PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

2000 Yılı ve “Cezaevlerinin Ele geçirilişi!..“

Evet, bir yıl daha geldi, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın üzerinden geçip gitti. Yararlı, güzel hiçbir iz bırakmadan. Sıcaktan kavrulan çöl toprağının üzerinden bir damla bile bırakmadan geçip giden bulutlar gibi..

Oysa 2000 yılı taze umutlarla başlamıştı. Türkiye Avrupa Birliği’ne aday adayı olmuştu. Çoğu kimse, Türkiye artık, ister istemez değişmek, sistemi yumuşatmak, insan haklarını iyileştirmek, demokrasi yönünde adımlar atmak zorunda, diyordu. Nerdee!..

Deve hendek atlar da bu ülkeyi yönetenler demokrat olamazlar!

Yıl geçip gitti de Türkiye’yi yönetenler temmuz böceği gibi saz çalmakla vakit geçirdiler. Sonbaharın soğuk günleri gelip çatınca ve Avrupa Birliği “Katılım Ortaklığı Belgesi“ni önlerine koyup neler yapmaları gerektiğini bir bir sayınca ise, akılları başlarına –hayır- gelmedi, daha da başlarından gitti, çılgına döndüler.. Avrupalılara öfkelendiler, babalandılar:

“Kıbrıs işi sizi ilgilendirmez!“ dediler.

"Kürtçe televizyon, Kürtçe eğitim asla olmaz!“ dediler.

Ama Türkiye’de halkın, aydınların çoğu, hatta işverenler nerdeyse bir bütün halinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinden yanalar. Böylece, nerdeyse kangren olmuş sorunların Avrupa’nın desteğiyle çözülebileceği, ekonominin iyileşeceği, ülkeye barış ve demokrasi geleceği beklentisi içindeler.

Böylece Türkiye’de kamuoyu ikiye ayrıldı: Avrupa Birliği’ne katılmaktan yana olanlar, karşı çıkanlar. Bu ikisi arasında zorlu bir tartışma başladı.

Tam da bu sırada, böyle durumlarda hep olan şey oldu! Asker baş kaldırdı, Katılım Ortaklığı Belgesi’ne karşı çıktı, ona olumlu yaklaşan politik çevrelere ve kamuoyuna posta atıp şöyle dedi: “Kürtçe radyo ve televizyon, Kürtçe eğitim olamaz! Bu ülke fazla hak ve özgürlük kaldırmaz! Kürtler legal politika bile yapamazlar! Avrupalıların niyeti ülkemizi parçalamak!..“

Aynı günlerde ekonomik kriz patladı. 7 milyar dolar bir anda ülke dışına kaçtı, borsa yarı yarıya düştü, faizler binlere fırladı. Türk hükümeti şaşkına dönüp yeniden IMF’nin kapısına koştu.

Aynı günlerde hükümet, af adı altında hırsızı uğursuzu, katili serbest bırakırken, siyasi tutukluları “F tipi“ cezaevine, yani zindan içinde zindana koyup izole etmek için harekete geçti. Bu yüzden tutuklular açlık grevine, ölüm orucuna gittiler, canları pahasına bir direniş başlattılar.

Aynı günlerde sokaklar yeniden ısındı. Artık göz göre göre açlık çeken işçi ve memurlar hükümeti protesto için sokaklara dökülüp yürüdüler. Siyasi tutukluların ana babaları, kardeşleri, demokrat ve aydın insanlar da “F tipi“ cezaevlerine karşı yürüdüler, seslerini yükselttiler.

Kısacası krizler üst üste bindi. İşte bu anda, böyle durumlarda hep olan şey bir kez daha oldu. Önce sokaklarda gençler, ardından polis kurşunlandı. Bunun ardından polisin kendisi, yeniçeri usulü baş kaldırıp sokaklara düştü, hükümeti suçladı, düşman bildiği çevrelere tehditler savurdu, intikam yeminleri etti…

Toplumda, basında ve her yerde “ne oluyor?..“ sorusu yükseldi. Sanki bildik bir filim yeniden oynuyordu, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi.. Başbakan Ecevit’in kendisi bile, olup bitenler karşısında şaşkın, “sanki birileri düğmeye bastı…“ dedi.

Ne var ki hükümetin kendisi de pek temiz mal değildi. O da selin yönünü hapishanelere çevirdi; böylece hem polise ve askere iş buldu, hem de kitlelerin dikkatini hükümeti bunaltan kimi sorunlardan uzaklaştırdı. Binlerce asker ve polis, panzer, dozer ve helikopterlerle cezaevlerine hücuma geçti; kurşunladı, bombaladı, yaktı, yıktı; böylece zindanları mezbahaneye çevirerek zaptetti, tutuklu ve hükümlüleri bir kez daha ele geçirdi!..

