Herkes Kürt devletine karşı!
(*)
Cemil BARAN
Türkiye’nin devlet ve siyaset adamları, asker sivil
bürokratları, hatta, birkaç aklı başında
kişinin dışında tüm basın yayın
erbabı, yazar çizeri bir ağızdan haykırıyorlar:
“Kürt devletine asla izin vermeyiz!”
“Bunu savaş nedeni sayarız!”
Şimdi üstelik seçim zamanı. Parti liderleri meydanlarda
esip tozutuyorlar:
“O devlet ya olmaz, ya olmaz!”
“Kurun da görelim bakalım!”
“Yürürüz, asarız, keseriz!”
Falan filan...
Kürdistan özerk bölgesinin başbakanına “yerel yönetim
sorumlusu”, KDP, YNK gibi Kürt partilerinin liderlerine “cemaat
lideri” ya da “aşiret lideri” diyorlar. Hatta sık
sık Ankara´da ağırlamak, ellerini sıkmak
zorunda kaldıkları bu kişiler için “kasap”
ve benzeri sıfatları bile kullanacak kadar terbiye
sınırlarını zorluyorlar.
Tüm bunları anladık. Bu zorbaların bir Kürt
devleti, hatta sıradan bir Kürt otonomisi karşısında
bunca çılgına dönmeleri hem tarihsel ve iflah olmaz
bir paranoyanın ürünüdür, hem de bunca şovenist
afra tafra bu baylar için iç politikada kârlı bir yatırımdır.
Bu konuda, hem de seçim öncesi bir açık arttırmaya
girmiş olmaları anlaşılır bir şeydir.
Tahran’da oturan baylar için de öyle. Orda da iktidar koltuğunda
ister bir şah, ister islam kardeşliği masalını
okuyan bir molla otursun, Kürtler konusunda politika değişmiyor.
Saddam’dan söz etmeye gerek yok. Aynı dertten muzdarip
olan başkaları da var elbet.
Bütün bunlar, Kürdistan’ı aralarında bölüşmüş
olan ve bir çekirge sürüsü, kımıl haşeresi
gibi ülkemizin petrolünü, demirini, kromunu, ormanlarını,
su kaynaklarını, hayvan ürünlerini talan eden bu
baylar için doğaldır; bağımsız bir
Kürt devleti onlar için azrailden daha korkutucudur ve bu
anlaşılır bir şeydir. Ama Kürt devletine
karşı olanlar yalnız bunlar değil!
Amerikalı ve İngiliz devlet adamları, diplomatları
da Türk dostlarını teskin için ikide bir açıklama
yapmak gereğini duyuyorlar:
“Bir Kürt devleti kurulmasına karşıyız!”
Avrupa Birliği sözcüleri de zaman zaman, “işkenceye
son verin, azınlıkların kültürel haklarını
tanıyın” gibi istekler karşısında
vaveyla koparıp “bizi bölmek, bir Kürt devleti kurmak
istiyorlar!” diyen Türk yöneticilerin şirretliği
karşısında:
“Hayır, asla bir Kürt devleti istemiyoruz!” demek gereğini
duyuyorlar.
Hatta, bizden ne zarar görmüşlerse, Ruslar da kuzeyden
devreye giriyorlar:
“Bir Kürt devleti kurulmasına karşıyız!”
Malum, sayıları gökteki yıldızlar kadar
çok Arap devletlerinin yöneticileri ve cümle sözcüleri de
zaten bir Kürt devletine karşılar.
Allah allah, bu Kürt devleti nasıl bir şey dostlar?!.
Bu, Kafdağı’nın ardındaki dev mi, yedi
başlı ejder mi, atom bombasından daha mı
tehlikeli?..
Niçin herkesin, gökte uçan kuşun bile devleti olabilir
de Kürtlerinki olamaz?.
Peki sayın Japonlar, Çinliler ve Çini Maçinler, siz
ne duruyorsunuz?!. Siz de koroya katılsanıza:
“Bir Kürt devletine karşıyız!”
