PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Ayın Yorumu - Mart 2001

Ya çöküntü ya değişim, başka yolu yok! (*)

Kemal BURKAY

Kimi korku-aksiyon filmleri vardır. Filmin kahramanı ya da kahramanları,  seyircilerin ödünü koparan dehşet verici sahne ve olayların birinden kurtulmadan ötekisi başlar. Olaylar zinciri seyirciyi alıp sürükler, yenisi bir öncekini unutturur. Bazan sözkonusu yürek hoplatan olaylar öylesine üst üste biner, iç içe geçer ki herşey arap saçına döner ve işin içinden çıkmak zorlaşır.

Türkiye’nin durumu şu anda buna benziyor. Türkiye için belki doğal, ama normal bir ülke için son derece şaşırtıcı, akılalmaz, toplumu ayağa kaldıracak, hükümetleri götürecek türden olaylar, skandallar, krizler yıldırım hızıyla birbirini izliyor, iç içe geçiyor, tam bir kaos ortamı yaratıyor. Ülkenin gündemi görülmemiş bir hızla değişiyor.

Şu son üç-dört ayda olup biten, ülkeyi sarsan, ansızın gündemin başına yerleşip sonra aynı hızla yerini başkasına terkeden olayları hele bir düşünün..

Önce AB Katılım Ortaklığı Belgesi yayınlandı ve bu Türkiye’yi karıştırdı. Başta hükümet, ordu ve kemalist çevreler olmak üzere, sanki işgal güçleri Türkiye’nin sınırına dayanmış gibi ayağa kalktılar! Basın ise her zaman olduğu gibi yangına körükle gitti, militarist ve şoven duyguları gıdıkladı. Neden? Çünkü AB, Kıbrıs sorununun çözümü için Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in girişimlerine yardımcı olmasını istemişti! İdam cezasının kaldırılmasını, Kürtçe televizyona ve eğitime yol açabilecek değişiklikler önermişti.. İnsan haklarının genişletilmesini istemişti. Özetle, Türkiye’nin artık kangren haline gelmiş sorunlarının çözümüne hizmet edecek, ülkeye barış, demokrasi ve gelişme yolunu açacak gerçekçi öneriler yapmıştı. Ama Türkiye’nin yanlışa koşullanmış aktörleri bu önerilerden deliye döndüler..

Daha bu tartışmanın sıcaklığı geçmeden sahneye Ermeni sorunu girdi. Fransa’nın Ermeni soykırımını mahkum eden kararı aynı çevreleri ayağa kaldırdı. Fransa’ya karşı öfke hala devam ediyor.

Ama gündemin başına hızla başka olaylar yerleşti. Şartla salıverme olarak çıkarılan göstermelik af  büyük tepki yarattı ve toplumu kamplara ayırdı.

Aynı günlerde Cezaevlerindeki direniş, açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla tırmandı ve hükümet bu olayda da yine kanlı bir çözümü, daha doğrusu, sorunu daha da ağırlaştıran bir çözümsüzlüğü seçti.

Aynı dönemde ülke Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’a karşı düzenlenen suikastle sarsıldı. Geniş bir ekiple ve son derece profesyonelce işlenen bu olayın katillerinden hiçbiri yakalanmadı ve bu gidişle yakalanmayacak. Bu olayı Silopi’de jandarma karakoluna giden HADEP yöneticilerinin kaybolması izledi.. Herşey derin devletin, yeni bir terör dalgası için düğmeye bastığını gösteriyor.

Bu üç-dört ay içinde birçok olayda hukukçu ve aynı zamanda hukuka sadık Cumhurbaşkanı Sezer’le hukuk tanımaz hükümet arasında ciddi sorunlar patlak verdi ve sonunda ilişkiler, bir MGK kurulu toplantısında tam bir kilitlenmeye vardı.

Ve daha da önemlisi bu üç aylık süre içinde iki büyük ekonomik kriz yaşandı. Kasım 2000 krizi ile, Şubat 2001 krizi.

