PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Ayın yorumu

Şubat 2001

Türkler yine Çıldırdılar

F. Hasan

Yazıma ne başlık atayım diye düşünürken, dilimin ucuna gelen üç sözcük bu oldu: “Türkler yine çıldırdılar!” Bugünkü duruma en uygun düşen, Türkiye’de olan biteni özetleyen bu.

Ama böyle bir başlık koymak siyaseten uygun düşer mi? Türk dostlar incinmezler mi?

Şimdiye kadar bunu hiç yapmadım. Türk toplumundaki yaygın kötülükleri, çok sayıdaki çılgınlıkları, nerdeyse ulusal bir karakter haline dönüşmüş şovenizmi, ırkçılığı, kendine güvensizliği, paranoyayı, saldırı ve şiddet tutkusunu ve benzer şeyleri anlatırken Türk halkını uzak tutmaya özen gösterdim. “Türk egemen sınıfları“ dedim, “Türkiye’yi yönetenler“ dedim, şu dedim, bu dedim. Yani sizin anlıyacağınız, nezaket ve komşu bir halka saygı, belki de siyaset icabı, doğruyu söylemedim! Zaten, Orhan Veli’nin “beni bu güzel havalar mahvetti“ demesi gibi -güzel mi değil mi ayrı bir konu- bizi de bu siyaset mahvetti!

Ama bu kez öyle yapmadım. Nerden inceyse ordan kopsun diyerek, kimseye iltimas etmeden, komşu bir halka saygı maygı kibarlığına sapmadan, doğru neyse, dosdoğru onu söylüyorum: Türkler yine çıldırdılar!

Türk dostlarım, sayıları ne yazık ki çok az da olsa aklı başında aydınlar -elbet böyleleri var ve şimdi onların da yürekleri olup biten bunca soytarılık karşısında kan ağlıyordur- beni hoş görsünler!.

Evet, Fransız Parlamentosu’nun Ermeni soykırımına ilişkin kararı nedeniyle gösterilen ölçüsüz, ipe sapa gelmez, akıl almaz tepkilerden söz ediyorum.

Bunu yalnız yöneticiler, yalnızca her cinsten ve türden politikacılar yapmıyor. Üniversite profesörleri, lise öğrencileri, sendikacılar, tüccar takımı, zengini ve baldırı çıplağıyla cümlesi yapıyor. İnsan son günlerde bu ülkenin hükümetine ve parlamentosuna, gazetesine ve televizyonuna, okuluna ve camisine, meydanına ve soğanı bakınca bu halk çıldırmış olmalı diyor. Fransızlara ateş püskürüyorlar. Neden onlar ermeni halkına karşı işlenen soykırımı kınıyorlar diye!..

Yani Türkler bir halkı kırımdan geçirebilir; ama kimse de dönüp onlara, “bu yaptığınız ayıp” diyemez!.. Derse Türk halkına düşmanlık etmiş olur, binbir kötülük etmiş olur!..

Dönme psikolojisi

Hani bunu diyenlerin çoğu Türk olsa yine yanmam. Adına şu son yetmiş yılda “Türkiye” denen bu memlekette, yani Anadolu’da ve Trakya’nın bir parçasında nüfusun son derece çeşitli ve karmaşık yapısı malum. Karadeniz bölgesinin bir ucu Gürcü, öteki yanı laz; yani Rum’dan, Cenevizliden kalma.. Güney sınırı yer yer Arap. Ortası ve Batısı karmakarışık: Rumun, Ermeninin, Bulgarın, Arnavudun bir halitası. Doğusu ve Güneydoğusu ise zaten Kürdistan. Üstelik İç Anadolu’nun nerdeyse yarısı; İstanbul, İzmir, Ankara gibi metpollerin üçte biri; Adana, Mersin gibi kentlerin ise daha fazlası yine Kürt!..

Özetle bu ülkenin etnik yapısı bir mozaik. “Ne mozayiği ulan!” sözünü söylemiş olmakla ünlü Türk ırkçısının bile menşe olarak “Bogos” namında bir Rumun soyundan geldiği sır değildir…

Adına Türkiye denen şu ülkeyi yönetenlere bir bakın: kimi Laz, kimi Kürt, kimi Çerkez, kimi Arap, Yahudi, Slav, Arnavut.. Hatta soy ve soplarını araştırsan aralarında birhayli Ermeni bulursun… Osmanlı döneminde de öyle değil miydi, bu ülkeyi devşirme sadrazamlar ile, çoğu Rum ve Ermeni dilberlerinden olma padişahlar yönetmedi mi? Bizce aslında bir insanın hangi soydan geldiği, dili, dini ve rengi hiç önemli değil; sadece “yüce” Türk soyu ve kanı üstüne o kadar edebiyat yapanların bilgisine sunulur. Bunlar gidip de bir aynaya baksalar herhalde kendi kendilerine ve kimsenin duymayacağı şekilde şöyle derlerdi:

“Ulan sen de az dönme değilsin hani!.."

