Ayşe’nin mektubu
ve Kafasını meşgul eden sorular..
Ayşe adında bir Kürt kızı kısa
süre önce yazdığı mektupta, yurt dışına
çıkmak isteğini iletiyor ve kendisine yardımcı
olup olamıyacağımızı soruyordu.
Halen çalıştığı bir işi varmış,
ama hem işinden yeterince memnun değil, hem İngilizce
öğrenmek istiyor..
Kendisine verdiğimiz cevapta, yurt dışına
çıkış için ne yazık ki yardımcı
olma imkanımızın olmadığını
ilettik. Ayrıca, ilkesel olarak insanlarımızın,
siyasi ve ekonomik nedenlerle mecbur olmadıkça yurt
dışına çıkmalarından yana olmadığımızı,
yurt dışının, uzaktan cazip görülse
bile, bir dizi güçlük ve sorun içerdiğini, mümkün olduğunca
yurt içinde bir iş bulup orada kalmanın en iyisi
olduğunu ilettik. “Elbet, yabancı bir dil, en
iyi o dilin konuşulduğu ülkede öğrenilir;
ama mutluluk yabancı ülkelerde değildir” dedik.
Arzusunun gerçekleşmesine yardımcı olamasak
bile, Ayşe Hanım kırılmadan bize ikinci
ve uzun bir mektup yazmış. Mektup oldukça uzun.
Bir dizi konuya değiniyor ve kafasındaki soruları
iletiyor. Biz de mümkün olduğunca bunlara cevap vermeye
çalıştık. İşte Ayşe Hanım’ın
mektubundan parçalar, sorular ve bizim cevaplarımız:
“Merhaba!
Geçende yurt dışı için mail yolladım,
ama sayfanızı okumadan… Kendi derdime düşmüştüm...
Bu arada sayfanızı okudum. Çalışmalarınız
iyi. Ama yazıları okuduğumda biraz üzülüyorum.
Mesela şu “Kürt kızına tecavüz” başlığı…
Onlar bir Kürt kızını böylesine ezerken bizim
de olayı böylesine büyük başlıklarla vermemiz
doğru mu? Evet halkımız bilsin, ama başka
başlıklarla verilsin veya yazı içinde anlatılsın.
İnsanın kanı duruyor…
“Ben pek kitap okumam, özellikle de siyasi… Neden yazmayın
dedim; çünkü günlük gazeteler, örneğin Hürriyet, hergün
kim kimi öldürmüş, kim kime ne yapmış, böyle
şeyler yazıyor. Başka haber yok. Gençliğimizin
tek korkusu hapse girmek değil, yapılan işkenceler…”
Ayşe Hanım, bir yönüyle haklı.. İnsanlarımıza
reva görülen bu tür zulümler, işkenceler hem nefret
uyandıracak, hem de ürkütecek türden. Ama yazılmaması
daha da da kötü olur. Bu olaylar zaten duyuluyor, konuşuluyor.
Üstelik bunlar bilinmeli ve üzerine gidilmeli ki, bunu yapan
zorbaların gerçek yüzü iç ve dış kamuoyunun
önünde ortaya dökülsün, onlardan hesap sorulabilsin, onlar
durdurulabilsinler.
Şükran Esen Tek olay değil, bizim yazımızda
da belirtildiği gibi, bu alçakça saldırılara
hedef olan birçok Kürt kadını utanma duygusuyla
ve üstelik toplumdan soyutlanmamak için olayları gizliyor.
Ama şu anda sayfamızda yer alan bir Kürt kadın
örgütünün, KOMJIN’ın, bildirisinde de belirtildiği
gibi, aslında utanması gerekenler onlar değil,
onlar kötü bir şey yapmadılar; asıl onlara
bu kötülüğü yapan şerefsizlerin utanması
gerekir. Bu nedenle olayı kamuoyuna duyuran Şükran
Esen ve öteki kadınlar aslında saygı duyulacak
bir tavır içindeler.
Bütün bu nedenlerle biz de, acı duyarak da olsa bu
olayları kamuoyuna yansıtıyoruz.
“Benim asıl sormak istediğim, neden bu kadar
çok parti var, neden ortak bir görüş yok?