İlk kriz de ikincisi de, görünürde yolsuzluklara ilişkin araştırmalar nedeniyle patlak verdi. Yolsuzlukla mücadele, bir bakıma, ekonomideki çürüme ve mali sistemin çöküşüyle kaçınılmaz olarak gündeme girdi. Ecevit’in başkanlığındaki koalisyon hükümeti ise bu konuda iki arada bir derede kaldı. Bir yandan yolsuzluklarla mücadeleyi sözde başlatır ve bundan kendisine pay çıkarırken, öte yandan yolsuzluğun dörtbir yana, bu arada hükümetin içlerine kadar uzanan kolları nedeniyle kaygıya kapıldı, kendisini korumak için çabaladı ve her iki kriz de işte bundan patlak verdi.

Birincisinin nedeni hükümetin insiyatifi dışında başlayan “Beyaz Enerji Operasyonu” idi ve hükümet ortağı ANAP’ı tehdit ediyordu. İkincisinin nedeni ise Cumhurbaşkanı’nın kamu bankalarını da kapsayacak biçimde Devlet Denetleme Kurulu’nu hareke geçirmesiydi. En Başta Halk Bankası’nı arpalık olarak kullanan DSP’liler bundan ürktüler.

Her ikisinde de, devlet çarkının üst düzeyinde yüze vuran sürtüşme ve tartışmalar, hassas dengeler üstünde yürüyen ekonomiyi rayından çıkardı. Birincisinde IMF devreye girerek paniği yavaşlattı ve durum düzelir gibi oldu. Ancak daha birinci krizin yaraları sarılmadan patlayan ikincisi herşeyi alt üst etti, halka büyük acılar verme pahasına yürütülen ekonomik program çöktü ve ekonomik-politik alanda tam bir çıkmazla, kilitlenmeyle yüzyüze kalındı.

Korku ve aksiyon filmlerinde, olağanüstü becerikli kahramanlar, senaristin kurgusuna uygun olarak yine de bir yol bulup işin içinden sıyrılır, tehlikelerden ucu ucuna kurtulurlar. Filmin sonu da genellikle mutlu biter..

Ya gerçek hayatta?. Türkiye’deki durum hiç de böyle göstermiyor. Her ne kadar bu ülkenin sahnesinde yer alan aktörler de, şimdiye kadar nice beladan ucu ucuna kurtulmuş ve henüz gayya kuyusuna batıp gitmemişlerse de, durum hiç de parlak değil. Bu baylar ülkenin dünden bugüne yüzyüze olduğu hiçbir ciddi sorunu çözebilmiş değiller. Aksine sorunlar, çözümsüz kaldıkça ağırlaşıyor ve onlara durmadan yenileri ekleniyor. Bu bayların ülkeyi bir batağa soktukları, işin içinden çıkamaz oldukları açık.

Yukarda salt üç aylık bir zaman dilimi içinde Türkiye’nin yaşadığı önemli olayların, krizlerin sadece bazısından, en iricelerinden söz ettik. Ama bu kadarı bile ülkenin yüzyüze olduğu dehşet verici, iç karartıcı manzarayı anlamaya yeter.

Türkiye bu durumdan nasıl çıkacak? Aktörlere bakarsanız, onlar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, yine işin asıl nedenlerine, derinine inmeden, yüzeysel, palyatif tedbirlerle kolaycı çözümler peşindeler. Nitekim, son krizin ardından hükümeti ve bürokrasisi ile çaresiz kalınca Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i getirip ekonominin başına oturttular. Şimdi herkes ondan mucizeler bekliyor.

Oysa bugünkü durumun asıl nedeni, asıl sorumlusu, ülkenin gerçeklerini görmek istemiyen, mevcut sorunları bilimin ve çağın gereklerine göre çözmeye yanaşmayan bir anlayış ve onun biçim verdiği sistemdir. Bu yılların anlayışıdır. Dünden bugüne ülkenin yönetiminde rol alan ve bu yanlış tutumu izleyen herkes bundan sorumludur.

