PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Haber-Yorum - Kasım, 2000

“Gizli Plan” uygulanıyor..

Türk devletinin Kürt sorunundan kurtulmak, diğer bir deyişle Kürt ulusal hareketinin “defterini dürmek” için bir plan hazırladığı kısa süre önce ortaya çıkmıştı. Adı da “Gizli Eylem Planı” idi. Türk hükümetinin uygun gördüğü kadarıyla planın bazı unsurları açığa çıktı, ama bütünü değil. Anlaşıldığı kadarıyla bu da, daha öncekiler, özellikle de Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardından devreye konan “Şark Islahat Planı” gibi. Sadece yeni koşullara göre bazı yeni “önlemler” eklenmiş. Bu planla şunlar amaçlanıyor:

  1. Kürt dilini ortadan kaldırmak için düşünülen tedbirler:
  • Yetişkinler için Türk dili kursları açılması ve bunlar eliyle erkekler gibi kadınlara da Türkçe öğretilmesi;
  • İlk öğrenim çağındaki çocuklar için “bölge yatılı okulları”nın sayısının arttırılması; böylece çocukların ailelerinden, yani anadil ortamından uzak tutulması;
  • Kürtçe radyo ve televizyona, Kürtçe eğitime ilişkin yasağın devam etmesi; buna karşılık Türkçe radyo ve televizyonların Kürdistan’ın her köşesinde iyi biçimde dinlenmesi ve izlenmesi için gereken tedbirlerin alınması;
  • Sık sık Türk sanatçı gruplarının (şarkıcılar, tiyatro grupları, şair ve yazarlar) Kürdistan’a taşınması; böylece Türk kültürünün bölgede yayılması ve Kürt halkının ilgisinin bu dile ve kültüre çevrilmesi; Kürt kültürünün yüzyüze olduğu binbir engel ve yasağın ise sürdürülmesi..

2- Kürt nüfusunun azaltılması için:

  • Sürgünler bu nüfusu azaltmanın bir yoludur. Son 15 yılda kirli savaş nedeniyle 4 milyon dolayında Kürt köy ve kentlerini terk edip gittiler. Bunların geriye dönüşü istenmiyor.
  • GAP projesi uyarınca devam etmekte olan baraj ve bentler yoluyla yeni köy ve kasabaların boşaltılması hedefleniyor.
  • Bölgeye Türk nüfusun yerleşmesi teşvik edilecektir.(Bu daha önceki planlarda da vardı).
  • Kuzey Kürdistan’dan, hatta Kürdistan’ın diğer parçalarından yurt dışına göçü kolaylaştırcı bir politika izleniyor. (Kürt mültecilerle dolu gemilerin İstanbul ve İzmir’den ve diğer kıyı kentlerinden rahatça yola çıkıp Yunanistan’a ve İtalya’ya ulaşmaları boşuna değil. Türk hükümeti buna onay ve destek veriyor.)
  • Buna Kürdistan’da nüfus artışını sınırlandırmak için gösterilen diğer çabaları eklemek lazım. Örneğin bölgede nüfus kontrolü için açılan kampanyalar, bu arada bedava prezervatif dağıtılması, Kürtlerin keyfi ya da iyiliği için olmasa gerek.
  1. Türk devletini Kürtlere ısındırmak için:

Türk yönetimi Kürtlerin kendisine hiç de yakınlık duymadığını, Türk devletini kendi

devleti gibi görmediğini iyi bilir. Son 23-30 yılda ise Kürtlerin bu devlete karşı kini ve nefreti çok daha büyüdü. Bu nedenle Türk yönetimi şimdi Kürtlerin güvenini ve sempatisini kazınmak için yol ve yöntemler arıyor.

  • Orduyu şirin göstermeye yönelik kampanyalar bu çabaların bir parçasıdır. “Kürtlerin bu kadar başına vurduk, onları incittik, bari biraz da şeker verelim” diyorlar!.
  • Sanatçı gruplarının Kürdistan’a düzenlediği turlar da bu cümledendir.

4- Kürt yurtseverliğini zayıflatmak için yapılması düşünülenler:

Son 30-40 yıl içinde Kürt toplumunda ulusal duygular oldukça gelişti. Kürtler bir ulus olmanın, ülkelerinin, tarihlerinin, dil ve kültürlerinin bilincine daha çok vardılar ve örgütlendiler. Özgürlük için mücadele gelişip serpildi. Türk devleti elbet bunun farkında ve Kürt sorununa yönelik planlarında Kürt ulusal mücadelesini zayıflatmak, tümüyle ortadan kaldırmak için birhayli kafa yoruyor ve tedbirler düşünüyor.

Devlet bu işin salt zor ve baskı yöntemleriyle olamıyacağının da farkında. Başka yol ve yöntemlere başvuruyor, özellikle de ideolojik mücadeleye, propagandaya önem veriyor. Bu propaganda geçmişten beri yalana, demagojiye dayalıdır.

O, bu alanda da, post ya da çıkar sağlayarak her dönemde Kürtler arasında kendisine yandaşlar, işbirlikçiler buldu.

Son planda bu konuda Apo’ya önemli bir rol verildiği anlaşılıyor. Onun eliyle PKK’yı “ıslah” ediyor ve kendi propagandalarını bizzat PKK’ya yaptırıyorlar.

