Farkı Farketmek
Casım Rênas
Abdulah Öcalan için yurt içinde ve dışında
yapılan eylemler giderek artıyor. Yüzlerce, binlerce
insan Abdullah Öcalan üzerindeki “tecrit”e karşı
eylem yapıyor, yürüyor, polisle çatışıyor,
tutuklanıyor, hapse giriyor. PKK medyası ise bu
eylemleri sanki ulusal demokratik talepler uğruna yapılıyormuş
gibi hamaset edebiyatı eşliğinde dort bir yana
yayıyor.
Yanlış anlaşılmasını önlemek
için hemen belirtelim ki Öcalan da dahil tüm siyasi tutukluların
yaşam koşullarının iyileştirilmesi
için yürüten mücadele, haklı ve demokratik bir mücadeledir.
Kayıtsız şartsız bir af için mücadele
etmek de öyle...
Ama PKK’nin yaptıkları bundan farklı.
Daha dün Kongra Gel kamuoyunu “Öcalan’ın özgürlüğünü
merkezine alan bir mücadeleyi geliştirme”ye çağırdı.
Duran Kalkan da “Söz bitmiştir, sıra eylemde” diyerek
tarftarlarını “önderlik için” direnişe çağırmıştı.
Biraz daha gerilere gidelim.
Halk Savunma Kuvvetleri (HPG)
Komuta Konseyi’nin, savaş ilan ederken, PKK’nin söylemiyle
“1 Eylül 1998'den bu yana tek taraflı olarak sürdürdüğü
ateşkese son verdiğini” açıklarken sunduğu
8 maddelik deklerasyonun birinci maddesi şöyle"1-
Önderliğimiz üzerinde uygulanan ağırlaştırılmış
tecrit politikasından vazgeçilmesi, barış ve
demokrasinin güvencesi ve Kürt halkının iradi temsili
olarak tanınması.”
Bu da Kongre-Gel 2. Olağanüstü
Genel Kurulu’nun kabul ettiği “Karşılıklı
Ateşkes Belgesi”nin 1. maddesi: “1- Önderimiz Abdullah
Öcalan'a dönük ağır tecrit uygulamaları kaldırılmalıdır.
Yaşam ve sağlık koşulları düzeltilmelidir.”
Alıntıları uzatıp
okuyucu sıkmanın gereği yok.
Özcesi, Öcalan’ın yakalanmasından
sonra gönüllü olarak kendisini İmralı’ya kapatan,
avukat görüşmelerinin de ortaya koyduğu gibi Genelkurmay’ın
denetimindeki İmralı’dan gelen talimatlarla hareket
eden PKK, mücadelesine temel hedef olarak Öcalan’ı,
onun sağlığını, “üzerindeki tecrit”i
aldı. Etkilediği kitleleri bu amaçla harekete geçirdi.
Uzun lafın kısası,
çağı yakaladığını iddia eden,
çağdaşlık konusunda mangalda kül bırakmayan
PKK, bir tek kişinin dudağından çıkan
talimatlarla yönetiliyor, O kişi için savaş kararı
alıyor, ateşkeş için, barış için
O kişinin sağlığını birinci
madde olarak ileri sürüyor.
Gelin birlikte biraz daha gerilere gidelim.
PKK’nin, Kürdistan Demokrat Partisi (Irak) ve ölümsüz Kürt
Lideri Mella Mustafa Barzani’ye yönelik belirlemeleri kamuoyunun
bilgisi dahilindedir.
Aşağıda kısa anlatılacak olay ve
bu olaya ilişkin olarak gösterilen tavır, PKK ile
PKK’nin feodal, aşiret reisi, otonomist, gerici diye
nitelendirdiği PDK arasındaki farkı ortaya
koymaktadır, bir ulusal liderin nasıl olması
gerektiğini göstermektedir, tabi farkı fark etmek
isteyenlere, farketme iradesini gösterenlere...
