Ayın
yorumu:
Derviş’in
Rolü
Kemal BURKAY
Kemal Derviş’in rolü ya da, başka bir deyişle görevi son günlerde
daha da netleşiyor. Bu rol, biri hükümet, biri de iç
ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından
olmak üzere ikilidir.
Ülkeyi kriz batağına sokan, toplumun güvenini tümüyle yitiren ve
salt “mecburiyetten” hala iş başında kalan
hükümet bakımından Derviş’in rolü, kitlelere
vereceği umutla paniği önlemek, ekonomik dengelerin
yeniden kurulmasını sağlamak, diğer bir
deyişle hükümeti kurtarmaktır. Bu halk, sorunlarının
çözümünü kendi dışında kurtarıcılara
havale etmeye, bu tür kişilere olağanüstü güçler
atfetmeye, onlardan mucizeler beklemeye alışık
olduğu için bu doğaldır, toplum psikolojisine
uygundur. “Kurtar bizi Baba!” diye haykırıp yıllar
yılı Demirel’e sarılan, Ecevit’i “umut” ve
“Karaoğlan” yapan, “En büyük Özal!” diyen, Necmettin
Efendi’de kerametler vehmeden, Çiller’i erotizmle karışık
bir “analık”a yükselten bu halktır.. Belli ki bir
süre de Derviş’le oyalanacaktır. O, çığ
gibi büyüyen umutsuzluğa, öfkeye karşı bir
tür müsekkin..
İç ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından Derviş’in
rolü ise, bu kesimin çıkarına uygun düşen serbest
piyasa ekonomisini tüm kurallarıyla uygulamaktır.
Yani tam bir özelleştirme ile mevcut kamu mülkünü (daha
doğrusu devlet mülkünü, ya da iktidar partilerinin arpalığını)
satmak, bankaların esnafa ve çiftçiye sunduğu ucuz
kredileri keserek “görev zararı” denen yükü kaldırmak,
fedakarlık deyip yine işçinin, memurun, emeklinin
payından kesmek, yani krizin faturasını bir
kez daha onlara yüklemektir.
Kamu yatırımları ise bir süre için tümüyle durdurulacak. Zaten
durdurmaktan başka çare yok; çünkü gelirler nerdeyse
iç ve dış borçların ana parasını
ve faizlerini ödemeye ancak yetiyor.
Özelleştirmeler belli bir ölçüde kaynak sağlar. Bankaların
alacağı yeni düzen, esnafa ve çiftçiye kaynak aktarımını
önleyerek rejimin yükünü hafifletir. Bu arada IMF ve Dünya
Bankası’ndan gelecek 8-10 milyar dolar tutarında
taze para piyasalara güven verir, değirmenin yeniden
dönmesini sağlar..
İşte Derviş tam da bu programı uygulamaktadır. Peki
bu programın toplumsal yaşamda yol açacağı
sonuçlar, diğer bir deyişle yan etkileri ne olacak?
Son krizle alım güçleri nerdeyse yarı yarıya düşen işçiler,
memurlar, emekliler kemerlerini ya da dişlerini sıkmaya
devam edecekler. Zaten daha şimdiden işçilerden
bir yıl için zam talep etmemeleri isteniyor! Memurlar
ve emekliler için de aynı şey.. Yani programın
onlara sunduğu şey katmerli bir açlık ve yoksulluktur.
Sokaklara atılan ve daha da atılacak olan eski ve yeni yığınla
işsizin durumu ise tümüyle “Allaha kalmış”tır..
Sokakları yatıştırmak için esnafların ağzına
bir parmak bal çalındı, borçlarının faizleri
düşürüldü. Ama asıl darbe bundan sonra gelecek.
Artık ucuz kredi yok. Yani onlar için bundan böyle ne
borç, ne de borç faizi olacak! Bundan böyle, engellerini aşan
serbest piyasa ekonomisinde yaşanacak kıran kırana
rekabet ortamında onların pek azı ayakta kalacak.
Çoğu, yerli ve yabancı mallarla dolu süpermarketlere
yenilecek ve kepenk indirecek; tezgahtara, işçiye, yakın
dönem için daha çok da işsize dönüşecek.