Ben ortada kalmışım. Annem Alevi, babam
Sünni… Babam ve annem ikisi de Kürtler; ama arkadaşlarımın
birçoğu Türk. Ama ayırt etmiyorum, onlar da insan,
onları seviyorum…
Beni gören herkes hemen soruyor: “Kürt müsün?” Benziyorum.
Ben kendimi tanıtmadan söylüyorlar…
“Mezhep konusunda da öyle… Alevi zannediyorlar, ama
oruç tuttun mu büyü gidiyor. Herkes, “Aa, sen Alevi değil
miydin?” diyor. Dayımın kızı Hazreti
Ali’nin kolyesini hediye etti; Bu kez kolyeyi boynumda gören
Sünni arkadaşlarım bir tuhaf baktılar bana…
Sanki Alevi ne, Sünni ne, tarihte bir koltuk için savaşanlar
amca çocukları değil mi?..
“Ben hayatımda ne solcu oldum, ne sağcı;
sadece Kürdüm dedim. Bir de hayatımda bir bayrak tuttum,
o da Galatasaray, “başka takım yok!” dermişim…
Kürtlerin neden bu kadar çok partisi var, bu gelecek
için daha mı iyi? Geçende televizyonda bir konu tartışılıyordu.
Biri AKP Adıyaman milletvekili, ötekisi ise CHP Tunceli
milletvekili olan iki kişi tartışıyorlardı.
Aslında ikisinin de görüşleri aynıydı;
ama farklı partilerden oldukları için birbirlerini
sevmiyor gibi konuştalar ve ortak bir sonuç da çıkmadı…
Otobüste insanlar yan yana iki koltukta hep tek tek
oturuyorlar, sanki yanına otursan rahatsız olacak…
‘Aman, ben tek olayım!’ çabası…”
Ayşe hanım, değindiğiniz konular çok
kapsamlı, yani üzerinde uzun uzun konuşmayı
gerektirir. Zaman ayırıp bunlara dair kitaplar
okumayı gerektirir. Hani “ben pek kitap okumam” diyorsunuz
ya.. İşte bu soruların cevaplarını
bulmak için de bol bol okumak, aynı zamanda düşünmek,
başka insanlarla tartışmak gerekir.
Yine de, sorularınıza mümkün olduğunca kısa
ve öz cevaplar vermeye çalışalım. Korkarım
bu ihtiyacınızı tam karşılamaz,
ama belki yol gösterici olabilir..
Bir ülkede çok sayıda parti olması da doğal,
farklı dil, din ve mezhepler de.
Önce din ve mezheplerden başlayalım: Dünyamızda
çeşitli dinler ve mezhepler var. Kimi Hıristiyan,
kimi Müslüman, kimi Yahudi, ya da Budist, Brahman vs… Dinlerin
de kendi içinde zamanla mezhepler oluşmuş. Tarih
boyunca dinler de sürekli değişime uğramış,
bir bölümü gitmiş yenileri gelmiş. Ayrıca
hiçbir dini inancı olmayan, “ateist” dediğimiz
birhayli insan da var bu dünyada..
Doğal hayat gibi sosyal hayat da sürekli değişim
içinde, din de bunun dışında kalamaz…
Dini inanç öyle bir şeydir ki herkes kendi inancının,
mezhebinin doğruluğuna inanır, onu “hak dini”
veya “hak mezhebi” sayar… Aleviler ve Sünniler de öyle düşünürler.
O zaman bu işin içinden nasıl çıkacağız?
Bunu doğal karşılıyarak. Çünkü din bir
inanç sorunudur, bunu tartışmanın yararı
yoktur. Herkes ötekinin dini inancına saygılı
olmalı, herkesin yolu kendisine…
Bir başka deyişle, bu konuda toplumsal bir uzlaşma
ve hoşgörü gerekir. Bu olursa din veya mezhep kavgaları
olmaz, insanlar yan yana barış içinde yaşarlar,
dileyen kiliseye, dileyen camiye, dileyen cem evine gider.
Kimisi de hiçbir yere gitmeyebilir…
Dil ise bir anlaşma aracıdır. İnsanlar
belli bir gelişme aşamasında sesler yoluyla
dili yaratmışlardır. Yazının keşfinden
sonra da konuşma dilinin yanı sıra yazı
dili de oluşmuştur.
