PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Anayasa değişikliği

ESKİ TAS ESKİ HAMAM

Aylardır üzerinde spekülasyon yapılan anayasa değişikliği tasarısı nihayet “yüce” meclisten geçti. 37 maddelik bu değişiklik paketi için hukukçular daha baştan “şişkin, ama içi boş” demişlerdi.

Bu kof paketin siyasal özgürlükler bakımından sözü çok edilen üç dört kadar maddesi vardı: düşünce ve basın özgürlüğüne, idama, milletvekli dokunulmazlıklarına ve uluslararası anlaşmalara dair. Ama bunlar da ya Genelkurmay´ın ve MHP´nin müdahaleleriyle komisyonda benzetildi ya da parlamentoda engellendi.

Tasarıdaki sözkonusu değişiklik önerilerinden biri düşünce ve basın özgürlüğüne ilişkindi. Sözde, mevcut anayasanın başlangıç bölümündeki bir fıkrada yapılacak değişiklikle bu özgürlüğün önü açılacaktı. Fÿkranın önceki biçimi şöyleydi:

“Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve....”

Hükümet önerisinde, fıkranın baş tarafındaki “düşünce ve mülahaza” ibaresi yerine “eylem” denmesi uygun bulunmuştu. Böylece sözde düşünce suç olmaktan çıkarılıyordu. Ancak Genelkurmay bu değişikliğe karşıydı; çünkü generaller vatandaşların düşüncelerini özgürce söylemesine karşıydılar, bunun “terörle mücadeleyi zayıflatacağı” kanısındaydılar.. Aslında vatandaşların hiç düşünmemeleri, ülke güvenliği bakımından en iyisiydi! Böylece Aslan Asker Şÿwayk´ın dediği oluyordu:

“Ben düşünmem, komutanım düşünür!”

MHP de aynı kanıda olduğundan, Anayasa Komisyonu´nda “eylem” yerine “faaliyet” diye yuvarlak, lastikli bir ibare kullanıldı. Böylece yukarda sözü edilen tabulara (Tük milli menfaatleri, Türk tarihi ve manevi değerleri, Atatürk ilke ve inkilapları vs, vs...) aykırı düşecek her türlü “faaliyet” yasaklanmış ve suç sayılmış oluyor.

Bu ise mevcut yasaklar sisteminin sürüp gitmesi demektir. Çünkü burada yasaklanan şiddet eylemleri değildir; hatta şiddeti savunan görüşler de değildir; yukardaki tabulara ters düşecek her türden faaliyettir. Barışçıl da olsa her türden siyasal ve kültürel faaliyet. Örneğin bir siyasi parti Kürt sorununun barışçı çözümünü gündemine alsa, Kürtler için federasyon ya da otonomi, hatta kültürel haklar istese, bu, “devletin milleti ve ülkesiyle bölünmesi faaliyeti” sayılacak, parti kapatılacak, yöneticileri cezalandırılacaktır. Hatta bu görüşleri bir parti değil, herhangi bir kişi de dile getirse aynı şey olacaktır. Yani bu hükme dayanılarak bu güne kadar süregelen keyfi uygulamalar, baskılar sürüp gidecektir.

Kaldı ki “faaliyet” yerine “eylem” de denmiş olsaydı, durum değişmeyecekti. Çünkü her siyasal ve kültürel çalışma aynı zamanda bir eylemdir. Düşünce özgürlüğü, onu açıklama, yayma hakkı olmadan varolamaz. Bu ise bir faaliyettir, hatta eylemdir.

Yasaklanması gereken, bir fikrin zorla başkalarına benimsetilme çabası ya da eylemidir, yani şiddettir.

Açıkça görülüyor ki, bu değişiklikle düşünce özgürlü üzerindeki yasaklar kalkmış, hatta hafiflemiş değildir. Bunun aksine iddialar, bir kez daha iç ve dış kamuoyunu aldatma, göz boyama çabalarından ibarettir.

Öte yandan, mevcut anayasanın sözkonusu başlangıç bölümü tam bir ırkçılık abidesidir. Bu bölümde anayasanın “Türk milliyetçiliğini” esas aldığı belirtiliyor ve bunun dışında her şey reddediliyor. Bu ırkçı bir anlayış değil mi? Üstelik Türkiye´de Türklerden başka bir dizi etnik grup varken ve Kürtler bu ülke nüfusunun üçte birini oluştururken..