Bilirsiniz, dönmeler çok bağnazdır ve bu ülkeyi dönme psikolojisi yönetiyor. Bu türler kendilerini kabul ettirmek için olmadık bir fanatizm sergilerler.

İşte şimdi bu baylar Fransızlara ateş püskürüyor. Kimisi Fransız mallarını boykot edelim, diyor. Kimisi Fransız dilini kültürünü boykot ediyor! Kimisi Fransız elçiliği ve konsolosluğu önüne siyah çelenk koyuyor. Kimisi yumurta ve çürük domates yağdırıyor. Kimisi Fransız bayrağı yakıyor. Kimisi, Cezayir’de, Vietnam’da ve diğer sömürgelerde yaptıkları nedeniyle Fransa’yı soykırımla mahkum edelim diyor. Kimi De Gaulle Sokağının adını Habip Burgiba, Paris Caddesi’nin adını Cezayir Caddesi koyalım, diyor! Daha neler neler!.. En soğukkanlı görünenleri bile, Ermeni tezlerini boşa çıkarmak için arşivleri araştırmacılara açalım diyorlar.

Elbette Türk kardeşlerimizin çıldırması ilk değil. İtalya Öcalan’ı iade etmeye yanaşmayınca da aynen böyle olmuştu. Kimisi öfkesini İtalyan kravatı ile gömleğinden çıkarmıştı. Kimisi sokakta İtalyan malı portakalları çiğnemiş, İtalyan malı buz dolaplarını tekmelemişti. İtalyan büyükelçiliği ise günlerce kuşatma altına alınmıştı. Şimdi, sözkonusu geçmiş deneyimlerden de yararlanarak Fransızlara karşı daha zengin eylem biçimleri konuyor...

Soykırım gerçek mi, değil mi?

Peki bunca telaşa, öfkeye kırıp dökmeye sebep ne? Fransız Parlamentosu Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermenilere yapılanı soykırım saymış ve kınamışsa böyle mi yapmak gerekir? Yoksa büyük bir ülkenin parlamentosunun bu karara varmasının ve başka ülkelerin parlamentolarının da konuyu sık sık gündemlerine alıp benzer kararlara varmalarının nedenleri ve 85 yıl önce yaşanmış bu olayın gerçek niteliği üzerinde soğukkanlıca düşünüp çağdaş, uygar bir tavır benimsemek mi doğru? Hangisi bu ülkenin ve bu toplumun yararına?.

Öncelikle, Ermenilere yapılan soykırım tanımına uyuyor mu, uymuyor mu? Ermeniler bunun soykırım olduğu görüşünde. Dünya kamuoyu da aynı görüşte. Sayı 1,5 milyon, ya da daha çok, daha az olmuş, önemli değil; ama bu kadar insanın bir bölümü, çoluk çocuk, yaşlı genç demeden, kent ve köylerinde, ya da çıkarıldıkları sürgün yolunda kırımdan geçirildiler. Bir bölümü canını kurtarıp Osmanlı‘nın denetlediği bölgenin dışına çıkabildi. Ama böylece onlar da binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları topraklardan, yurtlarından kovuldular.

Bunun adı soykırımdır, başka birşey değil. Bunun sonucu, Lozan Antlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan topraklar üzerinde, İstanbul dışında Ermeni kalmadı. Orda da az birşey kaldı ve onların da bir bölümü zamanla, süregelen baskılar ve 6-7 Eylül benzeri katliamlarla, çekip gitti; İstanbul’daki Ermeni cemaati giderek ufaldı.

Türk yönetimi bunu soykırım saymıyor, savaş içinde karşılıklı çatışma sayıyor. Bu çatışmanın sorumluluğunu da Ermenilere yüklüyor, onların Rus ordusuyla işbirliği yapıp Osmanlı ordusuna karşı savaştığını, Müslüman halka kıyım yaptığını ileri sürüyor. Buna benzer bir dizi gerekçe uyduruyor, gerçeği kabul edemeyenlerin çaresizliğiyle onu gizleyip çarpıtmaya çalışıyor.

Bu iddialar doğru değil. Türk yönetimi bu tür saçma sapan iddialarla kimseyi kandıramaz. Olaylar, aynen Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımı gibi 20. Yüzyılda ve dünya kamuoyunun gözleri önünde cereyan etti. Olayın tanıkları içinde hala sağ olanlar var.

Rus ordusuyla işbirliği ettikleri için başlarına bu belanın geldiği iddiası doğru değil. çünkü Ermeni kırımı ve sürgünü, Rus ordusu daha Osmanlı topraklarına girmeden, 1915 yılında yaşandı. Osmanlı askeri ve mülki erkanı eliyle, onların gözetiminde hayata geçirildi. Olup bitenler, tanıkların anlattıkları, belgelerin ortaya koydukları, bu soykırımın İtihat ve Terakki yönetimince planlandığını kanıtlıyor. Ermenilerin bölgedeki Müslüman halka yönelik karşı saldırıları, öç alma eylemleri ise, çok daha sonra, Rus ordusunun bölgeyi işgali sırasındadır.

