PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Değişim karşıtları seferber

Kemal BURKAY

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilgili aldığı karar, Türkiye’de, bazı sağduyulu çevre ve aydınların dışında, genel olarak olumsuz bulundu. Gerek yönetim, gerekse basın ve iş çevreleri kendilerini erken bir müzakere tarihine hazırlamışlardı. Bazıları yaygara ve şantajla, Amerika’yı devreye sokmak gibi şark kurnazlıklarıyla bunu başarabileceklerini sandılar. Ama AB bu yaygaraya ve şantajlara aldırmadı. ABD yönetiminin Türkiye’den yana baskı ve ısrarları ise ters tepti.

AB, Türkiye’ye kapıyı açmadı, ama kapamadı da. 2004 yılında verilecek ilerleme raporuna uygun olarak Türkiye’nin durumunu 2004 Aralık ayında yeniden gözden geçirecek. Eğer Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirildiği sonucuna varırsa, görüşmeleri başlatacak.

Sayıları az da olsa bazı aydınlar ve demokratik çevreler bu kararı olumlu buluyorlar. Karar gerçekten de Türkiye bakımından olumlu. Türkiye şu andaki durumuyla, demokratikleşmemek, Kürt sorununu, Kıbrıs sorununu çözmemek için gösterdiği ısrarla, AB’ye girmeyi hak etmekten çok uzak. Aslında üç yıl önce Kopenhag zirvesinde aydaylığa kabülü bile hak etmemişti. Avrupalılar, onu itmemek için bir denediler, “bu koşulları yerine getir, gel” dediler. Ama adamlarımız zorla, çığırtkanlıkla iş kotarmaya alışkınlar, pişkinler. Nasıl olsa bize ihtiyaçları var, şurda burda fedailik yapıyoruz, bizi geri çeviremezler diye düşündüler..

Tamam,  size ihtiyaçları var da, hatırınız için hem normlarını, hem düzenlerini bozacak kadar değil!

Üstelik, 2004 yılı uzak bir tarih değil, şurada iki yıllık bir süre..

Öte yandan, bazı çevrelerin gösterdiği gibi, Aralık 2004’nin ardından müzkerelerin başlıyacağına dair bir garanti yok. Bu yine de Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesi koşuluna bağlı. Eğer bu iki yılda gerçekten demokratikleşmek için gerekli reformlar yapılır ve bunlar hayata geçerse, Kıbrıs sorunu çözülürse, Kürt sorununun çözümü yönünde, aldatmaca ve göz boyama türünden şeyler değil de ciddi adımlar atılırsa Türkiye ile görüşmeler iki yıl sonra pekala başlayabilir.

O halde şimdi yapılması gereken, zaman yitirmeden işe başlamak, bu iki yılı iyi değerlendirmektir. Yok eğer, 1999 Aralığından, yani Helsinki Zirvesi’den bu yana geçen üç yıllık sürede yapıldığı gibi, zaman boşa harcanır, gerekli reformlar yapılmaz, yapılan göstermelik şeyler bile uygulanmazsa, yani ağustos böceği gibi saz çalmakla vakit geçirilirse, aynı durum yeniden yaşanır.

Türkiye’nin Kopenhag’da asıl kaybı ise Kıbrıs’ta bir çözüme varılamaması yüzünden, Kıbrıs AB’ye tam üye olarak alınırken Türk kesiminin dışarda kalması oldu.

Çözümü engelleyen taraf ise, artık Türkiye kamuoyunun ve Kıbrıs Türklerinin de fark ettiği gibi, Denktaş yönetimi ile Türkiye’deki yandaşları oldu. Gerçekte asıl engel, onu mızraklara hedef yapmak kolay olsa da- uyduruk KKTC’nin uyduruk cumhurbaşkanı Denktaş değil, Türkiye’deki “yandaşlar”dır. Bunlar AB karşıtı çevrelerdir ve kamuoyu desteği planında değilse de, başka bakımlardan oldukça güçlüdürler. Kıbrıs onlar için sadece bir bahane.

