Çıkmaz
Sokakta Arayışlar
Kemal BURKAY
Türkiye yeniden
ciddi bir politik krizin içinde. Bunu muhalefet ve basın
artık yüksek sesle dile getiriyor. Koalisyon partileri
de krizi yok sayma çabalarına rağmen bunun farkında.
Krizin nedenlerinden
biri bizzat Başbakan Ecevit´in durumu. Başbakan
yatalak denecek derecede hasta. Üstelik artık gizlenemez
hale geldiği üzere, hastalığı bedensel
ve beyinsel çok yönlü ve geçecek türden de değil.
Ama hükümetteki
sorun salt Başbakan Ecevit´in durumundan kaynaklanmıyor.
Koalisyon partileri arasındaki zoraki uyum artık
yürümüyor. Bu uyumsuzluk başlangıçta IMF ve Dünya
Bankası´nın şart koştuğu ekonomik
programda yüze vurdu. Birçok değişiklik MHP´ye adeta
zorla yaptırıldı. Şimdi ise AB üyeliği
planında MHP ile diğerleri arasında ciddi görüş
ayrılıkları var. MHP, AB üyeliği için
yerine getirilmesi zorunlu olan Kopenhag Kriterleri´ne direniyor.
İdamın kaldırılmasına, Kürtçe eğitim
ve yayına karşı.
Aslında diğerlerinin,
özellikle de DSP´nin bu konuda MHP´den pek farkı yok.
Kopenhag Kriterleri adına, istemeye istemeye de olsa
yapmaya razı oldukları şeyler göstermelik.
Ama MHP bu göstermelik
adımlara bile karşı. Çünkü MHP Avrupa Birliği´ne
tümden karşı.
Aslında bu karşıtlık
son derece doğal. Çünkü MHP rejimin yıllar boyu
sola karşı kullandığı bir faşizan
güç. Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve
şovenizm üzerine şekillenmiş. Avrupa Birliği,
MHP ve onun savunduğu bağnaz, ırkçı, şoven
görüşlerle bağdaşmaz.
MHP başlangıçta,
hükümette kalma hatırına, Avrupa Birliği´ne
karşı olduğunu açıkça dile getirmeyi göze
alamadı, oyalama yöntemlerine başvurdu. Ama yumurta
gelip kapıya dayanınca maskeyi çıkarıp
attı.
Gerçi MHP hala açıkça
karşıyım demiyor. Ama “hem koşulları
yerine getirmem, hem de AB üyeliğine karşı
değilim” demenin ciddiye alınır tarafı
yok. Bu, “veceteryan kulübüne üye olurum, ama et yememe koşulunu
kabul etmem” demek gibi bir şey..
Elbet AB üyeliğine karşı
olan yalnızca MHP değil. Sağda da solda da
MHP´nin ırkçı-şoven değer yargılarını
paylaşan başka güçler var. Şoven Türk milliyetçiliğinin
savunucusu kemalistler ve marksizmden çok kemalizme yakın
darbeci sol bunlar arasında. Şu anda MGK yoluyla
ülke politikasına dilediği gibi yön veren ve düzenin
rantından beslenen ordu üst kademesi, imtiyazlarını
yitirmekten korktuğu için AB´ye karşı. Ucuz
ve çoğu geri dönmeyen banka kredisine alışık
esnaf ve çiftçi, KİT´leri bir arpalık olarak kullanan
kesim –şu ya da bu partinin adamları- şimdi
bu kaynaklar kesildiği için rahatsız ve tepkililer.
Bunların bir bölümü aynı zamanda MHP gibi “milliyetçi”
partilerin tabanıdır.
Özetle, AB nedeniyle ortaya
ciddi bir cepheleşme çıkmıştır. Perinçek,
İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal türü her dönemin cuntacı
ve “ulusal” solcuları, Türk turancı ve faşistleri
ile, ülkeyi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle bir deli gömleğine
sokanlarla, Susurluk çeteleriyle, işkencecilerle aynı
saftalar. Diğer yanda ise, işvereni ve emekçisi,
ezilen Kürt halkı, aydını, demokratı ile
Türkiye´nin gelişmesinden, demokratikleşmesinden
yana olan, bu nedenle de AB üyeliğini destekleyen ezici
çoğunluk...
Bir yanda statükocular, diğer
yanda değişim yanlıları.
Böyle bir aşamada siyasi
kriz daha da önem kazanıyor, bu saflaşma krizi derinleştiriyor.
Çünkü Türkiye bir yol ağzında, tarihindeki önemli
bir hesaplaşma ile yüzyüze: Olduğu yerde mi duracak,
çağa ve değişime direnecek mi, yoksa, tutucuların
direncini kırıp değişime yönelecek mi?