Dünyamızda irili ufaklı pek çok dil var. Bu da
doğal. Dünyanın farklı yerlerinde insanlar
farklı diller yaratmışlardır. Bazan
aynı dil de, o dili konuşan insanların farklı
bölgelere yayılmasıyla zaman içinde farklı
şiveler, lehçeler, giderek ayrı diller doğurmuştur.
Yani bazı dillerin kökenleri aynıdır.
Dünyada öyle diller var ki, İngilizce, Fransızca,
Arapça, Çince, Rusça gibi, yüzmilyonlarca kişi tarafından
konuşulur, öylesi de var ki birkaç bin kişilik
küçük gruplar tarafından… Hepsine de saygılı
olmak gerekir. Çünkü hem herkesin dili kendisine tatlıdır,
en iyi onunla anlaşır, hem de her dilin, sözleriyle,
deyimleriyle, atasözleri ve türküleriyle, edebi ürünleriyle
kendine göre bir zenginliği vardır. Bu zenginlik
aynı zamanda dünya kültürünün, insanlığın
bir zenginliğidir.
Nasıl ki her ağaç ormana bir renk, bir değer
katar, diller de dünya kültürü için öyledir.
Örneğin 10 milyon nüfuslu İsveç’in dili, yani
İsveç’çe, gelişkin, uygar bir halkın dili
olarak edebiyat alanında çok seçkin örnekler vermiştir.
Biz Kürtlerin anadilimiz olan Kürtçe de, hem sözlü hem
yazılı olarak kökleri binlerce yıla dayanan
bir dil. Güzel ve zengin bir dil olduğundan kuşkunuz
olmasın. Bunu şu anda Kürdistan’da ve çevre ülkelerde
30-40 milyon insan konuşuyor.
Bu nedenle kimse kimsenin dilini hor görmemeli. Eğer
insanlar, din ve mezhep konusunda olduğu gibi, dil
konusunda da birbirlerine saygılı, hoş görülü
davranırlarsa hiçbir sorun çıkmaz. Herkes kendi
dilini özgürce kullanır ve yanyana, ya da bir arada
barış içinde yaşar.
Bu bir demokrasi ve özgürlük sorunudur. Ugar ve demokratik
ülkelerde ne din-mezhep çatışmaları, den
dil kavgaları var. Kimse kimseyi ne farklı dini,
mezhebi, ne de farklı dili nedeniyle hor görmüyor.
Örneğin, federal bir yapı taşıyan İsviçre
de üç resmi dil var: Fransızca, Almanca, İtalyanca.
“Roman dili”ni de eklerseniz, dört dil… Belçika da federal
bir yapı taşıyor ve üçlü bir cumhuriyet var:
Valon bölgesi, Flaman bölgesi ve başkent Belçika. Valon
bölgesinde Fransızca, Flaman bölgesinde ise Hollandaca
ağırlıklı dil. Ama Belçikada memurlar
dahil, çoğu insan ikisini de biliyor.
Dünyada böylesine çok yer var. Demek ki hoşgörü ve
haklara karşılıklı saygı oldukça
farklı dil ya da mezhepler sorun olmuyor.
Peki bizde niçin sorun? Niçin bu ülkede Müslümanlar Hıristiyanları
ve Yezidileri, Aleviler ve Sünniler birbirini hoş karşılamıyor?
Neden Kürtçe dışlanıyor, yasaklanıyor?
Çünkü bu ülkede demokrasi ve hoşgörü yok. Yöneticilerinin
bütün iddialarına rağmen Türkiye demokratik ve
laik bir ülke değil. Hıristiyanlara, Yezidilere,
Alevilere hep baskı olmuş, bugün de var. Kemalisti
dindar insanlara, dindarlar ise laiklere ve ateistlere karşı
gereği gibi hoşgörülü değil. Kürt halkının
dili-kültürü dahil, tüm ulusal ve siyasi hakları yasaklanmış,
ülke nüfusunun üçte birini oluşturan bu halk yok sayılmış…
Geri ve ilkel toplumlarda böyledir. Böyle ülkelerde iktidar
gücünü elde tutan etnik grup ötekilerini dışlar,
ayrımcılık yapar. Üstelik, ötekiler haklarını
istedikleri zaman da onları “bölücülük ve ayrılıkçılıkla”
suçlar.
