PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Çıkmaz Sokakta Arayışlar

Kemal BURKAY

Türkiye yeniden ciddi bir politik krizin içinde. Bunu muhalefet ve basın artık yüksek sesle dile getiriyor. Koalisyon partileri de krizi yok sayma çabalarına rağmen bunun farkında.

Krizin nedenlerinden biri bizzat Başbakan Ecevit´in durumu. Başbakan yatalak denecek derecede hasta. Üstelik artık gizlenemez hale geldiği üzere, hastalığı bedensel ve beyinsel çok yönlü ve geçecek türden de değil.

Ama hükümetteki sorun salt Başbakan Ecevit´in durumundan kaynaklanmıyor. Koalisyon partileri arasındaki zoraki uyum artık yürümüyor. Bu uyumsuzluk başlangıçta IMF ve Dünya Bankası´nın şart koştuğu ekonomik programda yüze vurdu. Birçok değişiklik MHP´ye adeta zorla yaptırıldı. Şimdi ise AB üyeliği planında MHP ile diğerleri arasında ciddi görüş ayrılıkları var. MHP, AB üyeliği için yerine getirilmesi zorunlu olan Kopenhag Kriterleri´ne direniyor. İdamın kaldırılmasına, Kürtçe eğitim ve yayına karşı.

Aslında diğerlerinin, özellikle de DSP´nin bu konuda MHP´den pek farkı yok. Kopenhag Kriterleri adına, istemeye istemeye de olsa yapmaya razı oldukları şeyler göstermelik. Ama MHP bu göstermelik adımlara bile karşı. Çünkü MHP Avrupa Birliği´ne tümden karşı.

Aslında bu karşıtlık son derece doğal. Çünkü MHP rejimin yıllar boyu sola karşı kullandığı bir faşizan güç. Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve şovenizm üzerine şekillenmiş. Avrupa Birliği, MHP ve onun savunduğu bağnaz, ırkçı, şoven görüşlerle bağdaşmaz.

MHP başlangıçta, hükümette kalma hatırına, Avrupa Birliği´ne karşı olduğunu açıkça dile getirmeyi göze alamadı, oyalama yöntemlerine başvurdu. Ama yumurta gelip kapıya dayanınca maskeyi çıkarıp attı.

Gerçi MHP hala açıkça karşıyım demiyor. Ama “hem koşulları yerine getirmem, hem de AB üyeliğine karşı değilim” demenin ciddiye alınır tarafı yok. Bu, “veceteryan kulübüne üye olurum, ama et yememe koşulunu kabul etmem” demek gibi bir şey..

Elbet AB üyeliğine karşı olan yalnızca MHP değil. Sağda da solda da MHP´nin ırkçı-şoven değer yargılarını paylaşan başka güçler var. Şoven Türk milliyetçiliğinin savunucusu kemalistler ve marksizmden çok kemalizme yakın darbeci sol bunlar arasında. Şu anda MGK yoluyla ülke politikasına dilediği gibi yön veren ve düzenin rantından beslenen ordu üst kademesi, imtiyazlarını yitirmekten korktuğu için AB´ye karşı. Ucuz ve çoğu geri dönmeyen banka kredisine alışık esnaf ve çiftçi, KİT´leri bir arpalık olarak kullanan kesim –şu ya da bu partinin adamları- şimdi bu kaynaklar kesildiği için rahatsız ve tepkililer. Bunların bir bölümü aynı zamanda MHP gibi “milliyetçi” partilerin tabanıdır.

Özetle, AB nedeniyle ortaya ciddi bir cepheleşme çıkmıştır. Perinçek, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal türü her dönemin cuntacı ve “ulusal” solcuları, Türk turancı ve faşistleri ile, ülkeyi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle bir deli gömleğine sokanlarla, Susurluk çeteleriyle, işkencecilerle aynı saftalar. Diğer yanda ise, işvereni ve emekçisi, ezilen Kürt halkı, aydını, demokratı ile Türkiye´nin gelişmesinden, demokratikleşmesinden yana olan, bu nedenle de AB üyeliğini destekleyen ezici çoğunluk...

Bir yanda statükocular, diğer yanda değişim yanlıları.

Böyle bir aşamada siyasi kriz daha da önem kazanıyor, bu saflaşma krizi derinleştiriyor. Çünkü Türkiye bir yol ağzında, tarihindeki önemli bir hesaplaşma ile yüzyüze: Olduğu yerde mi duracak, çağa ve değişime direnecek mi, yoksa, tutucuların direncini kırıp değişime yönelecek mi?