Evet, yarın onlar da, hatta Afrika’daki aşiret
devletleri ve Latin Amerika’daki muz cumhuriyetleri de bu
koroya katılırlarsa hiç şaşmayın.
Kısacası, herkes “bir Kürt devletine karşı!”
Şu gariban Libya lideri Kaddafi hariç! Bir tek o Kürt
devletine karşı değil. Hatta açıkça ve
birkaç kez Kürtlerin de bir devlet kurmaya hakkı olduğunu
söyledi.
Öte yandan, Kaddafi’yi, bir de -belki de bu nedenle- bir
suikaste kurban giden Olof Palme’yi saymazsanız, şimdiye
kadar 40 milyonluk Kürt halkının üstündeki akıl
almaz zulme, sömürüye karşı olan bir devlete, bir
devlet adamına hiç rastlamadık.
Kürtler iki yüzyıldır ki özgürlük mücadelesi veriyorlar.
Kimse, bu halkın da özgür yaşamaya hakkı vardır,
demedi, demiyor.
Hatta Wilson Prensipleri’nin ülkesi Amerika!
Hatta, ulusların kendi kaderini tayin hakkının
en hararetli savunucusu, Lenin’in ülkesi, bir zamanların
süpergücü Sovyetler Birliği!
Hatta, daha dün sömürgecilik zincirlerini kırıp
özgürlüğe kavuşan nice ülke!
Hatta, adına “Birleşmiş Milletler” denen ve
prensipleri arasında tüm halklar için “self determinasyon”
hakkı bulunan örgüt!
Hatta, aynı ilkeyi Helsinki Sözleşmesi ile benimsemiş
olan ve 40´ı aşkın ülkeyi biraraya getiren
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı!
Bunların hiçbiri, Fransa genişliğindeki ülkesi
dörde bölünmüş, zincire vurulmuş, en temel haklardan
yoksun bırakılmış, 40 milyonluk Kürt halkının
da özgür olmaya hakkı olduğunu söylemediler, söylemiyorlar.
Kürtlere yönelik soykırımlar karşısında
bile sağır ve dilsizler!
Saddam Kürtleri iki kez yüz binler halinde sınırlar
dışına sürdüğü, binlerce Kürt köy ve kasabasını
yerle bir ettiği, on binlerce Kürdü, çocuk-kadın
demeden kırımdan geçirdiği zaman görmezden,
duymazdan geldiler.
Saddam Halepçe’ye karşı kimyasal gaz kullanıp
5 000 kişiyi bir anda yok ettiği, bir o kadarını
sakat ettiği zaman bile gıkları çıkmadı.
Türkiye, son 20 yıllık kirli savaşta Kuzey
Kürdistan’da 4 bin Kürt köyünü, onlarca kasabayı yerle
bir edip milyonlarca Kürdü yerinden yurdundan sürdüğü
zaman da çıt çıkarmadılar.
Doğu Kürdistan’da benzer uygulamalarla Kürt özgürlük
direnişini bastıran İran yönetimine karşı
da..
Oysa Bağdat’ın da, Tahran ve Ankara’nın da
yaptığı insanlığa karşı
suçtu.
Büyük küçük tüm devletler aldırmadılar bile.
SSCB, Çin ve Küba dahil.. Hatta, Sovyet basını
Halepçe olayını “CIA ürünü bir masal!” gibi nitelemeye
kalkıştı!
Hatta, kendisi yıllardır en zor, en acılı
koşullarda bir özgürlük mücadelesi veren ve bu mücadelede
hep Kürt devrimci ve yurtseverlerinin destek ve sevgisini
yanı başında bulmuş olan Yasir Arafat,
kırıma uğrayan Kürtleri, Orta Amerika’daki
işbirlikçilerle kıyaslayarak
“onlar Kontradır!” dedi ve Saddam’ın yaptıklarına
arka çıktı..
Birleşmiş “Milletler”in kılı kıpırdamadı.
Evet dostlar, Kürtlerle ilgili durum bu.