Şöyle bir soru akla gelebilir: Osmanlı yönetimini Ermenilere karşı böylesine geniş boyutlu bir yoketme ve sürme eylemine yönelten sebep neydi? Kanımca bunun iki nedeni var? Birincisi savaş durumunda Ermenilerin, daha önceki savaşlarda Bulgarların ve öteki Balkan halklarının yaptığı gibi Rus odusuyla birlikte davranma, ona destek olma kaygılarıydı. ötekisi ise Anadolu’yu Türkleştirme çabası. Yani tümüyle ırkçı bir politikaya dayalı, etnik arındırma eylemi..

Bu nedenlerin ne birincisi ne de ikincisi, kimseye bir halkı yok etme ya da kitleler halinde yurdundan sürme hakkı vermez. Hiçbir neden soykırımı haklı kılamaz. Sivil savunmasız insanlar –yaşlı genç, çoluk çocuk- şurda kalsın, savaş esirlerini bile öldürme hakkı yoktur.

Ermeniler de Kürtler ve Rumlar gibi Anadolu’nun Türklerden önceki eski halklarındandır. 19. Yüzyıldaki ve 20. Yüzyılın başlarındaki tüm araştırmalar, gerek Osmanlı kaynakları, gerekse Fransız, Rus ve öteki Batılı kaynaklar, gezgin raporları, Doğu Anadolu’da, yani Kürdistan’da nüfusun yüzde 70 gibi büyük çoğunluğunun Kürt, yaklaşık yüzde 20’sinin ise Ermeni olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısiyle burası Kürdistan’dı ve Ermeni halkı da büyük bir azınlıktı. Bölgedeki Türk nüfusu ise, yalnız Kürtlerden değil, Ermenilerden de çok daha azdı.

Bölünme fobisinin kaynağı

Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında Avrupa yakasında Rusya ve Avusturya Macaristan karşısında gerileyip Yunanistan’ı ve balkanların da büyük bölümünü yitirmesi Osmanlı aydınları arasında bir dağılma, herşeyi yitirme korkusuna yol açtı. Bu dönem aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin sahneye çıktığı ve ön plana geçtiği dönemdir. Bunu temsil eden İttihat ve Terakki Partisi idi ve bu parti 1908’den itibaren yönetimi ele geçirmişti. İttihat ve Terakki Türk milliyetçisi, bundan da öte yayılmacı, ırkçı-turancı bir ideolojiye sahipti ve bu anlayışla imparatorluğu 2. dünya savaşında Almanların yedeğinde maceraya sürükledi.

Anadolu’yu Türkleştirme, Rumları, Ermenileri, hatta Kürtleri ve öteki Türk olmayan Müslüman halkları yok etme düşüncesi ilk kez İttihat ve Terakki‘nin mutfağında hazırlanmıştır. Cumhuriyeti kuran asker-sivil aydınlar ve Kemalizmin kendisi bu ideolojik temel üzerinde biçimlendi.

Bu anlayış 1. Dünya Savaşı sırasında Ermeni soykırımına, Rum ve Kürt sürgününe yol açtı. (700 bin Kürt de, sözde korunma amacıyla Kürdistan’dan iç ve Batı anadoluya sürüldüler ve bu insanlar da yollarda ve gittikleri yerlerde açlıktan, soğuktan ve salgın hastalıklardan telef oldular). Kimi Türk subayları savaş içinde şu sloganı açıkça dile getirmekten çekinmediler: “Gelişte Zoları temizledik, dönüşte de Loların icabına bakacağız!..“ “Zo“lardan kastedilen Ermenilerdi, “Lo“larla kastedilen ise Kürtler...

TC işte bu anlayışı devraldı. Anadolu’nun ve Trakya’nın Türkiye olmadığını en iyi Türk yöneticiler bilir! Bölünme, dağılma fobisi, Anadolu’yu ve Kürdistan’ı Türkleştirme tutkusu, Türk yönetimini Türk olmayanlara karşı akılalmaz bir baskı ve asimilasyon politikasına yöneltti, ülkede yaşayan öteki ulusların ve ulusal azınlıkların en temel hakları çiğnendi, hatta dilleri, türküleri bile yasaklandı. Bunun sonucu meydana gelen Kürt ayaklanmaları kanla bastırıldı, toplu kırımlar ve sürgünler yapıldı. Böylece Türkiye’nin geçmişindeki tek soykırım, Osmanlı’dan miras aldığı Ermeni soykırımı değil; onun tarihi bir soykırımlar tarihidir...

Bu politika bugün de tüm hızıyla ve pervasızca devam ediyor. 4000 Kürt köyünün ve onlarca kasabanın yakılıp yıkılarak boşaltılması, 4-5 milyon dolayındaki Kürdün yerinden yurdundan sürülmesi daha taze bir olaydır.