Bu zorbalıktır ve en başta yönetenlerin
suçudur. Onlar adam olsa, uygar olsa, hoşgörülü olsa
toplumda bu tür farklar sorun olmaz. Sünni Alevi ile, Müslüman
Hıristiyanla, Türk Kürtle kardeş kardeş yaşar.
Buna uygun bir biçim bulunur. Uygar ülkeler nasıl yapmışlarsa
öyle yapılır.
Oysa Türkiye’yi yönetenlere bakın ne diyorlar: “tek
dil, tek ulus, tek bayrak, tek sınır”, hatta kutsal
kitap anlamında “tek kitap” yani “tek din…”
Bunlar farkları kabul etmiyor, her şeyi tek kalıba
dökmek istiyorlar. Sanki ülke bir kışla… “Türkiye
üniterdir!” yani “yekparedir” diye yırtınmaları
da işte bu nedenle…
Siyasi partilerin çokluğuna gelince, bu da doğaldır,
demokrasinin bir gereğidir. Bütün demokratik toplumlarda
birden çok parti vardır. Onlar farklı sınıfların,
farklı grupların çıkarlarını savunurlar.
İşçiyle patronun, maraba köylü ile ağanın,
ırgatla çiftlik sahibinin çıkarı bir değil.
Bu ülkelerde şiddete başvurmadıkça herkes
serbestçe örgütlenebilir, belli sayıda insan bir araya
gelip parti kurabilir. İnsanlar böylece siyaseti etkilemeye
çalışır, ülke yönetimine talip olurlar.
Ama çok partililik her zaman demokrasinin varlığı
anlamına gelmez. Örneğin Türkiye’de de çok parti
var, ama demokrasi yok. Çünkü bu ülkede parti kurmak, söylendiği
gibi serbest değil. O toplumun belli kesimlerine serbest,
belli kesimlerine yasak.
Örneğin emekçiler son yıllara kadar parti kuramıyorlardı,
komünist ve sosyalist partiler yasaktı, bunları
kurmak ağır suçtu. Sosyalist düşünceler suç
sayılıyordu.
Kürtler eskiden de kendi adlarıyla parti veya dernek
kuramıyorlardı, bugün de kuramıyorlar. Bu
da suç sayılıyor.
Kaldı ki kurulabilen partiler de programlarını
diledikleri gibi serbestçe yapamıyorlar. Örneğin
tümüyle barışçı yoldan olsa bile Kürt sorununun
çözümüne ilişkin programlarına öneri koyamıyorlar.
Rejim, şiddetle hiç ilgisi olmasa da, hoşuna
gitmeyen partileri kapatıyor.
Bu çok partilillik değildir. Olsa olsa, burada düzenin
partileri çoktur diyebiliriz. Yani bu sömürü ve baskı
düzeninden yana olan partiler…
Oysa farklı görüşler de serbestçe örgütlenebilecek
ki adına demokrasi densin. Halk farklı bir şeyi
de tercih edebilsin.
Sonuç olarak bu ülkenin “demokrasisi” siyasi planda da
bir yalandan ibaret.
Öte yandan, sahneye bazan gereğinden çok parti çıkar.
Soldaki ve sağdaki partilerin bazan belli nedenlerle
bölünüp amip gibi çoğaldıkları olur. Bazan
yasaklar, baskılar buna yol açar. Örneğin geçmişte,
rejimin kappattığı bir partinin yerine birkaç
partinin kurulduğu oldu. Bazan bir kavak ağacını
kesersiniz, kökünden çok sayıda filiz verir; ama bunların
hiç biri ana ağaç gibi gelişemez..
Bazan da siyasi hareketlere, partilere hastalık üşüşür.