5- Kürt ulusal hareketini aşiret, din, mezhep ve diyalekt farklarına dayanarak bölme çabaları:

  • Kürtler arasında Kurmanc ve Zaza çelişkisi yaratmak bunlardan biridir. Kürt dilinin farklı lehçe ve şivelerini ayrı diller gibi niteliyor ve bunu ulusal birliğin önünde bir engel gibi göstermeye çalışıyorlar. Ancak bü tür şive ve lehçe farkları tüm ulusal dillerde var.
  • Din ve mezhep farklarını kullanarak da Sünni ve Alevi Kürtleri, Müslüman ve Yezidi Kürtleri karşı karşıya getirmeye, ulusal birliği engellemeye çalışıyorlar.
  • Geçmişte olduğu gibi aşiretler arası rekabet ve düşmanlığı körüklüyorlar.
  • Oportünist ve kişisel çıkarlarını önde tutan kimi Kürt siyasileri, post ve çıkar vaadiyle yanlarına çekerek Kürt yurtsever birliğini önlemeye çalışıyorlar.

6- Bu planda elbet başka bir dizi tedbir ve tuzak var. Kürt gençlerini futbolla, disko yaşamıyla ve benzer şeylerle oyalama; Newrozu özünden, Kürt renklerinden soyutlayıp bir Türk bayramı gibi sunma vb…

7- “Gizli Eylem Planı” denen bu son plandaki önemli hedeflerden biri de Güney Kürdistan’la ilgili. Körfez Savaşı sonrası bu parçada oluşan Kürt ulusal yönetimi Türk devletinin gözünde bir diken gibi. Kürtler orada özgürlüğü soludukça, kendi okullarında okuyup kendi radyo ve televizyonlarını izledikçe Türkiyedeki Kürt düşmanı şoven çevrelerin uykusu gelmez. Burdaki duruma son vermek, buranın geçmişte olduğu gibi Bağdat’ın otoritesi altına girmesini sağlamak, ya da orayı doğrudan kendilerine bağlayıp bu özgür ortama son vermek için can atıyorlar. Bu iş için hem Türkmen kartını kullanıyor, hem de PKK’yı Güney’li Kürtlere karşı kışkırtıyorlar.

Evet, bu planın içerdiklerinin bir bölümü bunlar. Bu elbet, Türk devletinin bu konudaki ilk planı değil, bu gidişle sonuncusu da olmayacak. Türk yönetimi, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak, yüzyılı aşkın süredir bu tür planlar yapıyor, uyguluyor. Ama bunların sonuç vermediği görüldü. Bu tür çaba ve yöntemlerle Kürt sorunu ortadan kalkmadı, ama çözümü gecikti ve daha da ağırlaştı. Son planın da aynı akıbete uğrayacağına kuşkumuz yok. Zorbaların umutları birkez daha kursaklarında kalacaktır. Kimse ne zorbalıkla ne de başka türden oyun ve tuzaklarla Kürt ulusu gibi büyük bir ulusu tarih sahnesinden silemez, onun özgürlük mücadelesini durduramaz. Yine de Kürtler uyanık olmalı. İnsan düşmanının niyet ve planlarını iyi biçimde göremezse, onun darbelerinden ve tuzaklarından gereği gibi korunamaz, önüne doğru politikalar koyamaz ve rakibine güç yetiremez.

Bu orduya mavi boncuk gerekir..

Türk ordusu yılda bir-iki kez gazetecileri, özellikle de “mehmetçik gazetecileri” toplayıp Kürdistan’a götürür, dağ başlarında gezdirir, onlara marifetlerini gösterir. Çetin koşullarda nasıl ülkeyi fedakarca savunduğunu, nasıl “terörün belini kırdığını…” Son iki-üç yılda ise bu geziler aynı zamanda ordunun şirinlik kampanyalarına dönüştü. Ordu bu turlar yoluyla bölgede eğitim, sağlık, hatta ekonomi alanında yaptığı sözde büyük işleri sergiliyor! Gazeteciler de şuna benzer başlıklar döktürüyorlar:

“Ordu görevini yaptı, terörün belini kırdı, şimdi sıra sivillerde!”

Geçtiğimiz Ekim ayında askerler bir kez daha memetçik gazetecileri toplayıp götürdüler, son dönemdeki marifetlerini sergilediler. Onlar da büyük bir şevkle, vatani görev duygularıyla yazdılar. Ordunun sivil alanda da yaptığı “büyük işleri”, “terörden çok çekmiş bölge halkına” yani Kürtlere yönelik hizmet kampanyalarını anlata anlata bitiremediler.

"Kirvem memetçik olsun!"

“Nikah tanığım memetçik olsun!"

Gördünüz mü, memetçik “bölge halkına” ne de candan davranıyor! O Kürtlerin kirvesi oluyor, çocuklarını sünnet ettiriyor. (Hani kirve kardeşten daha yakın ya..) O evlilik anında, yani iyi günde Kürtlerin yanında.. O Kürtlerin hastalarını muayene ediyor, ilaç veriyor.. O Kürtler için okuma-yazma kursları açıyor, onları cehaletten kurtarıyor.. Ne ala ne ala!…

Kürt kadınları için de dil kursları açıp onlara Türkçe öğretiyor..

Kürt erkeklerine prezervatif dağıtıp, onların aşırı çoğalıp ekonomik sıkıntıya düşmesini önlemeye çalışıyor!.

Memetçik bu işler için bir hayli masrafa girmiş, Ordu 250 milyar harcamış…

Bundan fazlası can sağlığı. Kürtler artık oturup kalkıp tanrıya, devlete ve orduya şükretmeliler! Böyle iyi, böyle güzel, böyle tatlı bir ordu dünyanın neresinde var?. En iyisi, nazara gelmemesi için kışlaların kapısına mavi boncuk ve at nalı asmak!..

Evet, memetçik gazeteciler koro halinde bu orduya övgüler diziyorlar ki anlatılmaz.. Daha da ilginci bu gazeteciler orduyu övüp göklere çıkarırken sivillere, yani hükümete ve siyasi liderlere de atıp tutuyor, şöyle diyorlar:

"Asker burada, hükümet nerede?!."

