PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Çürüyüp kokuşan sistem

Kemal BURKAY

Seçimler yaklaştıkça barajı aşamayacak partilerde ve seçilemiyecek milletvekillerinde telaş ve panik görülmemiş ölçülerde. Bu durum, seçimleri engellemek, barajı düşürmek için binbir oyuna, tezgaha yol açıyor. Bu oyun ve tezgahların tümü de sözde “demokrasi için”, “AB adaylığını güvenceye almak için”, “vatan ve millet için!..”

Ortalık toz duman. Şurda seçimlere bir ay kaldı; ama 3 Kasım´da seçim olup olmayacağı her gün daha da belirsiz hale geliyor.

Baraj sorunu olmayanlar için de ortam güllük gülistanlık değil. Özellikle de anketlerde en iyi durumda olan, nerdeyse tek başına iktidara gelecekmiş gibi görünen AKP için.

Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, Ceza Yasası nice tuzaklarla dolu. Türkiye hukuk sistemi tam bir labirent. Göstermelik demokrasi bir kez daha bu labirente düştü. DGM´ler, Yargıtay, Yüksek Seçim Kurulu, adayları kesip biçti.

İktidara aday en güçlü partinin lideri Erdoğan seçime sokulmadı. Geçmişte okuduğu bir şiir yüzünden. Cezasını yattı, çıktı. Cezaya neden olan 312. madde değişti, yani eylemi sözde suç olmaktan çıktı. Ama tüm bunlar para etmedi. O ilahlara karşı suç işlemişti ve ilahlar bir kulpunu bulup, onu devre dışı bırakmayı başardılar.

Geçmişte başbakanlık yapmış bir yaşlı politikacı, Erbakan da bağımsız aday olarak seçimlere sokulmadı.. O da geçmişte yaptığı bir konuşmayla ilahları kızdırmış ve sicili bozulmuştu..

Murat Bozlak ve Akın Birdal´ın içinde bulunduğu onlarca DEHAP adayı da geçmişte işledikleri“ideolojik suçlar” gerekçe gösterilerek tırpanlandılar.

HAK-PAR Genel Başkanı ve Diyarbakır bağımsız adayı Abdülmelik Fÿrat da aynı gerekçelerle engellendi.

Bu yasaklamalar, seçimleri daha şimdiden Evren´in 1983 seçimlerinden beter etti.

Peki bunu yapan ilahlar kim, gerekçeleri ne?

Bunlar “toplum mühendisleri”dir. Dema Nu´nun 36. sayısında çıkan “Köleci Demokrasi” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, kimin parti kurup kimin kuramıyacağına, partilerin programında nelerin yazılıp nelerin yazılamıyacağına, kimin parlamentoya girip kimin giremiyeceğine, kimin söz hakkı olup kimin olmadığına karar verenler...

Engellemeler sözde hukuk ve demokrasi adına yapılıyor! Engelleyenler ile engellenenler arasında görünürde bir hukuk savaşı yaşanıyor. Hukuk ise 12 Eylül hukuku! Faşist cuntanın Anayasası, yani kitlelere giydirilen deli gömleği ve demokrasiye, özgürlüklere karşı binbir tuzakla dolu öteki yasalar...

Engelleyenler, görünürde kimi savcılar, yargıçlar, Yargıtay ve YSK olsa bile, arka planda, Olimpos Dağı´nın tepesinde ve eteklerinde hangi güçlerin bulunduğu bellidir..

Bu ilahların Marksist solla ve Kürtlerle sorunları geçmişten beri bellidir. Marksist sol son yıllarda artık tehlike olmaktan çıkmış ve düşmanlar listesinden adı çıkarılmıştır; tabi Kürt sorunundan söz etmemek koşuluyla. Yoksa, Akın Birdal örneğinde olduğu gibi, hem kurşunlarla delik deşik edilir, hem de parlamentoya girmesi engellenir..

Kürtler ise rejim bakımından iki gruptur: Birincisi bir Kürt sorunu olmayanlar, hatta kendilerini Kürt saymayanlar ve rejimin dümen suyunda idame-i hayat edenler.. Bunlar tehlikesizdir, “iyi vatandaş”tır ve devletin bunlarla bir sorunu yoktur. Bunlardan parlamentoda her dönem mebzul miktarda vardır..

İkinci grup ise Kürt kimliğine sahip çıkanlar, zulme ve baskıya karşı direnenler, hak ve özgürlük isteyenler.. Bunlar rejim için her dönemde “tehlikeli” idi, ezilmesi gereken bir “düşman”dı ve bugün de öyledir..

