılar. Ama CHP’nin savaş konusundaki tutarsızlığı bir yana (çünkü o Saddam’la savaşa karşıyken Kürtlerle savaşı canı gönülden destekliyor), AKP grubundan da bu konuda –ve başka konularda- tutarlılık ve kararlılık beklemek fazla iyimserlik olur. Nitekim, iktidarın gerçek sahibi Genelkurmay Başkanı Özkök’ün açıklamasının ardından ikinci tezkere lafları hemen ortalığı sardı ve öyle anlaşılıyor ki tezkere gelirse bu kez kazaya uğramayacak.

Zaten işler parlamento kararına bakmadan yürüyor. Bir yandan Amerikan askerleri ve araçları limanlardan sınır bölgesine akıyor, diğer yandan Türk ordusu Irak sınırına yığınak yapıyor ve sınırın öbür yanındaki yığınağını güçlendiriyor. Kimsenin parlamentoya filan aldırdığı yok! Zaten bu kurum yıllardır sembolik değil miydi?..

Böylece AKP konusunda üç-dört ay öncesi kitlelerde var olan yanıltıcı umutlar dağıldı. O da eskilerden birine dönüştü. Demirel, Ecevit, Yılmaz, Çiller ve Bahçeli de şu dönemde hükümet olsalardı aynısını yaparlardı..

Derin devlet böylesine bir AKP’ye katlanır elbet. ABD için zaten, kendi politikalarına ters düşmedikten sonra sorun yok. Söz konusu iç ve dış güç odakları, nasıl İsrail’le anlaşmaları Erbakan’a yaptırdılarsa, Irak savaşına yataklığı da AKP’ye yaptıracaklar. “Ilımlı Müslüman ülke” bu savaşta ABD’nin yanında görünecek.. Buna karşılık da kendisine hibe, kredi ve Kerkük petrollerinden pay olarak iyi bir ücret ödenecek. Ayrıca Güney Kürdistan’daki özgür Kürt yaşamını boğabilmesi için gerekli izin...

Peki böyle bir AKP’yi nasıl bir gelecek bekliyor? O böylece meşrulaşıp, gerçek bir iktidar haline gelip geçmişteki ideallerini, değerlerini -bunlar her neyse- hayata geçirebilecek mi? Yoksa 3 Kasım seçimleriyle sahneden kovulan gedikli düzen partilerinden birine mi dönüşecek?

Bence ikincisi olacak; hatta oldu bile. Genç AKP pek çabuk yaşlandı. Onun da yıldızı, DSP ve MHP’ninkine benzer olarak, konjonktür gereği hızlı parladı ve hızlı sönecek. Eğer böyle giderse ilk seçimde kitleler tarafından işine son verilecek. Eğer Erbakan’ın yaptığı türden, örneğin türban, hac, kurban postu, ya da “Taksim’e cami” gibi konularda İslami tabanın gönlünü hoş etmeye yönelik çıkışlar yapmaya kalkarlarsa, bu kez de yeni 28 Şubatlar onları bekliyor. Böylesi postmodern darbelere karşı koymak için kararlılık, cesaret ve kitle desteği gerekir. Oysa AKP hem böylesi niteliklerden yoksun, hem de o, ülkenin demokrasi ve değişim isteyen güçlerine sırtını pek erken döndü. Demokrasi güçleri ve kitleler böyle bir AKP için neden fedakarlığı göze alsınlar ki?. 

Derin devletin, “irtica” ya da radikal İslamla savaşma adına AKP ve Erdoğan için koyduğu engellerden biri daha 9 Mart’taki Siirt seçimleriyle kalktı.  Gül hükümeti çekildi ve şu günlerde Erdoğan’ın başkanlığında yeni AKP hükümeti kurulmakta.

Gül’ün gidip Erdoğan’ın gelmesiyle elbet, kişisel üslup farkları dışında bir şey değişmeyecek. Zaten Erdoğan, Başbakan olmadan önce de bir başbakan, ayrıca bir devlet başkanı gibi davranmakta idi, politikaların belirlenmesinde etkindi.