O zaman geriye yapacak bir tek şey kalıyor: hükümeti de doğrudan generallere teslim etmek! Madem ki generaller bu kadar becerikli, madem ki yalnız askeri alanda değil, ama kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda da herşeyi en iyi biliyor ve yapıyorlar ve mademki siviller bir işe yaramıyor… Zaten bu kampanyalardan anlaşılan, generallerin de niyeti o.. Bu propagandalar GP’yi (Genelkurmay Partisi) güçlendirmeye yönelik..

Anlaşılan bu herifler Kürtleri de, fakir-fukara Türkleri de enayi yerine koyuyor. Sanki Kürdistan’ı alt-üst eden, dört bin köyü, onlarca kent ve kasabayı yakıp yıkan bu ordu değildi! Sanki Kürt köylülerini kışın sovuğunda ve yazın kavurucu sıcağında çıplak edip saatlerce soğukta ve güneşte bekleten onlar değildi.. Sanki Kürdün çiftçisini çobanını, çocuğunu yaşlısını, kadınını erkeğini öldürenler, namuslarına el uzatanlar, onurlarını çiğneyenler başkasıydı.. Sanki Kürdistanın dağını geçidini mayınlıyanlar, tarlaları ormanları yakanlar onlar değildi!..

Baylarımız Kürtlere hizmet için 250 milyar lira harcamışlar. Ne para ne para! Öyle bir para ki bununla yıkılan 4000 köyden bir tanesi bile, hatta çeyrek bir köy bile yeniden inşa edilemez.

Memetçik Kürt köylülerine Türkçe öğretiyormuş.. Peki neden dilimizi özgürce kullanmamıza izin vermiyorlar? Neden generaller ikide bir “Kürtçe okul ve televizyon olmaz!” diyorlar?..

Bu adamlarda utanma duygusu yok.

Ceviz toplamaya gittiler, öldürüldüler..

Türk ordusu nice şirinlik kampanyaları açsa ve memetçik gazeteciler nice pembe tablolar çizse de, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bu kez de öyle oldu. Marinus köylülerinin başına gelenler bu devletin ve bu ordunun gerçek yüzünü bir kez daha ortaya serdi.

Köyleri daha önce yakılıp boşaltıldığı için evlerini terk edip Van kentinin varoşlarına sığınmış dört kadar kürt köylüsü, birkaç gün önce karakoldan izin alarak Hakkari’ye bağlı Marinus adlı köylerine ceviz toplamaya gitmişlerdi. Ancak hiçbir yasa ve sınır tanımayan özel timler bunu bile onlara çok görüp Mehmet Kurt, Cevher Orhan ve Salih Orhan adlarındaki üç köylüyü ellerini bağlayıp kurşuna dizdiler. Dördüncüsü ise yaralı olarak kaçıp kurtulabildi ve bu acımasız katliam da böylece meydana çıktı. Ancak güvenlik güçleri cürümlerini saklamak için bu olayı PKK gerillalarına yüklemek istediler. Oysa yörede gerilla bulunmadığı, buna karşılık özel timlerin bulunduğu anlaşıldı.

Sömürgeci rejim bir yandan –sanki yol açıkmış gibi- köye dönüşten, yeni köyler yapmaktan söz ederken, bir yandan da askerler, özel timler, hiçbir şey değişmemiş gibi zulüm ve cinayetlerine devam ediyorlar.

Son olay da bir kez daha gösteriyor ki Türk hükümetinin köye geri dönüş konusunda söyledikleri yalandır. O, bu tür laflarla sadece iç ve dış kamuoyunu aldatmaya çalışıyor. Gerçekte onun bu yönde ne bir hazırlığı, ne de niyeti var. O, dönecekler için köylerini yeniden inşa etmek şurda kalsın, köylülerin kendi olanaklarıyla bile bunu yapmalarına fırsat tanımıyor, dönüş yolunu açmıyor. Hatta Kürtlerin kendi bahçelerinde birkaç meyve toplamasına bile izin vermiyor, bunun karşılığı ölüm oluyor.. O dağ başındaki kurttan ve ayıdan daha acımasız.

Son olay, dönmek isteyen Kürt köylülerine bir gözdağıdır. “Dönerseniz, işte sizi bekleyen akıbet bu!” diyorlar..

Görülüyor ki Kürdistan’da değişen birşey yok. Türk devleti de onun güvenlik güçleri de eski haydutluğa devam ediyor.

Ermeni tasarısı Amerikan Kongresinden döndü

ABD Kongresi Temsilciler Meclisi’nin gündemine gelen ve Türkiye’de büyük bir telaş ve şamataya yol açan Ermeni soykırımı ile ilgili tasarı, tam kabul edileceğinin sanıldığı bir anda, Başkan Clinton’ın mektubu üzerine direkten döndü.

Bunun üzerine Türkiye’de, tasarı karşısında nerdeyse çılgınlık derecesinde tepkiler gösteren çevreler rahat bir soluk aldılar, sevindiler. Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Başkan Clinton’a ve ABD yönetimine teşekkürlerini ilettiler. Ecevit gibileri, bir de şişinip “Türkiye güçlüdür!" demeyi ihmal etmediler..

Aslına bakılırsa, Clinton sözkonusu mektubu “dostluk” hatırına yazmamıştı. Zaten bu mektupta Ermeni kırımının olmadığını da ileri sürmüyor. Aksine, Ermenilere karşı yapılan katliamdan birkez daha söz edip üzüntülerini belirtiyor. Clinton mektubunda şöyle diyor:

“Size, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında, 1915-1923 yılları arasında Doğu Anadolu’da meydana gelen trajik olaylarla ilgili derin üzüntülerimi dile getirmek için yazıyorum.

