Değişim karşıtları
seferber
Kemal BURKAY
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilgili aldığı
karar, Türkiye’de, bazı sağduyulu çevre ve aydınların
dışında, genel olarak olumsuz bulundu. Gerek
yönetim, gerekse basın ve iş çevreleri kendilerini
erken bir müzakere tarihine hazırlamışlardı.
Bazıları yaygara ve şantajla, Amerika’yı
devreye sokmak gibi şark kurnazlıklarıyla bunu
başarabileceklerini sandılar. Ama AB bu yaygaraya
ve şantajlara aldırmadı. ABD yönetiminin Türkiye’den
yana baskı ve ısrarları ise ters tepti.
AB, Türkiye’ye kapıyı açmadı, ama kapamadı
da. 2004 yılında verilecek ilerleme raporuna uygun
olarak Türkiye’nin durumunu 2004 Aralık ayında yeniden
gözden geçirecek. Eğer Kopenhag Kriterleri’nin yerine
getirildiği sonucuna varırsa, görüşmeleri başlatacak.
Sayıları az da olsa bazı aydınlar ve
demokratik çevreler bu kararı olumlu buluyorlar. Karar
gerçekten de Türkiye bakımından olumlu. Türkiye
şu andaki durumuyla, demokratikleşmemek, Kürt sorununu,
Kıbrıs sorununu çözmemek için gösterdiği ısrarla,
AB’ye girmeyi hak etmekten çok uzak. Aslında üç yıl
önce Kopenhag zirvesinde aydaylığa kabülü bile hak
etmemişti. Avrupalılar, onu itmemek için bir denediler,
“bu koşulları yerine getir, gel” dediler. Ama adamlarımız
zorla, çığırtkanlıkla iş kotarmaya
alışkınlar, pişkinler. Nasıl olsa
bize ihtiyaçları var, şurda burda fedailik yapıyoruz,
bizi geri çeviremezler diye düşündüler..
Tamam, size ihtiyaçları var da, hatırınız
için hem normlarını, hem düzenlerini bozacak kadar
değil!
Üstelik, 2004 yılı uzak bir tarih değil, şurada
iki yıllık bir süre..
Öte yandan, bazı çevrelerin gösterdiği gibi, Aralık
2004’nin ardından müzkerelerin başlıyacağına
dair bir garanti yok. Bu yine de Kopenhag Kriterleri’nin yerine
getirilmesi koşuluna bağlı. Eğer bu iki
yılda gerçekten demokratikleşmek için gerekli reformlar
yapılır ve bunlar hayata geçerse, Kıbrıs
sorunu çözülürse, Kürt sorununun çözümü yönünde, aldatmaca
ve göz boyama türünden şeyler değil de ciddi adımlar
atılırsa Türkiye ile görüşmeler iki yıl
sonra pekala başlayabilir.
O halde şimdi yapılması gereken, zaman yitirmeden
işe başlamak, bu iki yılı iyi değerlendirmektir.
Yok eğer, 1999 Aralığından, yani Helsinki
Zirvesi’den bu yana geçen üç yıllık sürede yapıldığı
gibi, zaman boşa harcanır, gerekli reformlar yapılmaz,
yapılan göstermelik şeyler bile uygulanmazsa, yani
ağustos böceği gibi saz çalmakla vakit geçirilirse,
aynı durum yeniden yaşanır.
Türkiye’nin Kopenhag’da asıl kaybı ise Kıbrıs’ta
bir çözüme varılamaması yüzünden, Kıbrıs
AB’ye tam üye olarak alınırken Türk kesiminin dışarda
kalması oldu.
Çözümü engelleyen taraf ise, artık Türkiye kamuoyunun
ve Kıbrıs Türklerinin de fark ettiği gibi,
Denktaş yönetimi ile Türkiye’deki yandaşları
oldu. Gerçekte asıl engel, onu mızraklara hedef
yapmak kolay olsa da- uyduruk KKTC’nin uyduruk cumhurbaşkanı
Denktaş değil, Türkiye’deki “yandaşlar”dır.
Bunlar AB karşıtı çevrelerdir ve kamuoyu desteği
planında değilse de, başka bakımlardan
oldukça güçlüdürler. Kıbrıs onlar için sadece bir
bahane.