Bu anayasa daha başından tek bir etnik gruba dayanıyor, diğerlerini dışlıyor. Diğerlerini, Türk milliyetçiliği, “Türk tarihi ve manevi değerleri” karşısında korumasız bırakıyor. Onları yok sayıyor ve hiçbir hak tanımıyor. Bu ırkçılıktır, şovenizmdir, hatta faşist rejimlerde görülen bir durumdur.

1930´lu yıllarda Türk Adliye Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle demişti: “Bu memleketin yegane sahibi ve efendisi Türklerdir. Ötekilerin hiçbir hakkı yoktur; bir hakları varsa o da Türke uşaklık etmektir.”

Bu pervasızca sözler, bugün de süregelen uygulamaya tümüyle uygundur. Türk anayasasının başlangıç bölümü de özünde aynı şeyi dile getirmektedir.

*   *   *

Düşünce ve basın özgürlüğüne ilişkin 26. ve 28. maddelerde yapılan değişiklik de, anayasanın başlangıç bölümündeki bu anlayışa uygun olarak, bir şeyi değiştirmiyor, eski yasakçı ve antidemokratik çerçeveyi sürdürüyor.

26. maddede düşünce özgürlüğünün “milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, cumhuriyetin temel nitelikleri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” gibi gerekçelerle sınırlanabileceği söyleniyor. Bu yuvarlak, soyut kavramların içine neler sokulamaz ki! Şimdiye kadar da düşünce özgürlüğünü hiçe indiren bu kayıt ve şartlardı. Ülkedeki baskı politikası bu gerekçelere dayandı. Polisler, savcılar, istedikleri her sözü, yazıyı, resmi, karikatürü bu gerekçelerle suçladılar ve mahkemeler bunları gerekçe yaparak cezalar yağdırdılar, yayınları topladılar ve yasakladılar.

Aynı maddede buna ek olarak, “radyo, televizyon, sinema ve benzeri yollarla yapılan yayınların izne bağlanabileceği” söyleniyor. “Benzeri yayınlar” ibaresi içine neler sokulamaz ki! Sistem zaten şimdi böyle, izne ve yasağa dayalı biçimde işliyor.

Anayasa´nın 26. ve 28. maddelerinde yapılan bir değişiklik ise oldukça abartıldı. Bu, “kanunla yasaklanmış bir dilde yayın yapılamaz” fıkrasının anayasa metninden çıkarılmasıydı. Bir kısım basında bu değişiklik “Kürtçeye serbestlik” olarak nitelendi. Oysa gerçek durum çok farklı. Kürtçeyi yasaklamayı amaçlayan bu ifade faşist cunta tarafından 1982 anayasasına konmuş, bunun ardından çıkarılan 2932 sayılı yasa ile de Kürtçeyi, adını vermeden yasaklıyan bir düzenleme getirilmişti.

Ama Kürt dili cunta öncesi dönemde de, yani bu özel hükümler getirilmeden önce de özgür değildi. Tüm TC yurttaşlarının özel yaşamlarında ve basın-yayın alanında kendi anadillerini özgürce kullanabileceklerine ilişkin Lozan Antlaşması´nın 39. maddesine rağmen.. Rejim bu maddeyi açıkça çiğneyerek Kürt dilini her alanda yasaklamıştı. Kürtçe yayına izin verilmedi. Çarşıda pazarda Kürtçe konuşmak bile zaman zaman cezalandırıldı.

Elbet Kürtler bu baskılara karşı direndiler. Özellikle 1960´lı yıllardan itibaren Kürtçe kitap, gazete ve dergi yayınlamayı denediler. İşte rejim sözkonusu yasaklarla  hertürlü yasal kanalı da kapamaya çalıştı. Ancak bu da para etmedi. Bir yandan Kürt aydınlarının dillerini basın-yayın alanında kullanmak için direnişi, diğer yandan uluslararası eleştiriler, rejimi geri adım atmaya zorladı. Önce 2932 sayılı yasa kaldırıldı. Şimdi de bu yasanın Anayasa´daki dayanağı kaldırılmış oluyor. Ama, bu bir geri adım sayılsa bile, bununla artık Kürtçeye serbestlik verildiğini ile sürmek acele ve aşırı bir iyimserlik olur. Rejimin böyle bir niyeti yok. Nitekim, değişikliğin hemen ardından, Koalisyonun ikinci büyük ortağı MHP yöneticileri yaptıkları açıklamada, bu değişikliğin Kürtçeye serbestlik anlamına gelmediğini, herşeyin daha önce nasılsa yine öyle devam edeceğini belirttiler.