Her yıl, 24 Nisan Ermenileri Anma Günü’nde onları andım, o dönemde masum Ermenilerin yüzyüze kaldığı sürgün ve katliamla ilgili derin üzüntülerimi belirttim ve bu tür vahşetlerin bir daha yaşanmaması için çağrıda bulundum…”

Clinton’ın dedikleri son derece açık. O, Osmanlı yönetimi döneminde, hatta 1923’e kadar uzanan yıllarda, Ermenilerin yüzyüze kaldığı sürgün ve kırım eyleminden açık bir dille söz ediyor, bunu bir trajedi ve vahşet olarak niteliyor, böyle şeylerin birkez daha tekrarlanmaması için Amerikan ve dünya kamuoyuna çağrıda bulunuyor. Bu nedenle, gerçekleri gizlemeye çalışan Türk yönetiminin ve bu ülkedeki şoven çevrelerin sonuçtan o denli memnun olmaları için bir neden yoktur. Kongre’nin şu anda söylemesini istemediğini, Başkan kendisi söylüyor!

Peki Clinton neden tasarının Kongre’den geçmesini engelledi? Bunun da nedeni açık: Amerikan çıkarları.. Clinton mektubunda şöyle diyor:

“Tasarının ABD için olumsuz sonuçlar doğuracağından endişe ediyorum. Dünyanın bu sorunlu bölgesinde önemli çıkarlarımız vardır. Saddam, Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar, yeni enerji kaynakları… Tasarının bu hassas zamanda kabulü çıkarlarımızı olumsuz etkiler.”

Evet, bu tasarıyı Kongre’ye getirenler, bu işi bazı insani kaygıların yanısıra, belki de daha çok, yaklaşan seçimler öncesinde Ermeni oylarını almak için, yani kişisel ve partisel çıkarları için yaptılar. Ama sonunda, bundan dolayı Türkiye’deki etkili ve şoven çevrelerin çılgına döndüklerini, bu çılgınlıkla hem kendilerine, hem ABD’nin çıkarlarına zarar verebileceklerini görüp orada durdular. Böylesi bir riske girmediler. ABD’nin çıkarlarını Ermenilerin yaşadığı trajediden ve insani duygulardan da, kendi kişisel ve partisel çıkarlarından da daha önemli buldular ve tasarıyı geri çektiler.

Uluslararası politika bakımından bu son derece normal. Bu dünyada hiçbir dewlet ve hükümet ilkelere aldırmaz ve insan haklarının hatırına kendi çıkarlarını riske atmaz. Çıkarlar vicdanın sesinden de, zavallıların sesinden de çok daha güçlüdür..

Ama Türk yönetimi ve bu ülkedeki sözkonusu şoven çevreler de boşuna sevinmesinler. Amarikan kamuoyu da, dünya alem de biliyor ki Osmanlı devletinin son, TC’nin ise ön günlerinde Ermeni halkına karşı bu soykırım işlenmiştir. Yine herkes, Osmanlı mirasına konan Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllardır bu tarihi gerçeği kabul etmediğini, gizlemeye çalıştığını da bilmektedir. Türk devleti bu gerçeği kabul etmediği, bundan dolayı üzüntü ve utancını dile getirmediği ve hala taze olan kimi yaraların sarılması için çaba göstermediği sürece ise bu sorun gündemde kalmaya ve onu sıkıştırmaya devam edecek.

ABD Kongresi’nin gündemine gelen bu tasarı nedeniyle Ermeni sorunu yeniden ısındığında, Türkiye kamuoyunda ve siyaset sahnesinde görülen kimi tepkiler ise son derece ilginçti ve bu toplumun ruhsal yapısını bir kez daha gözler önüne serdi.

DYP Genel Başkanı ve eski başbakan Tansu Çiller şöyle dedi: “Türkiye’de iş yapan 30.000 Ermeniyi hemen sınır dışı edelim!" Yani yeni bir sürgün önerisi…

Diyarbakır’da bir Süryani papaz, Birinci Dünya Savaşı sırasında yalnız Ermenilerin değil, Süryanilerin de soykırıma uğradığını söyleyince hemen Türk polisleri tarfından alınıp götürüldü. Başına ne geldiğini tanrı bilir!..

Türk yönetimi İstanbul’daki Ermeni cemaatini sıkıştırdı, soykırımın olmadığı konusunda beyanda bulunmalarını, ABD Kongresi’ne ve yönetimine tel çekmelerini istedi. O kadar ki bizzat İstanbul’daki Ermeni Patriği birkaç kez, “Türkiye’nin çıkarlarıyla bizim çıkarlarımız birdir; tarihi olayları karıştırmak kimseye bir yarar sağlamaz” demek gereğini duydu..

Bütün bunların yanısıra –sayıları çok az da olsa- bazı demokrat ve onurlu Türk aydınları, örneğin Prof. Halil Berktay, yazar Murat Belge soruna sağduyulu biçimde yaklaştılar, gerçek neyse ortaya çıkmasından ürkmemek gerektiğini söylediler ve “Osmanlılar döneminde, İttihat ve Terakki yönetimi eliyle Ermenilere haksızlık ve kötülük yapılmışsa biz bunu neden inkar edelim?.” Dediler. Berktay, o dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın Diyarbakır valisine yazdığı mektubu kanıt göstererek, bu mektupta Ermenilerin toptan öldürüldüğünün itiraf edildiğini, bunun “inzibati ve siyasi” bir gerekçeyle izah edildiğini yazdı, belgenin kaynağını gösterdi. Ama Türk basınındaki, başını Emin Çöl-ajan’ın çektiği iflah olmaz şovenler, McCharty’ler hemen onları vatan millet düşmanı, hain olarak niteleyip saldırıya geçtiler, cadı avına çıktılar.