Türk hükümeti bu operasyonun adını da, dünya alemle alay eder gibi “hayata dönüş“ koydu! Böylece amacını ölüm orucundakilerin hayatını kurtarmak istermiş gibi göstermeye çalıştı. Ne var ki bu büyük bir yalandı. Hükümetin amacı tutuklu ve hükümlüleri F tipi cezaevlerine nakletmekti. Nitekim İçişleri Bakanı Tantan, buna ilişkin operasyon hazırlıklarının daha bir yıl öncesinden başlatıldığını itiraf etti.

Rejimin kolluk güçleri bu operasyon sırasında ülkenin dörtbir yanındaki 20 kadar cezaevine aynı anda baskın düzenlediler. Resmi rakamlara göre 8 bini aşkın komando ve jandarma ile binlerce polis bu işte görev aldı ve bu operasyon sırasında cezaevlerine atılan gaz bombalarının sayısı 20 binden fazlaydı. Asker ve polis, siyasi tutuklu ve hükümlülere öylesine saldırdı ki, saldırı sırasında 20 kişi öldü, yüzlercesi ağır yaralandı. O günden bu yana da ağır yaralılar arasında ölümler devam etmekte. Toplam ölü sayısı daha şimdiden 30’u aştı ve görünen o ki daha da artacak.

Bu operasyon ayrıca trilyonlarca liraya mal oldu. Bu para eğer tutuklu ve hükümlülerin iyiliği için harcansaydı, belki de bütün bu acı olaylar yaşanmazdı.

Türk medyası bu olaylar sırasında bir kez daha dewletin borazanı gibi hareket etti, kamuoyuna yönelik yalan bombardımanının gönüllü aracı oldu ve tam bir kışkırtıcılık yaptı. Beyni yıkanmış ve gözü dönmüş kolluk güçlerinin kurşunlarıyla vurulup öldürülen, ya da onlar tarafından yakılan tutuklu ve hükümlüleri, sanki kendi arkadaşları tarafından vurulmuşlar, ya da kendi kendilerini yakmışlar gibi gösterdi. Hükümet bu yalan furyasına “psikolojik savaş“ adını takmıştı. Kolluk güçlerinin ele geçirdiği “suç araçları“ arasında Marks, Engels ve Lenin’nin resimleriyle “iki kamyon kitap“ da vardı!..

Sonradan açığa çıktı ki, bu olaylar sırasında mahkumların açtığı ateşle öldürüldüğü söylenen Malatyalı çavuş da bizzat arkadaşlarının silahından çıkan kurşunlarla vurulmuştu.

Acaba Türk hükümeti bu sorunu barışçı yöntemlerle, diyalog yoluyla çözemez miydi? Bu mümkündü. Siyasi tutuklu ve hükümlülerin birçok istemi haklıydı, karşılanabilir türdendi. F tipi cezaevleri çağdaş standartlara uygun değildirler. Türk hükümeti eğer uzmanların önerilerine uygun olarak bu cezaevlerinin iç mimarisinde belli değişiklikler yapsaydı, uluslararası standartlara uygun olarak tutuklu ve hükümlü haklarını geçerli kılsaydı, bunca kavga gürültüye, bunca kan dökülmesine gerek kalmazdı.

Soruna bir de başka bir yönden bakmalı: Bugün Türkiye cezaevlerinde 12.000 siyasi tutuklu var, yani rejimin deyişiyle 12.000 “terörist!..“ Bu kimin suçu? Hangi uygar ülkede böyle bir durum vardır? Bu, sınırsız bir sömürü ve baskı mekanizmasının ürünü değil mi?.

Türkiye’deki rejim eşi görülmemiş bir sömürü, soygun ve talan düzenidir. Zulüm ve zorbalık ise ona eşlik ediyor. Halk aç ve işsizdir, temel hak ve özgürlüklerden yoksundur. Bu yoz ve haksız düzeni eleştirdiği, hakkını aradığı zaman ise baskı ve işkence görmekte, zindana atılmakta ve adı teröriste çıkmaktadır. Oysa gerçek bir terörist varsa o da rejimin kendisidir.