Erdoğan bir önceki tezkerenin geçmesi için çok çaba gösterdi, yeni tezkere için de istekli görünüyor. Hem o, hem Gül, hem de öteki önde gelen AKP’liler Irak krizine ilişkin olarak militarist çevrelerden farklı bir tarz sergilemiyorlar. Ağızlarında ulusal çıkarlar teranesi var. Bir ağızdan, savaş sırasında Güney Kürdistan’ın denetim altında tutulması, savaş sonrası masada olmak, Irak’ın yeniden düzenlenmesinde söz sahibi olmak, federasyonu engellemek, Kürtleri silahsızlandırmak gerektiğini söylüyorlar. Yani aynı paranoyalar, aynı çılgınca düşler.. Savunma Bakanı Vecdi Gönül, “Kore Savaşı’na katıldık, bizim için iyi oldu, NATO’ya alındık” diyor..

Belli ki onlar da militarist ve şoven çevreler gibi bu maceranın yol açabileceği ağır sonuçların farkında değiller. Güney’deki Kürt baharını söndürmenin, Kürtlerin umutlarıyla oynamanın pek kolay olduğunu sanıyorlar. Kürtlerin, Arap dünyasının, İran’ın ve uluslararası kamuoyunun göstereceği tepkilerin hesabını yapmıyorlar.

En başta Kürt halkı buna boyun eğmeyecek. Son günlerde Güney Kürdistan Parlamentosu’nun ve Irak muhalefetinin aldığı kararlar, parti liderlerinin demeçleri ve hem Güney Kürdistan kentlerinde hem de Avrupa’nın dört bir yanında Kürtlerin binleri, yüzbinleri kapsayan kitlesel protesto gösterileri bunun kanıtı. Kürt halkı uyumuyor ve o özgürlüğünü, haklarını ve onurunu savunmakta kararlı. Türkiye’nin, gözlerini Kürt düşmanlığı bürümüş dar ufuklu yöneticileri, böylesi bir çılgınca maceraya girmeden önce iyi düşünsünler. Türk emekçi halkını ve mazlum Kürt halkını bir kez daha karşı karşıya getirmesinler.

Türk ulusunun çıkarı Kürt halkını köleleştirmek veya yok etmek değildir. Bu olsa olsa, Türkiye’yi dünden bugüne yöneten acımasız, bir avuç sömürücü ve zalimin çıkarıdır. Bu zalimler bizzat Türk halkını da soyup soğana çevirmiş, hayatı kendisine cehennem etmişlerdir.

Kısacası, AKP’nin sözde iktidarında geçen şu dört aylık dönem de Türkiye için barış ve demokrasi yönünde herhangi bir değişime yol açmadı. Eğer bir değişim varsa o da AKP’dedir; o, yerini aldığı düzen partilerinden fark edilemez bir hale gelmiştir.

Türkiye’nin tutucu güçlerinin politikası bugün de sürüp gitmekte. Onlar, daha ilk günden AKP’yi kuşattılar, en basit demokratikleşme adımlarına bile meydan vermediler. Ecevit hükümeti dönemindeki sözde reformlar da (Anadilde öğrenim, yani kurslar, anadilde yayın vs), farkında mısınız, unutulup gitti.. Denktaş’la birlikte Kıbrıs sorununun çözümünü engellediler. Bu aynı zamanda Türkiye için de AB yolunun engellenmesi ve AB ile burun buruna gelmek demek. Daha şimdiden AB Komisyonu kendilerini AB toprağını işgal altında tutmakla suçluyor..

Militarist çevrelerin, Kemalistlerin, ülkenin tüm şoven ve tutucu güçlerinin istediği budur. Onlar AB’ye girmekten, değişimden, demokrasiden müthiş korkuyorlar. Bu, seksen yıllık dogmaların, şovenizmin, ırkçılığın ölümü demek. Bu, ellerindeki sopanın düşmesi demek, imtiyazlarının son bulması demek.

Bu güçler aslında toplumda bir azınlıktır; ama gücü ellerinde tutuyor ve bununla toplum mühendisliği yapıyor, halkın kaderi ve geleceğiyle oynuyorlar.

Böylece yalnız Kıbrıs Türklerini değil, Türkiye halkını da bugünkü sefil hayatta, özgürlüksüz, işsiz, ekmeksiz tutmayı daha bir süre sürdürecekler demektir. Bununla da kalmayıp Kürtlerle -ve belki başkalarıyla da- yeni kirli savaşlara sürükleyecekler demektir.

Irkçılık, şovenizm ve militarizm savaşsız edemez.

Ama elbet bu tür politikaların ve bu tür rejimlerin de bir sonu var. Saddam rejiminin durumu buna örnektir.. Ülke halkı ayağa kalkmasa bile, böylesi rejimler kaçınılmaz olarak bir gün duvara toslar..

 

 
PSK Bulten © 2003