Böylece birkez daha görüldü ki, bu ülkede yüzyıl öncesiyle şimdi arasında fazla birşey değişmiş değil. Aynı hamam, aynı tas. Bu toplum yanlışlarını, hatalarını görmek istemiyor, bu nedenle onlardan kurtulması da zor..

Kurt kuzuya çoban olursa..

Sema Pişkinsüt, Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanı idi. Doktordu ve anlaşılan, gerçekten insan haklarını savunan vicdan sahibi biriydi. Karakollara baskınlar düzenledi, işkence aletleri yakaladı ve teşhir etti. İstanbul’un pekçok karakolunda (elbette İstanbul’un ve ülkenin tüm karakollarında) işkence yapıldığını, işkence kurbanları ve tanık ifadeleriyle kanıtladı. Komite, geçen yıl 10 tutuklu ve mahkumun öldürüldüğü, pekçoğunun ise yaralanıp sakat kaldığı Ulucanlar Cezaevi olayı ile ilgili yaptığı araştırmada, güvenlik güçlerinin gereksiz ve aşırı biçimde, acımasızca şiddet kullanarak bu sonuca yol açtıklarını otaya koydu. Böylece, olayları çarpıtmaya çalışan hükümeti de yalancı çıkardı.

Komite Kürdistan’da da incelemeler yaptı ve bununla ilgili olarak da Bayan Pişkinsüt bayağı açık ve cesurca konuştu. Baskıları eleştirdi, herkes gibi Kürtlerin de dillerini özgürce kullanmaya hakları olduğunu söyledi.

Doğrusu, Bayan Pişkinsüt onurlu biri olsa da, böylesine cesaretle konuşmasına çoğu kişi gibi biz de hayret etmiştik. Hem de doğruları inatla inkar etmeyi bir marifet sanan Başbakan Ecevit’in partisinden, DSP’den biri olarak.. Ecevit bunu “içine sindirebilir miydi?”

Hiç de sindirmediği şimdi ortaya çıkıyor. Türk Meclisi tatilden sonra yeni çalışma dönemine başlar başlamaz Meclis Başkanlığı yenilendi ve bir MHP’liye verildi, İnsan hakları Komisyonu’nun başkanlığı ise Bayan Pişkinsüt’ten alınıp yine bir MHP’liye verildi!

Bu, kurdu kuzuya çoban etmekten başka nedir? Bundan böyle artık TBMM İnsan Hakları Komisyonu’ndan kim ne bekleyebilir? Anlaşılan böyle bir ülkede ve böyle bir parlamentoda Bayan Pişkinsüt gibi birinin o görevde bulunması bir yanlışlıktı ve bu yanlışlık en başta kendi parti liderliğinin eliyle ilk fırsatta düzeltildi!

MHP zaten Türkiye’nin bir nolu ırkçı, şoven partisi, insan haklarına da düşman. Bu partinin elinden gelse baskıyı, zulmü, işkenceyi on katına çıkarır.

Bu gelişme üzerine, komisyonun diğer bir üyesi, ANAP Diyarbakır milletvekili Segbetullah Seydaoğlu da, bir MHP’linin başkanlığında çalışamıyacağını söyleyerek komiteden istifa etti.

Türk usulü nüfus sayımı..

Türkiye’de 25 Ekim’de genel nüfus sayımı yapıldı. Elbet yine Türk usulü bir sayım..

Uygar ülkelerde bu iş evlere bir form gönderilerek yapılır. İnsanlar bu formu doldurup postayla geri gönderirler. Ama Türk devleti bunu kendi usulünce yapıyor. Tüm ülkede herkesi gün boyu eve hapsediyor ve davar gibi sayıyor! Hayatlarının çoğu sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle geçen Türkiye’nin insanları buna alışık, hiçbir sorun çıkmıyor.

Eski sayımlarda halka dilini, milliyetini, din veya mezhebini sorarlardı. 1985’ten bu yana yapılan sayımlarda bu tür soruları artık sormuyorlar. Neden sorsunlar? Herkes zaten “Türk ve Müslüman” değil mi?..

Hem de bu adamlar Ermenileri ve Rumları, Süryanileri ve Yezidi Kürtleri kırımdan geçirerek veya sürerek zaten ortadan kaldırdılar. Geriye kalanları, yani Laz, Çerkez, Gürcü, Arap, Arnavut ve Bulgarları asimile ettiler.

Türk olmayanı Türk, Müslüman olmayanı Müslüman yaptılar!

Bunlardan geriye azıcık kalmışsa, onları da bu şekilde yok etmeye kararlılar!

Kürtlerse zaten “Dağ Türkleri”dir ve “Kürtçe bir dil değildir!” “Ben Kürd’üm” ya da “dilim Kürtçe” demek ise bu ülkede bir cürümdür. Öyle değil mi?..

Alevi’ler “rafızi”dir, yani “mezhepleri hak mezhebi değildir ve tanrı yoluna getirilmeleri gerekir!”

Evet, bu ülkede her şey tektir: Tek devlet, tek vatan, tek sınır, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek din, tek mezhep!..

Tek düşünce!

Çünkü Türkler "asker millettir!"

Şu anda belki tek eksikleri, tek tip elbise giymemeleridir. Ama buna da az kaldı. Yakında herkese tek tip üniforma giydirirlerse şaşmamak gerekir. Mao döneminde Çin’de olduğu gibi..