Görünen o ki, bu da bir tür göz boyamadır. Rejimin bir bütün olarak Kürt sorunu, özel olarak da Kürt dili konusundaki politikası değişmemiştir. O yine eski ilkel, baskıcı uygulamayı sürdürecektir.

Eğer bu görüşe katılmayıp, rejimin samimi olarak artık Kürt dilinin önündeki engelleri kaldırmak, Kopenhag Kriterleri´ne uyum sağlamak istediğini, aynı zamanda Katılım Ortaklığı Belgesi´yle Avrupa Birliği´nin kendisinden istediklerini yerine getirdiğini düşünen varsa, aşırı iyimserdir. Zaten önümüzdeki günler ve aylar Türk rejiminin bu konuda gerçek niyetini ortaya koyacaktır. Rejimin böyle bir iyi niyeti olsa, herşeyden önce kamuoyuna açıkça deklare eder, RTÜK yasasında Kürtçe radyo ve televizyon yayınını engelleyici hükümleri kaldırır ve uygulamalarıyla da bunu kanıtlar.

Oysa daha bu değişikliğin yapıldığı günlerde habire Kürtçe kitaplar toplanıyor, periyodik yayınlar kapatılıyordu.

Kaldı ki sorun, yalnızca Kürt diliyle yayın yapılıp yapılamıyacağı değildir. Düşünce özgürlüğü olmadıkça, Kürt sorunu açıkça tartışılamadıkça bu yayınlar için hiçbir güvence yok; rejim onları her türlü bahane ile engelleyebilir, susturabilir. Nitekim, salt bir Kürtçe halk türküsü yayınlandı diye, Diyarbakır´daki bir TV kanalı RTÜK kararıyla bir yıl süreyle kapatıldı. Türkü Kürtçe olduğu için değil, içeriğinde “bölücülük ve kışkırtıcılık yapıldığı” iddiasıyla. Oysa türkünün politik bir içeriği olmadığı, sevgiyi işleyen bir halk türküsü olduğu sonradan mahkeme kararıyla anlaşıldı; ama bu arada bir yıl geçip gitmişti bile..

*   *   *

AB´nin Türkiye´den istediği kısa vadeli değişikliklerden biri de idam cezasının kaldırılması idi. Bu nedenle rejim, istemeye istemeye buna ilişkin 38. maddeyi ele aldı; ama bu cezayı bir bütün olarak kaldırmaya bir türlü eli varmadı. Sonunda yapılan şey, her zaman yapıldığı gibi, ayak sürüme ve bu işi dejenere etmek oldu. Bu madde şöyle değiştirildi:

“Savaş, çok yakın savaş tehditi ve terör suçları dışında ölüm cezası verilemez”.

Türk rejiminin terör suçları dediği şeyin siyasi suçlar olduğu göz önüne alınırsa, bu hükmün ne anlama geldiği açık. Yani yalnızca adi suçlar bakımından idam cezası kalmış oluyor. Siyasiler içinse devam edecek. Hatta adi suçlar bakımından da idam cezası tümüyle kalkmış olmuyor. Savaş halinde ve “yakın savaş tehditi” durumunda onlar için de var olacak.

Neden savaş durumunda? Uluslararası hukuka göre savaş sırasında esirler bile idam edilemezken neden diğer insanlar için idam cezası geçerli oluyor? Hele “yakın savaş tehditi durumu” ne demek? Bu da oldukça soyut bir kavram ve Türkiye gibi, tarihi hep sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle geçen, tüm komşularıyla ilişkileri bozuk ve gerilimli bir ülke için, her an bir “yakın savaş tehditi durumu” varsaymak hiç de zor olmasa gerek..

Sonuç olarak bu ülkede idam cezası kaldırılmış olmadı.