Bu çevreler yıllar yılı Kıbrıs’ı da, şovenist duyguları gıdıklamak, ülkedeki ırkçı-militarist rejimi pekiştirmek için bir araç olarak kullandılar. Türkiye’nin AB’ye girmesi söz konusu çevreleri, en başta da bu militarist düzenden beslenen, valıklarını, güçlerini buna borçlu olan asker-sivil bürokrasi’yi, ideolojik hegemonyalarını yitirmekten korkan Kemalist takımını, susurluk çetesini, kontrgerilla artıklarını, işkencecileri ve benzerlerini tedirgin ediyor.

Kıbrıs’ta çözüm engellenirse Türkiye AB ile karşı karşıya gelecek, Türkiye’nin adaylığı da belki tümden suya düşecek. Sözkonusu çevreler AB ile birleşme sürecine böylesine dolaylı bir vuruş yapıyorlar.

Bu aynı zamanda yeni hükümete dolaylı bir vuruştur. Bu çevreler seçim sonuçlarını açıkça tanımazlık edemediler. Bu bir darbe gerektirirdi ve koşulları yoktu; hala da yoktur. Ama hükümeti kuşatma ve teslim alma taktiğine yöneldiler. Kendi politikalarını yeni hükümete izletme, onu ehlileştirme yoludur bu.

Nitekim hükümet nereye el atsa bubi tuzaklarıyla karşılaşıyor. AKP liderleri “politika çözüm üretmektir” dediler ve Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü esas alan geleneksel politikadan farklı bir tavır koymak istediler. Bu tutum anında Bürokrasi’den gelen sert bir direnişle karşılaştı. Dışişleri bürokrasisi Bakan Yakış’ın lafını ağzına tıktı. “Kıbrıs politikası ulusal bir politikadır, hükümetler değişmekle değişmez,”  bir başka deyişle, “eski köye yeni adet olmaz!” dediler..

Kıbrıs’ta ne yapılacağına Çankaya’da, Sezer’in başkanlığında, Başbakan Gül’ün,  Genelkurmay Başkanı’nın ve hele hele TC vatandaşı bile olmayan Denktaş’ın katıldığı bir toplantıda karar veriliyor!

Bu işte hükümet de, parlamento da devre dışı!

Kıbrıstan da öte, tüm dış politika sorunları için hazır, geçmişten gelen reçeteler var. Bunlara “devlet politikası” ya da “ulusal politika” deniyor, bunlar “değişmez!”

Meclis Başkanı başörtülü eşiyle Cumhurbaşkanı Sezer’i uğurlamak için havaalanına gitti diye generallerin 3 dakikalık ziyaretiyle protesto edildi. 

Demokratikleşmeden söz edildi, hemen Başbakan Gül Genelkurmay’a çağrılıp “Brifing” verildi.. “İrtica” ile ilgili olarak uyarıldı..

Yeni hükümet YÖK’le ilgilenmek istedi. Ama daha ağzını açmadan YÖK baronlarından sert bir fırça yedi. “Burada mollalar rejimine yer yok!” türünden yenilir yutulur olmayan hakaretlere uğradı..

Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa’nın bazı maddelerini değiştirerek Erdoğan’a parlamentoya girme yolunu açan değişiklikleri geri çevirdi, böylece tüm parlamentoyu karşısına aldı, AKP’yi ve Erdoğan’ı istemeyen, ısrarla engellemeye çalışan çevrelerle aynı çizgiye düştü.

Sezer’in de dünden bu yana epeyce değiştiği görülüyor. İlk dönemdeki, demokrasiye, insan haklarına vurgu yapan Sezer’den artık eser yok.. Belli ki değişim süreci, onun açısından da, ama olumsuz bir doğrultuda işliyor. Düzen, görevlileri kendisine benzetiyor..

Kısacası, hükümet ya da parlamento değil, bürokrasinin belli etkin kurumları karar veriyor: Dışişleri, Genelkurmay, MİT vb… Başbakan ve Dışişleri Bakanı sanki adet yerini bulsun diye söz konusu “zirvelere” katılıyorlar..