Hatta, HADEP örneğinde olduğu gibi, İmralı´daki Bay´ın işaretine uygun olarak rejimle uzlaştıkları, bağımsızlık ve benzeri “gerici” istemlerden vazgeçip üniter devleti, Kemalizmi, Demirel´in “demokratik cumhuriyeti”ni savundukları, bu uğurda Bahçeli´yi Diyarbakır´da alkışlar eşliğinde ağırlayıp gereken saygı ve hürmeti gösterdikleri, Kürtler için bireysel kültürel hakları yeterli buldukları, anadilde kursa ve 15 dakikalık TV yayınına şükrettikleri halde düşman sayılmaktan kurtulamıyorlar. Yani bu rejime yaranmak da mümkün değil!

Peki Erdoğan ve Erbakan gibileri.. Bunlar zaman zaman rejimin yedek gücü, “Komünizmle Mücadele Derneği”, “İlim Yayma Cemiyeti” mensubu, zaman zaman ise “laik ve demokratik” düzeni yıkıp şeriate dayalı bir orta çağ düzeni kurmak isteyen gericiler... Yani duruma göre dost ya da düşman.. Dost olduğu zaman başbakan yardımcılığına, hatta başbakanlığa kadar yükselebilirler. “Düşman” oldukları veya olmaları gerektiği zaman ise kahredilirler...

Peki neden böyle? Marksistler, Kürtler, ya da radikal dinci diye nitelen “İslamcılar” neyi değiştirecekler? İddia edildiği gibi demokrasi ve hukuk düzenini mi ortadan kaldıracaklar?

Ortada bir demokrasi ve hukuk düzeni var mı?

Türkiye´de besbelli yıllardır süregelen, sahiplerinin titizlikle ve süngü gücüyle korudukları bir rejim var; ama bu ne demokrasi ne de hukuk rejimi.

Bu, daha başından beri toplumda var olan sınıfsal, etnik, kültürel çoğulculuğu reddeden, farkları yok etmeye çalışan, her şeyde tekçi bir anlayış:

Tek soy, tek ulus, tek bayrak, tek parti, tek dil, tek din, tek kıyafet!..

Bunun adına Kemalizm dendi..

Bu anlayışla laik ve demokratik bir toplum yaratılamazdı.

Rejim, tam bir ırkçılığa dönüştürdüğü Türk milliyetçiliğini kendisine ideolojik temel olarak aldı. Kürt halkını ve öteki halkları yok saydı, yok etmeye çalıştı. Uygulamalar zaman zaman soykırım düzeyine vardı.

Rejim toplumun dini inançlarına keyfince yasaklar koydu, sınırlar çizdi, düzen vermeye çalıştı. Bu yüzden kimi inanç sahipleri, örneğin Aleviler, Yezidiler, Süryaniler inançlarını özgürce yaşıyamadılar. Hatta Sünni Müslümanlar bile zaman zaman tarikatlar biçiminde gizliliğe itildi.

Ekonomik alanda sisteme uyum sağlayanlara dokunulmadı, bunlar “ulusal burjuvazi” olarak teşvik edildiler. Ama farklı düşünen, rejimi eleştiren, hak isteyen emekçiler, işçi ve köylüler, aydınlar ezildiler.

Kemalist dogmalar dışındaki her türlü görüş yasaklandı, Kemalizm bilim katına yükseltildi! Bugün de Kemalizm topluma tek doğru, uygun ideoloji olarak sunuluyor..

Bir başka deyişle, Türkiye´yi 80 yıldır bu anlayış yönlendiriyor. 80 yıldır topluma egemen olan bu tekçi, antidemokratik anlayış. Bu ülkede hukuk da, siyaset de, bilim ve din de onun çizdiği dört duvarla sınırlı..

Bu rejimde en etkili güç askeri bürokrasi oldu. Yÿllarca tek parti çatısı altında ve sivil bürokrasinin desteğiyle doğrudan yönetti. Çok partili hayata geçildiği zaman da perde gerisinde etkili olmayı sürdürdü. Sivil politikacılar ipleri zaman zaman ellerine almak istedikleri, yani asker ve sivil bürokrasinin öneminin nisbeten azaldığı dönemler oldu. Ama bunlar kısa sürdü ve askeri bürokrasinin darbelerle iktidarı doğrudan avucuna alması gecikmedi. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ve son olarak 28 Şubat 1997 “postmodern” darbesi bunun örnekleri.