11 Mart Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalan
BAAS diktatörlüğü, anlaşmayı uygulamamak için
bin dereden su getirmenin yanısıra, başta Mella
Mustafa Barzani olmak üzere hareketin liderlerine yönelik
suikastlar düzenlemekten de geri kalmıyordu.
Bu suikastların en önemlisi 29 Eylül 1971 tarihinde
gerçekleşti. Mustafa Barzani bu suikasttan yaralı
kurtuldu.
BAAS diktatörlüğünün başta 11 Mart Anlaşması’nı
engelleme olmak üzere öteki uygulamalarından gına
getiren ve Barzani’ye yönelik suikasti bardağı taşıran
son damla olarak gören PDK yönetimi, savaşılmasını
ister. Onların bu istemine karşı Mustafa Barzani
şöyle der: “Eger savaş baslayacaksa Kerkük, Haniqın
ve Sıncar için başlamalıdır; benim için
değil.”
Evet, bir “aşiret reisi”nin, bir “feodal ve otonomist”in
söyledikleri bu. Kendisi için değil, “Kürdistan’ın
kalbi Kerkük” için, Yêzidilerin yurdu Sıncar için, Feyli
Kürtlerin merkezi Haniqın için savaşılmasını
istiyor.
Kendisini “peygamberi aşan ve tanrıya yaklaşan
birisi” olarak değerlendiren, “Şeyh uçmaz müridleri
uçurur” atasözünü doğrularcasına, bazı yalakalar
tarafından “Kürtleri yeniden yaratan”, “insanlığı
kurtaracak” kişi olarak lanse edilen Öcalan’ın ağzından
siz bu anlama gelecek bir söz duydunuz mu?
Başta mücadele arkadaşları, ölüme gönderdiği
yurtsever gençler olmak üzere çevresindekileri aşağılayan,
Kürtleri “düşkün”, “satılık” olarak gören,
birçok ulusal değerleri ayaklan altına alıp
çiğneyen, son dönemlerde taraftarlarının ulusal
haklar için değil de kendisi için sokağa dökülmesine
karşı çıkmayan ve 1980 yılından bu
yana Kürdistan toprağına ayak basmayan “ulusal önder”
Abdullah Öcalan ile ömrünü Kürdistan dağlarında
savaş içinde geçiren, “mezarım peşmergenin
mezarından yüksek olmasın” diye vasiyet eden ve
yukarıdaki tavır benzeri onlarca, yüzlerce ulusal
tavırlar gösteren Mella Mustafa Barzani arasındaki
farkı görmek için çok okumak gerekmiyor. Görmesi bilen
bir çift göz, harhangi bir kişiye değil de bir ulusun
kurtuluş mücadelesine, ulusal birliğine bağlanan
bir iradeye sahip olmak yeter de artar bile..
Bu farkı bilen, gören ama görmezden, bilmezden gelen
“aydınlara”, “Öcalan’ı siyasi iradem olarak kabul
ediyorum” vb. kampanyaları yürüten feleğin çemberinden
geçmiş politikacılara, başlangıçta Pol
Pot olarak gördükleri Öcalan’a “akıllı olduğunu
biliyordum, ama bu kadarını beklemiyordum” diye
yaltaklanan kariyeristlere, rantçılara ve benzerlerine
söylenecek bir şey yok. Söylemenin faydası da yok!..
Ama Öcalan için sokağa dökülenlerin çok önemli bir bölümü
yurtsever. Evi-barkı yerle bir edilen, metropollerin
varoşlarında yaşamaya mahkum, köyü, tarlası,
bağı bahçesi yakılıp yıkılan,
oğlunu, kızını, yeğenini şehid
veren yüzbinlere bu farkı anlatmak, onları ulusal
demokratik eksenli bir mücadelenin saflarına çekmek,
farkı farkedenlerin başta gelen görevleri arasında
olmalıdır.
|