Benzer bir dönüşüm kırsal kesimde yaşanacak. Devletin ucuz
kredi ve taban fiyatları politikası son bulacağı
için çiftçilerin de ancak küçük bir bölümü yaşanacak
amansız yarışta ayakta kalacak; büyük bölümü
topraklarını ve traktörünü satacak, kente yönelecek,
işsizler ordusuna katılacak.
Bu program eğer uygulanabilirse -görünen o ki hem de acımasızca
uygulanacak- büyük sosyal ve yapısal dönüşümlere
yol açacak. Bunun sonuçları esnaf ve köylülük gibi küçük
burjuva kesimler için tam bir yıkım ve felaket olacak.
Kentlerin işsiz, mesleksiz gecekondu yığınları
yeni ve büyük çapta katılımlarla büyüyecek.
Bu aynı zamanda yeni tepkilere yol açacak. Katmerli açlığa
zorlanan işçi, memur ve emeklilerin durumu da göz önüne
alındığında , geniş halk kesimlerini
sarması muhtemel tepkiler, Türkiye gibi, yurttaşları
devlet karşısında kuzular kadar uysal olan
bir ülkede bile toplumsal patlamalara yol açabilir..
Derviş, işte MGK’da ve Parlamento’nun Bütçe-Plan Komisyonu’nun gizli
oturumunda ve benzer kapalı kapılar ardındaki
toplantılarda ilgililere bu durumu anlattı.
Bu tepkiler ne ölçüde olur, yıllar yılı dayakla, işkenceyle,
ölümle, korku ve dehşetle eğitilmiş ve sindirilmiş
bu toplumda bile güçlü sosyal patlamalara dönüşür mü,
bilemeyiz. Bunu zaman gösterecek. Elbet, kimse bir devrim
beklemesin. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da
sistemin çöküşünün ardından kapitalist dünya bu
bakımdan rahat. Olsa olsa, kitlelerin sokağa dökülmesi
programın hayata geçirilmesini ve krizin aşılmasını
zorlaştırır. Ama rejim daha şimdiden kendisini
bu ihtimallere hazırlıyor.. “Kahraman ordumuz ve
polisimiz” de zaten böylesine dönemler için dipçiğini
ve copunu, panzerlerini ve tanklarını kullanmak
için bekliyor..
Peki, kitleler sokağa dökülmese, ortalık karışmasa bile,
sözkonusu program Türkiye’nin bu vartayı atlatmasına,
ekonominin düze çıkmasına, politik istikrarın
kuruluşuna yeter mi? Ülkede bir barış atmosferi
yaratacak ciddi sosyal ve siyasal tedbirler alınmadıkça,
demokratikleşme yönünde köklü reformlar yapılmadıkça,
ekonomik ve politik yaşamda böylesine bir iyileşme
ummak, bir kez daha kendini aldatmak olur.
Ekonomide düzelme, herşeyden önce bugünkü rant ve yolsuzluk ekonomisinin
yerine üretimi güçlendirmekle mümkündür. Oysa bu programın
kendisi, yatırımları durdurmakla işe başlıyor!
Savurganlığı, yolsuzlukları önlemek, kaynakları
üretici alanlara yöneltmek ise, ülkenin içinde bulunduğu
politik iklimle, barış ortamı ve demokrasiyle
sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Şimdiye kadar dilimizde tüy bitercesine söyledik: Kürt sorununu çözmeden,
inanç özgürlüğüne saygılı gerçek bir laikliği
hayata geçirmeden, insan haklarını tam olarak tanımadan,
bir başka deyişle düşünce, örgütlenme ve basın
özgürlükleri gerçek anlamda var olmadan iç barış
sağlanamaz. Kıbrıs sorununu ve Yunanistan’la
öteki sorunları çözmeden, genel olarak bölgede güç gösterisi
ve tehditle sonuç alma yerine, komşulara karşı
barışçı politikaları hayata geçirmeden
Türkiye kaynaklarını büyük ölçüde silaha ve askeri
harcamalara ayırmaktan vazgeçmez. İçerde sürekli
kendi halkıyla kavgalı olan, hatta savaşan,
dışarda da nerdeyse tüm komşularıyla her
an savaşacakmış gibi duran bir ülke, hem kaynaklarının
büyük bölümünü bu alanda telef edecek, hem de ekonomik ve
sosyal gelişme için gerekli güven ortamını
asla bulamıyacaktır. Türkiye’nin durumu işte
budur.