Gerek Başbakan Ecevit´in sağlık durumu, gerekse AB konusundaki bu anlaşmazlık, bugünkü hükümetin devamını imkansız kılıyor. Böylesi bir durumda normal işleyen her demokraside yapılması gerekenler bellidir:

Öncelikle hasta olan başbakanın çekilmesi gerekir. Eğer koalisyon partileri arasında uyum olsaydı, aynı partiden veya diğer bir partiden başka biri hükümeti kurmakla görevlendirilirdi. Oysa uyumun olmadığı ortada. Başbakan hasta olmasa bile, ülkenin geleceğini ilgilendiren çok önemli konularda taban tabana zıt şeyleri savunan bu üçlü koalisyon artık yürümez.

Öyle olunca da yalnız başbakanın çekilmesi yetmiyor. Seçimlere kadar uyumlu çalışacak bir hükümet gerekiyor. Eğer bu mümkün değilse tez elden seçimlere gitmekten başka yol yok.

Öyleyse Türkiye neden adım atamıyor? Hasta ve işgöremez durumdaki Ecevit´i orada tutan güç ne? Kendisi ve eşi çok hırslı oldukları için mi? Ya bu, artık kırılıp dökülen koalisyon hükümetini ayakta tutan güç?.

Besbelli böyle bir güç, ya da güçler var. Onlar, bu hükümet kurulduğu günden beri “alternatifi yok” diyen çevrelerdir.

Parlamentonun yapısı belli. Önce, 28 Şubat “postmodern darbesi” ile MSP-DYP koalisyonu tasfiye edildi. MSP´nin temsil ettiği İslamcı akım “laik ve demokratik” düzen bakımından kabul edilemez ilan edildi. MSP kapatıldı, yerine geçen Fazilet Partisi de kapatıldı. Şimdi onun yerinde filizlenen AKP´nin de yolu kesilmek isteniyor.

Türkeş´in bozkurtları 12 Eylül öncesi sola karşı terör işinde kullanıldılar, 12 Eylül´de artık ihtiyaç kalmadığı için harcandılar, daha sonra kirli savaş döneminde yeniden yedeğe alınıp palazlandırıldılar, 28 Şubat döneminde islamcı yedekler “irtica” ile suçlanıp dışlanırken MHP´liler gözde olup iktidara taşındılar. Son hükümet MHP ve DSP´nin şahsında, sağın ve “sol”un milliyetçileri ile kuruldu.

Bu, Kürt halkına ve demokrasiye karşı bir cephe idi ve döneme uygundu. Kamuoyu oluşturan merkezlerin, asker-sivil bürokrasinin, sermayenin ve tekelci basının, hatta belli dış çevrelerin tam desteğine sahipti.

Oysa aradan geçen üç yılda durum değişmiştir. Öcalan´ın yakalandıktan sonra bayrak indirmesi ve bir tarafın teslimiyeti biçiminde de olsa kirli savaş son bulmuş, artık MHP gibi yedeklere ihtiyaç kalmamıştır. AB üyeliği eşiğe dayanmış ve buna uygun yeni bir saflaşma gündeme girmiştir. MHP yapısı ve ideolojisi gereği bu yeni saflaşmada AB karşıtı cephede yer almıştır.

Dolayısiyle AB´ye eğer girilecekse bu iş MHP ile olmaz. Ama onun yerine neyi koymalı? MGK kararları ile “yasaklı” olan AKP ve SP konamazlar. Bu ikisine, özellikle 11 Eylül olaylarından sonra ABD ve AB de kuşkuyla bakar.. DYP´nin ise tutumu yeterince net değil. Üstelik DYP ve ANAP düşman kardeşler...

Diğer bir deyişle, bu ülkede kimin hükümet olacağına TBMM değil, Genelkurmay, tekelci sermaye ve ABD karar veriyor. Bugünkü parlamentonun yapısı ise bu üçlüden onay alacak bir hükümete elvermiyor.. Üstelik bu üçlünün uzlaşması da eskisi kadar kolay değil. Özellikle AB üyeliği ve Kıbrıs sorunlarında orduyla diğer ikisi arasında ciddi bir uyumsuzluk var.

Ya seçimlere gidilse? Egemen güçler bakımından o daha da tehlikeli! Şu anda kamuoyu yoklamalarında en güçlü görünen AKP, yani istenmeyen parti! Ötekilerin ise çoğu barajı zar zor aşacak görünüyor.

Öyle olunca seçime de gidilemiyor. Yani yalnız yatalak başbakanın değil, aynı zamanda yatalak hükümetin de alternatifi yok! Bu bir ehveni şer hükümeti, hem de görülmemiş türden!