Sözkonusu 12 bin siyasi tutuklu ve hükümlüden eline silah almış, ya da silahlı bir eylem yapmış, şiddete karışmış olanlar azdır. Bu insanların çoğu salt rejime karşı eleştirici oldukları, görüşlerini dile getirdikleri için cezalandırılmışlardır. Genç ve çocuk yaşta birçok insan salt duvarlara rejimi eleştiren sloganlar yazdıkları, bu türden afişler yapıştırdıkları, ya da bir protesto gösterisine katıldıkları için alınıp terörist diye suçlanmış ve ağır cezalara çarptırılmışlardır. Son olarak “2. Manisa davası“ denen gençlerin durumu buna somut örnektir. Yaşları 15-20 arasında değişen bu liseli ve üniversiteli gençler, bundan beş yıl kadar önce İzmir’de, Gazi olaylarını protesto amacıyla bildiri dağıttıkları ve duvarlara afiş yapıştırdıkları için tutuklanıp 8 yıldan 15 yıla varan ağır hapis cezalarına çarptırıldılar ve Yargıtay kısa süre önce cezalarını onayladı.

Bu gençler de “terörist“ sayıldıkları için sözkonusu şartla salıvermeden istifade edemediler. Böylece hırsızlar, katiller serbest bırakılırken, onlar tecrit edilmek üzere “F tipi“ne sürüldüler.

Böyle bir ükede barış ve huzur gerçekleşebilir mi? Açık ki, böyle bir ülkede sokalar da, cezaevleri de hep kaynıyacaktır.

Bunca kavga gürültüden, yıkım ve yangından, ölü ve yaralıdan sonra da hükümet amacına ulaşmış değil. Cezaevleri kaynamaya devam ediyor. Yüzlercu tutuklu ve hükümlü ölüm orucunu ve açlık grevini sürdürüyor. Cezaevleri dışında da onların yakınları, yoldaşları şimdi on kat daha gergin ve öfkeliler. Bundan böyle öç alma eylemleri görülebilir, yeni olaylar patlak verebilir ve şiddet daha da tırmanabilir.

Kısacası, Türk devleti böylesi zorbaca bir yöntemle cezaevleri sorununu çözmüş olmadı, üstelik onu daha da ağır ve karmaşık hale getirdi.

Evet, sevgili okurlar, 2000 yılının son ayı işte böyle geçti..

İnsan Türkiye’nin genel manzarasına bakınca bu ülkeyi delilerin ve çılgınların yönettiği kanısına varabilir. Bu yanlış da olmaz. Bu adamlar sanki ortaçağdan kalmışlar, öylesine ilkel, öylesine yabaniler.. Ülkenin insanlarını kılıç zoruyla, korku ve tehditle, işkence ve ölümle terbiye ediyorlar…

Bu ülkede cezaevleri sorunu da geçmişten beri büyük bir sorun. Ama aslında ülke bütünüyle bir yarı açık cezaevi.. Bu, boydanboya telörgülerle, mayın tarlalarıyla, panzerler ve nöbetçi kuleleriyle çevrelenmiş sınırlarından belli…

Biz bu vahşet manzaralarını, sömürüyü, yalanı, talanı yazmaktan bıktık, sizler bu tür yazıları okumaktan bıktınız; ama bu ülkeyi yönetenler, sorumlu mevkilerde oturanlar yaptıkları kötülüklerden yorulmadılar. Onlarda utanç duygusu ve vicdan yoktur.

Böylesine ilkel ve kudurgan bir rejim nasıl Avrupa Birliği’ne üye olabilir?

2000 yılı böyle geçti, bakalım 2001’de neler olacak…

İnsan geçen yıla bakınca gelecek yılla ilgili olarak da umutsuzluğa düşüyor. Türkiye’yi yönetenler yalnızca geçen yılı değil, geçen yüzyılı da heder ettiler. Bunlar yeni yüzyılı da böylesine heder mi edecekler dersiniz?.

Eğer onlara kalsa, ederler! Ama umutsuz olmayın, sevgili okurlar. Bazı şeyler adama ve adam olmayana bağlı değil.. Bu bayların yasaları ne denli değişimi önlemeye çalışsa da toplumun kendi yasaları vardır, gelişimi ve değişimi asıl onlar belirler ve kimse de onları değiştiremez, engelleyemez.

Türkiye’nin düzeni artık çürümüştür, ömrünü tamamlamıştır. Bu ilkel, haksız, zorba düzen değişen çağa ayak uyduramaz, ayakta kalamaz. Değişim dalgası onun da kapısını çalıyor. Ola ki artık kocamış, çürümüş bir ağaç gibi birkaç yıl daha ayakta kalacak. Ama bu bir can çekişme dönemi olacak. Hiç beklenmedik anda, küçük bir esinti bile onu yere serebilir.

Eğer bu yoz ve günü geçmiş düzenin bir an önce yıkılmasını ve ülkemizin özgürlüğe ve barışa bir an önce ulaşmasını istiyorsak, umudu canlı tutalım ve mücadeleyi kararlıca sürdürelim.

 
PSK Bulten © 2001