PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Ayın yorumu:
Derviş’in Rolü

Kemal BURKAY

Kemal Derviş’in rolü ya da, başka bir deyişle görevi son günlerde daha da netleşiyor. Bu rol, biri hükümet, biri de iç ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından olmak üzere ikilidir.

Ülkeyi kriz batağına sokan, toplumun güvenini tümüyle yitiren ve salt “mecburiyetten” hala iş başında kalan hükümet bakımından Derviş’in rolü, kitlelere vereceği umutla paniği önlemek, ekonomik dengelerin yeniden kurulmasını sağlamak, diğer bir deyişle hükümeti kurtarmaktır. Bu halk, sorunlarının çözümünü kendi dışında kurtarıcılara havale etmeye, bu tür kişilere olağanüstü güçler atfetmeye, onlardan mucizeler beklemeye alışık olduğu için bu doğaldır, toplum psikolojisine uygundur. “Kurtar bizi Baba!” diye haykırıp yıllar yılı Demirel’e sarılan, Ecevit’i “umut” ve “Karaoğlan” yapan, “En büyük Özal!” diyen, Necmettin Efendi’de kerametler vehmeden, Çiller’i erotizmle karışık bir “analık”a yükselten bu halktır.. Belli ki bir süre de Derviş’le oyalanacaktır. O, çığ gibi büyüyen umutsuzluğa, öfkeye karşı bir tür müsekkin..

İç ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından Derviş’in rolü ise, bu kesimin çıkarına uygun düşen serbest piyasa ekonomisini tüm kurallarıyla uygulamaktır. Yani tam bir özelleştirme ile mevcut kamu mülkünü (daha doğrusu devlet mülkünü, ya da iktidar partilerinin arpalığını) satmak, bankaların esnafa ve çiftçiye sunduğu ucuz kredileri keserek “görev zararı” denen yükü kaldırmak, fedakarlık deyip yine işçinin, memurun, emeklinin payından kesmek, yani krizin faturasını bir kez daha onlara yüklemektir.

Kamu yatırımları ise bir süre için tümüyle durdurulacak. Zaten durdurmaktan başka çare yok; çünkü gelirler nerdeyse iç ve dış borçların ana parasını ve faizlerini ödemeye ancak yetiyor.

Özelleştirmeler belli bir ölçüde kaynak sağlar. Bankaların alacağı yeni düzen, esnafa ve çiftçiye kaynak aktarımını önleyerek rejimin yükünü hafifletir. Bu arada IMF ve Dünya Bankası’ndan gelecek 8-10 milyar dolar tutarında taze para piyasalara güven verir, değirmenin yeniden dönmesini sağlar..

İşte Derviş tam da bu programı uygulamaktadır. Peki bu programın toplumsal yaşamda yol açacağı sonuçlar, diğer bir deyişle yan etkileri ne olacak?

Son krizle alım güçleri nerdeyse yarı yarıya düşen işçiler, memurlar, emekliler kemerlerini ya da dişlerini sıkmaya devam edecekler. Zaten daha şimdiden işçilerden bir yıl için zam talep etmemeleri isteniyor! Memurlar ve emekliler için de aynı şey.. Yani programın onlara sunduğu şey katmerli bir açlık ve yoksulluktur.

Sokaklara atılan ve daha da atılacak olan eski ve yeni yığınla işsizin durumu ise tümüyle “Allaha kalmış”tır..

Sokakları yatıştırmak için esnafların ağzına bir parmak bal çalındı, borçlarının faizleri düşürüldü. Ama asıl darbe bundan sonra gelecek. Artık ucuz kredi yok. Yani onlar için bundan böyle ne borç, ne de borç faizi olacak! Bundan böyle, engellerini aşan serbest piyasa ekonomisinde yaşanacak kıran kırana rekabet ortamında onların pek azı ayakta kalacak. Çoğu, yerli ve yabancı mallarla dolu süpermarketlere yenilecek ve kepenk indirecek; tezgahtara, işçiye, yakın dönem için daha çok da işsize dönüşecek.