Herkes Kürt devletine karşı. Şu gariban Kaddafi’nin
dışında tüm devlet adamları, hatta tüm
Birleşmiş “Devletler!..”
Ama kimse Kürtlere yapılan zulme karşı değil.
Kimse Kürtlere işkence yapılmasına karşı
değil!
Kimse Kürtlerin dil ve türkülerinin bile yasaklanmasına
karşı değil!
Kimse Kürtlere soykırım yapılmasına karşı
değil!
Bu nasıl bir dünyadır? Adil midir, onurlu mudur,
yaşanası mıdır?..
Dünyamızın ikiyüzlüler, yalancılar, korkaklar
ve zorbalar tarafından yönetildiğine hiçbir kuşkum
yok. Suçlu tek başına Saddam değil!
Öyle olduğu içindir ki bu dünyanın düzeni düzen
değil.
Öyle olduğu içindir ki dünya bir kan ve ateş yuvası,
barut fıçısı.
Öyle olduğu için bunca gelişkin bilim, teknik,
bunca hüner, doğanın bunca bereketi ve nimeti insanları
mutlu etmeye, dünyayı güzel ve yaşanılır
kılmaya yetmiyor.
Dünyayı berbat edenler en başta da dünyanın
en güçlüleri, bilim ve teknikte en ileri gitmişleri,
en zenginleri.
Tarih boyunca dünyayı fethe çıkanlar, başka
ülkeleri işgal ve halklarını köle edenler onlardı.
Şimdi de güce dayanarak bildiklerini okuyanlar, dünyaya
kendi düzenlerini dayatanlar, dünyayı talan edenler onlardır.
Ama dünya bugün güvenlik içinde değilse, her yerde kavga
varsa; korku, zulüm, açlık, işsizlik varsa, insanlar
bunca acı çekiyorsa sebebi yine onlardır.
Onlar, akıllarını körelten, ufuklarını
daraltan dizginlenemez hırslarıyla zincire vurdukları
bir dünyada kendilerine cennet adacıkları oluşturmaya
çalıştılar. Bu, cehennem ateşleri içinde
serin bir vaha oluşturmak kadar olmayacak bir şeydi.
Olmadı da.
Kavga, korku, acı, kan ve barut işte bir kez daha
onların da kapısına dayandı.
Emperyalizmin ve kapitalizmin gözü doymaz haydutları,
sosyalist sistemi, insanlığa barışı,
eşitliği, özgürlüğü verebilecek tek sistemi,
insanlığın umudunu ve geleceğini yıkmak
için tüm şer güçlerini seferber ettiler. Sosyalist sistemse
ne yazık ki henüz yolun başındaydı ve
en önemlisi, onu kurup yaşatacak insan unsuru bakımından
henüz zayıftı; yarışı kazanamadı,
kendini koruyamadı ve her sisteme tasallut eden alçakların
ve tufeylilerin de katkısıyla yozlaşıp
çöktü.
Ama emperyalistlerin, antikomünizm ve din kisvesi altında
sosyalizme karşı besledikleri zebaniler pek güçlendiler,
şimdi onlar üç çatallı mızraklarını
efendilerine çevirmiş durumdalar.
Efendilerin besleyip büyüttükleri terör cini şişesinden
çıktı. O, şimdi görünmez bir gaz gibi, ikiz
kuleleri vuran uçaklar biçiminde, zarflarda şarbon mikrobu
biçiminde, Vaşington’daki “görünmez adam” keskin nişancı
biçiminde, Telaviv’deki canlı bomba biçiminde, Moskova’daki
tiyatro baskınında, Bali’de, Manila’da, Yemen’de,
her yerde korku estiriyor, panik yaratıyor.
Dünyamızın acımasızca soyulan, horlanan,
aşağılanan, zulüm gören; geleneksel yaşam
dengesi alt üst edilirken yerine daha iyisi konmayan; açlığa,
işsizliğe, umutsuzluğa itilen bölgelerinde
mayalanan, yanlış adamlar tarafından ve aşağılık
çıkarlar için kışkırtılan bir kin
ve nefret dalgası, için için yanan bir ateşten yükselen
dumanlar gibi dünyayı sarıyor, suçlu ya da masum,
tüm insanların hayatını zehirliyor.
