"Demokratik
Türkiye"den manzaralar..
Cemil BARAN
Türkiye'yi "demokratikleştiren" o müthiş "AB'ye Uyum Paketi"nin
üzerinden daha bir ay bile geçmeden, bu uyumun ne menem bir
şey olduğu görülmeye başladı. 3 Eylül 2002 tarihli gazetelerde
şöyle bir haber:
Anadilde eğitim isteyen 7 öğrenci okuldan uzaklaştırıldı..
Habere göre geçtiğimiz aylarda Diyarbakır'da Dicle Üniversitesi
Rektörlüğü'ne Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması için
dilekçe vermek isteyen, ama bu dilekçeyi bile veremeden polis
tarafından yakalanıp apar topar göz altına alınan öğrencilerden
7'si, çeşitli sürelerle okuldan uzaklaştırıldılar.
Evet, dilekçeyi bile verememişler.. Peki verseler ne olurdu?
Rektörlüğün açıklamasına göre, verebilselermiş okuldan tümüyle
atılacaklarmış..
İşte anayasasında vatandaşa sözde dilekçe hakkı tanınmış
olan bir ülkede, o hakkını kullanmak isteyen üniversite öğrencilerinin
başına gelenler.. Hem de sözde bilim kurumu bir üniversite
rektörlüğü tarafından..
Bu ülkede, bu işlemden tam bir ay kadar önce de sözde Türkçeden
başka dil konuşanlara "anadilde öğrenim" hakkı tanınmıştı..
30 Ağustos'ta Kürtçe, Ermenice ve Rumca şarkı söylenir mi?
Sezen Aksu'nun 30 Ağustos'ta Efes'teki Antik Tiyatro'da,
1 Eylül'de ise Aspendos'ta verdiği ve on binlerce kişinin
katılıp şarkılara zaman zaman eşlik ettiği ve ayakta alkışladığı
konserler, kimi çatık kaşlı ve pek "vatansever" çevrelerin
tepkisine yol açtı. Çünkü Konser'de Türkçenin yanı sıra Kürtçe,
Rumca, Ermenice, İbranice (İdiş dilinden) şarkılar söylemişti.
Generalin biri, 30 Ağustos günü böyle bir konser verilmiş
olmasını "manasızlık" olarak niteledi. TBMM Başkan Yardımcısı
MHP'li bu beyana hemen destek verdi. Ardından politika sahnesindeki
öteki kurt yavruları ve basındaki TSK gazetecileri koroya
katıldılar.
Efendim, Kürtçe, Rumca, Ermenice şarkılar söylenebilirmiş,
ama bunun için 30 Ağustos "Zafer Bayramı"nın seçilmesi uygun
değilmiş... Tepki göstermek için bahane mi yok!.
Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor. Rum'u, Ermeni'yi vakti
zamanında kırımdan geçirmiş, sürmüş, Kürt sözcüğünü bile yasaklamış,
Kürtçe konuşana, şarkı söyleyene ceza vermiş, Kürt haklarından
söz edeni bölücü diye niteleyip zindana atmış, ezmiş, sürmüş
bir yönetimden, bu yönetim anlayışının günümüzdeki sahiplerinden
ne beklenebilir?.
Parlamentodan bir uyum paketi geçti ve orada Kürtçe dil kursuna
ve yayına yol açıldı diye bu adamlar birdenbire değişip uygar
ve çağdaş mı olacaklar?. Kurt bir gecede ehlileşecek mi?.
Besbelli hayır. Uygulama bunu daha şimdiden gösteriyor.
Zaten söz konusu paketi de isteyerek değil, AB'nin zorlamasıyla,
adeta içleri kan ağlayarak geçirdiler. Bu arada Kopenhag Kriterleri'ni
dejenere ettiler, kültürel hakları kuşa benzettiler.
Görünen o ki bu kadarını bile pratikte hayata geçirmeye hiç
niyetleri yok.
AB üyesi ülkelerde anadil eğitimi
meğer nasılmış?.
Milli Eğitim Bakanlığı daha şimdiden Kürtçe dil kursuyla
ilgili olarak ne yapacağını şaşırmış durumda. Durumu, ısrarla
kabul etmediği bir borcu -aslında burcun belki de binde birini-
mahkeme kararıyla ödemeye zorlanan arsız bir borçlunun durumuna
benziyor. Bu binde biri bile ödememek için türlü türlü ayaklar
yapıyor.