Benzer bir dönüşüm kırsal kesimde yaşanacak. Devletin ucuz kredi ve taban fiyatları politikası son bulacağı için çiftçilerin de ancak küçük bir bölümü yaşanacak amansız yarışta ayakta kalacak; büyük bölümü topraklarını ve traktörünü satacak, kente yönelecek, işsizler ordusuna katılacak.

Bu program eğer uygulanabilirse -görünen o ki hem de acımasızca uygulanacak- büyük sosyal ve yapısal dönüşümlere yol açacak. Bunun sonuçları esnaf ve köylülük gibi küçük burjuva kesimler için tam bir yıkım ve felaket olacak. Kentlerin işsiz, mesleksiz gecekondu yığınları yeni ve büyük çapta katılımlarla büyüyecek.

Bu aynı zamanda yeni tepkilere yol açacak. Katmerli açlığa zorlanan işçi, memur ve emeklilerin durumu da göz önüne alındığında , geniş halk kesimlerini sarması muhtemel tepkiler, Türkiye gibi, yurttaşları devlet karşısında kuzular kadar uysal olan bir ülkede bile toplumsal patlamalara yol açabilir..

Derviş, işte MGK’da ve Parlamento’nun Bütçe-Plan Komisyonu’nun gizli oturumunda ve benzer kapalı kapılar ardındaki toplantılarda ilgililere bu durumu anlattı.

Bu tepkiler ne ölçüde olur, yıllar yılı dayakla, işkenceyle, ölümle, korku ve dehşetle eğitilmiş ve sindirilmiş bu toplumda bile güçlü sosyal patlamalara dönüşür mü, bilemeyiz. Bunu zaman gösterecek. Elbet, kimse bir devrim beklemesin. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sistemin çöküşünün ardından kapitalist dünya bu bakımdan rahat. Olsa olsa, kitlelerin sokağa dökülmesi programın hayata geçirilmesini ve krizin aşılmasını zorlaştırır. Ama rejim daha şimdiden kendisini bu ihtimallere hazırlıyor.. “Kahraman ordumuz ve polisimiz” de zaten böylesine dönemler için dipçiğini ve copunu, panzerlerini ve tanklarını kullanmak için bekliyor..

Peki, kitleler sokağa dökülmese, ortalık karışmasa bile, sözkonusu program Türkiye’nin bu vartayı atlatmasına, ekonominin düze çıkmasına, politik istikrarın kuruluşuna yeter mi? Ülkede bir barış atmosferi yaratacak ciddi sosyal ve siyasal tedbirler alınmadıkça, demokratikleşme yönünde köklü reformlar yapılmadıkça, ekonomik ve politik yaşamda böylesine bir iyileşme ummak, bir kez daha kendini aldatmak olur.

Ekonomide düzelme, herşeyden önce bugünkü rant ve yolsuzluk ekonomisinin yerine üretimi güçlendirmekle mümkündür. Oysa bu programın kendisi, yatırımları durdurmakla işe başlıyor! Savurganlığı, yolsuzlukları önlemek, kaynakları üretici alanlara yöneltmek ise, ülkenin içinde bulunduğu politik iklimle, barış ortamı ve demokrasiyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.

Şimdiye kadar dilimizde tüy bitercesine söyledik: Kürt sorununu çözmeden, inanç özgürlüğüne saygılı gerçek bir laikliği hayata geçirmeden, insan haklarını tam olarak tanımadan, bir başka deyişle düşünce, örgütlenme ve basın özgürlükleri gerçek anlamda var olmadan iç barış sağlanamaz. Kıbrıs sorununu ve Yunanistan’la öteki sorunları çözmeden, genel olarak bölgede güç gösterisi ve tehditle sonuç alma yerine, komşulara karşı barışçı politikaları hayata geçirmeden Türkiye kaynaklarını büyük ölçüde silaha ve askeri harcamalara ayırmaktan vazgeçmez. İçerde sürekli kendi halkıyla kavgalı olan, hatta savaşan, dışarda da nerdeyse tüm komşularıyla her an savaşacakmış gibi duran bir ülke, hem kaynaklarının büyük bölümünü bu alanda telef edecek, hem de ekonomik ve sosyal gelişme için gerekli güven ortamını asla bulamıyacaktır. Türkiye’nin durumu işte budur.