Yeraltı ve yerüstü kaynakları talan edilen, yoksullaştırılan,
geleneksel yaşam dengesi alt üst edilen Asya’nın,
Afrika’nın, Latin Amerika’nın yoksul kırsalından,
varoşlarından bir göç dalgası sel gibi, önlenemez
bir suomi gibi, mamur Avrupa ve Kuzey Amerika’nın kapılarına
vuruyor.
Mafya, yani çağdaş haydut çeteleri, soygunları,
cinayetleri, silah ve beyaz kadın ticareti, bol paralı
uyuşturucu işiyle bu manzarayı tamamlıyor.
Çünkü hırsızlık ve soygun mülkün ayrılmaz
bileşenidir. Küçük hırsızlar ve haydutlar,
büyük soyguncu ve haydutların koltuğu ve kuyruğu
altında türerler..
Beyaz kadın paralı adam içindir, silah da onun
satılması gereken malı..
Uyuşturucu Çini Maçin’de, Afganistan’da ekilir, “gelir
Bağdat’a (siz İstanbul anlayın) dökülür”, oradan
Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya ulaşır. Vakti zamanında
afyon bitkisini Çin’e taşıyanlar, hem de orada hücümbot
topları desteğinde tarımını yapanlar
Avrupalılardan başkası değildi.
O zaman pazarlayıcı idiler, şimdi müşteriler..
Yani efendiler bir kez daha ektiklerini biçiyorlar...
Evet dostlar, dünyamızı yöneten güçlüler, kendi
egoistlikleri, hırsları, gözü dönmüşlükleri,
ufuksuzlukları ile cennet dünyamızı işte
böylesi bir cehenneme çevirdiler.
Şimdi kendileri de ağlayıp sızlıyorlar.
Kendi güçleriyle hala ne kadar mağrur görünseler de,
hala, bir haydut pervasızlığıyla nara
atıp sağa sola dehşet salmaya yeltenseler de,
aslında herkesten çok korku ve panik içindeler.
Onca lanetledikleri Bin Ladenlerden gerçekte hiçbir farkları
yok. Bin Ladenler bile aslında onların ürünü. Fabrikalarında
üretilen otomatik silahlar, zehirli gazlar gibi...
Dünyayı bu hale getirdikleri için onlara kızıyorum.
Ama düştükleri rezil duruma bakıp aynı zamanda
oh olsun diyorum!
Onların kaybedeceği çok şey var, bizim yok.
“Kürt devleti olmaz!” diye yırtınıp duran
şu Türk devlet adamlarının haline bakıyorum
ve güleceğim geliyor. Durumları tam bir klinik vaka.
Bu paranoya ile ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler. Barıştan
yoksun ettiler, kaynaklarını heder ettiler, ekonomik
ve siyasi krizlere batırdılar, içinden çıkamıyorlar.
Kürt düşmanlığı, şovenizm, zorbalığın
yarattığı alışkanlıklar yumağı
sanki tüm ferasetlerini köreltmiş; görmüyor, duymuyor
ve anlamıyorlar..
Bizim özgürlüğümüzü engelleyenler, böylece kendilerini
korkunç biçimde zincire vurduklarının farkında
değiller.
Bizi talan ederek mutlu ve müreffeh olacaklarını
sananlar, bu yolda ne büyük bedeller ödediklerinin ve varlarını
yoklarını bu haksız ve zorba sistemi yaşatmak
için harcadıklarının, sonuçta da yalnızca
sefaleti ve ilkelliği satın aldıklarının
farkında değiller.
Bu, adeta tanrısal bir suç ve cezadır işte.
Oh olsun diyorum, oh olsun!
----------------------------------------------------------
(*) Dema Nû gazetesinin 1 Kasım 2002 tarihli 40.
sayısından alınmıştır.
|