PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

CEMALİ’den Kısa-kısa
(Yılbaşı münasebetiyle trajikomik olaylar-yorumlar…)

* Türk Jandarması Kürtçe kursların  peşinde
* Bir irtica klasiği
* Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 84. yıldönümü
* İran depremi ve mollalar yönetiminin hali-ahvali

Türk jandarması Kürtçe kursların peşinde!

Adına komedi mi demeli, ortaoyunu mu, sirk soytarılığı mı, karagöz-hacivat mı?..

“Türkiye’nin reformları”ndan söz ediyorum. Hani şu Kopenhag Siyasi Kriterleri’ne uyum sağlamak için “dil ve kültür haklarıyla” ilgili yapılanlardan…

Adına “yerel dillerde yayın ve eğitim” diyorlar. Bu “yerel dil” de neyin nesiymiş? Niçin, örneğin “Kürt diliyle” ya da “Türkçeden başka dillerle” eğitim ve yayın değil de “yerel dil?..” 40 milyon insanın konuştuğu, kökleri Hurilere, Medlere, yani Türklerin ve Türkçenin henüz esamesinin bile okunmadığı 4-5 bin yıl öncesine dayanan, o tarihlerden beri yazı dili olarak taşlara, tabletlere kazınan, kağıtlara yazılan bir dil, neden “yerel” oluyor?.

Besbelli ki bu da, kendini ve dilini dev aynasında gören, ötekileri ise küçümseyen pespaye ırkçı tavrın yeni bir örneği. 

Soytarılık bu adlandırmayla başlıyor. Ama reformların kendileri bir başka komedi. Yirmi milyon Kürt için anadilde yayın hakkı diye günde yarım saatlik bir televizyon yayını.. O da binbir kayda-şarta bağlanmış. Alt yazılı olacak, ulusal kanallarda olmayacak; haber, müzik dışında program olmayacak ve daha neler… Eğitim diye de bazı özel kurslar… Onlar da öylesine nice kayıt ve şarta bağlanmış. Örneğin Kürt öğretmen okulu yasak, ama resmi diplomalı öğretmen gerekiyor!

Yani atın önünde et, itin önünde ot!..

Pratikte ise zaten ne ortada Kürtçe yayın var, ne de Kürtçe eğitim, veya kurs… RTÜK hazretlerinden bir türlü gerekli yayın yönetmeliği çıkmıyor. Yapılan hazırlık ise, yayının nasıl engellenebileceği. Yani binbir tuzak, engel… Kurslar için de aynı şey. Kurs binasının kapısı 5 cm. darmış… Pencere pervazları şöyle değil de böyleymiş… Kimbilir, yarın da duvarın boyasına, tuvaletin fayansına, yerdeki taşa, havadaki kuşa takarlar…

Evet, daha ortada yayın da yok kurs da; ama jandarma şimdiden harekete geçmiş durumda! Medyaya yansıyan son haberlere göre, jandarma komutanlığı savcılığa başvurarak kurs açmak isteyenlerin yanı sıra, kurslara devam etmek isteyenlerin de listelerini almış ve peşlerine düşmüş, bu kişileri sorgu suale almış!..

Öyle ya, Kürtçe öğrenmek ve öğretmek isterken ağır suç işlemişler! Bunlar vatan millet hainleri!..

İşte size Türk işi Reform!

Bir de Mehmet Ali Birand gibilerinin, arada bir, “reformları da tamamladık!” diye aslanlar gibi övünmesine tanık olmuyor mu insan… Bu ülkede “Kopenhag Kriterleri” zaar böyle oluyor, çelebi!.

Güler misin, ağlar mısın?..

Adına ne demeli: Komedi mi, ortaoyunu mu, sirk soytarılığı mı, karagöz-hacivat mı?..

Yoksa, hinoğluhinlik mi?.

Avrupa Birliği’ne böylesi de lazım demek; eğlencelik ve çeşni olur..

Bir irtica klasiği

Geçende Türk televizyonlarının haber bültenlerini açınca baktım peşpeşe demeçler: Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve tabi, irili ufaklı başka zevat… Demeçler peşpeşe yağıyor.

Vatan-millet üzerine ateşli nutuklar…

Cumhuriyetimizin ve Atatürk ilkelerinin ilelebet payidar olacağına dair vurgular…

Malum düşmanların (irtica, bölücülük vb.) kahrolacakları tiradı…

Ve bildiğiniz öteki nakaratlar…

Hemen günlerden ne olduğunu düşündüm. Yo, 29 Ekim değildi, 30 Ağustos da.. 19 Mayıs, 23 Nisan da değildi.. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinin yıldönümü de değildi.. İstanbul’un Fethi’nin, Malazgirt Meydan Muharebesi’nin, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümleri, 9 Kasım filan da değildi. Mübarek ramazan ve kurban bayramlarını da idrak etmiyorduk…

Peki bu neyin nesiydi?.