Türk yönetimi şu anda “Derviş Programı” çerçevesinde aldığı tedbirlerle ülkeye 10-12 milyar dolar yeni kredi sağlayıp krizi aşmaya çalışıyor. Oysa önümüzdeki on yıl için salt birkısım askeri projelere ayrılan pay 150 milyar dolardır, yani bu paranın 13-15 katı... Bu aynı zamanda Türkiye’nin nerdeyse tüm iç ve dış borç toplamına eşit bir paradır.

Türkiye’yi dünden bugüne yönetenler, Kürtlere en meşru ulusal haklarını, bizzat Türklere düşünce, örgütlenme, basın ve inançlarına uygun yaşama özgürlüklerini tanımayarak iç barıştan yoksun, gergin, kavgalı, çağdışı bir toplum yarattılar. Ülkenin dış politikası da aynı durumda. Bu yüzden, NATO ülkeleri arasında ABD’den sonra ikinci büyük orduyu ve 250 bin kişilik ikinci bir polis ordusunu besliyor!

Bu akıl alacak şey mi! Bu ülkenin yönetimi kendi yurttaşlarına hak ve özgürlük tanısa, komşularıyla sorunlarını uluslararası hukuka uygun biçimde ve uluslararası kurumlarda çözmeye evet dese, bu ülke hem barışa, hem demokrasiye ulaşır.

Barışa ve demokrasiye karşı bu inat, bu ayak direme neden?..

Türkiye şu 2001 yılında bile hala, Faşist Mussolini yönetiminden alınmış bir ceza yasasıyla yönetiliyor! 12 Eylül faşizmi ise hukuk sistemini Mussolini’ninkinden kat kat ağırlaştırdı. Mussolini gitti, Franko gitti, Arjantin cuntasının mensupları hapse düştü, Pinoşe evinde göz hapsinde, ama Kenan Evren’e dokunan yok. Onun ve ekibinin oluşturduğu 12 Eylül faşist çarkının kılına dokunan yok…

Adına “Anayasa” denen cunta fermanını, deli gömleğini kaldırıp yerine demokratik, çağdaş bir anayasa yapmak için herhangi bir çaba yok. Ne sözde Parlamento, ne sözde hükümet bu konuda hiç bir adım atmıyor. Bu ülkenin hukukçuları bile demokrasi konusunda büyük çoğunlukla çifte standartlı. Ülkeyi MGK adı altında generaller yönetiyor.

Bu hükümetin demokratikleşme diye hiçbir derdi tasası yok. Bu politikacılar, iktidar ve muhalefet olarak sanki çağın dışında yaşıyorlar. İçten ve dıştan gelen baskılar karşısında, sözde yasalarda bazı “düzeltmelere” gittikleri zaman bile, şu TMK’nın 16. Maddesi’nde yaptıkları gibi, durumu eskisinden de beter ediyorlar.

Tanrım, bunlar ne biçim insanlar?!. Bu kadar kalın kafa ancak “tanrı vergisi”, yani senin işin olabilir!..

İşin garibi, “ekonomik reformun” yanısıra, bol bol da “siyasi reform”dan söz edilen şu günlerde, TÜSİAD’ın bazı önerilerinin dışında, siyasal planda değişim yönünde dişe dokunur hiçbir öneri, hiçbir plan-program yok ve buna Derviş’in önerileri de dahil!

Hatta bu alanda rejimin büyükbaşları telaş içindeler. “Ya batılılar ekonomik yardım için bazı siyasal reformları, örneğin Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözümü yönünde bazı önerileri gündeme getirirlerse, bizden taviz isterlerse?.” diyorlar. Derviş bu konuda onları yatıştırıyor: “Bu tür önerileri dinlemem bile!” diye efeleniyor..