İşte Türk devleti’nin Ermeni soykırımının hatırlatılmasından bu denli ürkmesi, böylesine aşırı tepki göstermesi bundandır. Bu devam edegelen bir suçla ilgili olarak duyulan bir panik ve korku gösterisidir, suçluların telaşıdır. Yoksa 85 yıl önce, hem de bir Cumhuriyet hükümeti döneminde değil, Osmanlı’nın son günlerinde, İttihat ve Terakki’nin eliyle işlenmiş bu suçu mahkum etmek, bundan dolayı üzüntülerini belirtmek o kadar zor olmasa gerekti.. TC’yi kuranlar yıllarboyu Osmanlı’nın son dönem padişahlarını ağır biçimde karaladılar, Abdülhamit’i “kanlı sultan ve despot“, Vahdettin’i ise hain diye nitelediler. İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerini, Enver, Talat ve Cemal’leri maceracı ve komplocu olarak gösterdiler. Ermeni soykırımını da onların üstüne yıkıp kendilerini temize çıkarmayı düşünemezler miydi?.

Ama bugün Kürt halkına karşı devam edegelen baskı ve yok etme politikası böylesine açık davranmayı engelliyor. Başlıca bu nedenle Türk yönetimi ve onun koşullandırdığı kamuoyu kendi tarihiyle hesaplaşmayı göze alamıyor.

Suçluların telaşı

Son günlerde, yalan dolanla beyni yıkanıp koşullanmış sıradan insanı, sokaktaki adamın söyleyip yaptıklarını bir yana bırakın; ama Türk devletinin önde gelen sözcülerini, hükümet adamlarını, siyasi parti liderlerini, parlamenterleri, bilim adamlarını, yazar çizerleri dinleyince insan şaşırıyor. Sanki mantık bu ülkeden çekip gitmiş. Tarihi gerçekleri yok sayınca onun yok olabileceğini sanıyorlar... “Türke Türk propagandası” ve başını kuma gömen devekuşu politikası…

Entellektüel bilinen, Yahudi asıllı Dışişleri Bakanı Cem, Fransız Parlamentosu’nun kararını Türk halkına yapılmış bir kötülük, bir “yanlış“ sayıyor ve “kimse bu tür kötülüklerden bir yarar görmedi!“ diyor. İşe bakın! Ermeni halkını soykırımdan geçirmek kötülük olmuyor da bunu kınamak “bir halka kötülük“ oluyor!..

Peki Yahudi soykırımını kınamak Alman halkına bir kötülük, bir hakaret mi sayılıyor? Yoksa bu, bizzat Alman halkına da çok çektiren Nazi zulmünü mahkum etmek midir?..

Bütün dünya gibi Alman halkı ve yönetimi de böyle düşünmüyor. İnsanlar Alman halkıyla soykırım suçu işlemiş Nazi yönetimini ve bu soykırımda kişi olarak rol oynamış olanları birbirinden ayırıyorlar. Alman halkının bizzat kendisi bu insanlık suçunu inkar etmeyi, gizlemeyi asla düşünmüyor; aksine mahkum ediyor ve bu acı olayların unutulmaması, tekrarlanmaması için çaba gösteriyor. İşte uygarca tutum budur.

Türk halkını kötülüklerden koruma adına Ermeni soykırımını, yani yalnız Ermnilere değil, insanlığa karşı işlenmiş bu ağır suçu gizlemeye çalışan İsmail Cem de bunu yapabilirdi. Bu suçu yapanları açık bir dille mahkum edebilirdi. Daha sonraki kuşaklar adına yapılanlardan acı ve utanç duyduğunu söyleyebilir, Ermeni alkından özür dileyebilirdi. Bir aydına yaraşan budur. çağdaş tavır, uygar tavır da budur.

Ya Kürdizade Mustafa Bey’in oğlu Ecevit?. O da Fransa’ya karşı tepkilerin dozu artınca, yani kantarın topuzu kaçınca, bunun bizzat Türkiye’ye vereceği büyük zararları fark edip bunu engellemek ve kamuoyunu yatıştırmak için ilginç bir gerekçe buluyor ve şöyle diyor:

“Bu kararı alanlar bir avuç politikacıdır, Fransız halkı değil; Fransız halkını incitmeyelim!“

Fransız Parlamentosu’nun oybirliğiyle aldığı karar “birkaç politikacının“ ürünü öyle mi? Fransız parlamentosu kimi temsil ediyor, Fransız halkını değil mi?..