Bu çevreler yıllar yılı Kıbrıs’ı
da, şovenist duyguları gıdıklamak, ülkedeki
ırkçı-militarist rejimi pekiştirmek için bir
araç olarak kullandılar. Türkiye’nin AB’ye girmesi söz
konusu çevreleri, en başta da bu militarist düzenden
beslenen, valıklarını, güçlerini buna borçlu
olan asker-sivil bürokrasi’yi, ideolojik hegemonyalarını
yitirmekten korkan Kemalist takımını, susurluk
çetesini, kontrgerilla artıklarını, işkencecileri
ve benzerlerini tedirgin ediyor.
Kıbrıs’ta çözüm engellenirse Türkiye AB ile karşı
karşıya gelecek, Türkiye’nin adaylığı
da belki tümden suya düşecek. Sözkonusu çevreler AB ile
birleşme sürecine böylesine dolaylı bir vuruş
yapıyorlar.
Bu aynı zamanda yeni hükümete dolaylı bir vuruştur.
Bu çevreler seçim sonuçlarını açıkça tanımazlık
edemediler. Bu bir darbe gerektirirdi ve koşulları
yoktu; hala da yoktur. Ama hükümeti kuşatma ve teslim
alma taktiğine yöneldiler. Kendi politikalarını
yeni hükümete izletme, onu ehlileştirme yoludur bu.
Nitekim hükümet nereye el atsa bubi tuzaklarıyla karşılaşıyor.
AKP liderleri “politika çözüm üretmektir” dediler ve Kıbrıs’ta
çözümsüzlüğü esas alan geleneksel politikadan farklı
bir tavır koymak istediler. Bu tutum anında Bürokrasi’den
gelen sert bir direnişle karşılaştı.
Dışişleri bürokrasisi Bakan Yakış’ın
lafını ağzına tıktı. “Kıbrıs
politikası ulusal bir politikadır, hükümetler değişmekle
değişmez,” bir başka deyişle, “eski köye
yeni adet olmaz!” dediler..
Kıbrıs’ta ne yapılacağına Çankaya’da,
Sezer’in başkanlığında, Başbakan
Gül’ün, Genelkurmay Başkanı’nın ve hele hele
TC vatandaşı bile olmayan Denktaş’ın katıldığı
bir toplantıda karar veriliyor!
Bu işte hükümet de, parlamento da devre dışı!
Kıbrıstan da öte, tüm dış politika sorunları
için hazır, geçmişten gelen reçeteler var. Bunlara
“devlet politikası” ya da “ulusal politika” deniyor,
bunlar “değişmez!”
Meclis Başkanı başörtülü eşiyle Cumhurbaşkanı
Sezer’i uğurlamak için havaalanına gitti diye generallerin
3 dakikalık ziyaretiyle protesto edildi.
Demokratikleşmeden söz edildi, hemen Başbakan Gül
Genelkurmay’a çağrılıp “Brifing” verildi..
“İrtica” ile ilgili olarak uyarıldı..
Yeni hükümet YÖK’le ilgilenmek istedi. Ama daha ağzını
açmadan YÖK baronlarından sert bir fırça yedi. “Burada
mollalar rejimine yer yok!” türünden yenilir yutulur olmayan
hakaretlere uğradı..
Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa’nın bazı
maddelerini değiştirerek Erdoğan’a parlamentoya
girme yolunu açan değişiklikleri geri çevirdi, böylece
tüm parlamentoyu karşısına aldı, AKP’yi
ve Erdoğan’ı istemeyen, ısrarla engellemeye
çalışan çevrelerle aynı çizgiye düştü.
Sezer’in de dünden bu yana epeyce değiştiği
görülüyor. İlk dönemdeki, demokrasiye, insan haklarına
vurgu yapan Sezer’den artık eser yok.. Belli ki değişim
süreci, onun açısından da, ama olumsuz bir doğrultuda
işliyor. Düzen, görevlileri kendisine benzetiyor..
Kısacası, hükümet ya da parlamento değil,
bürokrasinin belli etkin kurumları karar veriyor: Dışişleri,
Genelkurmay, MİT vb… Başbakan ve Dışişleri
Bakanı sanki adet yerini bulsun diye söz konusu “zirvelere”
katılıyorlar..