Dinlemeyin bayım, dinlemeyin! Kıbrıs sorununun barışçı çözümü sizin çıkarınıza değil! Kürt sorununun barışçı ve adil çözümü de! Durup dururken başınıza açtığınız türban belası gibi bir sorundan akıl yoluyla kurtulmak da!. Kıbrıs’ta federasyonu az buluyor ve konfederasyon istiyorsunuz. Kürtlere ise radyo ve televizyonu, anadilde okulu bile çok görüyorsunuz.  Tutukladığınız solcu genci, yalnız 15 yıla veya müebbede mahkum etmekle yetinmiyor, onu ayrıca F-Tipi’nde ebedi yalnızlığa, hücre cezasına mahkum ediyor, yani zindan içinde zindana sokarak yok etmeye çalışıyorsunuz. Bu aklınızla bin yaşayın, e mi! Siz bu kafayla içerde ve dışarda barışa tez ulaşırsınız!. Siz bu kafayla ekonomiyi düzeltir, çağdaş uygarlık düzeyini kolay yakalarsınız!..

Görüldüğü gibi “Batı cephesinde –siz Doğu anlayın- yeni birşey yok”. Türkiye’yi yönetenler bakımından eski tas eski hamam. Bu tutumla rejim krizden çıkamaz; olsa olsa, çok daha derin ve onulmaz bir krize kadar bir parça zaman kazanır.

Bu tutumla besbelli yolsuzluklar da önlenemez, temiz topluma ulaşılamaz. Yaşanan tüm kirlilik, uyuşturucu ve kara para trafiği, hayali ihracat, vurgun ve soygunlar, banka hortumlamalar, çeteleşme, ırkçılık ve şovenizm yarışı, şiddet olgusu, tüm bunlar iç kavganın, barış ve demokrasi yokluğunun ürünüdür. Barış ve demokrasi gerçekleşmedikçe, toplumu tutsak alan tabular yıkılmadıkça, insan hak ve özgürlükleri tam olarak tanınmadıkça, açıklık ve saydamlık da sağlanamaz; baskıcı, yasakçı bir sistemin tüm bu kötü ürünleri ortadan kaldırılamaz.

Sonuç olarak, köklü siyasal reformlar yapılıp ülke barış ortamına ve çağdaş bir demokrasiye ulaşmadıkça Türkiye’nin, ekonomi dahil, hiçbir temel sorununu çözmesi olanaksızdır. Kimse kendi kendisini kandırmasın.

Derviş’in Ecevit’e bağlılığı…

Derviş’i Ecevit keşfetti, deniyor. Geçmişte bir süre danışmanlığını yapmış. Şubat krizi patlak verip de gemi alabora olunca Ecevit mi onu hatırladı, yoksa IMF ve Dünya Bankası yetkilileri mi onu Ecevit’e hatırlattılar, işin bu tarafını elbet bilemeyiz.. Ama Derviş iki tarafın da işine gelen biri. Kamuoyunda itibarını yitirmiş hükümet, tam bir oportünizmle, zaman kazanmak, kitleleri oyalamak için Derviş’i bir kurtarıcı gibi sundu. Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcısı, yıllardır Amerika’da kalıyor ve para bulur anlayışıyla… Yoksa içerde ülkenin ekonomistlerine kıran girmemişti. IMF ve Dünya Bankası’nın da kendi elemanlarına herkesten çok güven duymaları doğaldı. Belli ki bu durumu aynı zamanda, ipleri tümden kendi ellerine almak için iyi bir fırsat saydılar.

Derviş içinse bu, hiç beklenmedik biçimde yıldızın parladığı zamanlardı. Türk hükümeti ona sarıldı, uluslararası para babaları ona sarıldılar. Ve işin garibi, Türkiye’nin soyulmaktan, aldatılmaktan bıkmış, kendi hükümetine ve liderlerine güveni kalmamış yoksul kalabalıkları da umutlarını ona bağladılar..