Görülüyor ki, gerçekleri görmek istemeyenler için demagojinin, saçmalığın sınırı yok. Peki, Bay Ecevit bugünün Fransa Parlamentosu’nu Fransız halkından ayırıyor da, dünün İttihat ve Terakki yönetimini neden Türk halkından ayırmıyor? Üstelik o TC’nin de değil, Osmanlı’nın hükümeti iken… Örneğin şöyle dese: “Ben Osmanlı’nın, İttihat ve Terakki yönetiminin Ermenilere karşı işlediği insanlık suçunu, kırımı ve sürgünü onaylamıyor, şiddetle mahkum ediyorum. Ermeni halkına bunu reva gören zalimler Türk halkını temsil edemezler. Onlar tarih önünde suçludur.“

Ecevit, Osmanlı’nın mirasçısı olarak bunu dese, Türk halkı adına da üzüntülerini belirtse, hiç değilse 85 yıl sonra o insanların torunlarından özür dilese bundan kendisi ne yitirir, Türk halkı ne yitirir? Bu onurlu ve çağdaş bir tutum olmaz mı?

Ama Ecevit bunu diyemez. Çünkü Ecevit ve öteki TC yöneticilerinin kendileri, şu anda, İttihat ve Terakkicilerin Ermenilere yaptıklarının benzerini Kürtlere yapmaya devam ediyorlar. Ecevit ve Türk devletinin öteki sorumluları gerçeği söyleyemez, gerçeğe uygun davranamazlar... Onlar çağdaş ve uygar bir tavır sergileyemezler.

“Cezayirli Asiler” şimdi de can simidi mi oldu?

TC yöneticilerinin kendilerini çaresizce savunmaya çalışırken gösterdikleri tepkiler ise onları daha da acınası ve komik duruma düşürüyor.

Örneğin şu Cezayir örneğinden söz edelim: Fransa Parlamentosu’nun sözkonusu kararından sonra şimdi Türk hükümeti, parlamentosu, medyası ve cümle şovenleri Fransa’nın 1950’li, 60’lı yıllarda Cezayir’de yaptıklarını hatırladılar ve bunu bir soykırım olarak mahkum etmekten dem vuruyorlar. Peki baylar, şimdiye kadar nerdeydiniz?.

Bilindiği gibi Cezayir bir Fransız sömürgesiydi ve Fransızlar buradan da gönül rızasıyla değil, ancak savaşarak çekildiler, çok kötülükler yaptılar. Fransız yönetimi de o dönemde aynen bugünkü Türk yönetiminin Kürdistan’la ilgili yaptığı gibi, Cezayir’i Fransa’nın, Cezayirlileri ise Fransız ulusunun bir parçası sayıyordu! Peki aynı dönemde, sosyalist ülkeler, üçüncü dünya halkları, uluslararası barış ve demokrasi güçleri, bizzat Fransız Komünist Partisi ve Fransa’nın öteki barışsever güçleri, J. P. Sartre gibi seçkin Fransız aydınları Cezayir halkından yana çıkarken, Fransız emperyalistlerini Cezayir’de işledikleri cinayetlerden dolayı mahkum edip Cezayir’e bağımsızlık verilmesini savunurken Türk yönetimi nerede idi?

Nerede olacak, NATO’nun içinde, Fransa’nın yanında! O günlerde Türkiye’nin devlet radyosu ve televizyonu Cezayir ulusal kurtuluşçularından “asiler” diye söz ediyordu!

Kendisi sözde emperyalizme karşı verilmiş bir ulusal kurtuluş hareketinin ardından doğan Türk devleti, her ne hikmetse, öteki halkların ulusal kurtuluş hareketlerine hiç de destek olmadı. Aksine onlardan hep ürktü ve özelikle de NATO’ya girişinin ardından, emperyalist ve sömürgeci sistemin bir parçası gibi davrandı, ulusal kurtuluş hareketlerinin karşısındaki cephede yer aldı. ABD’nin yedeğinde Kore’ye asker gönderdi. Cezayir ulusal kurtuluş savaşında Fransa’yı, Vietnam halkının kurtuluş savaşında da yine Fransa’yı ve daha sonra onun yerini alan ABD’yi destekledi.

Türk yönetiminin şimdi Fransa’nın Cezayir’de veya Vietnam’da yaptıklarından söz etmeye hakkı var mı? Bu korkunç bir ikiyüzlülük değil mi? Fransa eğer Cezayir’de bir soykırım suçu işlemişse, bu soykırıma destek veren Türkiye de onun suç ortağıdır. Fransa’dan önce kendisinin Cezayir ve Kore halklarından özür dilemesi gerekmez mi? Bu saatten sonra Türkiye’nin, kendisini savunma güdüsüyle ve can havliyle Cezayir’de olup bitenlerden söz etmesini kim ciddiye alır?..

Türkiye neden böyle davrandı? Çünkü Türkiye’yi yönetenler Osmanlı’dan gelen bölünme ve dağılma fobisini hala üstlerinden atmamışlardı ve bugün de atmış değiller. Onlar, Bulgar, Sırp, Yunan ve öteki Balkan halklarının kurtuluş savaşı vererek Osmanlı’dan kopmuş olmalarını bir türlü içlerine sindiremediler! Birinci dünya savaşında da aynı şeyi yapan Araplar’ı ihanetle, kendilerini arkadan hançerlemekle suçladılar. Onlara göre, kendilerinin boyunduruğa vurduğu halkların özgür yaşama hakkı yoktur! Kendi köleleri kaderlerine razı olmalı!.