Almanya, İsveç, Belçika, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde sözde
araştırma yapmışlar ve araştırma sonuçları şöyleymiş: Bu ülkelerin
hiçbirinde anadilde "öğrenim" resmi kurslarda yapılmıyormuş...
Hiçbirinin masrafını, öğretmenlerin maaşı dahil, devlet ödemiyormuş...
Gerekli tüm masrafları, kursu isteyenler ve düzenleyenler
karşılıyormuş... Kurslar, ancak cumartesi-pazar ve benzer
tatil günleri imiş... Dolayısiyle, Türkiye'de de böyle yapılacakmış...
İşte ipe un sermenin bir yolu..
Bir kere bu iddialar tepeden tırnağa yalan. Batı Avrupa ülkelerinde
anadilde eğitimin veya "ögretimin" yapılışı hiç de böyle değil.
Örneğin, göçmen işçilerden başka hiçbir ciddi azınlığı bulunmayan
Almanya'dan bir örnek: Berlin'de yıllardır "Hêlin" diye bir
Kürt çocuk yuvası var ve burada çocuklara Kürtçe okuma yazma
öğretiliyor. Yuvada kullanılan dil Kürtçe. Yuvanın tüm masraflarını,
personel maaşlarını ve öğretmenlerin maaşlarını Berlin Senatosu
ödüyor. Almanya'nın başka eyaletlerinde de Kürtçe eğitim yapılan
okullar var.
İsveç'te Kuzey'de yaşayan ve başlıca geleneksel uğraşları
ren geyiği beslemek olan 50 bin kadar Lapon'a İsveç hükümeti
otonomi tanımıştır. Yani bu adamlar temel eğitimi anadillerinde
aldıkları gibi, ayrıca yerel bir parlamento ve hükümete sahipler..
Türkiye'de hep üniter devlete örnek olarak sunulan ve kendi
ilkel baskı rejimlerine dayanak yapılmak istenen Fransa'da,
Korsikalıların epeyce bir zamandan beri anadillerinde okulları
ve yerel meclisleri vardı. Son olarak Fransa Korsika'ya bir
tür özerklik (otonomi) tanıdı. Yani Korsika'nın artık yasa
yapan yerel bir parlementosu ve hükümeti de olacak. Fransa
ayrıca, anadilleri farklı olan Bröton, Bask gibi halklara
da, anadilde eğitim (yani okullar) dahil, bir dizi kültürel
haklar tanıdı.
Üstelik Fransa'da, 50 yıla yaklaşan bir süreden beri Sorbon
Üniversitesi'ne bağlı olan bir Kürt dili kürsüsü var, burada
Kürtçe bilen Kürt ve Fransız profesörler, Kürt dili ve edebiyatı
öğretiyorlar.
Üstelik ne İsveç'te, ne de Fransa'da, ülkenin üçte birinde
çoğunluğu oluşturan, nüfusu 20 milyona ulaşan bir "azınlık"
yok!..
Belçika'ya gelince, burada başlıca iki halk yaşıyor: Fransızca
konuşan Valonlar ve Hollanda dilini konuşan Flamanlar. Belçika'daki
siyasal ve kültürel yapı da buna göre şekillenmiş. Bu üçlü
bir federasyondur: Flaman bölgesi, Valon bölgesi ve Brüksel..
Her iki bölgenin kendi parlamentosu ve hükümeti var. Başkent
Brüksel ise ikisinin ortak başkenti. Burada iki kesimi de
temsil eden merkezi parlamento ve hükümet var. Belçika'da
hem Flamanca, hem Valonca tüm ülkede resmi dil. Tam bir eşitlik
var..
İşte uygar çözüm budur. Diğer Avrupa ülkelerinden ise söz
etmiyorum. Ama tümünde durum benzer. Herkes kendi gerçeğine
göre sorunu çözmüş.
Türkiye'ye uygun düşen ise Belçika türü bir çözümdür. Çünkü
ortada bir ulus gerçeği var. Türkiye sınırları içinde ve kendi
Anayurtları Kürdistan'da yaşıyan Kürtler, 40 milyonluk bir
ulusun 20 milyonluk bir parçası. Bunu küçük bir azınlık gibi
göstermek gülünçtür, kendini ve dünyayı aldatma çabasıdır.
Kürt sorununun çözümü boyutlarına uygun düşmelidir.
Oysa bu baylar bize, Almanya ve İsveç'te Kürtlere tanınmış
olanlar kadar bile hak tanımak istemiyorlar. Demek ki sözkonusu
olan tam bir zorba mantığı.