Derviş’in ekonomik planda iç ve dış büyük sermayenin –özellikle de dış sermayenin- istekleri dışında bir program uygulaması beklenemezdi. Bunun için seçilmişti. Ama ekonomik ve siyasal sorunların içiçe geçtiği, bunun özellikle de bu kriz sırasında ayan beyan ortaya çıktığı ve siyasal değişim yönünde seslerin de yükseldiği bu ortamda Derviş’in bir şansı daha vardı: Türkiye’nin önünü tıkayan engellerin aşılması, ülkenin barışı ve demokrasiyi yakalaması için gerekli siyasal dönüşümleri de ateşleme yönünde bir rol oynama.. Eğer çapı, dünya görüşü uygun düşseydi bunu yapabilirdi. Dış dünya Türkiye’deki barış ve demokratikleşme sürecini desteklemeye açık. İçerde de bu yönde bir anlayış giderek güçlenmekte. Kitlelerin desteğine sahip olan Derviş için bu iyi bir andı. Mevcut siyasi partilerin ve liderlerin itibarının nerdeyse sıfıra yaklaştığı ve kitlelerin bir kurtarıcı aradıkları bu ortamda değişimin liderliğine soyunabilirdi. Bu kendisi için de ülke için de iyi bir fırsattı.

Ama görünen o ki Derviş –ne yazık ki- bu rolü oynamaya hazır ve istekli değil. Bunun bilincinde de değil. Derviş ufkunu Ecevit’le sınırladı. Siyasete girip girmeyeceğine ilişkin sorulara karşılık, “bunu ilerde yapabilirim” dedi ve şöyle devam etti:

“Ekonomiye ilişkin yoğun çalışmalar hafifleyince hükümette bağımsız bir bakan olarak kalmak uygun düşmez. Ben demokratik sol anlayıştayım. Ecevit’e büyük bağlılığım vardır. Yıllar önce ortanın solunda birlikte yola çıktık,” dedi ve Ecevit’e övgüler yağdırmaya devam etti. Belli ki siyaseti DSP’de yapmayı, belki de Ecevit’e halef olmayı planlamış..

Derviş bu sözlerle, gerçekte ne demokrat ne de sol olmayan Ecevit’i kendisine yol gösterici seçmekle ve ona bağlılığını ısrarla dile getirmekle siyasi geleceğini kendi eliyle kararttı. Ecevit, Demirel’le birlikte ülkenin bu duruma düşmesinin iki baş sorumlusundan biridir. Onlar ülkenin hiçbir temel sorununa çözüm bulamadılar, çağın gereklerine inatla direndiler ve ürünleri ortada. Onlar için eğer bir başarıdan söz etmek gerekirse, bu, ülkenin halkını bunca uzun bir dönem aldatıp oyalayabilmiş olma sanatıdır.

Derviş belki, onu bu dar dönemde sahneye çıkarıp yıldızını parlatan Evcevit’e karşı kendisini minnet borçlu saydığı için böyle yaptı. Belki Ecevit’in mirasına konma gibi daha kurnazca bir hesabın içinde. Ama her iki durumda da küçük hesaplar sözkonusudur. Özellikle Ecevit’in siyasal mirası imrenilecek bir şey değil. Bu eskiyi, tutuculuğu, çöküntüyü temsil ediyor. Başarının anahtarı ise bu mirasa göz koymakta değil, olsa olsa reddi mirastadır..

 Ecevit gibi değişim karşıtı ve tükenmiş birinin ardına düşmekle, Derviş kendisine de ülkeye de yazık etti. Böylece o, Türkiye’nin gerek duyduğu değişimci ve reformcu önder olamıyacağını pek çabuk ilan etti.

Derviş’in çok hızlı parlayan yıldızı aynı hızla da sona ereceğe benzer. Hak edilmeyen ünler yel gibidir. Haydan gelen huya gider, selden gelen suya gider…

Umarım ki yanılmış olayım ve Derviş, Ecevit gibilerin kuyruğuna takılmadan, iyi saatte olsunların höt-mötlerine aldırmadan, kendisi açısından son derece elverişli mevcut konjünktürü kullanarak barış ve demokrasi yönünde öncü bir rol oynayabilsin. Toplumların tarihinde gerek duyulan liderler zor zamanlarda ortaya çıkar; ama böyleleri için de cesaret ve ileri görüşlülük gerekir.

 
PSK Bulten © 2001