Peki bu hükümet ne iş yapacak? Kıbrıs sorunu
devlet politikası, Kürt sorunu devlet politikası,
AB devlet politikası, Irak ve yaklaşan savaş
devlet politikası, ekonomi IMF politikası…
Devlet kim? Mevcut anlayışa ve uygulamaya bakarsanız
asker-sivil bürokrasi, onlardan oluşan kurumlar.. Ülkenin
tüm temel sorunlarında siyaseti belirleyen bunlar ve
yüz yıllık katı, donmuş bir ideoloji..
Demek ki siyasi partiler, seçimler, hükümetler bir formaliteden
ibaret. Özellikle de AKP gibi “sakıncalı ve tehlikeli”
sayılan, istenmeyen partilerin kurduğu hükümetler…
Onlar, bir seçim kazası sonucu hükümet olsalar bile,
iktidar olmalarına şans tanınmıyor. Onlara
tanınan hak sadece kurulu düzenin, bu düzenin kurumlarının
ve güçlü odaklarının, Genelkurmay, MİT ve Dışişleri
bürokrasisinin, yüksek yargı organlarının dediği
dedik kontlarının, YÖK baronlarının ve
benzerlerinin izin verdiği şeyleri yapmak, onların
gönlüne göre bir icraat yürütmek. Yani oligarşinin yanında
bir tür kapı kulluğu..
Bu daha önce Erbakan’a da uygulanan taktikti. Şimdi
Gül ve Erdoğan’a uygulanıyor. Ya bu deveyi güdecekler,
ya bu diyardan gidecekler, bu kadar açık..
Bürokrasi değişim istemiyor, kurulu düzende bir
çatlak açılmasına razı değil. O, yıllar
içinde güçlendi. 1960’lı 70’li yıllarda, hatta Atatürk
ve İsmet İnönü döneminde güçlü olmadığı
kadar güçlendi. Bir “polis tüzüğü” olan 12 Eylül Anayasası’yla,
MGK ile, DGM’lerle, YÖK, RTÜK ve 12 Eylül rejiminin ürünü
öteki faşist kurumlarla olağanüstü güçlendi; toplumsal
ve siyasal yaşamı, hatta kültür hayatını
tam bir denetime aldı. Şimdi, AB’ye giriş sürecinde
bundan eli olmuyor. Değişime şiddetle direniyor,
AB’ye üyelik sürecini engellemek için elinden geleni yapıyor.
Korumak istediği şeyler, çokça dile getirildiği
gibi “yüce ulusal çıkarlar”, “vatan-millet” değil,
kendi basit, çoğu zaman da aşağılık
çıkarlarıdır. Vatan millet edebiyatı,
her zamanki gibi bu kişisel ya da zümresel çıkarları
korumaya, bu demagojileri yutturmaya yönelik bir sos. Halkı
kandırmanın alışılmış sakızı..
Bu aynı zamanda çağa, uygarlığa, demokrasiye
ve barışa akıl almaz bir direnmedir.
Peki bu durum nasıl aşılacak? Bu kesimle mücadele
ile, bu kesimi yenilgiye uğratararak; başka yolu
yok. Oynanan oyunları cesaretle teşhir ederek; değişim
yönünde, demokratikleşme, iç ve dış barış
yönünde kararlı biçimde yürüyerek..
Onlara taviz vererek, onlarla uyum içinde varılacak
bir yer yoktur. Susurluk Çetesi’nin dosyasını hasır
altı eden, “aydınlık için bir dakika karanlık”
eylemini “mum söndürme” diye niteleyen, ya da “gulu gulu dansına”
benzeten anlayışla, hükümette kalma adına askeri
bürokrasinin tüm dayatmalarına boyun eğmekle, Erbakan
ve arkadaşları iktidar olamadılar, hatta hükümetten
rezilce kovulmayı önleyemediler. AKP yöneticileri de
bu tür tavizlerle, korkularla farklı bir yere varamazlar.