Peki, bu durumdan nasıl çıkılacak? Bu sorunun cevabı da her kesime göre değişir. Bunun cevabı toplumun işe, ekmeğe ve özgürlüğe gereği olan emekçi ve ezilen kesimi ile, egemen sınıflar ve etkili dış odaklar bakımından farklıdır.

Örneğin ordu nasıl bir çözüm ister? Ya yerel büyük sermaye ile onunla uyum içindeki IMF, Dünya Bankası gibi dış odaklar?.

Ordunun statükocu olduğu belli. O, ülkenin, 12 Eylülün deli gömleği içinde ve kendince belirleyip toplumsal yaşamın nerdeyse tüm alanlarına yaydığı “ulusal güvenlik” ölçütlerine göre yönetilmesini istiyor. Türk milliyetçisi, kemalist, katı ideolojiye toz konmamalı.. Bu yüzden de İslamcı parti olmamalı. Kürt partisi de olmamalı. Sol bile “hizada” bir sol olmalı.. Kürtlere hak ve özgürlük, Türklere geniş bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanıyacak bir yönetim de tehlikelidir!. Bu nedenle Kopenhag Kriterleri kabul edilemez, Avrupa türü bir demokrasi de..

Peki işverenler ve onlara destek veren etkili dış odaklar ne istiyor? Serbest piyasa ekonomisinin gereği olarak istenen ve bir bölümü zaten gerçekleşen “reformlar” devam etmeli, Türkiye AB´ye üye olmalı, bu nedenle ciddi bir pürüz olan Kıbrıs sorunu çözülmeli ve içerde -Kürt sorunu ve insan hakları alanında, küçük ve göstermelik de olsa- belli adımlar atılmalı. İşbaşında buna uygun bir hükümet olmalı..

Bu güçler, mevcut politik parçalanmışlık nedeniyle erken bir seçimden istedikleri yönde bir sonuç alamıyacaklarını biliyorlar. Gönüllerine uygun bir veya iki partinin (ki onlar buna, “merkez sağ” ve “merkez sol” diyorlar) seçimden başarıyla çıkması ihtimali şu anda yoktur. Bu nedenle, tüm zorluklara rağmen, istediklerini şu andaki parlamentoya ve özellikle de hükümet partilerine yaptırmaya çalışıyorlar. Seçimlerle ilgili olarak da zamana ihtiyaçları var. Gönüllerindeki “merkez sağ” ve “merkez sol” partiler için belki eskilerden bir ya da ikisine güç kazandıracaklar, belki yeni liderler ve partiler pazarlıyacaklar: Kemal Derviş ve M. Ali Bayar gibi.. Bu arada seçim ve siyasi partiler yasalarında değişiklikler yaparak, iki turlu seçim sistemi getirerek, istenmeyen “radikalleri” dışlayıp kendilerine yakın iki “merkezi” sağ ve “sol” partiyi parlamentoda çoğunluk yapmaya çalışacaklar.. Yani dikensiz gül bahçesi!

Peki bu çözüm olacak mı? Açık ki, çözüm ufukta görünmüyor. Türkiye´nin egemen güçleri, bir yandan sivil-asker bürokrasi, bir yandan büyük sermaye ve tekelci basın, onlara yandaş dış odaklar, şu anda tam bir çözümsüzlük içindeler, bu yatalak başbakanı ve yatalak hükümeti bile değiştiremiyorlar. Sistem adeta kötürüm olmuş.

Peki yakın gelecek için? Bu kesimin gönlündeki şey yakın gelecek için de bir çözüm olamaz. Çünkü böylesine, salt günü kurtarmaya yönelik kısır ve palyatif politikalarla ülkelerin sorunları çözülmez. Türkiye´nin egemen güçleri sorunların temeline inmedikleri, köklü çözümler üretemedikleri için ülke açısından bugünkü komik ve acınası durumu yarattılar.

Öncelikle şu soruyu sormalı: Türkiye laik ve demokratik bir ülke mi? Besbelli değil. Bu laf koca bir yalan. Türkiye´yi yönetenler de onu laik ve demokratik yapmak için hiçbir çaba harcamadılar; aksine ısrarla, inatla engellediler.

Türkiye´nin demokratik olması için, herşeyden önce, ülkenin nüfus ve toprak olarak üçte birini oluşturan Kürt sorunu adalet ve eşitlik ilkelerine uygun olarak çözülmeliydi. Ülke nüfusunun üçte birine en ağır, en iğrenç bir sömürge zulmünü layık gören bir toplum demokratik olabilir mi?