Peki bu hükümet ne iş yapacak? Kıbrıs sorunu devlet politikası, Kürt sorunu devlet politikası, AB devlet politikası, Irak ve yaklaşan savaş devlet politikası, ekonomi IMF politikası…

Devlet kim? Mevcut anlayışa ve uygulamaya bakarsanız asker-sivil bürokrasi, onlardan oluşan kurumlar.. Ülkenin tüm temel sorunlarında siyaseti belirleyen bunlar ve yüz yıllık katı, donmuş bir ideoloji..

Demek ki siyasi partiler, seçimler, hükümetler bir formaliteden ibaret. Özellikle de AKP gibi “sakıncalı ve tehlikeli” sayılan, istenmeyen partilerin kurduğu hükümetler…

Onlar, bir seçim kazası sonucu hükümet olsalar bile, iktidar olmalarına şans tanınmıyor. Onlara tanınan hak sadece kurulu düzenin, bu düzenin kurumlarının ve güçlü odaklarının, Genelkurmay, MİT ve Dışişleri bürokrasisinin, yüksek yargı organlarının dediği dedik kontlarının, YÖK baronlarının ve benzerlerinin izin verdiği şeyleri yapmak, onların gönlüne göre bir icraat yürütmek. Yani oligarşinin yanında bir tür kapı kulluğu..

Bu daha önce Erbakan’a da uygulanan taktikti. Şimdi Gül ve Erdoğan’a uygulanıyor. Ya bu deveyi güdecekler, ya bu diyardan gidecekler, bu kadar açık..

Bürokrasi değişim istemiyor, kurulu düzende bir çatlak açılmasına razı değil. O, yıllar içinde güçlendi. 1960’lı 70’li yıllarda, hatta Atatürk ve İsmet İnönü döneminde güçlü olmadığı kadar güçlendi. Bir “polis tüzüğü” olan 12 Eylül Anayasası’yla, MGK ile, DGM’lerle, YÖK, RTÜK ve 12 Eylül rejiminin ürünü öteki faşist kurumlarla olağanüstü güçlendi; toplumsal ve siyasal yaşamı, hatta kültür hayatını tam bir denetime aldı. Şimdi, AB’ye giriş sürecinde bundan eli olmuyor. Değişime şiddetle direniyor, AB’ye üyelik sürecini engellemek için elinden geleni yapıyor.

Korumak istediği şeyler, çokça dile getirildiği gibi “yüce ulusal çıkarlar”, “vatan-millet” değil, kendi basit, çoğu zaman da aşağılık çıkarlarıdır. Vatan millet edebiyatı, her zamanki gibi bu kişisel ya da zümresel çıkarları korumaya, bu demagojileri yutturmaya yönelik bir sos. Halkı kandırmanın alışılmış sakızı..

Bu aynı zamanda çağa, uygarlığa, demokrasiye ve barışa akıl almaz bir direnmedir.

Peki bu durum nasıl aşılacak? Bu kesimle mücadele ile, bu kesimi yenilgiye uğratararak; başka yolu yok. Oynanan oyunları cesaretle teşhir ederek; değişim yönünde, demokratikleşme, iç ve dış barış yönünde kararlı biçimde yürüyerek..

Onlara taviz vererek, onlarla uyum içinde varılacak bir yer yoktur. Susurluk Çetesi’nin dosyasını hasır altı eden, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemini “mum söndürme” diye niteleyen, ya da “gulu gulu dansına” benzeten anlayışla, hükümette kalma adına askeri bürokrasinin tüm dayatmalarına boyun eğmekle, Erbakan ve arkadaşları iktidar olamadılar, hatta hükümetten rezilce kovulmayı önleyemediler. AKP yöneticileri de bu tür tavizlerle, korkularla farklı bir yere varamazlar.