Türk yönetimi şu anda “Derviş Programı” çerçevesinde aldığı
tedbirlerle ülkeye 10-12 milyar dolar yeni kredi sağlayıp
krizi aşmaya çalışıyor. Oysa önümüzdeki
on yıl için salt birkısım askeri projelere
ayrılan pay 150 milyar dolardır, yani bu paranın
13-15 katı... Bu aynı zamanda Türkiye’nin nerdeyse
tüm iç ve dış borç toplamına eşit bir
paradır.
Türkiye’yi dünden bugüne yönetenler, Kürtlere en meşru ulusal haklarını,
bizzat Türklere düşünce, örgütlenme, basın ve inançlarına
uygun yaşama özgürlüklerini tanımayarak iç barıştan
yoksun, gergin, kavgalı, çağdışı
bir toplum yarattılar. Ülkenin dış politikası
da aynı durumda. Bu yüzden, NATO ülkeleri arasında
ABD’den sonra ikinci büyük orduyu ve 250 bin kişilik
ikinci bir polis ordusunu besliyor!
Bu akıl alacak şey mi! Bu ülkenin yönetimi kendi yurttaşlarına
hak ve özgürlük tanısa, komşularıyla sorunlarını
uluslararası hukuka uygun biçimde ve uluslararası
kurumlarda çözmeye evet dese, bu ülke hem barışa,
hem demokrasiye ulaşır.
Barışa ve demokrasiye karşı bu inat, bu ayak direme neden?..
Türkiye şu 2001 yılında bile hala, Faşist Mussolini yönetiminden
alınmış bir ceza yasasıyla yönetiliyor!
12 Eylül faşizmi ise hukuk sistemini Mussolini’ninkinden
kat kat ağırlaştırdı. Mussolini gitti,
Franko gitti, Arjantin cuntasının mensupları
hapse düştü, Pinoşe evinde göz hapsinde, ama Kenan
Evren’e dokunan yok. Onun ve ekibinin oluşturduğu
12 Eylül faşist çarkının kılına dokunan
yok…
Adına “Anayasa” denen cunta fermanını, deli gömleğini
kaldırıp yerine demokratik, çağdaş bir
anayasa yapmak için herhangi bir çaba yok. Ne sözde Parlamento,
ne sözde hükümet bu konuda hiç bir adım atmıyor.
Bu ülkenin hukukçuları bile demokrasi konusunda büyük
çoğunlukla çifte standartlı. Ülkeyi MGK adı
altında generaller yönetiyor.
Bu hükümetin demokratikleşme diye hiçbir derdi tasası yok. Bu politikacılar,
iktidar ve muhalefet olarak sanki çağın dışında
yaşıyorlar. İçten ve dıştan gelen
baskılar karşısında, sözde yasalarda bazı
“düzeltmelere” gittikleri zaman bile, şu TMK’nın
16. Maddesi’nde yaptıkları gibi, durumu eskisinden
de beter ediyorlar.
Tanrım, bunlar ne biçim insanlar?!. Bu kadar kalın kafa ancak “tanrı
vergisi”, yani senin işin olabilir!..
İşin garibi, “ekonomik reformun” yanısıra, bol bol da
“siyasi reform”dan söz edilen şu günlerde, TÜSİAD’ın
bazı önerilerinin dışında, siyasal planda
değişim yönünde dişe dokunur hiçbir öneri,
hiçbir plan-program yok ve buna Derviş’in önerileri de
dahil!
Hatta bu alanda rejimin büyükbaşları telaş içindeler. “Ya batılılar
ekonomik yardım için bazı siyasal reformları,
örneğin Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun
çözümü yönünde bazı önerileri gündeme getirirlerse, bizden
taviz isterlerse?.” diyorlar. Derviş bu konuda onları
yatıştırıyor: “Bu tür önerileri dinlemem
bile!” diye efeleniyor..