İyi olmaz mı? Zaten bir bölüm “sosyalistimiz” de eşitliği böyle anlamıyor muydu?..

* * *

Akla bir soru geliyor: Madem ki Türk yöneticiler, nüfus sayımında bazı sorulardan ve sorunlardan kurtulmak için böylesine kestirme bir yol bulmuşlar, bunu diğer sorunlar için de pekala yapabilirlerdi. Örneğin şu soruları sormak şart mıydı:

-Herhangi bir işte çalışıyor musun?

-Mesleğin nedir?

-Aylık ya da yıllık kazancın ne kadar?

-Kaç odalı evde oturuyorsun?

-Bir sakatlığın var mı?

Bunlar son derece riskli sorular. Örneğin ülkede nice çok aç, işsiz ve evsiz olduğunu ortaya koyabilir.. Kimin ne yaptığının sorulması da memleket için hiç iyi olmaz! Yoksa bu ülkedeki bu kadar işkenceci, katil, hırsız, soyguncu, bunca çete, bunca fehişe ve ..ne nasıl mesleklerini söylerler? Doğru söylediklerini farzedin, dünya aleme rezil kapeze olmaz mıyız?..

Bu sorular ülkede ne kadar çok kör-topal, sağır ve dilsiz olduğunu ortaya koyabilir ki bu da sakıncalı.. (Bu rejimin kışla ve karakollarından geçen yüzbinler içinde sağlam kalan mı var? Hala sürmekte olan 12 Eylül faşizmi, nerdeyse ülkenin tüm nüfusunu kör, sağır ve dilsizlere dönüştürmedi mi?..) Bütün bunlar bilinmemeli..

Kimse, pekçok yerde 10-15 kişinin (Diyarbakır 5 Nolu’nun hücrelerinde olduğu gibi) tek odada barındığını bilmemeli..

Türkiye’nin sırlarını neden açığa vuruyorsunuz? Nerdesin ey Osman Durmuş!..

* * *

Hadi şakayı bir yana bırakalım –aslında yukarda söylediklerimiz gerçeğin ta kendisi ya- bu baylar sayımı neden böyle sıkıyönetim tarzı yapıyorlar?

Cevabını kendileri veriyor: “Avrupalılar halimizi anlamıyor,” diyorlar, “bizim halkımız cahil..”

Vay canına! Hani “Türkiye büyüktür, Türk milleti büyüktür!” diyordunuz?. Cahil bir halk nasıl büyük olabilir? Ya cahiller memleketi?..

Diyorlar ki, “halkımız doğruyu söylemez, kentlerin nüfusunu çok göstermek için iki yerine beş yazdırabilir, bazı gerçekleri gizler!..” Yani halkı düpedüz yalancı yerine koyuyorlar.

Peki, yalancı bir millet büyük olabilir mi? Ya yalancılar ülkesi?..

Ama doğrusunu isterseniz, eğer bu halk cahilse suçlusu bu devletin ve gelmiş geçmiş hükümetlerin kendisidir. Onlar halkı cahil bıraktılar, aydınlanmasını engellediler, sürekli aldattılar. “Halk ne kadar cahil olsa yönetilmesi o kadar kolaydır!” dediler. Sizin anlıyacağınız, asıl kalın kafalılar, asıl cahiller bu ülkeyi yönetenler.

Eğer halk yalan söylüyorsa, bunu “büyüklerinden” öğrenmiştir; çünkü en büyük yalancılar onlar. Ermeni kırımını inkar edenler, Süryanilerin, Yezidilerin, Laz, Çerkez, Arap ve ötekilerin, 20 milyon Kürdün ve bir o kadar Alevinin varlığını inkar eden ve haklarını tanımayan onlar.

En büyük yalancılar, çok az sayıdaki onurlu ve gerçek aydının dışında, bu ülkeyi yönetenlerin yalanlarını tekrarlamaktan başka bir marifeti olmayan sözde aydınlar. Bunlar aydın değil, uşaktır.

Zorbalar aynı zamanda yalancıdır.

Şimdi de sıra Munzur’da..

Tarihi Zeugma kenti, eşine az rastlanır güzelim tarihi eserleriyle su altında kaldı. Tarihi Hasankeyf de aynı tehlike ile yüzyüze.

Ama sadece bu ikisi mi? GAP projesiyle Dicle ve Fırat üzerinde yapılan barajların suları altında pekçok köy ve kasaba kaldı. Onlarla birlikte, açığa çıkmışı ve çıkmamışı ile eski ve zengin bir tarih ve bereketli topraklar da sulara gömüldü. Samsat da su altında kalan böylesi tarihi kentlerden biriydi. Halfeti de kısa süre önce, güzelim bağ ve bahçeleriyle birlikte Birecik Barajı’nın suları altında kaldı.

Şimdi de sıra Dersim yöresinde, Munzur Vadisi’nde. Munzur Irmağı Ovacık yöresinde, Munzur Dağları’nın eteğinden fışkırır, derin bir vadide çağlayıp dolanarak akar, Mameki’den geçip Çarsancak mıntıkasında Keban baraj gölüne dökülür. Yol boyunca eşi az bulunur güzelim manzaralar yaratır. Duru suyunda çakıl taşları pırıldar, alabalıklar oynaşır. Vahşi doğanın en güzel örneklerini sunan vadi ormanla kaplıdır. Kayalarda yaban keçileri otlar.

Bu vadi daha önce sözde SİT alanı seçilmiş, milli park sayılmış ve koruma altına alınmıştı. Oysa şimdi bu ırmağın üzerine de bir baraj yaparak bu güzelim vediyi sular altında bırakmak için harekete geçilmiştir.