Diyelim ki Erbakan’ın yönü geriye doğruydu, önü
açılsa da toplumu düze çıkarmasına, ülkenin
sorunlarını çözmesine olanak yoktu. Ama AKP bugün
Refah Partisi’den daha farklı bir yerdedir. En azından
kendileri öyle diyor ve gönüllerinde hala eski tür özlemler
yatsa bile, köprülerin altından birhayli sular aktığı,
her şeyin eskisi gibi olmadığı, olamıyacağı
bellidir. AKP liderleri dünyayla kaynaşmaya, çağdaş
uygarlığa açık bir görünüm veriyorlar. Daha
güçlü bir halk desteğine sahipler ve tek başlarına
hükümetler. Bu iyidir. Ama acaba demokrasinin gereğini
yeterince kavramışlar mı, yoksa bir zamanlar
Demirel’in yaptığı gibi salt kendileri için
mi demokrasi istiyorlar? Hükümette kalma, zaman kazanma adına
dayatmalara baş eğecekler mi?
Kitlelerin AKP’ye yönelen oyları ne kadar bilinçli ya
da değil, bu bir yana; ama insanlarımızın
büyük çoğunlukla artık değişim istediğine
kuşku yok. Kitleler elbet aş ve iş istiyorlar.
Ama aynı zamanda işkence istemiyor, daha çok hak
ve özgürlük istiyorlar. Bunun için de AB’ye girilmesini, Kıbrıs
sorununun çözümünü istiyorlar. Kürt sorununa asker ve sivil
bürokrasinin, Kemalist kesimin gözüyle, ırkçı-şoven
önyargılarla değil, daha yumuşak, makul bir
gözle bakıyorlar, bu konuda da çözüm ve iç barış
istiyorlar.
AKP eğer halkın oylarını hak edip gerçek
bir iktidar olmak istiyorsa, kitlelerin bu değişim
arzusuna yüreklice sahip çıkmalıdır. AKP’liler
yalnızca kendi başkanlarına yolu açmak, yalnızca
türban takıcılara özgürlük tanımak için değil,
ülkenin geniş kitlelerinin hakları ve özgürlükleri
için kolları sıvamalıdırlar. Bunun için
ülkenin demokrasi güçleriyle el ele vermelidirler.
İç ve dış konjünktür buna uygundur. Böyle
kararlı bir tutum karşısında asker ve
sivil bürokrasinin, Kemalist takımının yapabileceği
fazla bir şey yoktur. Onlar tarihsel sürece karşı
direniyorlar ve zafer şansları yoktur.
AKP bunu yapamazsa, fincancı katırlarını
ürkütmemek için oportünistçe davranır da sorunların
üstüne gitmezse, salt başörtüsü ve Erdoğan’ın
başbakanlık yolunu açma gibi ayrıntıları
başa alır ve onlar içinde boğulursa, ülkenin
hayatında oynayabileceği olumlu bir rolü oynayamıyacak,
önüne çıkan bu şansı heder edecek ve sonuçta
kötü biçimde kaybedecektir.
Şu kısa sürede olup bitenler bile, AKP’nin değişim
konusundaki niyeti, kararlılığıyla ilgili
olarak iyimser olmaya ne yazık ki elvermiyor. Bu, Gül’ün
“deneyimli değerler” Demirel ve Evren’i ziyaretinden
bellidir.. Erdoğan’ın Moskova’da “bir Kürt sorunu
yok!” demesinden bellidir. Sorunun varlığını
bile kabul etmeyen ona nasıl çözüm bulabilir? Belli ki
bunlar da ötekilerin izinden yürüyecekler. Zaten Kürt sorunu
konusunda farklı düşündüklerini sanmıyorum.
Özetle, bugün tutucular koalisyonu değişimi, kangren
olmuş sorunların çözümünü, hatta herhangi bir demokratikleşme
adımını engellemek için seferber ve yeni hükümet
de tam bir kuşatma altında. Bu kuşatmayı
kırmanın yolu, değişim yanlılarının
gerçek bir demokrasi ve barış için el ele vermeleri;
bunun için geniş bir işbirliği anlaşıyı,
cesaret ve kararlılıktır. Bu işte en büyük
görev de yeni hükümete düşüyor. Hükümetin ve AKP’nin
geleceği de buna bağlı.
Ne yazık ki, yeni hükümet bakımından bu vizyon,
cesaret ve kararlılık ortada görünmüyor. Bayraklar
pek çabuk indi..
|