Neyse, mesajlara biraz daha dikkatle kulak kabartınca anladım: Kubilay’ın şehit edilişinin yıldönümüydü! 10, 50, 100 gibi yuvarlak bir yıldönümü de değil; yetmiş bilmem kaçıncısıymış…

Tabi, mesajların içeriği ayrı bir alem.. İrticaya bir gözdağı vermeler, bir tehdit, bir “kızım sana sana söylüyorum, gelinim sen anla!” havaları…

Zaten bazıları anladılar da! Nitekim bazı köşe yazarları “ne oluyor, yeni bir 28 Şubat havası mı esiyor?” diye yorumlar yaptılar.

AB üyeliği için kritik yıla girdik ya.. Kıbrıs sorunu, “Kuzey Irak” sorunu, irtica filan derken, böyle hamasi demeçleri çok dinleriz artık. Adamlar çelme takmak için ne lazımsa yapıyorlar.

Çelme ülkenin geleceğine takılıyor. Takanlar ise malum: Kıbrıs’ta vurgun yapanlar, Rum mallarına el koyanlar, Kuzey Kıbrıs’ta uyduruk bir devlet (KaKa TC) kurup orayı bir kumarhane, kara para aklama, ve benzeri kirli işler yatağı haline getirenler… Daha da önemlisi, bizzat Türkiye’yi kendi çiftlikleri haline getirenler, bir mafya cumhuriyetine dönüştürenler… Burada yıllardır Kürtlere karşı bir kirli savaş yürütüp, bundan yararlanıp, hak hukuk tanımayanlar, bildiklerini okuyanlar, rant bölüşenler…

İşin garibi, evin gelininin, yani Başbakan Erdogan’ın da modaya, ya da havaya uyup, Kubilay olayıyla ilgili demeç vermesi, vatan-millet, cumhuriyet, Atatürk ilkeleri edebiyatı yapması… Ne yapsın gariban, bu deve böyle güdülüyor işte…

Bir başka gariplik ise, Dışişleri Bakanı Gül’ün, aynı günlerde Güneyli Kürtlere karşı horozlanması, tehditler savurması…

Bu ülkede böyledir: Baba dışarda dayak yer, gelir karısını döver. Kadın da döner çocuğunu döver. Çocuk da kendinden küçüğünü ve daha zayıfını…

Generallerden paparayı yiyen Gül de dönüp Kürtlere posta atıyor işte..

Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 84. yıldönümü..

Daha Kubilay’ı anma üzerine estirilen fırtına dinmeden bir başka anma gününe tanık olduk: Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 84. yıldönümü…

Bununla ilgili olarak da tabi Ankara’da gösterişli törenler düzenlendi, askeri birlikler, seğmenler, esnaf birlikleri vs vs. yürüyüş eylediler. Yine bayraklar asıldı, demeçler verildi, nutuklar çekildi, “günün önemini dile getiren konuşmalar” yapıldı…

Demek ki her sene bu olay da kutlanıyor.. Defterimizin bir kenarına onu da yazalım, kutlama işinde başkasından geri kalmayalım; ne olur ne olmaz!.

Bu olay bana, kutlanacak başka olaylar ve günlerle ilgili olarak bayağı ilham verdi. Aslında kutlanması gereken, kutlamaya değer o kadar çok günümüz var ki! Olmaz mı? Biz kahraman bir milletiz! Her birimiz, iyi ve sorumlu vatandaşlar olarak bu konularda düşünmeli, yaratıcı olmalı ve öneriler yapmalıyız. Ben kendi hesabıma, bir vatanseverlik gereği olarak şu önerileri yapıyorum:

Bir: Bu kutlama işi Ankara ile sınırlı kalmamalı. Her kent ve kasaba, hatta köy, pekala, Atatürk’ün kendi yörelerine ilk gelişini bayram günü ilan edip kutlayabilir. Eğer kendileri bu onura sahip olamamışlarsa, o zaman, Atatürk, en azından yakınlarındaki bir şehirden, kasaba ya da köyden geçmiştir…