Gerek Başbakan Ecevit´in
sağlık durumu, gerekse AB konusundaki bu anlaşmazlık,
bugünkü hükümetin devamını imkansız kılıyor.
Böylesi bir durumda normal işleyen her demokraside yapılması
gerekenler bellidir:
Öncelikle hasta olan başbakanın
çekilmesi gerekir. Eğer koalisyon partileri arasında
uyum olsaydı, aynı partiden veya diğer bir
partiden başka biri hükümeti kurmakla görevlendirilirdi.
Oysa uyumun olmadığı ortada. Başbakan
hasta olmasa bile, ülkenin geleceğini ilgilendiren çok
önemli konularda taban tabana zıt şeyleri savunan
bu üçlü koalisyon artık yürümez.
Öyle olunca da yalnız
başbakanın çekilmesi yetmiyor. Seçimlere kadar uyumlu
çalışacak bir hükümet gerekiyor. Eğer bu mümkün
değilse tez elden seçimlere gitmekten başka yol
yok.
Öyleyse Türkiye neden adım
atamıyor? Hasta ve işgöremez durumdaki Ecevit´i
orada tutan güç ne? Kendisi ve eşi çok hırslı
oldukları için mi? Ya bu, artık kırılıp
dökülen koalisyon hükümetini ayakta tutan güç?.
Besbelli böyle bir güç, ya
da güçler var. Onlar, bu hükümet kurulduğu günden beri
“alternatifi yok” diyen çevrelerdir.
Parlamentonun yapısı
belli. Önce, 28 Şubat “postmodern darbesi” ile MSP-DYP
koalisyonu tasfiye edildi. MSP´nin temsil ettiği İslamcı
akım “laik ve demokratik” düzen bakımından
kabul edilemez ilan edildi. MSP kapatıldı, yerine geçen Fazilet Partisi de kapatıldı.
Şimdi onun yerinde filizlenen AKP´nin de yolu kesilmek
isteniyor.
Türkeş´in bozkurtları
12 Eylül öncesi sola karşı terör işinde kullanıldılar,
12 Eylül´de artık ihtiyaç kalmadığı için
harcandılar, daha sonra kirli savaş döneminde yeniden
yedeğe alınıp palazlandırıldılar,
28 Şubat döneminde islamcı yedekler “irtica” ile
suçlanıp dışlanırken MHP´liler gözde olup
iktidara taşındılar. Son hükümet MHP ve DSP´nin
şahsında, sağın ve “sol”un milliyetçileri
ile kuruldu.
Bu, Kürt halkına ve
demokrasiye karşı bir cephe idi ve döneme uygundu.
Kamuoyu oluşturan merkezlerin, asker-sivil bürokrasinin,
sermayenin ve tekelci basının, hatta belli dış
çevrelerin tam desteğine sahipti.
Oysa aradan geçen üç yılda
durum değişmiştir. Öcalan´ın yakalandıktan
sonra bayrak indirmesi ve bir tarafın teslimiyeti biçiminde
de olsa kirli savaş son bulmuş, artık MHP gibi
yedeklere ihtiyaç kalmamıştır. AB üyeliği
eşiğe dayanmış ve buna uygun yeni bir
saflaşma gündeme girmiştir. MHP yapısı
ve ideolojisi gereği bu yeni saflaşmada AB karşıtı
cephede yer almıştır.
Dolayısiyle AB´ye eğer
girilecekse bu iş MHP ile olmaz. Ama
onun yerine neyi koymalı? MGK kararları ile “yasaklı”
olan AKP ve SP konamazlar. Bu ikisine, özellikle 11 Eylül
olaylarından sonra ABD ve AB de kuşkuyla bakar..
DYP´nin ise tutumu yeterince net değil. Üstelik DYP ve
ANAP düşman kardeşler...
Diğer bir deyişle,
bu ülkede kimin hükümet olacağına TBMM değil,
Genelkurmay, tekelci sermaye ve ABD karar veriyor. Bugünkü
parlamentonun yapısı ise bu üçlüden onay alacak
bir hükümete elvermiyor.. Üstelik bu üçlünün uzlaşması
da eskisi kadar kolay değil. Özellikle AB üyeliği
ve Kıbrıs sorunlarında orduyla diğer ikisi
arasında ciddi bir uyumsuzluk var.
Ya seçimlere gidilse? Egemen
güçler bakımından o daha da tehlikeli! Şu anda
kamuoyu yoklamalarında en güçlü görünen AKP, yani istenmeyen
parti! Ötekilerin ise çoğu barajı zar zor aşacak
görünüyor.
Öyle olunca seçime de gidilemiyor.
Yani yalnız yatalak başbakanın değil,
aynı zamanda yatalak hükümetin de alternatifi yok! Bu
bir ehveni şer hükümeti, hem de görülmemiş türden!