Türkiye hep sorunlarından kaçtı, gerçekleri olduğu gibi kabule yanaşmadı. Örneğin Kürt sorunu karşısında, Kürtlerin haklarını tanıyıp sorunu barış ve diyalogla çözeceğine, onu inkara, gizlemeye çalıştı, Kürt halkının istemlerine hep baskı ve şiddetle cevap verdi. Bunu çıkar yol sandı. Oysa bu yöntemle sorun çözülemezdi ve çözülmedi; yıllar içinde büyüdü, ağırlaştı.

Türkiye’yi yönetenler, Osmanlıdan devraldıkları bir anlayışla halk kitlelerini hep hak ve özgürlüklere laik olmayan kullar olarak gördüler, halka demokrasiyi çok buldular. Yurttaşların hak ve özgürlük istemlerini de yine şiddetle bastırmaya çalıştılar.

Devlet, özel yaşamın en belirgin alanlarından biri olan dini inançlar alanını bile kendince düzenlemeye, yönlendirmeye çalıştı, üstelik bunu laiklik adına yaptı.

Kemalist görüş ve yargılar, aynen dini dogmalar gibi, toplum yaşamının her alanına –bilim dahil olmak üzere- biçim vermek için kullanıldı. Sözkonusu “resmi görüş”ün dışındaki tüm görüşler zararlı ve tehlikeli, ulusa ve vatana ihanet gibi değerlendirildi. Türkiye’de düşünce yaşamı tabuların tutsağı oldu.

Türkiye böylece gerçeklerden kaçtı. Kapalı, baskıcı bir sistem yaratıldı. Bu sistem içinde izlenen politikaların özgürce tartışılması, yanlışların ortaya çıkarılıp terkedilmesi, farklı görüşlerin seçenek haline gelmesi mümkün değildi. Böyle bir sistem içinde sorunlara doğru teşhis konamaz ve onlar çözülemezdi. Böylesine bir sistem içinde halkın yaratıcı enerjisi, hem düşünce hem üretim planında ortaya konamazdı. Zaman içinde bu sistem eskidi, daha da tutuculaştı, çağıyla çelişir hale geldi. Sonuçlar işte ortada, sistem tıkanmış, bundan da öte çökmüştür.

Kısacası, Türkiye’nin günümüzde yaşadığı derin bunalım bir sistem sorunudur ve temelinde demokrasi yokluğu yatıyor. Demokrasi bir özgürlükler rejimidir, açık bir rejimdir.

Salt ekonomin yönetimindeki bir değişim, şu veya bu kişinin gidip başkasının gelmesi, sistem içinde şu veya bu yönde yapılan tercihler hiçbir şeyi çözmez. Kamu bankalarına yeni bir düzenleme ve denetim, IMF ve Dünya Bankası’ndan sağlanabilecek 10 yada 20 milyar dolarlık yeni bir kredi bu sistemin derdine deva olamaz. Bu olsa olsa, artık bitkisel yaşama girmiş hastanın can çekişme süresini biraz uzatır, hepsi o kadar. Bugün ekonomide, siyasi ve sosyal yaşamda yüzyüze olunan tüm temel sorunlar, yaşanan olaylar, patlayan krizler birbirleriyle sıkı bağlantı içindedirler. Çözümleri de ancak bu bütünlük içinde sağlanabilir.

Neden çözümsüz bırakılan Kürt sorununun ülkeye ekonomik maliyeti tartışılmıyor? Son 15 yıllık kirli savaşta 100 milyar doları  aşkın harcama yapıldı. Savaş nedeniyle Kürdistan ekonomisinin çökmesi, turizmdeki büyük kayıplar, ülkenin yitirdiği itibar, sosyal yaşamın alt üst olması, ülkenin şiddete batması ve öteki zararlar da cabası..