Ya Öğretmeni nerden bulmalı?.
Kürtçe için bir de öğretmen sorunu var elbet. Milli Eğitim
Bakanlığı bu konuda da şaşkın. Hazırlanan tüzüğe göre söz
konusu kurslarda ders verecek öğretmenlerin yasalarda öngörülen
koşullara uygun düşmeleri gerekiyor. Yani öğretmen okulu ve
lise mezunu olmaları. Ayrıca Kürtçeyi öğretebilecek kadar
iyi bilmeleri..
Peki nasıl olacak bu? Kürtçe öğrenmek ve öğretmek bugüne
kadar yasaktı. Kürtçe yetiştiren öğretmen okulu da yok.. Bundan
böyle de böyle bir okul açmaya, öğretmenlerin maaşını vermeye
niyet yok..
Avrupa'da yetişmiş Kürt öğretmen olsa ve bunlar ders vermeye
istekli olsa bile, acaba neyin nesiler?. Bunların çoğu baylarımıza
göre "Kürtçü"dür. Oysa Kürtçe öğretecek öğretmen de Türkçü
olmalı!
Nereden baksan tam bir bilmece.. Doluya koysan almıyor, boşa
koysan dolmuyor. Yüce Türk devletini ve ulusunu bölüp parçalamadan
bu kursları hayata geçirip AB'nin gözünü boyamak için ne yapmalı?
Şu Milli Eğitim Bakanlığı'na birileri akıl versin, bir yol
göstersin...
Belki de bu, Kürtçe kursu bile işletmemek için iyi bir bahane.
Öyle ya, kendi ölçülerine uygun öğretmen yok ve onları yetiştirmek
de yasak!
Ayrıca, bu kursları pratikte tümden engellemek için de gerekli
başka hazırlık ve tedbirler alınmakta. Bu alanda kafalar müthiş
çalışıyor.
Örneğin kurslarda sarı, kırmızı, yeşil renkler yasak! En
iyisi tümden siyah ya da beyaz giymeli. Siyah-beyaz da olabilir,
yani bir tür hapishane kıyafeti!
Kurslarda herhangi bir türden "bölücü propaganda" olmamalı.
Olursa kurslar kapanacak ve yöneticileri de cezalandırılacakmış..
Peki buna karar verecek kim? Milliyetçi müfettişlerin raporlarına
uygun olarak Milli Eğitim Bakanlığı..
Gel de sen böyle bir ülkede Kürtçe kursu aç ve insanlara
Kürtçe öğret!..
Yargıtay Başkanı ve kös dinleyen politikacılar
Kısa süre önce emekliye ayrılan eski Yargıtay Başkanı Sami
Selçuk, her adli yılın açılışında, protokol gereği bu açılışa
katılıp karşısında dizilen politikacılara nefis bir hukuk
dersi verirdi. Verirdi de bu dersin bir işe yaradığı şimdiye
kadar görülmedi.
Yeni Yargıtay Başkanı da yeni adli yılın açılışında aynı
şeyi yaptı. Mevcut Anayasa'nın ve bir bütün olarak hukuk sisteminin
demokratik olmadığını, çağın ve toplumun gerisinde kaldığını
söyledi ve demokratikleşme yönünde köklü reformlara gerek
olduğunu söyledi. Üstelik de bunu, 2001 yılında sözde Parlamento'dan
bir Anayasa değişikliği paketinin geçirilmesinin ve son olarak
2-3 Ağustos 2002 tarihlerinde kabul edilen "AB'ye Uyum Paketi"nin
ve böylece Türkiye'nin artık demokratikleştiğine ilişkin tüm
demagojilerin ardından yaptı.
Karşısında dizim dizim sıralanmış oturan politikacıların
suratlarında görülen manzara ise hiç hoş değildi. Sami Selçuk'tan
kurtulduklarına sevinenler, yeni başkanın benzer söz ve değerlendirmelerinden
besbelli hiç hoşlanmadılar ve bir kez daha kös dinlediler.
Demokratikleşme yönünde ülkenin seçkin hukukçularından gelen
öneriler onları etkilemez. Bu sözde sivil politikacılar 1982
Anayasası'nı, 12 Eylül Cuntası'nın topluma giydirdiği bu deli
gömleğini değiştirmeye hiç niyetli değiller. Topluma hak ve
özgürlük tanımak işlerine gelmiyor. Toplumu yönetme bakımından
böylesi daha kolay elbet..
|