1960’lı-1970’li yıllarda Türkiye ve Kuzey Kürdistan
sol hareketine böyle oldu. Sol amip gibi bölündü. Bunda
elbet yine baskıların payı var. Ama deneyimsizliğin
de payı var. Örgütlü çalışmayı iyi bilmeyen,
demokrasi geleneği zayıf toplumlarda, en ufak
tartışmada, görüş ayrılığında
ayrı baş çekmek, kendi kulübesini kurmak sık
görülen bir olay..
Elbet, kendisine her partiyim diyen parti, her liderim
diyen de lider olmaz. Bunu da akılda tutmalı..
Seçimi kitleler ve zaman yapar..
Ayşe Hanım, babanızın Sünni, annenizin
Alevi olması, birçok Türk arkadaşınız
olması ve onları sevmeniz doğal. Doğal
olmayan bu ülkenin baskıcı, zorba, insanları
tek kalıba dökmeye çalışan rejimidir.
Bizim istediğimiz de Kürdün-Türkün, Alevinin-Sünninin
birbirine düşman olması değil, birbirine
saygılı olması, eşit haklara sahip olması,
bir arada hoşgörü ile yaşaması. Bunu istemeyen
ise, görüldüğü gibi bu zorba rejimdir. Bu ülkeyi yönetenlerdir.
Halkı karşı karşıya getirenler,
aralarında dostluk bağlarının kurulmasını
önleyenler onlardır.
Bir noktaya daha değinelim: “Ben hayatımda ne
solcu oldum, ne de sağcı” diyorsunuz. Aslında
bir toplumda solcuların da sağcıların
da olması doğaldır ve her toplumda çok sayıda
solcu da sağcı da vardır. Böyle bir şey
o toplum için veya kişiler için kusur sayılmaz.
Sağ sermayenin, sol ise emekçilerin tarafıdır.
Herkes sınıfsal durumuna, çıkarlarına
uygun olarak (bazan da buna tam ters biçimde..) sağcı
ya da solcu olabilir. Önemli olan arada demokratik bir tartışma
ve yarışma geleneğinin oluşmasıdır.
Bu ülkede ne yazık ki bu gelenek yok; çünkü ülkeyi
yönetenler uzun yıllar yalnızca sağı
serbest bıraktılar, solu ise tehlikeli saydılar,
yasakladılar, ezdiler. Hala da bu, eski dozda olmasa
bile, devam ediyor.
Öte yandan, bir sağcı da bir solcu da Galatasaraylı
veya Diyarbakırsporlu olabilir.. Spor güzel bir insan
uğraşı. Uygarca yapılırsa halklar
arasında dostlukları da güçlendirir. Ama bu ülkede
sporu da çarpıtmışlar. Galatasaray’ın
veya milli takımın başarıları şovenizmin,
ırkçılığın şahlanması
için bir araç yapılıyor. Yenilgiler ise ulusal
düşkırıklıkları yaratıyor.
Spor karşılaşmaları savaş alanlarına
dönüşüyor.
Bunun nedeni, bizce, bir yandan bu toplumun başarıya
susamışlığıdır, öte yandan,
yine ülkeyi yönetenlerin marifetidir. Onlar, eğer ordu
ve polise, yani vurup kırmaya verdikleri önemin yüzde
birini, binde birini spora, eğitime verselerdi, bu
toplum şimdi daha sağlıklı ve uluslararası
spor karşılaşmalarında daha başarılı
olurdu. Ayrıca, sporda bile şovenizmi, ırkçılığı
kışkırtanlar yine onlardır. Bu ülkeyi
yönetenlerdir, bu ülkenin medyasıdır.
“Kürtçe öğrenmek isteyenler için bir bölüm yapmışsınız;
çok iyi. Dün ben biraz çalıştım. Ama bizimkiler
hiç “spas dıkım!” demez, “teşekkür dıkım”
derler… “İyi akşamlar” için de “êvara te xêr!”
derler…
Bir anımı anlatayım: Benim annem Türkçeyi
20 yaşından sonra öğrenmiş. Beni küçükken
bakkala göndermişti. Bana dedi ki : ‘Ayşe git,
biraz karma (qarme) al.’ Ben de gittim, bakkala,
‘biraz karma verir misin?’ dedim. Bakkal ne dediğimi
anlamadı. Utandım, ama türkçesi de aklıma
gelmiyor.. Adam durumu anladı, ‘git dolaba bak,’dedi.