Mesela biz, Atatürk’ün 1938 yılında Dersim’e gelip, köyümüze 100  kilometre ötedeki, Sin Köprüsü’nden geçişinin yıldönümünü pekala kutlayabiliriz. (Dersim’de öteden beri anlatılan bir hikayeye göre, Atatürk bu köprüde bir Kürt direnişçisi tarafından vurulmuş ve aldığı yaranın etkisiyle dönüşünde ölmüştür. O dönem Atatürk’ün yatak arkadaşı olan Z. Z. Gabor adlı ünlü yosma da, anılarında “Atatürk bir Kürt isyanı nedeniyle Doğu’ya gitmiş ve orada hastalanmıştı, ölümü bu yüzden” diyerek, bu iddiaları sanki doğrulamaktadır.. Ama bu bir söylentidir ve vatan hainlerince uydurulmuştur! Biz “Atamızın” neden öldüğünü biliyoruz. Malum, Atamız içkiyi severdi ve onun her gecesi yılbaşı gecesi gibi geçerdi. Bu ise karaciğerlerini bozdu, siroza yol açtı ve ne yazık ki, yedi düvelin güç yetiremediği bu büyük adam, işte bundan gitti…)

İkinci olarak şunu öneriyorum: Atatürk’ün sünnet edildiği gün kutlanmalıdır! Bunu niçin şimdiye kadar düşünmedik? Yoksa bunu önemsiz bir gün mü sayıyoruz? Ben bunu önemsiz sayanların Türklüğünden şüphe ederim!

Belki de şimdiye kadar bu gün bilinmediği için kutlanmamıştır.. Hatta bazı kötü niyetliler Atatürk’ün sünnetsiz olduğunu dahi iddia edebilirler ve etmişlerdir.. Ama siz bu vatan hainlerine bakmayın. Ben araştırdım ve Büyük Atatürk’ün 1889 yılı, Ekim ayının tam 24’ünde sünnet olduklarını tespit ettim. Hatta sünneti yapan Naci efendi adlı fenni sünnetçi, Atamızın pipisine hayran kalmış, “hiç böylesini görmedim, bu çocuk ilerde büyük adam olacak!” demiştir..

Hani boşuna dememişler: “Adam olacak çocuk bokundan belli olur!” Aslında, erkek çocuklar için, “pipisinden” demek, daha doğrudur!..

“Pipi” deyip de geçmeyin arkadaşlar, bu millet eğer varsa pipisi sayesinde vardır! Bu millet her zaman pipisi ile övünür. O pipisini sadece yatakta değil, her yere uyar bir alet ve edevat gibi, İngiliz anahtarı gibi, sokakta, futbol sahalarında,  karakolda, kışlada, tartışma sırasında, kavgada ve düşmanla savaşırken hep kullanır.. Bazan, 400 askerin bir tutuklu kadının ırzına geçmesi gibi, toplu ayin biçiminde de kullanır.. Bu milletin pipisi elinden ve ağzından düşmez; o, pipisi ile adeta özdeşleşmiştir!..

Yaşar Kemal’in “Akçasaz’ın Ağaları”nı okuyun, orada soylu Türk beylerinin, soy sop ve “pipi” üzerine ne güzellemelerine tanık olacaksınız…

Demek ki bu yıl, Atatürk’ün sünnet oluşunun 115 yıldönümünü idrak etmiş olacağız.

Bu günün bayram olmasını, ve her yıl temsili şekilde kutlanmasını öneriyorum. Hatta, 29 Ekim de hesaba katılarak tüm bir hafta, bayram ilan edilmelidir.. Her yıl bu hafta boyunca çocuklar, sünnet edilmelidir… Ünlü vatansever cerrah ve rektörlerimizden Alemdaroğlu bu törenleri baş sünnetçi olarak yönetmeli ve pipileri gelecek vadeden çocukları seçip daha şimdiden, Enderun benzeri bir okulda devlet yönetimine hazırlanmaları işi ona havale edilmelidir.

Keşke bunu daha önce düşünseydik; ne yazık, 100. yıldönümünü kaçırdık! Oysa şatafatlı törenlerle kutlayabilirdik. Ama nasıl olsa bir başlarsak her yıl kutlıyacağız.

Her ne ise, diğer bir önerime geçeyim:

İkinci olarak, bilindiği üzere Büyük Atatürk bir evlilik de yaşamıştır. Her ne kadar bu evlilik kısa sürmüş ve boşanmayla sonuçlanmışsa da, boşanma gününü bayram ya da yas günü yapmasak dahi, evlilik gününü neden bayram ilan etmiyoruz?

Buna pekala “ulusal gerdek bayramı” diyebiliriz! Ve bence bunu da üç günlük bir bayram ilan edip (bana kalsa kırk günlük yapardım) ulusal bayramlarımıza ekleyelim ve üç gün boyunca vur patlasın, çal oynasın havalarıyla tam bir şenliğe dönüştürelim. Öyle ki düşmanlarımız çatlasınlar!