Yıllardır Türkiye bütçesinin yaklaşık üçte biri orduya, silah ve savaş harcamalarına, yani ölü bir alana gidiyor. Hangi ülkenin ekonomisi buna dayanabilir? Böyle bir ülke yatırıma, onarıma, kültür, eğitim ve sağlık alanına para ayırabilir mi, işsiz ve yoksul insanlarının sorunlarına çözüm bulabilir mi? Türkiye ayrıca 250 bin dolayında bir polis gücüne, yani ikinci bir orduya sahip ki, bu polis gücü bile birçok ülkenin ordusundan kat kat büyüktür. Türkiye böylesine büyük bir ordu ve polis gücü beslemeye mecbur mu? İçerde ve dışarda savaşçı politikalar yerine barışçı politikalar izlense buna gerek kalır mı? Türkiye’nin insanları neden bunu sorgulamıyor? 

Bütçe ve denetim dışı fonlar, vakıflar, örneğin “Silahlı Kuvvetleri Destekleme Vakfı” bir başka karanlık delik. Son otuz yılda bu türden fon ve vakıfların 106 milyar dolar, yani Türkiye’nin nerdeyse tüm dış borcu kadar bir kaynağı tükettikleri biliniyor. Ama bunlar denetim dışı ve ne işe yaradıkları meçhul..

Türkiye yolsuzluk bakımından dünyada, Endonezya’dan sonra 4. sırada. Peki bu duruma nasıl gelindi? İnsanlar bunun nedenlerini neden tartışmıyor? Türkiye’nin insanlarının kanında iliğinde yolsuzluk yapma eğilimi mi var? Yoksa bu durumu sözkonusu kapalı ve despot sistem mi yarattı? Özellikle de 15 yıllık kirli savaş dönemi Türkiye’nin bir yolsuzluk cenneti haline gelmesinin baş nedenidir. Bu dönemde Türk ekonomisi uyuşturucuya ve kara paraya bağımlı hale geldi. Savaş masraflarını karşılamak isteyen rejim uyuşturucu çetelerini kendi eliyle örgütledi. Ülke, kara parayı aklamaya yarayan lüks oteller ve  kumarhaneler ağıyla donandı. Kara para borsaya aktı. Yatırım ve üretim yoluyla değil, ama kısa yoldan, emek harcamadan  para kazanmak; hayali ihracat, banka boşaltma, haraç, gasp ve benzeri yöntemlerle vurgun yaparak yükünü tutmak, “köşe dönmek”  doğal bir yöntem haline geldi. Evet, Kürt sorununu çözmekten kaçınma, bu halkın istemlerini ve mücadelesini şiddetle bastırma inadı, yalnızca Türkiye’yi militarist bir devlete, bir polis devletine dönüştürmekle, hatta çeteleştirmekle kalmadı, Türk ekonomisini de kriminalize etti.

Yıllardır süregelen ve daha kısa süre önce yeniden alevlenen şu cezaevleri sorununu ele alalım. Türkiye’de neden bu kadar çok politik tutuklu, ya da rejimin deyişiyle “terörist” var ve neden uygar ülkelerde yok?. Bunlar Kürt yurtseverleri ya da Türk solcuları. Demokratik kanallar tıkanmasaydı, yıllar yılı baskı ve şiddet politikalarıyla özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi yer altına itilmeseydi bugünkü duruma gelinir miydi?