Bu nedenle, Osmanlı mirasını devralmış Türk devletinin sözcüleri, sözde aydınları, tarihçileri ulusal kurtuluş hareketlerini hep cansıkıcı, yürek burkucu olaylar olarak hatırlarlar. Bu korku şimdi Kürt sorunu nedeniyle canlıdır. Türk yönetiminin ve medyasının, sözde aydınlarının dünyadaki tüm ulusal kurtuluş hareketlerine karşı olmalarının nedeni budur. Yarası olan gocunur! Sömürgeci sömürgecinin derdinden anlar!..

İki ayrı tavır, iki ayrı dünya

Bugün, Fransız Parlamentosu’nun kararına karşı bu kadar yırtınanlara şunu hatırlatmakta yarar var: Cezayir kurtuluş savaşı sırasında TC’yi yönetenler Fransız sömürgecilerinin yanında saf tutup Cezayir kurtuluş savaşçılarını “asiler” diye nitelerken, Fransız komünistleri, namuslu aydınları, Fransa’da her zaman sayıları kabarık olan barış ve demokrasi güçleri Cezayir halkından yana tavır aldılar. Başkent Paris’te bu haksız ve kirli savaşa karşı düzenlenen barış gösterilerine yüzbinler katıldı. Cezayirli kurtuluş mücahitlerine destek için ilaç toplanıp gönderildi. Özgürlük ve demokrasinin beşiği Fransa, bütün bunların yanısıra, Cezayir sorununun çözümünde de rol oynayacak, De Gaulle gibi çağdaş bir ulusal lider çıkarabildi. De Gaulle, tarihsel kişiliğini de ortaya koyup, tüm sömürgeci söylemleri bir yana bırakıp, sorunun çözümü için cezayir halkına bağımsızlık verilmesi gereğini yüksek sesle dile getirdi. Bu aşamadan sonra olup bitenler hatırlardadır. Cezayir’deki sömürgeci ordunun savaşa koşullanmış generalleri başkaldırdılar, Paris’e yürümeye kalktılar. Fransa faşist bir darbe tehlikesiyle yüzyüze geldi. Ama Fransız halkı, en başta Paris, De Gaulle’ün çağrısıyla sokaklara döküldü, özgürlükleri ve demokrasiyi savundu. Barış da böyle geldi. De Gaulle’ün çevresinde kenetlenen Fransız halkı karşısında generallerin ve azınlıkta kalan şoven kesimlerin yapabileceği birşey yoktu.

Şu İsrail-Filistin çatışması sırasında da İsrail ve Arap halklarının farklı tepkileri hiç dikkatinizi çekiyor mu? İsrail halkı savaş sırasında oldukça gözü pek ve kararlı. O, gevşek bir tutumun kendi sonu olacağını biliyor. Ama sırası gelince barış istemesini, hükümetini bu doğrultuda zorlamayı da biliyor. Küçücük İsrail’de barış için sokağa dökülenlerin, “barış, hemen şimdi!” diyenlerin sayısı bazan yüzbinlere ulaşıyor. Ama Arap başkantlerinde böylesine bir barış sesinin yükseldiğini hiç hatırlamıyorum. İsrail’le girdikleri hemen her savaşta yenilen Araplar yalnızca savaş edebiyatı yapıyorlar. Barış için yürümek isteyen olsa bile, despot Arap rejimleri buna izin vermez ve herhalde vatana ihanet filan sayar, onu yapanları analarından doğduğuna pişman ederler. Türkiye’nin de yaptığı gibi…

Görüldüğü gibi, iki anlayış, iki farklı dünya sözkonusu. Birinde demokrasi var, yurttaşlar uyanık, çıkarları yönünde -ki onların çıkarı barışta- gösteri yapabiliyorlar. Ötekinde ise uyutulmuş, koşullanmış ve ürkütülmüşler; çıkarlarının bilincine varsalar bile gösteri yapmayı göze alamazlar.

Peki barış için Fransa’da ve İsrail’de olanlar Türkiye’de olabilir mi? Türk devletinin, geçmiş bir yana, son 15-20 yılda Kürdistan’da yaptıkları Fransız sömürgecilerinin Cezayir’de yaptıklarının on misli, yüz mislidir. 4-5 bin köy, onlarca kasaba yakılıp yıkıldı ve 4-5 milyon insanımız sürüldü. Askerler kestikleri kafalarla hatıra fotoğrafları çektirdiler. Türk subayları işi köylülere bok yedirmeye kadar vardırdı. Buna karşı Türkiye’de hangi demokratik tepkiler gelişti? Bu savaş sırasında Ankara’da veya İstanbul’da barış için kitlelerin sokağa döküldüklerini hiç gördünüz mü? Yoksa solcu geçinenlerin birçoğu ve sendikacılar bile, bir halkın özgürlük mücadelesini boğmak için Kürdistan’da kan döken, zulüm yağdıran “kendi devletleri”ne alkış mı çalıyordu? Türkiye’nin bir De Gaulle’ü var mı, yoksa sahnedeki politikacılar generallerin şamar oğlanına mı dönmüşler?