*   *   *

Son anayasa değişikliği ile beklenen iyileştirmelerden biri de örgütlenme özgürlüğünün önünün açılması, bu kapsamda parti kapatmaların önlenmesiydi.

Demokratik bir ülkede, şiddeti yöntem olarak seçmedikçe partilerin kapatılmaması esastır. Türkiye´de ise partiler görüş ve programlarından dolayı kapatılıyor. Bu nedenle ülke bir partiler mezarlığına dönüşmüştür.

Ama son anayasa değişikliği bu konuda da demokratik bir adım atmadı. Yapılan değişiklik önemsiz bir rötuştan ibaret. Eski kapatma gerekçeleri korunuyor. Düşünce ve tartışma özgürlüğünün önündeki engeller, siyasi partiler için daha da ağır olarak devam ediyor.

Üstelik yapılan değişiklikte partiler için, hazine yardımını kesmek gibi yeni türden cezalar getirildi. Rejimin hoşuna gitmeyen partiler bu yardımdan yoksun bırakılacaklar. Böylece siyasi partiler arası yarışmada eşitsizliğe yol açacak yeni bir uygulama zemini doğdu.

Anayasanın dışında da, Türk Ceza Yasası´nda, Siyasi Partiler ve Seçim yasalarında, siyasi partilerin elini-kolunu bağlayan pekçok hüküm var. Örneğin Siyasi Partiler Kanunu´na göre, herhangi bir partinin Türkiye´de Türk kültüründen farklı bir kültürün varlığından söz etmesi bile kapama sebebidir. Böylece bir siyasi parti, örneğin Kürt kültürü üzerindeki baskıları dile getiremez, bunun son bulmasını isteyemez.

Sonuç olarak, bu anayasa değişikliği örgütlenme özgürlüğü alanında da durumu iyileştirmedi. Yasaklar sistemi olduğu gibi devam ediyor.

*   *   *

Şu anda parlamento ve hükümet üstü bir konuma sahip olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ile ilgili olarak anayasanın 118. maddesinde yapılan değişiklik de bir rötuş olmaktan ileri gitmiyor, mevcut durumu değiştirmiyor.

Türkiye yıllardır bu kurumun sivil politika üzerindeki ağırlığının sancılarını çekiyor. Bu kurulda gerçekte generallerin dediği oluyor. MGK yalnızca ulusal güvenliğe ilişkin politikaları değil, bir bütün olarak en önemli konularda ülkenin iç ve dış politikasını belirliyor. MGK´nın kabul ettiği, “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” denen ve kamuoyundan gizli tutulan bu belgeler, hükümet ve parlamento dahil, herkesi bağlıyor. Parlamento bu belgelere aykırı yasa çıkaramıyor. Bunun hukuksal temeli ise, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yasası´dır!

Türkiye´de demokratik kamuoyu uzun zamandır ki bu kurumun kaldırılmasını istiyor. AB tarafından Türkiye´ ye sunulan Katılım Ortaklığı Belgesi´nde de MGK´nın bu olağanüstü etkin konumuna son verilerek hükümete bağlı bir danışma organı haline getirilmesi istenmişti.

Ancak yapılan değişiklik, MGK´ya adalet bakanını katmaktan ve başbakan yardımcılarına oy hakkı tanımaktan ibaret. Bununla birşey değişmiş olmayacak.

*   *   *

Böylece Anayasa Komisyonu, hükümetin “şişkin ama içi boş” değişiklik tasarısında bir parça işe yarar maddeleri budayıp kuşa benzeterek Genel Kurulá sevketti. Genel Kurul ise üç maddeyi daha devre dışı bırakarak, geriye kalan, baskı rejimi açısından tümüyle “zararsız” demokrasi açısından ise bir anlam ifade etmeyen 34 maddeyi onayladı.

Genel Kurul´da benimsenmeyen maddelerden biri, uluslararası anlaşmaların ulusal hukuk bakımından geçerli sayılmasına ilişkin hükümdü. Yani yerel kanunlarla uluslararası anlaşmaların çelişmesi halinde, uluslararası anlaşmalar geçerli olacaktı. Böylesi bir değişiklik aynı zamanda AB´nin istemiydi. Ama Türk Parlamentosu bunu, sözde ulusal egemenliğe aykırı bulup reddetti. Böylece, özellikle insan hakları açısından değer taşıyan uluslararası anlaşmaların Türkiye´de geçerlilik kazanması önlenmiş oldu. Yani rejim demokrasi karşısında birkez daha kapandı.