Bu ülkeyi yönetenler, halka, tarihe ve doğaya karşı işte böylesine sorumsuz ve acımasızlar, böylesine açgözlüler. Onlar, bir miktar elektrik enerjisi için Dicle ve Fırat ırmaklarının, onlara katılan çayların çevresini ve onlarla birlikte zengin, eşi bulunmaz bir tarihi, bağları bahçeleri ve nice güzellikleri ile bereketli toprakları, işte böylesine sulara gömüyorlar. Korunduğu ve sergilendiği zaman bu doğa ve tarih güzelliklerinin her yıl milyonlarca turisti çekerek, elektrik enerjisinin verdiğinden çok daha fazla bir ulusal gelir artışına yol açabileceğinin hesabını bile yapmıyorlar.

Ama bu bent ve barajların yapımından amaç, yalnızca sağlanacak elektrik enerjisi ve sulama değil. Bunlar yüzlerce Kürt köyünü ve onlarca kasabayı da sular altında bırakarak Kürtleri buradan uzaklaştırıyor. Kürtlerin elektrik enerjisinden hiçbir kazançları yok, bu enerji batıdaki sanayinin değirmenini döndermeye yarıyor. Kürtler ise topraklarını yitiriyor, göç yollarına düşüyor, böylece binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları anayurtlarından kopuyorlar.

GAP Kürtler için yeni ve büyük bir sürgünden başka birşey değil. Kürdistan’ın tarihi ve coğrafyası içinse büyük bir katliam.

Bu büyük talana, sürgüne, katliama karşı sessiz kalmamalı. Zeugma ve Hasankeyf için iç ve dış kamuoyunda birhayli ses çıktı; ama bu yetmez. İçerde ve dışarda kamuoyunu harekete geçirip bu zorbaların işini zorlaştırmak, bu tarih ve doğa kırımını ve Kürt sürgününü, hiç değilse bundan böyle engellemek için daha etkili çabalar gerekli.

Siyasi partiler, demokratik örgütler, aydınlar, herkes elinden geldiğince bunun için birşeyler yapmalı, sesini yükseltmeli.

Asker milletin askeri bütçesi olur..

Türkiye’nin 2001 yılı bütçesi şu günlerde mecliste görüşülmeye başlıyor. Bu kez de dikkati çeken, önemli kamu hizmetlerine çok az para ayrılmış olmasıdır. Geçen yıldan ve evelsi yıldan da daha az. Örneğin Sağlık ve Adalet bakanlıklarının herbiri için ayrılan pay yüzde bir bile değil. Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılan ise yüzde üçten daha az. Oysa bunların üçü de önemli bakanlıklar, yüzbinlerce memur (öğretmen, doktor ve hemşire, yargıç ve savcı) çalıştırıyor, ayrıca binlerce okulun, hastanenin ve mahkemenin masraflarını karşılıyorlar.

Öteki bakanlıkların ise çoğunun bütçesi bunun da altında. Örneğin Çalışma Bakanlığı’nın binde 2’den de az.

Peki Türkiye’nin bütçesi (ki toplamı 60 milyar dolar civarında) nereye gidiyor? Bunu bilmeyecek ne var, aslan payı milli savunmaya, yani askeri harcamalara.. Halkın vergileri subay ve generallere, kurşun ve bombaya, tanka-topa, savaş uçağına-savaş gemisine harcanıyor.

Türkler, kendi deyişleriyle “asker millet”tir, bütçeleri de elbet askeri olur..

Ama askeri harcamalar yalnızca bütçeden ayrılan paydan ibaret değil, bundan kat kat fazla. Bütçe dışında da birçok kurum ve vakıf kanalıyla sağlanan büyük fonlar var. Bunlardan biri Türk Hava Kurumu’dur. Örneğin Kurban derileri zorunlu olarak bu kuruma veriliyor.

Türkler ordularının büyüklüğünden, gücünden çok hoşnutlar. Anlaşılan onlara iş, ekmek, kitap, öğretmen, doktor ve adalet pek gerekli değil! Ordu güçlüdür, payının büyük olması da doğal..

Herhalde “aslan payı” deyimini ve bunun öyküsünü bilirsiniz. Bir aslanla bir tilki ve iki-üç kadar çakal ortaklık kurup ava çıkmışlar. Yakaladıkları bir yaban keçisiymiş. Sıra bölüşmeye gelince Aslan bir budunu koparıp önüne çekmiş, “bu benim payım” demiş. Sonra öteki budunu koparıp onu da kendisine ayırmış, “bu da en güçlünüz olduğum için..” demiş. Sonra iki kolunu koparıp payına eklemiş, “bu da kral olduğum için!” demiş.. Ardından kalan bedeni onlara eklemiş ve “bu da aslan olduğum için!” demiş.

Evet, “aslan payı” böyle hesaplanır. Aslan ya da kılıç payı..

Tilki ve çakalların bu tür bir bölüşüme ne tepki gösterdiklerini, canlarının sıkılıp sıkılmadığını bilemeyiz; ama Türkiye’nin işçi ve köylülerinin, fakir-fukara halkının bu tür bir bölüşümden hiç de şikayetçi olmadıklarını tecrübeyle biliriz..

Bektaşi ve La Fontaine’in eşeği..

Eğer Türk halkı verdiği vergilerin aslan payının askeri harcamalara ve silahlanmaya gidişinden şikayetçi değil dedikse, bu onun tümüyle dertsiz ve şikayetsiz olduğu anlamına gelmez elbet. Aksine oldukça dertli ve şikayetçi bir halk. Ama ne yazık ki bunun nedenlerini anlayabilmiş değil. Anlayan da kolay kolay söylemeyi göze alamıyor..