Peki, bu durumdan nasıl
çıkılacak? Bu sorunun cevabı da her kesime
göre değişir. Bunun cevabı toplumun işe,
ekmeğe ve özgürlüğe gereği olan emekçi ve ezilen
kesimi ile, egemen sınıflar ve etkili dış
odaklar bakımından farklıdır.
Örneğin ordu nasıl
bir çözüm ister? Ya yerel büyük sermaye ile onunla uyum içindeki
IMF, Dünya Bankası gibi dış odaklar?.
Ordunun statükocu olduğu
belli. O, ülkenin, 12 Eylülün deli gömleği içinde ve
kendince belirleyip toplumsal yaşamın nerdeyse tüm
alanlarına yaydığı “ulusal güvenlik” ölçütlerine
göre yönetilmesini istiyor. Türk milliyetçisi, kemalist, katı
ideolojiye toz konmamalı.. Bu yüzden de İslamcı
parti olmamalı. Kürt partisi de olmamalı. Sol bile
“hizada” bir sol olmalı.. Kürtlere hak ve özgürlük, Türklere
geniş bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanıyacak
bir yönetim de tehlikelidir!. Bu nedenle Kopenhag Kriterleri
kabul edilemez, Avrupa türü bir demokrasi de..
Peki işverenler ve onlara
destek veren etkili dış odaklar ne istiyor? Serbest
piyasa ekonomisinin gereği olarak istenen ve bir bölümü
zaten gerçekleşen “reformlar” devam etmeli, Türkiye AB´ye
üye olmalı, bu nedenle ciddi bir pürüz olan Kıbrıs
sorunu çözülmeli ve içerde -Kürt sorunu ve insan hakları
alanında, küçük ve göstermelik de olsa- belli adımlar
atılmalı. İşbaşında buna uygun
bir hükümet olmalı..
Bu güçler, mevcut politik
parçalanmışlık nedeniyle erken bir seçimden
istedikleri yönde bir sonuç alamıyacaklarını
biliyorlar. Gönüllerine uygun bir veya iki partinin (ki onlar
buna, “merkez sağ” ve “merkez sol” diyorlar) seçimden
başarıyla çıkması ihtimali şu anda
yoktur. Bu nedenle, tüm zorluklara rağmen, istediklerini
şu andaki parlamentoya ve özellikle de hükümet partilerine
yaptırmaya çalışıyorlar. Seçimlerle ilgili
olarak da zamana ihtiyaçları var. Gönüllerindeki “merkez
sağ” ve “merkez sol” partiler için belki eskilerden bir
ya da ikisine güç kazandıracaklar, belki yeni liderler
ve partiler pazarlıyacaklar: Kemal Derviş ve M.
Ali Bayar gibi.. Bu arada seçim ve siyasi partiler yasalarında
değişiklikler yaparak, iki turlu seçim sistemi getirerek,
istenmeyen “radikalleri” dışlayıp kendilerine
yakın iki “merkezi” sağ ve “sol” partiyi parlamentoda
çoğunluk yapmaya çalışacaklar.. Yani dikensiz
gül bahçesi!
Peki bu çözüm olacak mı?
Açık ki, çözüm ufukta görünmüyor. Türkiye´nin egemen
güçleri, bir yandan sivil-asker bürokrasi, bir yandan büyük
sermaye ve tekelci basın, onlara yandaş dış
odaklar, şu anda tam bir çözümsüzlük içindeler, bu yatalak
başbakanı ve yatalak hükümeti bile değiştiremiyorlar.
Sistem adeta kötürüm olmuş.
Peki yakın gelecek için?
Bu kesimin gönlündeki şey yakın gelecek için de
bir çözüm olamaz. Çünkü böylesine, salt günü kurtarmaya yönelik
kısır ve palyatif politikalarla ülkelerin sorunları
çözülmez. Türkiye´nin egemen güçleri sorunların temeline
inmedikleri, köklü çözümler üretemedikleri için ülke açısından
bugünkü komik ve acınası durumu yarattılar.
Öncelikle şu soruyu
sormalı: Türkiye laik ve demokratik bir ülke mi? Besbelli
değil. Bu laf koca bir yalan. Türkiye´yi yönetenler de
onu laik ve demokratik yapmak için hiçbir çaba harcamadılar;
aksine ısrarla, inatla engellediler.
Türkiye´nin demokratik olması
için, herşeyden önce, ülkenin nüfus ve toprak olarak
üçte birini oluşturan Kürt sorunu adalet ve eşitlik
ilkelerine uygun olarak çözülmeliydi. Ülke nüfusunun üçte
birine en ağır, en iğrenç bir sömürge zulmünü
layık gören bir toplum demokratik olabilir mi?