Diyelim ki Erbakan’ın yönü geriye doğruydu, önü açılsa da toplumu düze çıkarmasına, ülkenin sorunlarını çözmesine olanak yoktu. Ama AKP bugün Refah Partisi’den daha farklı bir yerdedir. En azından kendileri öyle diyor ve gönüllerinde hala eski tür özlemler yatsa bile, köprülerin altından birhayli sular aktığı, her şeyin eskisi gibi olmadığı, olamıyacağı  bellidir. AKP liderleri dünyayla kaynaşmaya, çağdaş uygarlığa açık bir görünüm veriyorlar. Daha güçlü bir halk desteğine sahipler ve tek başlarına hükümetler. Bu iyidir. Ama acaba demokrasinin gereğini yeterince kavramışlar mı, yoksa bir zamanlar Demirel’in yaptığı gibi salt kendileri için mi demokrasi istiyorlar? Hükümette kalma, zaman kazanma adına dayatmalara baş eğecekler mi?

Kitlelerin AKP’ye yönelen oyları ne kadar bilinçli ya da değil, bu bir yana; ama insanlarımızın büyük çoğunlukla artık değişim istediğine kuşku yok. Kitleler elbet aş ve iş istiyorlar. Ama aynı zamanda işkence istemiyor, daha çok hak ve özgürlük istiyorlar. Bunun için de AB’ye girilmesini, Kıbrıs sorununun çözümünü istiyorlar. Kürt sorununa asker ve sivil bürokrasinin, Kemalist kesimin gözüyle, ırkçı-şoven önyargılarla değil, daha yumuşak, makul bir gözle bakıyorlar, bu konuda da çözüm ve iç barış istiyorlar.

AKP eğer halkın oylarını hak edip gerçek bir iktidar olmak istiyorsa, kitlelerin bu değişim arzusuna yüreklice sahip çıkmalıdır. AKP’liler yalnızca kendi başkanlarına yolu açmak, yalnızca türban takıcılara özgürlük tanımak için değil, ülkenin geniş kitlelerinin hakları ve özgürlükleri için kolları sıvamalıdırlar. Bunun için ülkenin demokrasi güçleriyle el ele vermelidirler.

İç ve dış konjünktür buna uygundur. Böyle kararlı bir tutum karşısında asker ve sivil bürokrasinin, Kemalist takımının yapabileceği fazla bir şey yoktur. Onlar tarihsel sürece karşı direniyorlar ve zafer şansları yoktur.

AKP bunu yapamazsa, fincancı katırlarını ürkütmemek için oportünistçe davranır da sorunların üstüne gitmezse, salt başörtüsü ve Erdoğan’ın başbakanlık yolunu açma gibi ayrıntıları başa alır ve onlar içinde boğulursa, ülkenin hayatında oynayabileceği olumlu bir rolü oynayamıyacak, önüne çıkan bu şansı heder edecek ve sonuçta kötü biçimde kaybedecektir.

Şu kısa sürede olup bitenler bile, AKP’nin değişim konusundaki niyeti, kararlılığıyla ilgili olarak iyimser olmaya ne yazık ki elvermiyor. Bu, Gül’ün “deneyimli değerler” Demirel ve Evren’i  ziyaretinden bellidir.. Erdoğan’ın Moskova’da “bir Kürt sorunu yok!” demesinden bellidir. Sorunun varlığını bile kabul etmeyen ona nasıl çözüm bulabilir? Belli ki bunlar da ötekilerin izinden yürüyecekler. Zaten Kürt sorunu konusunda farklı düşündüklerini sanmıyorum.

Özetle, bugün tutucular koalisyonu değişimi, kangren olmuş sorunların çözümünü, hatta herhangi bir demokratikleşme adımını engellemek için seferber ve yeni hükümet de tam bir kuşatma altında. Bu kuşatmayı kırmanın yolu, değişim yanlılarının gerçek bir demokrasi ve barış için el ele vermeleri; bunun için geniş bir işbirliği anlaşıyı, cesaret ve kararlılıktır. Bu işte en büyük görev de yeni hükümete düşüyor. Hükümetin ve AKP’nin geleceği de buna bağlı.

Ne yazık ki, yeni hükümet bakımından bu vizyon, cesaret ve kararlılık ortada görünmüyor. Bayraklar pek çabuk indi..

 
PSK Bulten © 2002