Dinlemeyin bayım, dinlemeyin! Kıbrıs sorununun barışçı
çözümü sizin çıkarınıza değil! Kürt sorununun
barışçı ve adil çözümü de! Durup dururken başınıza
açtığınız türban belası gibi bir
sorundan akıl yoluyla kurtulmak da!. Kıbrıs’ta
federasyonu az buluyor ve konfederasyon istiyorsunuz. Kürtlere
ise radyo ve televizyonu, anadilde okulu bile çok görüyorsunuz.
Tutukladığınız solcu genci, yalnız
15 yıla veya müebbede mahkum etmekle yetinmiyor, onu
ayrıca F-Tipi’nde ebedi yalnızlığa, hücre
cezasına mahkum ediyor, yani zindan içinde zindana sokarak
yok etmeye çalışıyorsunuz. Bu aklınızla
bin yaşayın, e mi! Siz bu kafayla içerde ve dışarda
barışa tez ulaşırsınız!. Siz
bu kafayla ekonomiyi düzeltir, çağdaş uygarlık
düzeyini kolay yakalarsınız!..
Görüldüğü gibi “Batı cephesinde –siz Doğu anlayın- yeni
birşey yok”. Türkiye’yi yönetenler bakımından
eski tas eski hamam. Bu tutumla rejim krizden çıkamaz;
olsa olsa, çok daha derin ve onulmaz bir krize kadar bir parça
zaman kazanır.
Bu tutumla besbelli yolsuzluklar da önlenemez, temiz topluma ulaşılamaz.
Yaşanan tüm kirlilik, uyuşturucu ve kara para trafiği,
hayali ihracat, vurgun ve soygunlar, banka hortumlamalar,
çeteleşme, ırkçılık ve şovenizm yarışı,
şiddet olgusu, tüm bunlar iç kavganın, barış
ve demokrasi yokluğunun ürünüdür. Barış ve
demokrasi gerçekleşmedikçe, toplumu tutsak alan tabular
yıkılmadıkça, insan hak ve özgürlükleri tam
olarak tanınmadıkça, açıklık ve saydamlık
da sağlanamaz; baskıcı, yasakçı bir sistemin
tüm bu kötü ürünleri ortadan kaldırılamaz.
Sonuç olarak, köklü siyasal reformlar yapılıp ülke barış
ortamına ve çağdaş bir demokrasiye ulaşmadıkça
Türkiye’nin, ekonomi dahil, hiçbir temel sorununu çözmesi
olanaksızdır. Kimse kendi kendisini kandırmasın.
Derviş’in Ecevit’e bağlılığı…
Derviş’i Ecevit keşfetti, deniyor. Geçmişte bir süre danışmanlığını
yapmış. Şubat krizi patlak verip de gemi alabora
olunca Ecevit mi onu hatırladı, yoksa IMF ve Dünya
Bankası yetkilileri mi onu Ecevit’e hatırlattılar,
işin bu tarafını elbet bilemeyiz.. Ama Derviş
iki tarafın da işine gelen biri. Kamuoyunda itibarını
yitirmiş hükümet, tam bir oportünizmle, zaman kazanmak,
kitleleri oyalamak için Derviş’i bir kurtarıcı
gibi sundu. Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcısı,
yıllardır Amerika’da kalıyor ve para bulur
anlayışıyla… Yoksa içerde ülkenin ekonomistlerine
kıran girmemişti. IMF ve Dünya Bankası’nın
da kendi elemanlarına herkesten çok güven duymaları
doğaldı. Belli ki bu durumu aynı zamanda, ipleri
tümden kendi ellerine almak için iyi bir fırsat saydılar.
Derviş içinse bu, hiç beklenmedik biçimde yıldızın parladığı
zamanlardı. Türk hükümeti ona sarıldı, uluslararası
para babaları ona sarıldılar. Ve işin
garibi, Türkiye’nin soyulmaktan, aldatılmaktan bıkmış,
kendi hükümetine ve liderlerine güveni kalmamış
yoksul kalabalıkları da umutlarını ona
bağladılar..
Derviş’in ekonomik planda iç ve dış büyük sermayenin –özellikle
de dış sermayenin- istekleri dışında
bir program uygulaması beklenemezdi. Bunun için seçilmişti.