Türkiye demokrasiye değil, Arap dünyasına yakın, hatta birçok konuda ordan bile geride. Türkiye’deki ırkçılık ve militarizm Arap dünyasında yok.

Türkiye arşivleri açamaz

Şu arşiv sorununa gelince. Bazıları, “arşivler araştırmacılara açılırsa soykırım iddialarının boş olduğu görülür” diyorlar. Ben bunu söyleyenlerin de söylediklerine inandıklarını sanmıyorum. Çünkü arşivler, eğer bu arada kendileri de bir kırımdan ve arındırmadan geçirilmemişlerse, soykırım gerçeğini, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya serebilir. Bu nedenle de arşivler araştırmaya açılmaz, açılamaz! Rejim asla bunu göze alamaz. Nitekim şimdiye kadar alamadı. Böyle birşey yapılsa bile göstermelik olur. Arşivler ancak sıkı bir elekten geçirildikten, tüm aleyhteki belgeler toplanıp çok gizli bir ikinci arşive depo edildikten, belki de yok edildikten sonra, Türk tezine hak verir nitelikteki bazı çarpıtılmış resmi raporlar ve belgeler araştırmacalara sunulabilir…

Göz önündeki kırk milyonluk koca bir ulusu, Kürtleri, binlerce yıllık vatanları, dilleri, tarihleri ve kültürleriyle, dünyanın gözünün içine baka baka yok sayan Türk rejimi, tarihi eserleri bile yok eden bu rejim, 85 yıl önce cereyan etmiş olayları mı gizleyemez, deposundaki kağıtların mı icabına bakamaz?..

Bu devletin ve onun adına konuşanların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Bu çılgınca tepkiler ise, bu ülkenin zaten hoş olmayan imajını, bozuk sicilini daha da kötüleştirmekten başka işe yaramaz.

Hiçbir konuda gerçeği yok sayarak çözüm üretilemez. Türkiyeyi yönetenler ve kamuoyu oluşturanlar, “Türke Türk propagandası yapmaya”, gerçekleri gizleme hünerbazlığına son verip çağdaş olmayı öğrenmeliler. Ülkenin ve halkın çıkarı bundadır.

Bu ülkeyi yönetenler, tezgahlarını zulüm ve yalan üzerine kurdular, halkın dününü ve bugününü heder ettiler; bari geleceğiyle oynamasınlar.

Ermeni soykırımının nerdeyse yüzyıl sonra bu ölçekte dünya kamuoyunun gündemine girmesi ve Türk yönetiminin uykularını kaçırması ilginçtir. Hitler’in, Yahudi soykırımına giriştiği dönemde, böyle bir uygulamanın yolaçacağı tepkilerden kaygı duyanlara, Türklerin Ermenilere yaptığını hatırlatarak şöyle dediği söylenir: “Şimdi Ermeni kırımını hatırlayan var mı?.”

Ama işte hatırlayan var, hem de çok var. Üstelik Hitler’in bu sözleri söylediğinden yaklaşık 60 yıl sonra.. Ayrıca, bunu hatırlatmaya Hitler’in Yahudilere yaptığının da payı var. Genocide (jenosit) yani soykırım terimi ve onun insanlık suçu sayılması, Yahudilere yapılanların yarattığı tepkilerin bir ürünü.

Soykırımın, geç de olsa bir insanlık suçu sayılması iyi olmuştur. Ayrıca insanlar bu türden acı olayları unutmamalı. Böylesi vahşetler yapanların yanına kar kalmamalı.

Ermeni soykırımı neden şimdi gündeme geldi?

Ama bir de meselenin öteki yanı var. Neden Ermeni sorunu bu kadar geç gündeme geldi. Son yıllarda Ermeni sorununu bu denli kaşıyan Batılılar şimdiye kadar nerdeydiler? Ve onlar bu işi insanlık adına mı yapıyorlar?..

Batılıların Ermeni konusuna bu ilgisinin samimiyeti çok tartışılır. Onlar, hasta yatağındaki Osmanlı’nın mülkünü paylaşmak için 1. Dünya Savaşı sırasında Arabistan’ın yanısıra Kürdistan ve Anadolu’yu da işgal ettiler, Kürtlere ve Ermenilere bağımsızlık umutları verdiler, ama işler sarpa sarınca, onlar için başlarını fazla ağrıtmayıp, Arabistan’ın tümünü, Kürdistan’ın ise petrol zengini en değerli parçasını alma karşılığında Ankara hükümetiyle anlaştılar, Lozan’da, Ermenileri ve Kürtleri kendi kaderlerine terk ettiler… Ermeni kırımını da, Kürtlerin trajedisini de tez unuttular…

Peki şimdi hangi dağda kurt öldü de Ermenileri hatırladılar?