Laik olmak için toplumun dini yaşamını devletin keyfine ve bir tek mezhebe göre düzenleme anlayış ve uygulamasına son vermek gerekir. Devlet dini yaşama karışmamalı, tüm dini inançlara saygılı ve eşit mesafede olmalı.

Nasıl Taliban´ı ve El Kaide´yi, Sovyetlere karşı yeşil kuşak politikasının bir sonucu olarak ABD yarattıysa, Türkiye´deki radikal islamcı hareketleri de, bugün ondan şikayetçi olan egemen güçler yarattılar, sola ve Kürt halkına karşı savaşın bir yedek gücü olarak kullanmak için. Bu egemen güçler, aynı amaçlarla ırkçı bozkurtları, yani MHP´yi de yarattılar.

Demek ki Türkiye´de demokrasi ve laiklik olsaydı, ülkeyi yönetenler bunun için çaba gösterselerdi, ülkede ne radikal islam böylesine tırmanır, ne mezhep çatışmaları ile kanlı sağ-sol çatışmaları yaşanır, ne de Kürt sorunu terörize olurdu.

Bugün de sorunların çözümü böylesine çağdaş bir anlayışı benimsemeye bağlıdır.

Bazıları, yaşlanmış politikacılar gitsin, gençler gelsin diye tutturmuş. Ülkenin nice yıllarının kaybına yol açan tutucu, köhnemiş politikacılar elbet gitsin. Ama sorun sadece bir yaş sorunu mu? Bakış açılarında bir fark olmadıkça, sorunlara çözüm olacak köklü, ciddi projelerle ortaya çıkmadıkça yaşlıların gidip gençlerin gelmesi neyi değiştirecek? DYP´nin başına Çiller geldiğinde büyük medya aynı havaları çalmadı mı? Oysa genç Çiller´in yaşlı Demirel´den yeni olan bir tarafı yoktu. Şu anda genç diye pazarlanan M. Ali Bayar´ın hangi umut veren projesi var? O ülkeyi bu çıkmazdan hangi köklü değişimlerle çıkaracak? Oysa Bayar da kendisinden öncekiler tarafından bin kez söylenmiş bayat nakaratları tekrarlıyor.

Ya Kemal Derviş? Onun Kürt sorunu konusundaki görüşleri ne? Ya demokratikleşme alanında? O mevcuttan farklı birşey söylüyor mu, söyleyebilecek mi?

Sorun gençlikse, Recep Tayip Erdoğan´dan daha genci ve yakışıklısı yok! Üstelik ardında hazır kitle desteği de var..

Demokratik ve çağdaş bir anayasayı açıkça savunan, 12 Eylül çarkına son vereceğini söyleyen, MGK´nın sivil yaşam ve politika üzerindeki ipoteğini kaldırmayı vadeden, kaynakları silahlanmaya değil de üretime yönelteceğini söyleyen, Kürt sorununa adil ve gerçekçi çözüm öneren, Türkiye artık bir işkence, bir faili meçhuller ve tutuklu aydınlar ülkesi olmayacak diyen bir lider var mı ortada?.

Olmasına ordu, polis ve DGM savcıları izin verecek mi?!.

Oysa bugün çıkmaz sokakta çıkış arayan egemen güçler, bula bula yeni yüzlerle vitrini süsleyip halkı bir süre daha oyalamayı, seçim yasasını değiştirip iki turlu seçimle kendi adamlarını iktidar yapıp bir süre daha oyalanmayı, “istenmeyen” görüş ve kişileri dışlamayı deniyorlar yine. Yani parlamentoyu ve bir bütün olarak politika sahnesini yine halka, farklı görüşlere, farklı çözümlere kapamayı..

Bu geçmişten beri yapılandır ve çözüm olmadığı onlarca kez görüldü. Çözüm ve çıkar yol ise asıl o “istenmeyen”, o korkulan görüşlerdedir. Ülke deli gömleklerinden kurtarılmalı; halkın, emekçilerin, farklı ses ve görüşlerin önü açılmalı. Bunun için hem yasalar değişmeli, hem kafalar...

Bakın o zaman toplum nasıl bir sel gibi akıp önünü açacaktır.

Ama denebilir ki, önünü açmak toplumun kendi işidir. Onu başkalarından, hele hele engellerin kendisinden beklemek boşuna beklemektir.. Asıl, kitleler bir sel gibi akıp önünü açamadığı için, bu tutucu, ilkel, çürümüş bentler orada öylece duruyor ve engelleyici işlevlerini sürdürüyorlar..

Bu bentlerin yıkılacağı günler de gelir elbet. “Enseyi karartmayın!”

 
PSK Bulten © 2002