Ya Gaffar Okkan’ın öldürülmesi, HADEP’lilerin güpegündüz ortadan kaybedilmesi ve benzerleri; yani süregelen kanlı, kanunsuz ortam?. Örneğin günah keçisi haline getirilen Hizbullah örgütü?. Bütün bunlar Özgürlük ve demokrasi yokluğunun, şiddet politikalarının ürünü değil mi? Türk devleti Kürt sorununu diyalog yoluyla, barışçı yoldan çözme yöntemini seçseydi, bizzat kendi eliyle paravan şiddet örgütleri kurup ortalığı kana teröre boğmaya gerek duyar mıydı? Ama o çağdaş olmayan bir yöntemi –haksızlığı, baskıyı, şiddeti, komploculuğu- seçti ve sonuçlar işte ortada. Ülke barış ve demokrasi yüzü görmedi; ekonomik gelişmeyi başaramadı, yoksulluğu yenemedi; uygar ülkelerle arasındaki mesafe kapanmadı, yıldan yıla büyüdü.

Son yıllarda büyük kentlerdeki aşırı yığılma, gecekondulaşma, toplumu saran şiddet olgusu ve böylece kentlerin yaşanamaz hale gelmesi, önemli bir oranda Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün, çatışmanın, binlerce köyün yakılıp yıkılmasının, yaşanan kitlesel göçlerin ürünü değil mi?

Görülüyor ki ülkenin politik, sosyal, ya da ekonomik hangi önemli sorununu eşeleseniz altından Kürt sorunu ve demokrasi yokluğu çıkıyor.

AB ile bütünleşememenin nedeni de budur. Kıbrıs sorununu çözümsüz bırakmak, Kürtçe eğitim ve televizyondan ödü kopmak, Ermeni olayında bunca yaygara koparmak ve sonuç olarak uygar dünya ile arasındaki engelleri aşamamak, hepsi bu çağdışı anlayışın ve tutumun ürünü. Türkiye’yi yönetenler yıllarca yanlış yaptılar. Bugün de olan bitenden hiçbir ders almıyor ve bu yanlış tutumu inatla sürdürüyorlar. Bu tutumla sorunları çözmek olanaksızdır. Bu tutumda ısrar edenler Türkiye’yi ancak çok daha büyük çaplı çöküntülere sürükleyebilirler.

Yapılacak şey ise açık ve basit: Türkiye’ye yeni bir anlayış gerekli. Sorunların çözümü ancak çağdaş bir yaklaşımla olur. Kürt sorunu adil biçimde, eşitlik temelinde, yani Kürtlerin hakları tanınarak çözülmeli ve Türkiye demokratikleşmeli.

Diğer bir deyişle, ülkenin siyasal-kültürel yaşamında köklü bir dönüşüme ve yeni bir yapılanmaya gerek var. Yıllar yılı yığılıp büyümüş sorunlar salt kimi ekonomik manivelalarla oynamakla çözülmez.

Bugünkü yönetim, bugünkü partiler, liderler bunu yapabilirler mi? Böyle bir beklenti aşırı iyimserlikten öte hayalcilik olur. Ama bu durum böyle sürüp gitmez. Değişim rüzgarı Türkiye’nin kapısını çalıyor ve onu zorluyor. Ülke ya çöküntü, ya değişim ikilemiyle yüzyüze. Bu koşullarda ülkeyi çöküntüye götürenlerin uzun süre iktidar gücünü ellerinde tutmaları olanaksızdır. Değişim rüzgarı toplumu sarsacak ve eninde sonunda tutucu güçleri süpürüp atacak, ülkenin yolunu açacaktır.

Özgürlük ve demokrasi isteyenler şimdi her zamankinden daha umutlu olmalı. Ülkenin bu çöküntüden, bataktan kurtulmasını isteyen herkes elele vermeli. Bunu yapacak olan mucizevi bir kahraman değildir. Değişimci bir lider ancak güçlü bir halk hareketiyle bütünleşirse bunu başarabilir.

Yeni bir anlayışa, yeni politikalara, yeni liderlere gerek var.

--------------------------------

(*) Bu yorum, yurt içinde yayın hayatına yeni başlayan Dema Nû adlı 15 günlük Kürtçe-Türkçe gazetenin 15 Mart tarihli ilk sayısında yayınlandı.

 
PSK Bulten © 2001