Dolabı açıp gösterdim. Adam bana güldü ve, ‘kızım,
bu kavurma’ dedi…
Yani ortada kalmışım… Bu arada ben niye
kitap okumam, bilmiyorum. Belki hayatın içinde yaşadığım
için…
Kendinize iyi bakın, iyi çalışmalar…”
Ayşe Hanım, Kendinizi boşlukta hissettiğiniz
anlaşılıyor. Oysa buna neden yok. Sadece
kafanızı meşgul eden sorunlar var ve bu da
doğal. Araştırarak, düşünerek zamanla
onlara cevaplar ve çözümler bulabilirsiniz; bu da sizi rahatlatır.
Kendi anadilinizi, yani Kürtçeyi az da olsa bildiğiniz
anlaşılıyor. En azından çocukluktan
kalan bir temel var. Eğer çaba gösterirseniz onu kısa
zamanda geliştirebilirsiniz ve yazı dilini öğrenebilirsiniz.
Bu iyi de olur. Genç yaşında iki dili iyi kullanan,
hatta iki-üç yabancı dil öğrenen çok insan var.
Biz, ne yazık ki, zorba rejim tarafından kendi
anadilimizi öğrenmekten yoksun bırakılmışız.
Kürtçe okullar geçmişte olmadı. Bugün de rejim,
sözde AB uyum yasalarına rağmen bunu engellemekte
diretiyor.Yine de, kendi çabamızla öğrenebiliriz.
Bunu yapan, hatta Kürtçe şiir, roman, inceleme, siyasi
yazılar yazan birhayli insan var. Kürtçenin daha şimdiden
zengin bir kütüphanesi var.
Her dilde olduğu gibi Kürtçede de yerel şiveler
var ve bunların belli farkları var; bu doğal.
Yine her dilde olduğu gibi standart yazı ve kültür
diliyle bu şivelerin arasında da bazı farklar
var. “Spas dıkım” ve “roj baş”, “şev
baş” gibi deyimler yeni döneme özgü. Sizin de belirttiğiniz
gibi bunların halk dilinde farklı karşılıkları
var. Bu fazla önemli değil, her ikisi de kullanılabilir.
İnsan bildiğiyle başlar, sonra geliştirir.
“Qarme” sözcüğünün Türkçesini (kavurma) bilmediğim
için utandım,” diyorsunuz. Oysa bunda utanacak bir
şey yok. Başkaları bizim dilimizi bilmeyince
utanıyorlar mı?
Asıl utanması gerekenler bize anadilimizi kullanmayı
yasaklıyanlardır. Bu zarbalıktır, kültür
düşmanlığıdır, ırkçılıktır;
yani aynı zamanda bir insanlık suçudur.
Bakalım suçlular ne zamana kadar bu suçu işleme
özgürlüğünü kullanabilecekler?..
Bu zulüm sonsuza kadar sürmez. Pir Sultan’ın dediği
gibi:
Yürü bıre Hızır Paşa!
Senin de çarkın kırılır;
Güvendiğin Padişahın
O da bir gün devrilir…
Hızır Paşa’nın çarkı kırıldı,
padişahı devrildi. Bu zorba rejimin de sonu gelecek
elbet.
Ayşe Hanım,
Herkes şu veya bu şekilde “hayatın içinde”dir.
Ama salt kişisel deneyim yetmiyor. Kitaplar başkalarının
deneyimlerini, görüşlerini de bize iletiyor. Onlardan
öğreneceğimiz çok şey var.
Bu elbet her okuduğunuza inanmanız veya ille
de başkalarının dediği gibi yapmanız
gerektiği anlamına gelmez. Kitaplarda yazılan
şeyler içinde de akla yatkın olan var, olmayan
var; iyi var, kötü var. Onları da belli bir elekten
geçirmek gerekir. Kitap seçerken güvendiğiniz dostlarınızın,
okuyan insanların görüşlerini de alın.
Okumak her çağdaş insan için gerekli. Kitapların
dünyasında da pek çok güzellikler, zenginlikler var.
İnsan bunlardan yoksun kalmamalı.
En iyi dileklerle…