Genel Kurul´dan geçemiyen diğer bir madde ise milletvekili dokunulmazlıklarına ilişkin olandı. 83. maddede yapılacak bir değişiklikle, milletvekillerinin parlamento çalışmalarıyla, yani görevleriyle ilgili olmayan suçları hakkında dokunulmazlığın kaldırılmasını kolaylaştırmak hedeflenmişti. Ama pek değerli parlamenterler buna yol vermediler, kendi dokunulmazlık zırhlarını korudular.

Türk parlamentosu bakımından bu davranış ayıp olsa da şaşılacak birşey değildir. Bu adamların yargıdan korkmaları doğaldır. İçlerinde cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, yolsuzluk dahil, adi suçlardan zanlı pekçok kişi var. Sözkonusu dokunulmazlık zırhı onlara suç işleme özgürlüğü ve yargılamadan kaçma güvencesi tanıyor. Başkalarını söz ve düşüncelerinden dolayı yargılama hakkını kendilerinde gören, böyle bir sistemi ısrarla sürdüren bu baylar, kendi yüz kızartıcı suçlarını yargı dışı bırakmaktan utanç duymuyorlar.

Ama bu “yüce” meclisin ve adlarına “halkın temsilcisi” denen milletvekillerinin tek marifeti bu olmadı. Bunlar, ucu kendilerine de dokunan kimi demokratik maddeleri engellerken, kendi maaşlarını astronomik düzeyde yükselten bir hükmü de el çabukluğuyla değişiklik paketine ekleyip büyük bir oy yüzdesiyle anayasaya yerleştirdiler. Böylece maaşları 4 milyar 200 milyondan 6 milyar 200 milyona çıkmış oluyordu. Ayrıca kendilerine, dokuz kez Anayasa mahkemesinden dönmüş olan “kıyak emekliliği” sağladılar.

Ülkenin derin bir ekonomik kriz yaşadığı, işsizliğin yoksulluğun toplumu bunalttığı, buna rağmen halkın daha çok kemer sıkmaya zorlandığı bir ortamda bu milletvekillerinin yaptığı tam bir utanmazlıktı. “Ulusal irade” denen şey bu adamlarda işte böyle somutlanıyordu..

Sonuç olarak Türk parlamentosunun düzeyi, daha doğrusu düzeysizliği birkez daha ortaya dökülüyor ve Sami Selçuk´un deyişiyle, onun anayasayı değiştiremiyeceği kanıtlanıyordu.

Tabi eğer maaşını bir anayasa hükmüyle yükseltmek bir anayasa değişikliği değilse.. Elbet bizim kastettiğimiz demokratik yönde bir değişiklikti. Bu olmadı. Zaten, 12 Eylül faşizminin topluma giydirdiği bu deli gömleği bu tür rötuşlarla demokratikleşemezdi. Bu meclis de bu işi yapamazdı.

Yapılması gereken bu anayasanın çöpe atılarak, tümüyle yeni, çağdaş, demokratik bir anayasanın yapılmasıdır. Bu da ancak saygın anayasa hukukçuları eliyle ve en geniş toplum kesimlerinin katkısını sağlayarak, Sayın Sami Selçuk´un önerdiği biçimde, bir kurucu meclisle yapılabilir.

Ama bu aşamada böyle bir meclisi toplamak mümkün mü? Buna kim karar verecek; bu çürümüş hükümet mi, bu yoz parlamento mu, yoksa bu eli sopalı generaller mi?.

Besbelli bunu sağlayacak olan, değişiklik isteyen, demokrasi isteyen kitleler olabilir. O kitlelerse ne yazık ki yıllardır başlarına yedikleri “darbe”lerle ezikler, darmadağınıklar, olup bitenler karşısında şaşkın ve çaresizler..

Belli ki halkın ve ülkenin kötü kaderinin değişmesi zaman alacak. Bu hamur daha çok su ister. Belki de değişim, herşeyin yerle bir olduğu çok daha büyük bir çöküntünün ardından gelecek.

 
PSK Bulten © 2001