Türk tarafı, batılıların bunu daha çok iç politika hesapları, oy avcılığı amacıyla yaptığını söylüyor. Bunda gerçeklik payı var. ABD ve Fransa’da önemli bir Ermeni nüfus var ve bunlar politika, ekonomi, bilim ve sanat alanında oldukça etkin. Sorunun gündeme gelmesindeHıristiyanlık duygularının da herhalde payı vardır. Öyle ya, Ermeniler bir Hıristiyan halk.

Peki batılılar Ermeni soykırımını hatırlamak için, bula bula tam da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday adaylığının başladığı bu dönemi mi buldular?

Avrupa Birliği sözde Türkiye’yi içine almak istiyor. Türklerin sıkıntıları ise malum: Kıbrıs, Kürt sorunu ve topal demokrasi nedeniyle iki arada bir deredeler. Katılım Ortaklığı Belgesi zaten Türklerin kanını tepesine sıçratmış durumda.. Kıbrıs bir dış politika sorunundan çok iç politika sorunu. Bu konuda yıllarboyu kamuoyunda yaratılan koşullanma, hükümetlerin ayağında bir prangaya dönüşmüş. Kıbrıs’ta çözüm için Türklere adım attırmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Kürt sorunu ondan beter! Şoven çevreler Kürtçe televizyonu bile ülkenin parçalanması gibi yorumluyorlar. Ülkenin gerçek hükümeti ve parlamentosu olan Türk ordusu imtiyazlarından el edemiyor; onun eli savaştan, polisin eli işkenceden olmuyor!..

Böyle bir ülkeyi Avrupa Birliği’ne hazırlamak, Kopenhag Kriterlerini hayata geçirmek için zaten sırat köprüsü benzeri bir ip üzerinde çok hassas bir balansla yol alınırken, bir de devreye Ermeni meselesini sokmak nasıl bir tutumdur? Bu, demokrasi ve Kürt sorunu yönünde çözüm üretmek isteyenler için akıllıca bir davranış mıdır? Batılılar, 85 yıl sustuktan sonra, Ermeni sorununu gündeme getirmek için bula bula bu zamanı mı buldular?.

Yoksa Ermeni sorunu, zaten Avrupa Birliği’ne girmekten ödü kopan Türkiye’nin şoven ve tutucu çevrelerini daha da ürkütmek, bunların eline daha etkili kozlar vermek, Türkiye kamuoyunu Avrupa Birliği konusunda pişman etmek, caydırmak için mi gündeme sokuldu?.

Galiba onun için. Batılılar o kadar aptal değiller ve Türklerin huyunu suyunu da iyi biliyorlar; böyle bir zamanlamanın başka anlamı yok..

Eğer gerçekten insanlık adına olsaydı, bunca zaman beklemezlerdi. Üstelik insanlık adına, 85 yıl önce gerçekleşmiş ve nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş olayların peşine düşerken, tam da şu yıllarda olan soykırımları görmezden gelmezlerdi. Bugün Kürtlere yapılan nedir? Cumhuriyet tarihindeki Kürt isyanlarının ardından girişilen kırımlar; Lice’de, Ağrı’da, Zilan’da, Dersim’de yapılanlar biryana; son 15-20 yılda Türk ordusunun Kürdistan’da yakıp yıktığı 4 bin köy, anayurdundan sürdüğü milyonlarca insan neyin nesidir? Ya 20 bin dolayındaki faili meçhul politik cinayet?.. Saddam’ın kimyasal silahlarla yaptığı ve bir saat içinde 5000 cana mal olan Halepçe kırımı karşısında bile dünya neden sustu?

Batılılar, arasıra yasak savma kabilinden yaptıkları değinmelerin ötesinde neden şu anda acı çeken, insanlık suçu teşkil eden cürümlere hedef olan Kürt halkının durumunu ciddi biçimde gündeme getirmiyorlar. Neden bir tek ülke bile bu sorunu Birleşmiş Milletler’in gündemine taşımıyor?.

Ama batılılar bunu yapacaklarına Kürtleri kırımdan geçiren Türk ordusunu habire silahlandırıyorlar. (Bir dönem Saddam’ı da böyle silahlandırmışlardı). Türk devletine habire ekonomik ve politik destek veriyorlar. Ne ilginçtir ki bu devlet yine de batılıları Türkiye’yi bölmek istemekle suçluyor. Her bakımdan trajikomik bir durum!.

Evet, yüz yıl önceki soykırımları hatırlamak iyidir; ama şu anda cereyan eden soykırımlar karşısında sessiz kalmamak koşuluyla! İş işten geçtikten, cellatlar yapacaklarını yaptıktan sonra ses çıkarmanın yararı pek azdır.

 
PSK Bulten © 2001