Şu anda da zaten MGK yönetiyor. Ülkenin tüm temel sorunları hakkında, generallerin ağır bastığı bu kurum karar veriyor. Siyasetin sınırlarını da bu kurum çiziyor. Parlamento ve hükümetin tümüyle göstermelik oldukları bir sır değil.

İşte sorun burada, işin püf noktası bu.

“Demokratik-laik düzen”, “çok partili sistem”, “demokratik seçimler”, bütün bunlar palavra. Bu ülkedeki sistemin demokrasiyle bir ilgisi yok. Bu sistem laik filan değil. Bu ülkede hukukun değil, güçlünün dediği oluyor.

Ülke bir deli gömleği içinde. Mussolini´nin 1930´lu yıllarda yaptığı faşist ceza yasası Türkiye´de, hem de zaman içinde birkaç kez yapılan değişikliklerle daha da ağırlaşarak bugün de yürürlüktedir. 12 Mart rejimi yasal düzeni daha gericileştirdi. 12 Eylül faşizmi ise, toplumun tüm hava deliklerini tıkadı, beton döktü.

Cunta sonrası gelen sözde sivil hükümetlerin ve liderlerin hiç biri; Özal, Demirel, Ecevit, İnönü, Çiller, Baykal, Yÿlmaz, Erbakan ve ötekiler, 12 Eylül çarkına dokunmadılar. Bunların hiçbiri demokrat değildi. Hiçbirinin demokrasi için risk almaya niyeti ve buna uygun yüreği yoktu.. Rejimin bu denli ırkçı, şoven, militarist olmasının sorumluları aynı zamanda onlar. Her biri,12 Eylül´ün daha da pekiştirdiği antidemokratik rejimi, duvarları, bentleri, barajları titizlikle korudu.

Ama bu deli gömleği artık topluma çok dar geliyor, onu bunaltıyor. Her diktatörlük kapalı bir rejimdir. Saydam olmayan bu ortamda yolsuzluk, hırsızlık alabildiğine işler. Baskıcı sistem sonuçta kitle desteğini -o da eğer varsa- yitirir, tıkanır ve sorunları çözemez olur. Türkiye´de son yıllarda yaşanan ağır ekonomik ve siyasi krizler işte çözülemeyen ve günden güne ağırlaşan söz konusu sorunların ürünüdür.

Toplumun Kemalist dogmalardan kurtulması gerek. Irkçılık ve Türkçülükle, militarist bir rejimle 21. Yüzyılda yol alınamaz.

Tek renk, tek biçim kışla işidir, sivil ve çağdaş topluma gitmez.

Çok partili yaşam, aynı şeyi düşünen ve söyleyen, programları birbirinden farksız, ya da MGK´ca belirlenen birden çok parti değildir. Çok partililik, toplumsal farklılığı yansıtan, programları, dünya görüşleri farklı çok parti demektir.

Türkiye etnik farkları, dinsel farkları yok sayan, yok etmeye çalışan, bu uğurda en temel insan hak ve özgürlüklerini pervasızca çiğneyen, insanlara zulmeden, işkence eden, kırıp döken bu sistemi terk etmelidir.

Ülkeyi asker ve sivil bürokratlar değil, gerçek özgür seçimler yoluyla halk yönetmeli.

Bunun için de sistem temelinden değişmeli. Bir labirenti, iğneli fıçıyı andıran bu köhne hukuk sistemi yerine çağdaş, demokratik bir sistem konmalı. Bu ise köklü, radikal değişimleri gerektirir.

Son dönemde “AB´ye uyum” adı altında yapılanlar bir rötuştan, aldatmacadan başka bir şey değil.

Avrupa Birliği´ne uyum, düzen sahiplerinin yaptığı göstermelik şeyler değil, yukarda sözü edilen köklü değişimlerdir.

Bu olmadıkça daha on tane seçim yapılsa boştur.

Peki bunu kim yapacak? Düzenin sahipleri, bugünkü durumun sorumluları mı? Değişimi onlardan beklemek hayal olur. Ama toplumda değişim isteyen güçler de var. Bütün sorun, bu yöndeki birikimin örgütlülük derecesi ve harekete geçmesi.

Ne yazık ki şu anda değişim yanlısı güçler henüz bunu başaracak kıvamda değil. Demek ki bu belirsizlik hali, bu kaos epeyce sürecek.

Değişemeyen, çözüm üretemeyen sistem çürür, kokuşur. Şu anda yaşanan da budur.

 
PSK Bulten © 2002