Şu günlerde memurlar yine sokaklarda. “Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz” demiş olan Hükümet, maaşlarına yalnızca yüzde 10 zam yapmayı uygun gördü. Oysa enflasyon bu yıl da yüzde 60 dolayında. Kısacası bu yıl da memurlar biraz daha yoksullaştı. İşçilerin, yoksul halkın tümü de öyle.

Hükümet onlara verecek parası olmadığını söylüyor. Hükümet onlara, “bu zor ve sıkıntılı günlerin aşılması, ülkenin düze çıkması için biraz daha zahmet çekmeniz, kemerleri sıkmanız gerekli” diyor.

Bu sözler doğru mu?

Emekçi ve yoksul insanlar herşeyden önce şu soruyu kendilerine ve yöneticilere sormalı: Bu ülkede herkes zorda ve sıkıntıda mı?

Son günlerde açıklandı ki, salt İstanbul’da 19 000 ailenin herbirinin ortalama aylık geliri (dikkat edin yıllık değil haa!..) 27 milyar lira. Bu ailelerin de zorda olduğunu, sıkıntı çektiğini söyleyebilir miyiz?

Bu ülkede vergi verenler asıl olarak maaşlılar ücretliler, yani çoğunlukla yoksul, emekçi insanlardır. Onların vergi kaçırma şansları yok.. Ayda 27 milyar kazananlar ise ya hiç vergi vermiyor, ya da çok az veriyorlar. Çünkü hem gelirlerini gizleyebiliyorlar, hem de gelirlerinin bir bölümü, belki de tamamı vergiye tabi değil. Örneğin borsa kazançları ve hazine bonosu gelirleri vergiye tabi değil. Bunlar rantiyer.. Ayda 27 milyar kazananların çoğu da bu gruptan.

İşçiler, memurlar, emekliler de paylarının azlığından şikayet ediyorlar; ama şu soruyu hiç sordukları yok: “Ayda 27 milyar, hatta trilyon kazananlar neden fedakarlık yapmıyor?"

Devletin bütçesi milletin bütçesi demektir, halkın verdiği veya onlardan, asıl olarak da emekçilerden kesilen vergilerle dolar. Ama emekçiler, yoksul insanlar bu bütçenin nasıl bölüşüldüğünü, nasıl harcandığını hiç merak edip soruyorlar mı?.

Bu bütçenin aslan payı kurşun ve bomba, tank ve top, savaş uçağı ve savaş gemisi için harcandığında memura, işçiye, emekliye para kalır mı? Sağlık, eğitim ve adalet için para kalır mı?.

Bu ülkenin insanları, ayda 27 milyar kazananlar değil, ayda 50 milyon, yüz-ikiyüz milyon kazananlar hiç şunu düşünüp sevgili yöneticilerine soruyorlar mı: “Bu kadar savaş aracı, tank, top gerekli mi? Bize bu kadar düşman gerekli mi?. Neden içerde ve dışarda barış için çaba göstermiyor da bunca parayı silaha, kavga dövüşe harcıyorsunuz?. Neden ülkenin gelirini halkın sağlığı, eğitimi için sarfetmiyor ve yaşamımızı iyileştirmiyorsunuz?.”

Hayır, böyle sorular sormak akıllarına bile gelmiyor. Yüzde biri-ikisi bile bunları düşünüp söylemiyor. Onlar bunu düşünmedikçe, kendileri için istemedikçe, başkalarının derdi mi?. Generallerin, üçkağıtçı politikacıların, ya da ayda 27 milyar kazananların derdi mi?..

Bu insanlar yaşadıkları kötü durumdan, çektikleri bunca acı ve sıkıntıdan kendileri de bir ölçüde sorumlu değiller mi?

Yine bir fıkra anlatalım: Bektaşinin gözü yol kenarında oturmuş, soğan ekmek yiyen perişan kılıklı bir adama ilişti. Adam ekmeği ve soğanı yiyip bitirdikten sonra, ağzını silerken “yarabbi, şükür!” demeyi de ihmal etmedi.

Buna Bektaşi’nin canı sıkıldı. Adamın ensesine bir tokat indirip şöyle dedi:

Hem yavan ekmek-soğan yersin, hem de allaha şükredersin! Zaten allahı bu kadar şımartanlar da senin gibiler..”

Peki hükümeti ve generalleri bu kadar şımartanlar kim?.

At yakınmadıkça süvari neden yakınsın? İnsan hiç değilse La Fontaine’in eşeği kadar uyanık olmalı.. Bu da onun öyküsü:

Yaşlı Eşek

Yaşlı bir adam eşeğine binmiş gidiyordu
Sulak, çayırlık bir yerde durdu
Yuları çıkardı başından, eşeği saldı çayıra
Kara eşek keyifle girişti taze otlara
Bir yandan yiyor, bir yandan anırıyordu
Yatıp kalkıyor, eşiniyor, çifte atıyordu
Keyf onun keyfi!
Derken ansızın
Karşıdan göründü bir haydut kafilesi
- Eywah eşkiyalar, çabuk kaç! Dedi ihtiyar.
- Neden? Dedi uzunkulak;
O gelen iki palan mı vurur bana?
Dört çuval mı yükler?
- Hayır, yüklemez, dedi kaçmakta olan ihtiyar…
- Madem öyle, bana ne, dedi kara eşek;
Ha senin olmuşum, ha onun.
Sen kaç, bana göre hava hoş!
Hem de istersen
Sana Türkçesini söyleyeyim:
Sahibim kimse
Düşmanım da o benim.

 
PSK Bulten © 2001