Düğünlerimizi de her yıl pekala bugünlerde yapabiliriz. Böylece gençlerimiz Atatürk ilke ve inkilaplarına uygun biçimde gerdeğe girmiş olurlar…

Daha başka önerilerim de var ama, şimdilik bununla yetiniyorum. Zaten, “kısa kısa” derken, yazı birhayli uzadı. Ötekileri de sırası gelince söylerim. Bu arada, sevgili okurlarım, sizler de boş durmamalı ve anılmaya değer günlerimizle ilgili öneriler yapmalısınız..

İran depremi ve mollalar yönetiminin hali-ahvali..

İran’ın Bem kentini vuran deprem tam bir trajediye yol açtı. Kentteki binaların yüzde sekseni yerle bir oldu, 90 bin nüfusun 30 bini ölü, 40 bini yaralı…

Oysa depremin şiddeti sadece 6,3…

Bundan biraz daha şiddetlisi, geçende Amarika’da Kaliforniya’da yaşandı ama yalnızca 3 kayıpla atlatıldı. Japonyada ise geçenlerde 7,8 şiddetinde (yani çok şiddetli) bir depremde hiç kimse ölmedi..

Peki bu nasıl oluyor?

Nasıl olduğu belli. Kaliforniya’daki ve Japonya’daki binalar modern yapılar, depreme dayanıklı. Bem kentindeki (kent demek aslında komik kaçıyor) yapıların ise tümü kerpiç. Sallanınca un ufak oluyorlar işte. Altta kalanların çoğu da zaten boğularak ölmüşler.

Japonya’nın, Amerika’nın yaptığını İran yapamaz mı? Daha alasını yapar. İran petrol deryası üstündeki ülkelerden biri. Ama Amerika’daki, Japonya’daki bilim ve teknik, oradaki yönetim anlayışı İran’da yok. Çünkü İran hala ortaçağlarda yaşıyor, ortaçağ kafalarınca yönetiliyor.

Yıllardır şuna buna “şeytan” diyen, kendilerini ise Tanrının sevgili kulları sayan ve Hizbullah yani “Tanrının Partisi”ni kurmuş olan İran Mollaları, deprem karşısında şaşırdılar. Dışardan yardım gelmese sağ kalanlar da soğuk ve açlıktan ölecekti. 65 milyonluk bu koca ülke, adam gibi bir yönetime sahip olsa yarasını kendisi saramaz mıydı?

Demek ki, adam gibi yaşamak, doğadan yararlanmak, doğa güçlerinin verebileceği zararlardan korunmak bir uygarlık meselesi. Çağdaş bilim ve teknikten yararlanmasını bilmek gerekiyor. İyi, çağdaş bir yönetim gerekiyor. Tanrı da bu iş için akıl vermiş zaten..

Ama kimbilir, belki de İran mollaları: “Bu iş Tanrı’dan geldi, canı veren de alan da o; Bemliler cennete giderler; üzülmeye gerek yok!” diye düşünmüşlerdir…

Bu deprem nedeniyle, bir başka ilginç olaya tanık olduk. İran, İsrail yardımını kabul etmedi. Ankara’daki İran Büyükelçisi de, “Filistin halkının evlerini başına yıkan bir devletten yardım almayız!” dedi..

Bu tavır ilk bakışta sanki haklı ve onurluca görünüyor..

Peki, aynı İran, Kürt halkının evlerini başına yıkan Türkiye’den niçin yardım alıyor? Malum ya, Türkiye de son 20 yılda 4000 Kürt köyünü, onlarca kasabayı, kenti yerle bir etti, yaktı yıktı…

Kürtlerle Filistinliler arasında ne fark var, onlar da insan, hem de Müslüman değiller mi?. Üstelik Kürtler Farsların amca oğulları sayılır. Hani Kürtler Medlerden, Farslar da Perslerden geliyor.. Bunlar başlangıçta iki kardeş kavimdi.

Ama belli ki Kürtlerin evini yıkmak İran’ı yöneten Farslara göre suç değil. Zaten aynı şeyi kendileri de yıllardır Kürtlere yapıyorlar. Saddam da yaptı. Türkiye, Irak ve İran yönetimlerinin yıllardır el ele verip Kürdistanı yakıp yıkmaları son derece doğal ve gerekli.. Bu haklarıdır!.. İnsanlığa da Müslümanlığa da tümüyle uygundur!..

Öyle mi?.

Ey İran mollaları, siz bu halinizle mi cennete gideceksiniz? Siz eğer oraya gidecekseniz, biz hakkımızdan vazgeçtik; öyle bir cennete adım atmayız!

Bu dünyada insanları cehennemde yaşatıp öbür dünyadaki cennetle avutmak, anlaşılan, salt Bokkaçiyo’nun papazlarına özgü değil; bu, cennet anahtarı satan tüm sahtekarların ortak yöntemidir.

 
PSK Bulten © 2004