Laik olmak için toplumun
dini yaşamını devletin keyfine ve bir tek mezhebe
göre düzenleme anlayış ve uygulamasına son
vermek gerekir. Devlet dini yaşama karışmamalı,
tüm dini inançlara saygılı ve eşit mesafede
olmalı.
Nasıl Taliban´ı
ve El Kaide´yi, Sovyetlere karşı yeşil kuşak
politikasının bir sonucu olarak ABD yarattıysa,
Türkiye´deki radikal islamcı hareketleri de, bugün ondan
şikayetçi olan egemen güçler yarattılar, sola ve
Kürt halkına karşı savaşın bir yedek
gücü olarak kullanmak için. Bu egemen güçler, aynı amaçlarla
ırkçı bozkurtları, yani MHP´yi de yarattılar.
Demek ki Türkiye´de demokrasi
ve laiklik olsaydı, ülkeyi yönetenler bunun için çaba
gösterselerdi, ülkede ne radikal islam böylesine tırmanır,
ne mezhep çatışmaları ile kanlı sağ-sol
çatışmaları yaşanır, ne de Kürt sorunu
terörize olurdu.
Bugün de sorunların
çözümü böylesine çağdaş bir anlayışı
benimsemeye bağlıdır.
Bazıları, yaşlanmış
politikacılar gitsin, gençler gelsin diye tutturmuş.
Ülkenin nice yıllarının kaybına yol açan
tutucu, köhnemiş politikacılar elbet gitsin. Ama
sorun sadece bir yaş sorunu mu? Bakış açılarında
bir fark olmadıkça, sorunlara çözüm olacak köklü, ciddi
projelerle ortaya çıkmadıkça yaşlıların
gidip gençlerin gelmesi neyi değiştirecek? DYP´nin
başına Çiller geldiğinde büyük medya aynı
havaları çalmadı mı? Oysa genç Çiller´in yaşlı
Demirel´den yeni olan bir tarafı yoktu. Şu anda
genç diye pazarlanan M. Ali Bayar´ın hangi umut veren
projesi var? O ülkeyi bu çıkmazdan hangi köklü değişimlerle
çıkaracak? Oysa Bayar da kendisinden öncekiler tarafından
bin kez söylenmiş bayat nakaratları tekrarlıyor.
Ya Kemal Derviş? Onun
Kürt sorunu konusundaki görüşleri ne? Ya demokratikleşme
alanında? O mevcuttan farklı birşey söylüyor
mu, söyleyebilecek mi?
Sorun gençlikse, Recep Tayip
Erdoğan´dan daha genci ve yakışıklısı
yok! Üstelik ardında hazır kitle desteği de
var..
Demokratik ve çağdaş
bir anayasayı açıkça savunan, 12 Eylül çarkına
son vereceğini söyleyen, MGK´nın sivil yaşam
ve politika üzerindeki ipoteğini kaldırmayı
vadeden, kaynakları silahlanmaya değil de üretime
yönelteceğini söyleyen, Kürt sorununa adil ve gerçekçi
çözüm öneren, Türkiye artık bir işkence, bir faili
meçhuller ve tutuklu aydınlar ülkesi olmayacak diyen
bir lider var mı ortada?.
Olmasına ordu, polis
ve DGM savcıları izin verecek mi?!.
Oysa bugün çıkmaz sokakta
çıkış arayan egemen güçler, bula bula yeni
yüzlerle vitrini süsleyip halkı bir süre daha oyalamayı,
seçim yasasını değiştirip iki turlu seçimle
kendi adamlarını iktidar yapıp bir süre daha
oyalanmayı, “istenmeyen” görüş ve kişileri
dışlamayı deniyorlar yine. Yani parlamentoyu
ve bir bütün olarak politika sahnesini yine halka, farklı
görüşlere, farklı çözümlere kapamayı..
Bu geçmişten beri yapılandır
ve çözüm olmadığı onlarca kez görüldü. Çözüm
ve çıkar yol ise asıl o “istenmeyen”, o korkulan
görüşlerdedir. Ülke deli gömleklerinden kurtarılmalı;
halkın, emekçilerin, farklı ses ve görüşlerin
önü açılmalı. Bunun için hem yasalar değişmeli,
hem kafalar...
Bakın o zaman toplum
nasıl bir sel gibi akıp önünü açacaktır.
Ama denebilir ki, önünü açmak
toplumun kendi işidir. Onu başkalarından, hele
hele engellerin kendisinden beklemek boşuna beklemektir..
Asıl, kitleler bir sel gibi akıp önünü açamadığı
için, bu tutucu, ilkel, çürümüş bentler orada öylece
duruyor ve engelleyici işlevlerini sürdürüyorlar..
Bu bentlerin yıkılacağı
günler de gelir elbet. “Enseyi karartmayın!”
|