Ama ekonomik ve siyasal sorunların içiçe geçtiği,
bunun özellikle de bu kriz sırasında ayan beyan
ortaya çıktığı ve siyasal değişim
yönünde seslerin de yükseldiği bu ortamda Derviş’in
bir şansı daha vardı: Türkiye’nin önünü tıkayan
engellerin aşılması, ülkenin barışı
ve demokrasiyi yakalaması için gerekli siyasal dönüşümleri
de ateşleme yönünde bir rol oynama.. Eğer çapı,
dünya görüşü uygun düşseydi bunu yapabilirdi. Dış
dünya Türkiye’deki barış ve demokratikleşme
sürecini desteklemeye açık. İçerde de bu yönde bir
anlayış giderek güçlenmekte. Kitlelerin desteğine
sahip olan Derviş için bu iyi bir andı. Mevcut siyasi
partilerin ve liderlerin itibarının nerdeyse sıfıra
yaklaştığı ve kitlelerin bir kurtarıcı
aradıkları bu ortamda değişimin liderliğine
soyunabilirdi. Bu kendisi için de ülke için de iyi bir fırsattı.
Ama görünen o ki Derviş –ne yazık ki- bu rolü oynamaya hazır
ve istekli değil. Bunun bilincinde de değil. Derviş
ufkunu Ecevit’le sınırladı. Siyasete girip
girmeyeceğine ilişkin sorulara karşılık,
“bunu ilerde yapabilirim” dedi ve şöyle devam etti:
“Ekonomiye ilişkin yoğun çalışmalar hafifleyince hükümette
bağımsız bir bakan olarak kalmak uygun düşmez.
Ben demokratik sol anlayıştayım. Ecevit’e büyük
bağlılığım vardır. Yıllar
önce ortanın solunda birlikte yola çıktık,”
dedi ve Ecevit’e övgüler yağdırmaya devam etti.
Belli ki siyaseti DSP’de yapmayı, belki de Ecevit’e halef
olmayı planlamış..
Derviş bu sözlerle, gerçekte ne demokrat ne de sol olmayan Ecevit’i kendisine
yol gösterici seçmekle ve ona bağlılığını
ısrarla dile getirmekle siyasi geleceğini kendi
eliyle kararttı. Ecevit, Demirel’le birlikte ülkenin
bu duruma düşmesinin iki baş sorumlusundan biridir.
Onlar ülkenin hiçbir temel sorununa çözüm bulamadılar,
çağın gereklerine inatla direndiler ve ürünleri
ortada. Onlar için eğer bir başarıdan söz etmek
gerekirse, bu, ülkenin halkını bunca uzun bir dönem
aldatıp oyalayabilmiş olma sanatıdır.
Derviş belki, onu bu dar dönemde sahneye çıkarıp yıldızını
parlatan Evcevit’e karşı kendisini minnet borçlu
saydığı için böyle yaptı. Belki Ecevit’in
mirasına konma gibi daha kurnazca bir hesabın içinde.
Ama her iki durumda da küçük hesaplar sözkonusudur. Özellikle
Ecevit’in siyasal mirası imrenilecek bir şey değil.
Bu eskiyi, tutuculuğu, çöküntüyü temsil ediyor. Başarının
anahtarı ise bu mirasa göz koymakta değil, olsa
olsa reddi mirastadır..
Ecevit gibi değişim karşıtı
ve tükenmiş birinin ardına düşmekle, Derviş
kendisine de ülkeye de yazık etti. Böylece o, Türkiye’nin
gerek duyduğu değişimci ve reformcu önder olamıyacağını
pek çabuk ilan etti.
Derviş’in çok hızlı parlayan yıldızı aynı
hızla da sona ereceğe benzer. Hak edilmeyen ünler
yel gibidir. Haydan gelen huya gider, selden gelen suya gider…
Umarım ki yanılmış olayım ve Derviş, Ecevit
gibilerin kuyruğuna takılmadan, iyi saatte olsunların
höt-mötlerine aldırmadan, kendisi açısından
son derece elverişli mevcut konjünktürü kullanarak barış
ve demokrasi yönünde öncü bir rol oynayabilsin. Toplumların
tarihinde gerek duyulan liderler zor zamanlarda ortaya çıkar;
ama böyleleri için de cesaret ve ileri görüşlülük gerekir.
|